İÇİMİZDEKİ BONOBO MU, ŞEMPANZE Mİ?

Posted: 10 Aralık 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Çocukken bayramlık alınırdı bana da… Çünkü anneme göre bayramda yeni bir şey giyilmezse olmazdı. İlk bayramlığımı anımsıyorum da annem-babam çok gülmüşlerdi halime. Bayram nedir bilecek yaşta olmadığım için, bayramlıklarımı giyip dışarı çıkmışım. Annem de sormuş, “oğlum nereye gidiyorsun?” “Bayram’a…” demişim ben de. Bayram, bizim bakkalın adı. Giyinip Bayram’a gidiyorum işte. Ne diye böyle şaşırıp gülüyorlar diye düşünüyorum o an. Annem, her bayram anımsatır bana bu şaşkınlığımı.


Bayramlar arasından sadece Kurban Bayramı’nda sevinç duyamadım hiçbir zaman. Özellikle eve dönerken gördüğüm bir koç var, yolun kenarında. Aylardır, yazın sıcağında, kışın soğuğunda bir barakanın önünde tabelaymış gibi bekler durur, alnında yazılı ADAK yazısıyla… O hayvanı, orada o halde teşhir etmenin korkunçluğu, insanın yaşayan en tehlikeli canavar olduğu gerçeğini zihnime kazıyıp durur. Zizek’in kendisi için yapılan belgeselde, “ben kendimi her zaman bir canavar olarak görürüm” demesi gibi. Zizek, acıktığı için belgesel ekibini bir lokantaya davet ediyor filmde. Davet ettiği yer de bir et lokantası. Ama film ekibinin tamamının vejetaryen olduğu ortaya çıkıyor bu davetle birlikte. Bunu öğrenen Zizek: “Bu bir yozlaşma… Siz yakında maymunlar gibi muz yiyerek yaşamaya başlarsınız.” diyor.

İnsanların maymunlarla dalga geçmesi ya da onları aşağılaması tuhaf. İnsanlar, biyolojik olarak maymunlarla aynı kökenden geliyor çünkü. Yani, Metis Yayınları’ndan çıkan Frans De Waal’in ‘İçimizdeki Maymun’ adlı kitabının işaret ettiği gibi, maymunluktan kurtulmamız mümkün değil. Ama önemli olan şempanze gibi öfkesini zapt edemeyen maymunlara mı yakınız, yoksa özgür ruhlu ve barışçı bonobolara mı? Yoksa içimizde hem şempanzelik hem de bonoboluk var da hangisinin belirleyici olduğu yaşanan kültüre ve bireysel tercihlere göre mi değişiyor? Mesela kadınları döven erkekler, kesinlikle şempanze kategorisine giriyor. Çünkü erkek şempanzeler, sırf zevk olsun diye dişileri dövmekle ünlü. De Waal, herkesin anlayabileceği bir dilde, maymunlardan ilginç örnekler vererek insanlığın temel sorunlarını tartışan, antropolojiye meraklı olanların ayrıca ilgisini çekebilecek bir kitap ortaya koymuş.

Zizek, kendisini bir canavar olarak görürken muhtemelen içindeki şempanzelikten bahsediyordu. Çünkü De Waal, benim de zaman zaman “ne kadar da canavarız” isyanıma katılmadığını, insanın tümüyle bencil ve kötü olmadığını, ahlakımızın değiştirilmeye muhtaç bir yanılsama olduğu gerçeğinin altını çiziyor kitabında. Çünkü hiçbir hayvan insan kadar canavarca şeyler yapamadığı gibi, insan kadar empati de geliştiremez ve sevgiyi yüceltemez. Nasıl bir dünya istediğimiz, aynaya (yani kendimize) dürüstçe bakabilmemiz ve daha iyi bir dünya inşa etmek için insanın yardıma hazır baş müttefikini tanımamızla mümkün olabileceğini belirtiyor. Yani bonoboları tanıdığımız ölçüde, şempanzeliklerden kurtulabileceğimizi iddia ediyor yazar.

Bir antropolog olduğum için, De Waal’in önermesine katılmamam imkânsız. Örneğin bizim ilk atalarımız pirimatlara dair yapılan deneylerden de bahsediyor De Waal. Diyor ki “Pirimat deneyleri, kazanımların bütün katılımcılar arasında paylaşılamaması halinde işbirliğinin nasıl ortadan kalktığını göstermiştir; insan davranışı da muhtemelen aynı ilkeyi takip eder.” Bugün yaşadığımız sorunun temeli de tıpkı pirimatlarda olduğu gibi, kazanımların eşit olarak paylaşılamamasından kaynaklanmıyor mu?

Mesela bonobolar, şempanzelere göre daha geniş bir habitat içinde daha örgütlü bir biçimde toplayıcılık yaparak daha iyi beslenirken, şempanzeler, kapitalist toplumlardaki gibi daha küçük gruplara ayrılıp kendi dertlerinin peşine düştükleri için daha kötü besleniyor ve dayanışma eksikliğinden dolayı da daha zor bir hayat sürüyorlar. Örneğin bonobo dişileri arasında, bebek yetiştirme konusunda bile ciddi bir dayanışma gözlenmiş. De Waal, bunun ‘hemşirelik’ ilişkisi olduğunu ve bir bonobo yavrusunu doyurmak söz konusu olduğu zaman, tüm dişilerin ortak hareket edebildiğini söylüyor, şempanzelerin tersine. Öyleyse eşitliği savunan solcular için bonobolar, sağcılar için de şempanzeler diyebiliriz. Tabii, bu işin espirisi… Ama biz ukala insanların, maymunlardan öğreneceğimiz çok şey olduğu bir gerçek. Ve hiçbir zaman ne tam anlamıyla bonobolar ne de şempanzeler gibi davranamayacağımız da... Çünkü insan doğası, her zaman sürprizlerle dolu çok boyutlu bir yapıya sahip.

Antropolog olduğum için bana en sık sorulan soru: “Söyle bakalım, biz maymunlardan mı geliyoruz”dur genellikle. Ben de “Hayır, maymunlardan gelmiyoruz ama maymunların geldiği yerden geliyoruz” derim hep. Bu yanıt, hem maymunlardan geliyoruz anlamına gelir, hem de maymunlarla aynı kökten ama farklı bir türün evrimleşmesinden geliyoruz anlamına… Ama insanların atalarımızın maymunlar olması gerçeğinden neden bu kadar alındığını anlamam hiçbir zaman. Hadi dindarların evrim teorisine karşı çıkma gerekçelerini, din ile bilimin arasındaki tarihsel mücadeleden dolayı anlıyorum da tuhaf bir alınganlıkla bu gerçeği inkâr edenleri, hatta maymundan gelmeyi hakaret olarak kabul edenleri hiç anlayamıyorum.

De Waal, kült filmlerden birisi olan ‘Maymunlar Cehennemi’nden de bahsediyor kitabın bir yerinde. Filmde maymunları canlandıran oyuncuların, maymun taklidi yaparken hiç zorlanmadıklarından...

Bülent Usta (Birgün, 10 Aralık 2008)

GELECEĞİN İZİNDE-2

Posted: by bülent usta in
0

New Left Review’ dergisinin 2007 Türkiye Seçkisi, Agora Kitaplığı yayınları arasından çıktı. Dergiyi karıştırırken Bolivya dağlarında Che Guavera ile birlikte çatışmalara girmiş Régis Debray’ın ‘Sosyalizm: Bir Hayat Döngüsü’ adlı makalesi oldukça ilgimi çekti. Belki gazetelerden takip etmişsinizdir, Debray, RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu-Rote Armee Fraksion) üyelerini evinde sakladığı için de suçlanmıştı son zamanlarda. Evinde sakladığı kişilerden Bernd Andreas Baader’ın 1972’de kaldığı hücresinde vurularak öldürüldüğünü ve bir dönemin efsane isimlerinden birisi olduğunu, bilmeyenler için belirtmekte fayda var.

Debray, makalesinde ilginç bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Matbaa ile devrimin arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Hatta ‘sosyalizm’ kelimesinin mucidi Pierre Leroux’un, tıpkı ‘anarşizm’ kelimesinin mucidi olan Proudhon gibi matbaacı olduğuna değiniyor. Gazete ve dergi çıkarmanın, kitap yayımlamanın sol için vazgeçilmez unsurlar olduğunu, hatta Londra’da kurulan Birinci Enternasyonal’in matbaacılığın gelişmesi sayesinde mümkün olduğunu iddia ediyor. Anarşistler ve sosyalistlerin aynı ailenin savaşan kardeşleri olarak, broşürler, dergiler, gazeteler ve kitaplarla hayatlarını doldurduklarını, ‘okumak ve başkalarına okutmak’ sözünü kutsal bir söz olarak benimseyip yol aldıklarını unutmamak gerektiğini de belirtiyor Debray...

Eğer bir ülkede dergi ve gazete okuyan insan sayısı düşükse, o ülkede solun canlı olduğunu düşünmemiz de zordur. Televizyonun ve internetin kitap ve dergi satışlarını azalttığı söylense de bir ülkede matbaalar harıl harıl çalışmıyorsa, o ülkede televizyon ve internetin entelektüel gelişmeyi, dolayısıyla solun büyüyüp hayatın içinde dal budak sarmasını sağlayabileceği düşünülemez bence.

Pierre Bruno’nun da altını çizdiği gibi sol, cehaletle ve yoksullukla mücadele etmekle yükümlü olmuştur her zaman. Ve cehaletle mücadele etmenin en önemli araçları da kitaplar, dergiler ve gazetelerden başka bir şey değildir. Eskilerin sözlü kültür gücü de televizyon ve radyo gibi iletişim araçlarının eline geçti ki yazılı kültür kadar olmasa da sözlü kültürün de belirleyici olduğu bir gerçek. Hatta bugün görsel medya, yazılı medyayı köşeye sıkıştırmış ve kendisine bağımlı kılmış olsa da bir televizyon kanalı hiçbir zaman matbaanın yerini tutamaz. Çünkü televizyon karşısında izleyici edilgen bir pozisyondadır ve bir konu üzerine derinleşerek düşünme fırsatını yakalayamaz. Elbette bu durum, görsel medyanın gücünü azımsamamıza da neden olmamalı. Ayrıca, bu tür iletişim araçlarının ihtiyaç duyduğu sermaye yüzünden daha çok egemen güçlerin kontrolüne geçmesi ve radyoya göre televizyonun toplumsal hayattaki ağırlığı, solu bu seçeneğin kıyısında köşesinde bırakıyor ister istemez. Yani elimizde hâlâ matbaalar var...

Matbaalar derken de matbaaların eskisi gibi olmadığını da unutmamak gerek. Çünkü yayıncılığın temel değerleri ve unsurları, 12 Eylül’den sonra ciddi bir biçimde değişti. Piyasa koşulları, solun örgütsüz ve güçsüz bırakıldığı bir dönemde kendisini hâkim kıldı ve sol, piyasa koşullarına yeterince etkide bulunamadı. Nazi Almanya’sında bile, 12 Eylül dönemindeki kadar kitabın yakılmadığını düşünürsek, belki bu ortamın nasıl bir temel üzerinde şekillendiğini anlayabiliriz. Eskiden kitap basmak, kitapçı açmak gibi çok da kârlı gözükmeyen işleri solcular yapardı. Kitapçılar, solcuların toplandığı yerlerdi. Örgütlü bir sol, kitabın dağıtımına da satışına da önemli katkılarda bulunurdu. En azından benim okuduğum kaynaklardan ve o yıllarda yaşayanlardan aldığım izlenimler böyle. Yaşanan süreçteki bu değişim, okunan kitapların niteliğini de değişime uğrattı. Örneğin, Dostoyevski, Balzac gibi yazarlara ait olan ve klasikler olarak tanımladığımız yapıtlar, bugünün bestseller’larının yerini alıyordu. İnsanlar okumaya önce klasikleri okumakla başlardı. Aslında bir parça hâlâ öyle olduğunu söyleyebiliriz ama eldeki veriler, okurların klasik yapıtlardan uzaklaşıp bestseller ürünlere yöneldiğini gösteriyor. Jules Verne’in o harikulade kitaplarının yerini Dan Brown’ların kitapları aldı örneğin. Televizyon bağımlısı kitlelerin, sayfaları rengârenk, asparagas haberler ve popülist yorumlarla dolu bir gazeteyi tercih etmesi, garipsenecek bir şey de değil. Peki sol, kitlelerin bu talebini karşılamaya mı çalışacak, yoksa yayıncılık anlayışına ve kültürüne bağlı kalarak belirli bir kalitede yayın yapmaya devam ederek, seslendiği dar çevreyi genişletmek için mi çabalayacak? Bu sorunun cevabı, Debray’ın makalesinde yok.

Şunu söylüyor Debray: “Matbaa öncülüğünü yitirince, eleştirel entelektüel kendi çevresini, sosyalist politika referansını yitirmiş, üçü de krize girmiştir.” Hani ne olacak bu solun hali filan diye tartışıyoruz ya, hani özü enternasyonal olan solun bir kısmının, anti-emperyalist mücadelenin geçmişteki aşamalarından birisi olan ulusalcılığa nasıl böyle saplanıp kalır diye üzülüyoruz ya (ben üzülüyorum), belki Debray’ın bu yorumunu ciddiye almamız gerekiyor.

Sorduğum soruya geri dönersek, sol, nasıl bir yayıncılık anlayışı sergileyecek ki Debray’ın kriz olarak adlandırdığı bu sorunu aşabilecek?

Geçen haftaki yazımda, on yıl sonrasına, yani 26 Kasım 2018 yılına ait bir gazetenin doğaüstü yollarla elime geçtiğini duyurmuştum. O gazete, bu soruya yanıt vermemi kolaylaştıracak şeylerle dolu...

Bülent Usta (Birgün, 3 Aralık 2008)

GELECEĞİN İZİNDE-1

Posted: by bülent usta in
0

Pencereden bakarken görür gibi oldum onu. Halbuki yağan yağmuru izlemek için bakıyordum pencereden. Hızla dışarı koştum. Onunla konuşmak istiyordum. Ama az evvel pencereden görür gibi olduğum halde, sokakta yoktu. Yağmurdan ıslanmış, aramaktan vazgeçip bir kahvehanenin pencere kenarındaki bir masasına oturdum ben de.

Çayımı söylemiş, oturduğum masadaki gazeteleri karıştırıyordum ki okuduğum gazetenin tuhaf bir gazete olduğunu fark ettim. Tuhaftı, çünkü 26 Kasım 2018 gününe ait bir gazeteyi tutuyordum elimde. Yani tam 10 yıl sonrasına ait bir gazete... Bunun bir şaka olduğunu düşünüp kahvehanedekilerin suratlarına baktım dikkatle. Birisinin benim şaşkınlıktan çarpılmış yüzümü görüp kahkaha atmasını bekledim. Kimsenin güldüğü filan yoktu. Ya televizyon izliyor, ya okey oynuyor ya da boş boş etraflarına bakınıyorlardı. Sonra gazeteyi incelemeye koyuldum. Şaka olduğuna dair küçük de olsa bir ipucu aradım.

Şöyle başlıklar yer alıyordu gazetede: ‘Kapitalizmin Son Kalesi De Yıkıldı!’ Bu başlığın altında da şöyle yazıyordu: “ABD’de son on yılda gerçekleşen ekonomik krizler sonucunda işsizlerden oluşan yüz binlerce kişi Beyaz Saray’ı işgal etti. ABD Ordusu, kendi halkına karşı silah kullanmayacağını açıkladı. Son olaylardan sonra Havana’da acilen toplanan Yeni Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD’ye yönelik gerçekleştirilen ambargoyu kaldırdığını açıkladı.”

Sonra bir başka başlık: ‘Nükleer Santral Yapılmasına Onay Verenler Yargılanıyor!’ Yine bu başlığın altında şöyle yazıyordu: “Üç yıl evvel nükleer santralda gerçekleşen radyoaktif sızıntıdan sonra ölenlerin yakınlarının açtığı dava Yüksek Mahkeme’ce kabul edildi. Nükleer Santral yapılmasına onay veren eski hükümet yetkilileri, inşaatını yapan firma ve o firmada çalışan mühendisler, çevrecilerin tüm uyarılarına rağmen halkın sağlığını tehlikeye attıkları için yargılanacaklar.”

Okudukça şaşırıyorum. Eğer bu bir şakaysa, dünyanın daha iyiye gideceğine dair yalanlar söyleyerek bana moral vermek istemiş olmalılar diye düşünüyorum. Ama gazeteyi okudukça, moral bozukluğumda bir değişiklik olmuyor. Nükleer santrallar, doğanın tahribatı ve binlerce kişinin ölmesiyle kapatılabilmiş ancak. Kapitalizm de onlarca krizden, Üçüncü Dünya Savaşı’na neden olduktan, yüz binlerce kişiyi öldürdükten, harap olmuş bir dünya yarattıktan sonra çekip gitmiş olacak, eğer bu gazete gerçekten on yıl sonrasına aitse. On yıl sonra bile olsa insanlığın uyanması, yine de çok iyimser bir ihtimal. Aslında mutlu olmam gerek.

Tam o sırada televizyonda bir haber spikeri, yaşanan ekonomik krize yönelik bazı öneriler dile getiriyordu: “Krizi atlatmak için herkes elini taşın altına koymalı. İşten çıkarmak yerine, herkesin maaşında kesinti yapılsın.” Sanki bu ekonomik kriz, deprem gibi, sel gibi doğal bir felaket. Sanki kapitalist düzenin hiç kabahati yok. Sanki bu krizde çalışanların da payı varmış gibi, bedel ödemesi isteniyor. Deprem gibi doğal bir felaketle karşı karşıya olduğumuz üzerinde durarak, yığınların krizlerle, savaşlarla, yoksullukla, sömürüyle, yozlaşmayla beslenen kapitalizmi sorgulaması engellenmek isteniyor. Eğer önümdeki bu tuhaf gazete doğruyu yazıyorsa, üstelik bu kriz daha başlangıç.

Kahveciyi çağırdım masaya telaşla. “Bu gazete kimin?” Kahveci, şaşkın ve ürkek: “Valla tıpkı sana benzeyen bir adamın elindeydi. Biraz evvel içtiği çayın bile parasını ödemeden çekip gitti. Yasak bir gazete mi? Neden sordunuz?” dedi. Bir yandan da elimdeki gazeteye bakmaya çalışıyordu. “Biraz tarif etsene o kişiyi” dedim merakla. “Sana benziyordu ama senden biraz yaşlıydı.” “Ne kadar yaşlı?” “On yaş filan galiba. Tanıyor musunuz?” “Evet. Abim olur benim” dedim, gazeteyi alabilmek için bir şey uydurmam gerekiyordu çünkü. “Onun içtiği çayın parasını da ödeyeceğim.” Kahveci sevindi ve gazeteyi yanımda götürmeme de sesini çıkarmadı.

Kahvehaneden hızla çıkıp eve doğru koşmaya başladım. Heyecandan ölecektim neredeyse. On yıl sonrasına ait olabilir miydi bu gazete? Bir tür zaman yolculuğu yaparak mı bana gelmişti? Peki ya o adam? Bana çok benzediğini söylemişti kahveci. Benim on yıl sonraki halime… On yıl sonraki halimle aynı masada oturup, aynı demliğe ait çaydan mı içmiştik? O kahvehane, bir tür zaman tüneliydi galiba. Ya da ben akıl sağlığımı yitirmiştim.

Eve varınca, bütün arkadaşlarımı arayıp gazeteden haberdar etmek istedim. Böyle bir nesne, eğer on yıl sonrasına ait olduğu ispat edilirse, kim bilir neleri değiştirecekti? Sonra içimi bir korku sardı. Eğer bu gazetenin varlığını istihbarat örgütleri de öğrenirse, bu gazetenin yaratacağı etkiyi yok etmek için bana bir komplo da kurabilirlerdi. Gazetenin sahte, benim de akıl sağlığımı yitirmiş birisi olduğumu söyleyerek gazeteye el koyup beni de bir tımarhaneye kapatabilirlerdi örneğin. Bu tür senaryoların işlendiği çok sayıda film izlemiştim. Ve ben sinemayı, hayat kadar ciddiye alırım. Hatta gerçeklik dediğimiz şeyin gerçeküstü hallerini düşünürsek, sanatı daha çok ciddiye aldığım bile söylenebilir.

Bu gazeteyi, bir tür hayal ürünü olarak yazarak tanıtma gereği duydum ben de. Böyle bir gazetenin varlığıyla ilgilenecek olan yetkililere, gazetenin hayal dünyama ait olduğunu söyleyecektim. Peki bu tuhaf gazeteden alıp yazdıklarım gerçekleşirse? O zaman da Kafka gibi yazarların yaptıkları edebiyat sayesinde bir medyummuş gibi geleceği gösterdiklerini delil olarak öne sürebilirdim.

Kapıyı iyice kilitleyip odama çekildim ve gazetenin sayfalarını çevirmeye başladım. Şu Havana’daki Yeni Birleşmiş Milletler Binası’nın fotoğrafını görünce, kahkaha atmaktan kendimi alamadım. Binanın önünde kocaman bir Che afişi vardı. Ezberlediğimiz gibi şöyle yazıyordu afişte: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”

Bülent Usta (Birgün, 26 Kasım 2008)

PESSOA’NIN ŞEYTANI

Posted: by bülent usta in
0

"Bugün hâlâ, her şeyin akrep yürüyüşüyle geri geri gitmesini hayal eden partiler var. Ama akrep olmak, hiç kimsenin elinde değil. Çaresi yok: ileriye, yani adım adım dekadansa doğru gitmek gerekiyor. Bu gelişmenin önüne set çekilebilir ve set çekilerek yozlaşmanın birikmesi, toplanması, daha şiddetli ve daha apansız olması sağlanabilir: Daha fazlası yapılamaz” demiş Nietzsche, İthaki Yayınları tarafından yayımlanan ‘Putların Batışı’ adlı kitabında.

Her türden yozlaşmanın biriktiği böyle bir zamanda, Nietzsche’nin kehanetinin gerçekleşmesi an meselesi mi? Değil elbette. Çünkü yeterince ayartıcı yok ortalıkta. Pessoa’nın Şeytanları çoğalmadıkça, yani ayartıcı şiirler yazılmadıkça, yıkıcı notalar buluşmadıkça bestelenen melodilerde... Devrimin işi, yozlaşmaya alıştırılan hayatı, baştan çıkararak tazelemek değil mi? Yoldan çıkmışların yeni yollar bulmaları, hatta birer yol olmalarını sağlamak... Sanatın ayartma gücü göz önüne alınırsa, bu baştan çıkarma mevzusunda, sanat mı devrime, yoksa devrim mi sanata hizmet eder diye bir soru takılıyor insanın aklına. Sitüasyonistler, şiirin devrime hizmet etmesini değil, devrimin şiire hizmet etmesini buyurmuşlardı, haklı olarak... Çünkü devrim, ancak bu sayede kendi tasarısına ihanet edemezdi. Ama araçsallaşan şiir, şiir olmaktan çıkar çabucak ve inandırıcılığını yitirir.

Ama hangi şiir, hangi sanat? Darian Leader, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Mona Lisa Kaçırıldı’ adlı kitabında, bir soru atar ortaya: Sanatçı, daha iyisini yapan kişi midir, yoksa farklı bir biçimde yapan kişi midir? Bir ressam ya da müzisyen düşünün... Yaptığı işte öyle ustadır ki hayran kalırsınız tekniğine... Ama milyonuncu defa bir manzara resmi daha yapmıştır sadece, tıpkı ustaları gibi... Ya da öyle bir şiir yazmıştır ki milyonuncu defa aşkı aynı şekilde tarif etmiştir size... Ustası bellediği ünlü bir yazarın konularını, ustası bellediği bir başka ünlü yazarın diliyle yazan yazarlara da rastlıyorum okuduğum romanlarda. Onaylanmış ve kabul görmüş bir konuyu, onaylanmış ve kabul edilmiş bir dille anlatmanın kolaycılığına kaçarak, kestirmeden bir yerlere ulaşmayı hedefledikleri için böyle yazıyor olmalılar. Piyasanın da risk barındırmayan böyle yazarları teşvik etmesi sayesinde... Bol bol nostalji yaparak, herkesin sevdiği konuları, herkesin anlayabileceği duygusal bir dille anlatarak bilinçleri uyuşturmanın bir maharet olduğunu kabul ederseniz, “ne güzel de yazmış” diyebilirsiniz...

Halbuki güzel yazmak değildir ki mesele... Milyonuncu defa aynı manzaranın resmini yaparak neyi değiştirebilirsiniz ki? Sanatçı, daha iyisini yapan kişiden çok, farklı bir biçimde yapan kişidir ve ancak onlar ayartırlar hayatı düşlerle, fikirlerle, sözcükler ve renklerle... Ancak onlar, yeni sorular ortaya atarlar ve uykudan uyandırırlar başkalarının hayallerini yaşamaktan usanmış hasta ruhları... Ve size şöyle derler: “Başka türlü de yaşayabilirsin. Başka türlü sevebilir, hatta başka türlü de ölebilirsin... Yeter ki iste!” İşte devrimin itici gücü de bu başka türlü yaşama isteğinde gizlidir.

Pessoa’nın Can Yayınları’ndan çıkmış ‘Şeytanın Saati’ adlı kitabındaki Şeytan şöyle der: “Ruh, direnmesine rağmen sürekli ayartıldığı için yaşar.” Ve sözlerine şöyle devam eder: “Benim büyülü silahlarım müzik, ay ışığı ve düşlerdir. Ne var ki müzik deyince sadece çalınan müzik değil, sonsuza dek çalınmadan kalacak müzik de anlaşılmalıdır.” Ay ışığı derken de sadece bildik ay ışığından bahsetmez şeytan. Kitapta, şeytanın bir kadınla konuştuğuna tanık oluruz ama aslında ayartmak istediği, kadının kendisinden çok, karnında taşıdığı çocuktur. O çocuğun herhangi biri olmasını değil de şair olmasını ister. Bütün sanatçılar, düşçüler, şeytan tarafından ayartılmış olanlardır Pessoa’ya göre. Ayartılmadan düşler kurulmaz çünkü ve düş kurmaksızın ruh canlılığını koruyamaz. Ölü ruhlarla dolu bir gezegende de ne devrim olur ne de aşk...

Sanatın ayartıcılığını sürdürebilmesi için, piyasa koşulları ve baskıcı iktidar mekanizmalarına direnmesi, yine ayartıcılığı ve düşçülüğüyle mümkün olabilir gibi geliyor bana. Ama bunu yapabilecek olan gençlerin, kendilerine örnek aldıkları usta sanatçıların yozlaştırıcı etkilerinden uzak durmaları gerekir. Çünkü her iktidar ve güç peşinde olan ustalaşmış yazar ve sanatçı, ölümsüz olma istenciyle ister istemez yozlaşır, yozlaştırır sanatı. Her genç sanatçı da yeni bir şey söyleyebilmek için, bu yozlaşmayla mücadele etmek zorunda kalır ve sanat kendi devinimini ancak bu mücadelelerle oluşturur, yeni düş ve düşünce alanları yaratarak. Bu durum, sanattan ayrı düşünülemeyecek olan siyaset için de geçerli. Yozlaşan ve yozlaştıran siyasetten silkinmeksizin, ne yeni bir şey söylenebilir ne de söylenen şeyin inandırıcılığı sağlanabilir.

Pessoa’nın derin ve bir o kadar kışkırtıcı bu incecik kitabı, elimden düşmüyor bir türlü. Odanın içinde bir ileri bir geri gidip duruyorum, kitaptan cümleler fısıldayarak. Sanırım Pessoa’nın Şeytanı, ruhumu ele geçirdi. Ve içinde dolanıp durduğum bu oda, artık sadece bir oda değil benim için. Bir şiiri okurken ya da bir resime bakarken, gördüğüm ve hissettiğim şey, sadece gördüğüm ve hissettiğim şey değil. Ayartılmış bir ruh, her şeyin ötesinde elle tutulur gibi duran ama bir türlü ele geçmeyen o anlamın peşinde koşar durur ve sanat bu koşunun hem aracı, hem de amacına dönüşür. Pessoa’nın Şeytanı, gezinip duruyor sinema ve tiyatro salonlarında, sergilerde, kitapçılarda, konser salonlarında, eylem alanlarında... Yozlaşmayı biriktiren siyasetteki ve sanattaki setleri yıkmaya çağırıyor insanları. Kendi başına yıkamaz o duvarları, çünkü insansız var olamaz Şeytan...

Bülent Usta (Birgün, 19 Kasım 2008)

YAVAŞ, DAHA YAVAŞ…

Posted: by bülent usta in
0

Bazen durmak istiyorum… O kadar çok şey, o kadar hızlı yaşanıyor ki… Ne okuduğum kitaplar, ne düşünmek için ayırdığım zaman yetmiyor yaşadığım şeyleri anlamlandırmaya… Gündelik hayatın telaşesi içinde kaybolduğumu hissettiğim zamanlar, büyük bir korku da kapılıyor içimi. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” adlı romanında bahseder, bir şeylere yetişememe endişesinden. Bu endişedir ki, gündelik hayatın hızına ayak uydurmaya zorlar insanı. Ama insan bir kere o hıza kendisini kaptırınca da, aslında yetişememe endişesi azalacağına büyüdükçe büyür içinde.

Kendimi yavaşlamaya zorlayarak, sakin sakin evde oturmuş kitapların ve dergilerin arasında geziniyordum ki, Tarkovski’nin bir sözüne rastladım, Norgunk Yayıncılık tarafından yayımlanan “mekân, tasarım, eleştiri” dergisi “Doxa”nın yedinci sayısında. Şöyle diyordu Tarkovski, ünlü filmi “Stalker”dan bahsederken: “Günümüz Rusya’sında fikri bunalım olgusundan niye bu kadar çok korkuluyor acaba? Benim gözümde fikri bunalım her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur. Zira bence, fikri bunalım kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır.” “Doxa”da yer alan bu yazı, aslında Tarkovski’nin Agora Kitaplığı’ndan çıkan “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabından alınmıştı.

Gelişen olaylara ve olaylar karşısındaki tepkilerimizi gözlemlersek, fikri bunalımlara ve o bunalımlardan çıkacak yeni fikirlere ve yaklaşımlara ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumuzu görebiliriz. Ve Tarkovski’nin de dediği gibi, mesele “fikri bunalım” içinde olmak değil, “fikri bunalım”larla yüzleşmekten kaçınmanın yarattığı bunalımın kendisi. “Fikri bunalım”ları aşmak için sürekli olarak bir reçete hazırlığı halinde olmayı, hatta kitlelere reçeteler önermenin yollarını aramayı bir köşeye bırakmalı ve kişisel ya da toplumsal fikri bunalımlarımızla yüzleşmeyi becerebilmeliyiz. Aksi halde savrulmalar daha da kaçınılmaz bir hale gelecek. Tutuculuğun da, şiddetin de artmasında, yaşanılan fikri bunalımlarla ne siyaset, ne de sanat düzeyinde yeterince yüzleşilememesi önemli bir etken. Ya da daha doğrusu, her ne kadar yüzleşme çabaları olsa da, bu çabalar, fikri bunalımların önünü açacak niteliğe bir türlü kavuşamıyor. Çünkü her şey, yüzeye kaydı. Tüm fikir tartışmaları, sanat üretimleri, acelesi olan insanların hızına yetişmek zorundaymış gibi dokunmadan geçip gidiyor hayatımızdan. Goethe’nin ölmeden önce söylediği o meşhur söz vardır ya: “Işık, daha fazla ışık…” Ben de “Yavaş, daha yavaş” diye sayıklamak istiyorum insanlara. Yavaşlamadan, hatta durup kendimize ve hayata bakmadan derinleşip kendi fikri bunalımlarımızın nedenleri ve sonuçları üzerinde düşünemeyiz çünkü.

Hollywood sinemasının, daha çok gerilim sineması örneklerinde gördüğüm yavaşlama hallerini anımsadım bunları düşünürken. Bu sene gösterime girmiş olan “No Country For Old Men” ya da “There Will Be Blood” gibi filmlerde, sahneler zaman zaman öyle yavaşlıyordu ki… Sinir bozucu bir hale gelen bu durgunluk, gerilim filmlerinin de aslında en önemli özelliklerinden birisi. O gerilimin asıl kaynağı da, durmanın verdiği tedirginlikten başka bir şey değil aslında. Ya da “The Assassination Of Jesse James” filmi de, başından sonuna kadar, bir ihanetin nasıl psikolojik bir süreç içinde geliştiğini gösteriyordu anımsarsanız ve sahip olduğu o yavaşlık olmasa, ihanetin psikolojik sürecine tanık olmamız mümkün olmayacaktı.

Tarkovski’nin filmlerinde de, yavaşlığın getirdiği gerilimin izlerini görmek mümkün.

Yavaşlamadan, durup bakmadan fikri bunalımlar canımızı acıtacak kadar yakınımıza gelmez çünkü. Biz hızla ondan kaçarız, o da peşimizden büyüyerek gelir ve hayat dediğimiz şey, ne olduğunu anlayamadan bir anda olup biten bir şeye dönüşür.

Tarkovski, yazısının başında Dostoyevski’den de bahsediyor. Çünkü Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan şey, yaşadığı çağın fikri bunalımlarını en iyi yansıtabilen romancı olmasında gizlidir. “Suç ve Ceza”dan tutun, olağanüstü bir siyasi roman olan “Ecinniler”e kadar tüm yapıtları, yaşadığı çağın fikri bunalımlarıyla örülüdür her zaman. Fikri bunalım içinde olmadan okumanın, yazmanın, örgütlenip dünyayı değiştirmeye kalkışmanın bir önemi var mıdır ki?

Günümüzde gündelik hayatın hızını arttırması ve fikri bunalımlardan duyulan rahatsızlık, uzmanlar ordusu gerçeğini de yarattı bir yandan. Çünkü kimse, Orta Doğu üzerine bir kitap okuyup fikir edinebileceği zamana sahip değil bugün. Bir Orta Doğu uzmanı, onun için okuyup, merak ettiği şeylerin yanıtını ona verebilir, meselelerin çözümü için hazır reçeteler hazırlayabilir. Evliliklerden depreme, savaşlardan ekonomiye, yaşamın her noktasını kaplayan bu reçete sahibi kişilerin varlığının kendisi ayrı bir tartışma konusu aslında. Ama asıl önemlisi, bu kişilerin varlığı tamamen bizim fikri bunalımlardan duyduğumuz korkuyla alakalı gibi geliyor bana. Ve biz, hazır reçetelerle yaşayıp düşünmeye başladıkça, gittikçe nasıl birbirimize benzemeye başladığımızı da görüyor olacağız zamanla. Bir kitabı okurken ya da bir filmi izlerken, bize nasıl yaşamamız gerektiğinin söylenmesini bekliyor olacağız hep. Kendi varoluşsal sorumluluğumuzu birilerinin sırtına atmadan, o hızlı hayatımızı sürdüremeyiz çünkü. Halbuki bir sanat yapıtı, sizde bir fikri bunalıma neden olabilirse, kendi varoluş kaygılarınızı harekete geçirerek sanatın ve hayatın sınırlarını genişletebilir ancak.

Bu yazıyı yazarken bile, kitaptan kitaba, fikirden fikire nasıl zıpladığımı, yazıyı gazeteye erkenden yetiştirme kaygısıyla nasıl acele ettiğimi görüp, yazdıklarımla çelişen halime gülümsemekten de kendimi alamıyorum açıkçası. Ve bir karikatürde, hep acele eden bir adamın kendisini sürekli olarak “yavaş, yavaş” diye telkin etmesi gibi, ben de tekrarlayıp duruyorum kendi kendime: “Yavaş, daha yavaş…”

Bülent Usta (Birgün, 12 Kasım 2008)

UNUTMAK İÇİN SANAT

Posted: 6 Kasım 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Sokakları yanan şehirlerden geçtim. Yüreğim alevle, genzim dumanla doldu. Öfke çukurlarının üzerinden atlarken duyduğum çığlıklar, çınlayıp duruyor hâlâ kulaklarımda. Belirsizliklerle doluymuş gibi gözüküyor gelecek. Ama gelişmelerin önüne set çekilmesi, gelişmeleri durdurmak yerine biriktiriyor her şeyi. Korku duvarlarının biriken sorunlara uzun süre dayanamayacağı bir gerçek. Bunu, o duvarları inşa edenler de biliyor olmalı. Yoksa, bizim bilmediğimiz şeyler mi var? O korku duvarları, sadece kendi korkularını mı simgeliyor? Bu yüzden mi korkularıyla birlikte yargısız infazlar, işkenceler artıyor her geçen gün? Her işkence haberi, kendi işkence tarihimi hatırlatıyor bana. Bu ülkede çoğu kişinin bir işkence tarihine sahip olduğunu düşünüyorum. Ve bazı şeyleri unutmanın, bazı şeyleri hatırlamak kadar gerekli olduğunu... Hatırlamadan yaşanamayacağı gibi, unutmadan da yaşayamaz insan. Unutmak bazen, insanın kendisini özgürleştirmesi için bir araca da dönüşebilir.

Aklıma, Barthes’ın ‘Sapientia’sı geldi bunları düşünürken. Biraz bilgi, biraz bilgelik ve en çok da tat barındıran ve iktidara hiç yer olmayan ‘Sapientia’... Mehmet Rifat ve Sema Rifat’ın çevirisiyle, YKY’den çıkan ‘Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi’ adlı kitabın sonunda ortaya atar bu yaşama öğretisini Barthes. Aslında Bataille, Blanchot gibi düşünürler de unutmanın faydalarından bahsederler sıklıkla. Ama neyin, niçin ve nasıl unutulduğu elbette önemlidir. Bataille, ‘İç Deney’ adlı kitabında öğrenilmiş bilgiyi unutmaksızın, insanın iç dünyasını yaşayamayacağını söyler. Dil aracılığıyla yaşanılan şey, öğretilmiş olanın imkânı ve sınırları içinde kalmaya mahkûmdur çünkü. İnsanı kuşatan ve dönüştüren söylem durdurulmadan ve bilgiden arınmış bir sessizlik olmadan, insanın kendi gerçekliğine ulaşacağı içsel bir yolculuğa çıkılamayacağını...

Unutmaktan ve içsel yolculuktan bahsederken, yaşanılan toplumdan soyutlanarak insanın kendi içindeki çöllerde kaybolmasını kast etmiyordu elbette bu düşünürler. Zaten öyle de yaşamadılar. Aralarındaki en asosyal gözüken Blanchot bile, çeşitli siyasi eylemliklere katılmıştı. Ama bizi kuşatan ve hayata karşı yabancılaştıran dış gerçekliğin, önyargıların, korkuların örtüsünü üzerimizden atmamızın da ancak içsel bir yolculuk yaşamamızla mümkün olabileceğini de biliyorlardı. Ve sanat, bu içsel yolculuğun olmazsa olmaz kaynaklarından birisi oldu benim için de. Hatta sanattan başka da elimizde bir şey yokmuş gibi geliyor bana.

Bataille, felsefenin ‘dil’den dışarı çıkamadığı için, insanın kendi gerçekliğine yaklaşmasını engellediğini söylerken, Barthes’ın “dil, faşisttir” yargısıyla, ‘iktidar’ kavramına yaptığı vurguya işaret ediyordu sanki. Şöyle diyor Barthes: “Dil, öznenin en derin mahremiyetinde bile olsa, açıkça ortaya konduğu andan itibaren bir iktidarın hizmetine girer.” Dili kullanan herkes, hem efendidir Barthes’a göre hem de bir köle. Üstelik, Barthes da Bataille gibi, insanın dilin dışına çıkamayacağını söyler. Söyler ama ne Bataille ne de Barthes, bu gerçeği öne sürüp dile ve dile şekil veren iktidara boyun eğmeyi düşünmezler hiç. Barthes, bir çıkış yolu olarak ‘edebiyat’ı öne sürer örneğin. Dilin sürekli devrimini talep eden, ‘eşsiz bir kandırmaca’yla dili atlatmaya ve dille oynayarak iktidar-dışı bir dil yaratmaya çabalayan bir edebiyat... Meselenin özü de burada gizli aslında. Edebiyattaki tüm tartışmaların ve mücadelelerin kaynağını, “nasıl bir edebiyat?” başlığı altında özetleyebiliriz belki. Yani, edebiyatın sahip olduğu bu gücün kimler tarafından nasıl kullanıldığının mücadelesinin tarihi gizli, edebiyat tartışmalarında. Dilin iktidarını aldatmayı başaran edebiyat, insanı aldatmak için de kullanılabiliyor çünkü. Piyasa ya da herhangi bir kutsal amaç için araçsallaştırılmış bir edebiyatın, kendisine neler kaybettirdiğine dair önümüzde pek çok örnek de var ayrıca.

İşte bu noktada Barthes, aslında edebiyatın içinde yer alan yazarın sahip olduğu ideoloji ya da siyasi tercihinin bir önemi olmadığını iddia ediyor. Siyaseti küçümsediği için değil, edebiyatı ve dili fazlaca önemsediği için. Çünkü edebiyat, bir bakıma bilimin karşısında bir yerde duruyor. Edebiyat, bilim gibi bir şey bildiğini iddia etmez ama yine de insanlarla ve hayatla ilgili çok şey bildiğini iddia eder ve bunu büyük bir ‘dil karışımı’yla yapar. Yani edebiyat, tamamlanmamış bir bilgi sunar ve onunla etkileşime geçenler, bu tamamlanmamış bilgiye bir şeyler ekleyerek o bilgiyi zenginleştirmeye devam ederler. Blanchot’nun bahsettiği gibi, her okuma, yeni bir okumadır ve her okuma, okunan metni yeniden üretip bir yere taşır. Herhangi bir biyoloji kitabı hakkında, Kafka’nın ya da Proust’un bir romanı hakkında olduğu kadar yazı yazılmaz örneğin.

Edebiyatın bu gücü tartışılmaz ama gerçekten de yazarın ya da edebiyatın şekillendiği ortamın hiç mi bir önemi yok? Sanatın araçsallaştırıldığı noktada çok şey kaybedeceğini ve sanatın piyasa koşullarına teslim edilmesi meselesinin günümüzde gittikçe yoğunlaştığını, alternatif yayınların ve üretimlerin kendilerine bu piyasa koşulları altında yer bulmakta zorlandığını söylemek yanlış olmaz sanırım.

“İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” diyor ya Nietzsche, işte o zincirleri kırmanın bir yolu da hatırladıklarımızda gizli bana göre. Belki de doğru hatırlayamadığımız için unutamıyoruz? Ve doğru hatırlayarak unutmak için de sanata mecburuz...

Bülent Usta(Birgün,5 Kasım 2008)

“KART, KURT”?

Posted: by bülent usta in
0

Bu aralar sürekli “kart, kurt” sesleri duyuyorum. Sanki birisi karda yürüyormuş gibi “kart, kurt”... Ne yapsam, etsem bu sesten bir türlü kurtulamıyorum bir süredir. Bu ses, beynime öyle bir yerleşmiş ki geceleri rüyamda bile duyar hale geldim bu sesi. Örneğin dün gece rüyamda deniz kenarında bir yerdeydim. Hava inanılmaz güzel, deniz pırırl pırıl... Biraz ileride ihtiyar bir adamın resim yaptığını gördüm. Adamla tanışmak ve yaptığı resmi görmek için yanına gittim. Yanına yaklaşıp tuvaline bakınca bir deniz manzarası göreceğimi sanmıştım ama sanki tuval kanıyordu ve tuvalden akan kırmızı boyalardan başka bir şey göremedim önce. Adam, yüzüme bile bakmamıştı ve elindeki tek renkli palete fırçasını sanki birisini öldürüyormuş gibi daldırıyordu. Ve fırçasını tuvale her değdirişinde o kahrolası ses yankılanıyordu: “kart, kurt”...

Sesle birlikte irkilip adamdan uzaklaşmak istedim. Ama bir yandan da gözümü tuvalden alamıyordum. Tuvalin üzerinde idamlar ve işkencelerden oluşan bir manzara vardı sanki. Ve tuval, kitap yanığı kokuyordu buram buram. Kaçıp gitmek istedim oradan. Daha arkamı dönmüştüm ki bu defa korkunç bir kalabalık çıktı karşıma. Kimler yoktu ki... Televole ünlüleri, şarkıcılar, politikacılar, tarikat şeyhleri... Herkes sıraya dizilmiş, anlam veremediğim bir hırs ve şevkle, o ihtiyar adamın elini öpmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Ama adamın elleri, tuvalden akan kırmızı boyaya bulanmıştı ve her el öpenin dudakları ruj sürmüş gibi kırmızıya boyanıyordu bu yüzden.

Karşılaştığım manzara, eski çağlardan kalma dinsel bir ritüeli andırıyordu. Ama bir şey dikkatimi çekti yine o hengâme içinde. El öperlerken “şapır şupur” sesi çıkacağına, yine o kahrolası “kart, kurt” sesi çıkıyordu ve her öpücükle o ses daha da artıyordu sanki. İşte o an bir kâbusun içinde olduğumu anlayıp, kan ter içinde yataktan fırladım. Oda, gecenin içinde sessizdi ve o sessizlikte kâbustan kalma “kart kurt” seslerinin beynimin içinde çınlayıp durduğunu duyabiliyordum. Sırf gürültü olsun diye, televizyonun kumandasına sarılıp rastgele bir kanal açtım vakit kaybetmeden. Bir haber kanalı belirdi karşımda. Spiker, konuşurken iki de bir durup “kart, kurt” diye ses çıkarıp, sonra sözüne kaldığı yerden devam etmesin mi? Üstelik “kart, kurt” derken dişlerini gösterip ısırır gibi yapıyor, hemen sonra yine o tatlı tebessümünü takınıyordu suratına. Şizoid bir gerçekliğin içine tıkılmış olduğumu hissettim o an. Bir ülkede birbirinden farklı kaç gerçeklik olabilirdi ki? Bir insan, aynı anda kaç gerçekliği yaşayabilirdi? Televizyonları karşısında yavaş yavaş deliriyor ya da ölüyor olmalıydı insanlar.

Japon yazar Abe Kobo’nun eskiden Remzi’den çıkmış olan o harikulâde ve tuhaf romanı ‘Kutu Adam’daki bir sahneyi anımsadım o an. Tokyo’da gün içinde tam yüz bin kişinin kullandığı bir geçitte yürürken ölen bir adamın öldüğünü gün boyunca kimse fark edememişti. Yanından yüz bin kişi geçmişti o adamın... Kimsenin o adamın yavaş yavaş öldüğünü görememesi gibi, biz de öldüğümüzü göremiyor muyuz diye derin bir kuşkuya kapıldım “kart, kurt” sesleri arasında? Aslında birileri için zaten birer ölü değil miydik? Ölüler, öldürülebilir miydi? Tersanelerde ölen işçiler, birileri için yaşıyormuydu ki ölümlere karşı sessiz kalanlara kızıyorduk. Naziler, yüz binlerce kişiyi öldürürken muhtemelen katil olduklarını düşünmemişlerdi hiç. Çünkü Yahudiler, Romanlar, muhalifler onlar için zaten birer ölüydüler. Falanjistler İspanya’da eşcinselleri katlederken, en fazla evlerindeki fareleri öldürürken yaşadıklarına benzer bir his yaşamış olmalıydılar. Yoksa, nasıl mümkün olabilir ki devlet eliyle ve gücüyle bunca cinayet ve katliam... İşte önce bununla mücadele edilmeli... Ölümü yüceltip meşrulaştıran anlayışlarla, güç ve iktidarlarla diye düşündüm. Düşündüm düşünmesine ama aklıma yine eskiden Metis’ten çıkmış ‘Açık Düşman’daki Jean Genet geldi. İsrail’in Filistin’e uyguladığı şiddetle, Filistinli direnişçilerin İsrail’e uyguladığı şiddetin aynı kefeye konulamayacağını söylüyordu o kitapta. Muhtemelen Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ni okumuştu Genet, böyle kendinden emin konuştuğuna göre. Genet’nin, “kart, kurt” sesleri çıkartanların suratına “kart da sizsiniz, kurt da” diye haykıracağına eminim linç edilme ihtimalinden çekinmeksizin. Çünkü “kart, kurt” seslerinin içinde, bastırılmış çığlıkların, kopkoyu acıların, yalanlarla gizlenen gerçeklerin ve daha pek çok şeyin saklandığını bilirdi. Saklanan bu şeylerin sadece Kürtlerin meselesi olmadığını da bilirdi. Çünkü “kart, kurt” sesleri, sadece Kürt sorununu gizlemedi.

SİLİVRİ

Beynimin içinde çınlayıp duran “kart, kurt” seslerinden ve o seslerin düşündürdüğü şeylerden yorulmuş olmalıyım ki baba ocağım Silivri’ye gitmeyi istedim çok. Silivri’deki Balıkçılar Kahvehanesi’nin tam arkasında, denize sıfır bir kuytuluk vardır. Birkaç masa ve sandalye bulunur orada. Kahvehaneden fıçı biranızı alıp oraya oturduğunuz zaman, biranızı yudumlayarak ufuk çizgisine bakarken beyninizin içindekiler dahil tüm seslerden arınabilirsiniz rahatlıkla.

Çocukken Silivri’nin yoğurduyla ya da ödüllere doymayan folklor ekibiyle filan övündüğümüzü hatırlıyorum. Artık cezaeviyle, Ergenekon davasıyla, yolsuzluklarla, uyuşturucu ve fuhuş baskınlarıyla gündemde olması, bir kıyı kasabası olan Silivri’yi nasıl etkileyecek acaba?

Bütün sokaklarını, bütün kıyısını, ağaçlarını, hiç dinmeyen rüzgârını kendi bedenimi tanır gibi tanıdığım Silivri’nin bir kişiliği olduğuna inanırım hep. Biraz neşeli, biraz hüzünlü ama her koşulda sıcak kanlı birisi... Dinlemekten usanmayan ama nadiren konuşan... Örneğin yüksek bir yarın üzerine kurulu bir Kale’si vardır Silivri’nin. Oradan bakınca, Marmara bir deniz değil de okyanus gibi gözükebilir size.

Üstelik, Silivri Kalesi’nin yakınlarında bulunan ‘Şenlik Mahallesi’nde Romanlar yaşar ve özellikle yazları çaldıkları klarnetin sesine hayali korsan gemilerinin yanaştığına tanık olabilirsiniz rahatlıkla. İçinde sadece sevdiklerinizin ve sevip kaybettiklerinizin bulunduğu bir korsan gemisi... “Yelkenler fora!” diye bağıran kaptanın sesiyle içiniz ürperebilir o an. Peki ya neden ‘korsan gemisi’?..

Bülent Usta (Birgün, 22 Ekim 2008)

PİS ŞEY

Posted: 9 Ekim 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, hasta olduğumu duyar duymaz ziyaretime gelmişti. Beni neşelendirmeye çalışıyordu, yaşadığı komik şeyleri anlatarak. Ama benim ne neşelenmeye ne de iyileşmeye niyetim vardı. “Neler oluyor” diye sordu kucağıma kıvrılarak. “Olmayan şey yok İvam. Sürekli bir prova içinde yaşıyoruz. İç savaş provası, linç provası, darbe provası, şeriat provası, ekonomik kriz provası... Bu provalar zaman zaman hayata da geçiyor. Askeri darbeler de ekonomik krizler de katliamlar da oldu, olmadı değil. Ama demokrasi provasının hayata geçtiğine hiç tanık olmadım İvam. Sadece daha geniş katılımlı demokrasi provaları, demokrasi gibi yutturuldu hep. Sanırım savaşlardan da ekonomik krizlerden de daha korkutucu geliyor birilerine demokrasiyi, çıplak demokrasiyi hayatın tüm yönlerine uygulamak. Çünkü demokrasinin varlığı, tüm diğer provaların geçerliliğini yitirmesi anlamına geliyor. Provasız bir hayatın sahiciliği içinde korkuların yerini haklara ve özgürlüklere bıraktığı zaman, hayal kurmanın, sevişmenin, dans etmenin, herkes için mümkün bir hale gelmesi, neşeli ve kendine güvenen insanlardan oluşan halkların, ölümü kutsayan iktidarların enerjisini çabucak soğurup etkisizleştirmesinden korkuluyor. Çünkü o zaman, güçleri ellerinde toplamış birilerine gerek duyulmayacak.”

Ben bunları söyleyince, “Bakıyorum yine umutsuzluk hastalığına yakalanmışsın. Zaman zaman nüksediyor sende bu hastalık” dedi İvam. “Aslında umutsuz değilim İvam. Metis’ten çıkan John Berger’ın A’dan X’e adlı romanında şöyle bir cümle var: ‘Umudumuz var diyemeyiz –sadece kucak açıyoruz.’ Benim durumum da öyle. Kucak açmış bekliyorum.” “Daha çok beklersin öyleyse” dedi İvam, “çünkü ölümden yana güçler nasıl birbirlerini besleyerek hayatın tüm alanlarını kuşatıyorsa, hayatı savunanların da beklemek dışında bir şeyler yapması zorunlu.”

“Bazen kafamdan şöyle düşünceler geçiyor İvam: Güya bir içecek var. Bu içecek, bildiğimiz içecekler gibi sıvı filan değil. Ama içiliyor. Televizyonlardan, gazetelerden, politikacıların attığı nutuklardan ve daha pek çok şeyden. Ama içilen şey, gerçekte çok pis bir bir şey. O pis şeyi içmelerinin tek nedeni ise, içilen şeyin rüyalar gösteriyor olması. Tıpkı tinercilerin içtikleri tiner sayesinde, soğuğu, açlığı ve daha pek çok şeyi hissedememesi gibi, onlar da bu içtikleri şey sayesinde ölümüne çalışıyor, kutsal farz edilen bir şeyler için savaşlarda ölebiliyor ve o rüyalar sayesinde kendi varoluş sorunlarından rahatlıkla kurtulabiliyorlar. Aslında içtikleri şeyin içine nelerin, hangi yalanların katıldığını bilseler, bırak içmeyi görmeye bile dayanamazlardı muhtemelen. İçtikleri şeyin, tıpkı ilaçlar gibi bazı yan etkileri de var. Bu yan etkilerden birisi, içilen o pis şeyle birlikte, bazı duygu ve düşüncelerden tamamen kurtulup, insandan başka bir tür canlıya dönüşmeleri.

Asıl tehlike, bu dönüşümden sonra başlıyor. Kirli oldukları için, temiz olan şeyleri kirletmedikleri sürece kendilerini güvende hissedemiyor bunlar. Ve yavaş yavaş her şeyi kirletiyorlar İvam, kendi kişisel hırs ve dürtüleriyle. Kirliliğin kutsanması, temiz olan şeylerin cansıkıcı ve demode ilan edilerek dalga konusu haline getirilmesi de bu amaca hizmet ediyor. Bu kirlenme olayı, tıpkı küreselleşen sermaye gibi doğal bir süreç gibi algılanıyor. Bir reklam sloganında söylendiği gibi, beyazların da kirlenme özgürlüğü savunuluyor ki kirlilik bir özgürlük yanılsaması haline getirilmiş oluyor. Zaman zaman o pis şeyden bolca içenler, kafayı bulup birisini linç etmek için bahane de arayabiliyor zaman zaman. Ya da Bacca gibi barış gelinine tecavüz edip öldürebiliyorlar da. Aslında suçlu onlar değil İvam. O pis şeyi insanlara içiren bazı televizyoncular, bazı köşe yazarları, ırkçı politikacılar, baktığı her yerde kâr gören ve bu yüzden işçi ölümleri dahil hiçbir şeyi umursamayan işadamları vb. 12 Eylül’den sonra bolca içirildi o pis şey insanlara ve kirlilik aldı başını gitti İvam. Rüşvet, adam kayırma, dolandırıcılık gibi şeyler tamamen normalleştirildi. Televole tarzı programları insanlar midesi bulanmadan izleyebiliyorsa bu içilen şey yüzünden.”

“Peki çözüm ne” diye sordu İvam, “nasıl o pis şeyi içmekten kurtulacak insanlar? Çünkü tarih boyunca insanlara içirilen o pis şeyin rengi değişti sadece.”

“Sanırım, insanları o pis şeyi içmekten vaz geçirmek, sahip olunan tarihsel geçmiş ve kültürel yapı yüzünden pek mümkün değil. Çünkü dil dahil her şeyin içinde o pis şeyi bulabiliriz, az ya da çok. Ancak sanat ve felsefe aracılığıyla bir iksir geliştirip o içilen şeye damıtmak mümkün olabilir. Bunu pek çok yazar, filozof, eylemci yaptı bugüne kadar. Yapılmaya da devam ediyor. Ama kolay bir çaba değil bu. Temizleyici iksiri geliştirmeye çalışanların sıklıkla cezaevlerine tıkılmaları, suikaste uğramaları, idam edilmeleri bu yüzden. Zaman zaman o iksiri kendilerinde deneyen ve bu yüzden delilik ya da intiharla karşılaşanlar da yok değil hani. Bazen geliştirilen iksirler çok güçlü olup, panzehirken öldürücü bir zehire de dönüşebiliyor.”

İvam’la birlikte, kitapları karıştırıp kendi iksirimizi yapmaya çalıştık sabaha kadar. Romanlar, öyküler, şiirler, felsefe ve siyaset kitapları doldu taştı etrafımızda. Aslında bizim yaptığımız iksir, herkese uygulanacak bir iksir değildi.

Bülent Usta (8 Ekim 2008, Birgün)

MECBURİYET KAFTANI

Posted: by bülent usta in
0

Romanın soğuk, sessiz sayfalarını kapatarak ayağa kalkıyorum. Pencerenin önüne gidip hemen önümde akıyormuş gibi olmasına rağmen epey uzakta olan ırmağa baktığım anda anlıyorum ki ne yaparsam yapayım bu ülkede yaşadıklarımdan kurtulamayacağım. Bu yüzden kaçmak, uzaklaşmak yerine sözlerin, olayların ve bu korkunun üstüne gitmeliyim ki ne olduklarını anlayabileyim.”

Mehmed Uzun konuşuyor, “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” adlı İthaki’den çıkan romanının 146. sayfasındaki pencerenin önünde. Onu dinliyorum. Aslında Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ndeydim biraz evvel ve o müzeye girmeden evvel de yine Nobel Ödüllü bir yazar olan Necip Mahfuz’un ‘Şeker Sokağı’nda gezinmiştim. Biri Türk, biri Arap, biri Kürt üç büyük romancı... Üçünün de sesi zaman zaman aynılaşıyor. Üçü de mahkemeler, tehditler, hatta saldırılarla karşılaşmış kaçmak yerine korkunun üstüne gittikleri için. Bana kalırsa bir edebiyatçı, bile isteye gitmez korkunun üsüne. Gitmek zorunda olduğu için gider. Bir tür mecburiyet kaftanı giydirmiştir o kişiye edebiyat. Ama eğer has edebiyatçıysa... Edebiyatın ve sanatın iksirini içmiş ve o iksirin etkisiyle değişime uğramışsa hayatı, zaman zaman saklansa da, kaçacak delik arasa da mutlaka çıkıp yüzleşecektir, kaçtığı ya da saklandığı şeyle... Çünkü iyi edebiyatın peşinde olan birisi, gözlerini kapatamaz gerçeğe. Kör olacağını bilse bile... Bayrama hasta hasta girdiğim için, okuduklarım, düşündüklerim hep birbirine karışıyor. Mide bulantısı, yüksek ateş ve zaman zaman halüsinasyonlar eşlik ediyor, gecenin karanlığında fırtına uğultusunu dinleyerek kitap okurken. Romanın soğuk, sessiz sayfalarını kapatarak ayağa kalkıyorum ben de romandaki anlatıcı gibi. Daha ayağa kalkar kalkmaz, başım dönüyor yalnız. Tam düşecekken birisi kolumdan tutuyor. Mehmed Uzun’un roman kahramanı Kevok muydu kolumdan tutan kişi, yoksa Necip Mahfuz’un Ahmet’i mi? Söylediği sözlerden kolumdan tutan kişinin Kevok olduğunu anlıyorum hemen: “Ve sizler her zamanki gibi kasvetli, kötümser romanlar yazmaya devam edeceksiniz.” Bunu bana söylemiyor elbette. Konuştuğu kişi ben değilim, kolumtan tutan da o olmayabilir. “Şiddet, kin ve nefretin her tarafı bir yangın gibi sardığı bu ülkede karamsar olduğu için suçlanabilir mi bir yazar?” diye soruyorum ben de ona. Beni duyup duymadığını bilmiyorum. Karamsarlığı ben de sevmiyorum Kevok gibi. Ama karamsar olduğu için kimsenin suçlanamayacağını da biliyorum. Üstelik, karamsar olduğu varsayılan pek çok yapıtta gizli bir umudun, biraz sonra her tarafı ışığa boğacak bir aydınlığın gizlendiğine inanmışımdır.

Kevok, kısık ama kendinden emin bir sesle konuşmaya devam ediyor: “Edebiyat, roman aydınlık olmalı, aydınlıklar saçmalı. Çünkü hayat karanlık...” Kevok’un “hayat karanlık” sözü beynimde çınlıyor bir an... Hayat karanlık ve edebiyat aydınlık olmak zorunda. Kevok’a itiraz etmek istiyorum ama hastalık beni öyle güçsüz düşürmüş ki sesim çıkmıyor bu defa. Hayat, karanlık mı? Gılgamış Destanı’ndan bahsediyor bana Kevok.... İnsanlığın en eski anlatısı Gılgamış’tan bahsederken gözlerinin parıldadığını görüyorum sanki. “Gılgamış Destanı’nda Gılgamış kiminle savaşıyor? Karanlıkla öyle değil mi?” diyor Kevok. Bana destanı anlatırken Gılgamış’ı görüyorum. Karanlık bir ormanda yürüyen bir Gılgamış... Aydınlığa ulaşana kadar karanlığın içinde yürüyen Gılgamış’ın ayak sesleri çınlıyordu sanki kafamın içinde. Roman, zaten Gılgamış’ın o yürüyüşle başlıyordu. “Gılgamış, Akrep-İnsan’ın dediğini yaptı; / ormanda, güneşin yoluna girdi, / güneşin doğduğu dağa doğru. Daha bir fersah yol almıştı ki, / etrafını saran karanlık koyulaştı.” Gılgamış yürüdükçe, onu saran karanlık daha bir koyulaşıyor, attığı her adım karanlığı çoğaltsa da, o yürümekten vaz geçmiyordu. Ta ki “on ikinci fersahtan sonra, güneş ışıkları bir sel gibi akmaya başladı.”

Orada yılmayan bir Gılgamış vardı. Karanlıktan korkmayan ve bu karanlığın mutlaka aydınlıkla sonuçlanacağına inanan ve bu inancı sayesinde aydınlığa ulaşan bir Gılgamış... Eğer bu inanç olmasa, yaşama duyulan o inanç, sanırım edebiyatın ve sanatın da bir değeri ve anlamı olmazdı. Kevok, bundan bahsediyordu ama, tehlikeli bir biçimde bahsediyordu bundan. Örneğin şöyle diyebiliyordu: “İyi bir edebi yapıtın temel sorunu aydınlık ve karanlıktır” diyor ve ekliyor “Gılgamış’tan bugüne kadar değişmeyen bir sorun.”

Gılgamış’tan bugüne kadar sorun değişmedi denilebilir gerçekten de. İyi ve kötü, aydınlık ve karanlık her zaman mücadele halinde Kevok’un dediği gibi. Kevok’un beni duyduğundan emin değilim ya da konuştuğumdan. “Ama iyi ve kötü, ne kendi başına iyi, ne de kendi başına kötü” demek isterdim ona. İyi ve kötü, birbirinden öyle kolayca ayrılan şeyler değil ve edebiyat biraz o ara bölgeden, iyinin içindeki kötüden, kötünün içindeki iyiden bahsederek onları bir bütün içinde buluşturup gerçek aydınlığın kapılarını aralayabilir insanın zihninde” demek isterdim. Ama bu demek istediğim şeyler, gözükara bir savaşçıya anlamsız ve değersiz sözler olacağından eminim. Hatta şimdi söyleyince, bana da anlamsız gelebilir bu sözler. Daha bir deşmeli ve daha çok açmalı bu fikri. Ama hastayım ve ne düşünüyor ya da anımsıyorsam, çabucak kayboluyordu zihnimde, hiçbir iz bırakmadan. Hatta biraz evvel Kevok’un burada olduğundan, karanlığın içinde onu gördüğümden eminken, şimdi nereye baksam göremiyordum onu. Bana kızmış olduğu için çekip gitmiş olabileceğini düşündüm. Romanda da bir anda kaybolup gitmişti. İçime bir sıkıntı girmişti bu yüzden. Zaten halsiz ve yorgun olan bedenim, bu sıkıntıyla birlikte daha da halsiz ve yorgun bir halde yatıyordu yatakta. Başucumda duran romana uzanıp, kaldığım yerden okumaya devam ediyorum: “Vatan, yurtseverlik, tarih, kahraman, kahramanlık, kavga... Bu sözleri fazla sevmiyorum. Bir şair gibi art arda dizdiğin bu sözler çoğu zaman bir tuzağa dönüşür. Bazen yanan bir yüreği, yaralı bir ruhu dindirebilir ama çoğu zaman ağır birer boyunduruktur onlar, tuzaktır, cehennem kapısıdır, Hades’in ölüm ülkesine açılan kapıdır belki...” Kevok’a söylenmiş bu sözleri, Mehmed Uzun mu söylemiş, şu an anımsamıyorum. Ama anlatıcının romanda, roman kahramanı Kevok’la yüzleştiği o an, unutulmaz bir sahne olarak canlanıyor zihnimde tekrar tekrar. Romanda o kadar çok unutulmaz sahneler ve diyaloglar var ki hasta bedenimi sarıp sarmalıyor, ormanın karanlığında Gılgamış’ı karşılayan o ışık seline benzeyen düşünceler.

Bülent Usta (1 Ekim 2008, Birgün)

NASIL İYİ OLUNUR?

Posted: 24 Eylül 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam bir süredir ortalıkta yoktu. Bugün onu evin önündeki akasya ağacının üzerinde görünce acayip mutlu oldum. Pencereden odaya girince, her zaman yaptığı gibi masamın üzerindeki kitaplara yöneldi. Ne okuduğuma bakıyordu. “Nerelerdeydin İvam? Seni çok merak ettim. Hatta gazetelerde dört kulaklı bir kedi bulundu haberini görüp korkmuştum senin için. Ama hem dört kulaklı bir kedi diyordu haberde hem de fotoğrafını koydukları Yoda adlı kedi, sana hiç benzemiyordu. Tanıyor musun Yoda’yı?” “Tanımaz mıyım? Ama o kendini beğenmiş dört kulaklılardan. Zaten seçtiği yola bak. Şikago’ya gidip zengin bir aileye kapağı atıyor, biz de çulsuz bir yazara yarenlik edip sokaklarda yaşıyoruz. Sonra da gazetelere poz vermeler filan.”
Bunları ciddi ciddi söylemediğini biliyordum. Benim de henüz anlayamadığım bir görevle bu dünyadaydı İvam. İstanbul’da bulunması dahil, hiçbir şey tesadüf olamazdı. “Öyle deme İvam. Sen de benim köşe yazılarımın, romanlarımın kahramanısın. Hatta zaman zaman okurlardan sana iletmem için mektuplar bile geliyor.”

Şakalaşırken, İvam bir an durup sordu: “Sen nasılsın?” Durduk yere böyle bir şey sormazdı İvam. Bir şey mi duymuştu üçüncü kulağıyla? “Karamsar şeyler düşünürken dinliyorum seni bu aralar.” “Bilmem... Karamsarlık, bu topraklarda ortak bir duygu haline geldi neredeyse. Kim karamsar değil ki İvam? Bir yandan mafyalaşan medyalar, devletleşen mafyalar, yolsuzluk çeteleri, diğer taraftan cenazeler, ekonomik kriz ve türlü saçmalıklar...” “Ama sen, her zaman karamsarlığa karşı çıkardın. Spinoza filan okurdun böyle zamanlarda.” “Bilmem... Bazen Flaubert gibi düşünmek istiyorum. ‘Benim politikadan anladığım tek şey, ayaklanmadır.’ diyor ya. Birileri Flaubert’in bu sözüyle dalga geçip yüzeysel filan dese de, benim çok hoşuma gidiyor. Birileri politikadan bahis açınca, ayaklanacaksak konuşalım demek istiyorum Flaubert gibi. Ayaklanmayacaksak lütfen konuşmayalım.”

“Flaubert’in bu sözünü bilmiyordum. Hani şu ünlü bir romancı olan Flaubert mi söylemiş bunu?” “Evet, ta kendisi. Bugün Mehmet Rifat’ın hazırladığı “Roland Barthes: Yazma Arzusu” adlı Sel Yayıncılık’tan çıkan bir kitap geldi. Kitapta Barthes’ın bir konuşması var. Şöyle diyor konuşmasında Barthes: ‘Dil, ne gericidir ne de ilerici, yalnızca faşisttir.’ Roland Barthes gibi, göstergebilimin kurucusu bir düşünür, üniversitedeki kürsüsünden böyle haykırabilmiş İvam. Tüm hayatını dile adamış ve ilgilendiği alanlarda çığırlar açmış, kendi kuşağını ve sonraki kuşakları, yaklaşımı ve yapıtlarıyla derinden etkilemiş birisinin “dil, faşisttir” yargısı, tüyler ürpertici geldi bana. Delirdiği için filan böyle konuşmuyor Barthes. Bu çıkışıyla dildeki iktidar söylemine dikkat çekmek istiyor aslında. Dilin egemenlerin ve ideolojilerin gizli bir silahı olarak hakikat yanılsaması yaratmak için kullanımı, özellikle Foucault gibi düşünürlerin de yakından ilgilendiği bir mesele olmuştu. İktidar söylemi, Barthes’ın altını çizdiği gibi sadece iktidarların değil, özgürleştirici ve iktidarları yadsımaya yönelik söylemler geliştirenlerin de dahil olduğu bir şey olduğunu altını çiziyor ısrarla bu konuşmasında. Bu, durumu zorlaştıran bir etken olsa da sadece ‘iktidar’a karşı değil, ‘iktidarlar’a karşı’ bir savaşım içinde olunması gerektiğini söyleyen Barthes’ın uyarısı, sadece bu konuyla ilgilenenlerle sınırlı kalabilecek bir uyarı da değil. İktidarın her yerde olduğunu işaret eden ve yapıtlarıyla da gösteren Foucault’yla Barthes’ın uyarısı birbirini tamamlayıp onları aynı cephede buluşturuyor, aralarında kimi farklılıklar olsa da.”

“Kitabı Mehmet Rifat mı hazırladı demiştin değil mi” diye sordu İvam, kitabın bulunduğu rafa sıçrayarak. “Evet, o hazırlamış. Peşpeşe kitap çıkartıp duruyor, sevgili eşi Sema Rifat’la birlikte. Hatta kitapta yer alan Barthes’ın ‘dil faşisttir’ diyen makalesini okurken, bir dipnotta yakında YKY’den “Bir Deneme, Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi” adlı Barthes’ın başka bir kitabının daha çıkacağını da müjdeliyor. Mutlaka yine Mehmet Rifat hazırlamıştır o kitabı da. O makale, o kitaptan alınmış bir parçaymış çünkü. Bu kitapla birlikte Roland Barthes’ın ‘Ara Olaylar’ adlı bir kitabı da çıktı aynı yayınevinden. Onu da Sema Rifat çevirmiş. Bazen, Mehmet Rifat ve Sema Rifat’ın, onlarca kişiden oluşan bir çalışma grubunun ortak adı olduğunu düşünüyorum. Hızlarına yetişmek mümkün değil.”

“Mehmet Rifat’ı ve Sema Rifat’ı tanıyorum” dedi İvam. “Kedilere çok düşkünler. Onları sık sık, bahçelerindeki kedileri beslerken görüyorum. Ya da o bahçeye köpekler dadanınca, çıkıp kedileri korurlarken. Kediler ve kitaplarla dolu bir hayat... Öyle insanların olması, nasıl biz kedilere moral veriyor ve insanların tümünden nefret etmemizi engelliyorsa, sen de bu üretimlere bakarak o morali ve gücü kendinde toplayabilirsin.”

“Aslında öyle yapıyorum İvam. Ama televizyonu ve gazeteleri açınca, topladığım o moralin tümü uçup gidiyor. Enis Akın’ın henüz yayımlanmamış bir şiirinde sorduğu gibi: ‘soruyorum nasıl iyi insanlar olacağız? lan nasıl’. Enis Akın, bunun pek mümkün olmadığını söylüyor şiirinde.” “Belki de bu soruyu sormakla başlayacak her şey” dedi İvam. “Sokrates, sokaktaki insanlara ‘Kendinize özen gösteriyor musunuz’ diye sorarmış. Bunu Foucault’nun bir kitabında (Özne ve İktidar, Ayrıntı Yay.) okumuştum İvam. Foucault, Sokrates’in ölürken bile, başkalarının kendilik kaygısı için kaygı duyduğundan bahsediyordu o kitapta. Yani Sokrates, herkesin kendisi için doğru biçimde kaygılanmasını, kendisine özen göstermesini istiyordu. Yoksa, salt başkaları için kaygılanmak hiçbir işe yaramaz. Kendimiz için ‘doğru biçimde’ kaygılanmak için de, felsefeye ve sanata büyük ihtiyacımız var. Felsefeyi ve sanatı, yararsız gören zihniyetle mücadele etmek, kötülükle mücadele etmek anlamına geliyor böyle bakınca.” İvam, gülümsedi benim bu sözlerime. Nedense, birden kendimizi ‘iyi’ hissetmiştik.

Bülent Usta (Birgün, 24 Eylül 2008)

RÖGAR KAPAKLARINDAN YÜKSELEN ÇIĞLIK!

Posted: 23 Eylül 2008 Salı by bülent usta in
0

Şairin dediği gibi, insan yaşadığı yere benzer biraz. Birbirine benzeyen sitelerle dolup taşan, sokakların bir yaşam alanından geçiş güzergâhına dönüştüğü, yayalar için yapılan kaldırımların park edilen otomobillerle dolup taştığı, rögarlara çocuk cesetlerinin kapak olduğu bir kentte yaşayan bizler de neye benzeyeceğiz acaba bu gidişle? Şehirlerimizin şirket yönetilir gibi yönetileceğini düşünen siyasetin, sadece kentlerin ve mekânların ruhuna zarar verdiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Örneğin edebiyat, artık kaldırımda yürüyüp kaldırımlara şiirler yazacak, gözlerini kapatınca kuşların uçuşunu dinleyecek şairlerden mahrum kalacak bu gidişle. Göstermelik parklarda o şairlerin heykelleriyle yetineceğiz ki heykellerinin bile rahat bırakılmayıp çalındığına da tanık oluyoruz.

‘İskenderiye Dörtlüsü’nün yazarı olan Lawrence Durrell’ın Can Yayınları’ndan çıkan ‘Mekân Ruhu’ adlı, mektuplarından, gezi yazılarından, şiirlerinden ve denemelerinden, hatta bazı roman parçalarından oluşan kitabını okurken bir kere daha yaşadığımız mekânlar üzerine düşünürken buldum kendimi. Aslında Durrell, mekâna öyle bir anlam yüklüyor ki “nasıl belli bir bağdan, ayırt edilebilir özellikleri olan belli bir şarap elde edilirse, bir İspanya, İtalya, Yunanistan da her zaman aynı türde kültür üretir” diyebiliyor. Bunun tersi mümkün olur mu diye düşündüm, eski İstanbul semtlerinde bulunan fastfood ya da benzeri yapılara bakarak. Hatta Durrel, tüm Fransızları Fransa’dan sürüp yerlerine Tatarları getirdiğiniz zaman, iki kuşak sonra Tatarların da Fransızlara benzer bir hayat süreceklerini, benzer bir kültürel yapı üreteceğini iddia ediyor kitapta yer alan denemesinde. Yani önceliği ırksal özelliklere değil de mekânın ruhuna veriyor. Acaba öyle mi gerçekten? Çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış Anadolu’da ya da ormanların çığlıklar atarak yandığı Ege sahillerinde nasıl bir uygarlık gelişiyor sizce? Yoksa kapitalizmin ruhu, mekânların ve insanların ruhunu çalarak ölü bir ruh mu serpiyor bu toprakların üzerine?

Durrell’a itiraz ettiğim noktalar olsa da mekânların ruhunun o mekânlar içinde yaşayanlar üzerindeki etkisinin büyük olduğu da bir gerçek. Şu an bu yazıyı evimde değil de işyerimde ya da bir kahvehanede yazıyor olsam cümlelerim dahi değişebilirdi. Trabzon’da, Kayseri’de ya da İstanbul’da yazıyor olmak da... Ama kitapta Durrell’ın mekânlarla etkileşime girme yöntemi ve romanlarında mekânları nasıl bu kadar başarılı bir biçimde kullanabildiğinin izlerine de rastlamak da mümkün. Mesela bazı yazarların ve gezginlerin aceleciliğinden şikâyet ediyor Durrell. Çünkü bir mekânın ruhuyla etkileşime girmek isiyorsanız sabırlı olmanız gerekir. Hatta zihninizi tamamen boşaltıp gözlerinizi kapatarak içinde bulunduğunuz mekânı hissetmeye çalışmalısınız. Örneğin her Haydarpaşa Garı’na gidişimde, garın tam ortasında durup gözlerimi kapatırım. Tuhaf bir yoğunluğu vardır bu yapının. Sanki onlarca yıldır Dünya’nın farklı bölgelerinden trenlerin taşıdığı, hayatta olan ya da olmayan binlerce insanın hayallerini, hayalkırıklıklarını, özlemlerini, vedalaşmalarını, kavuşmalarını, seslerini, kokularını biriktirmiş gibidir içinde.

Eski yapılar, neden daha çok hüzünlü gelir bize? Eski olduğu için mi? İyi ama neden eski olduğu için? Çünkü eski olan her şey, içinde bir şeyler biriktirir ve biriktirdiği şeyler artık biriktiği yerden taşıp dile gelir. Dile gelen şeyler, savaşlar ve acılarla dolu insanlık tarihi gibi, pek de neşeli şeyler olmaz tabii ki. Yani Haydarpaşa Garı, artık sadece taştan yapılmış bir yapıdan daha fazla bir şeydir. Şirketleşmiş belediyelerin birer para kaynağı olarak gördüğü ya da salt turizm sektörünün hizmetine sunulacak bir süs nesnesinden fazla bir şey. Her gün geçtiğimiz sokaklar, o sokaklardaki ağaçlar artık başka bir şeydir. Etrafımızı saran o ruhsuz betonarme binalarla dolu, ağaçların ve gökyüzünün azaldığı bir kentte bizleri nasıl bir hayatın beklediğini tahmin etmek zor değil.

Kent denilince akla gelen ilk kitaplardan birisi de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Lewis Mumford’ın ‘Tarih Boyunca Kent’ adlı kitabı. Antik kentlerden ‘görünmez kent’lere doğru yol alan süreci, Mumford ayrıntılı bir biçimde tartışıyordu bu kitabında. Eğer kentleşme, kapitalizmin ruhuna uygun bir biçimde devam ederse, Mumford’ın kehanetlerinin bir bir gerçekleştiğini görebiliriz. Kapitalizmin organik-üstü kentleşme anlayışı yüzünden, bilimkurgu filmlerinde rastladığımız makinelere ve tek bir ‘akıl’a mahkûm olacağız gelecekte. Çünkü bu tek akıl, modernleşmeyle birlikte tüm dünyayı insanlaştırmayla ve diğer canlıları insanların kölesi yapmakla başladığı işi, insanları makinelerin kölesi haline getirip dünyayı yok ederek bitirecek. Mumford, bu tehlikeye karşı, kentlerin ilk kuruldukları zamanki temel mantığına dönülmesini ve kentlerin bu temel mantık üzerinden yeniden oluşturulmasını talep ediyor kitabında: İnsanlığın yine kentleşme sayesinde kazandığı ‘duygusal paylaşım’, ‘rasyonel iletişim’, ‘teknolojik ustalık’ ve ‘dramatik temsil yoluyla hayatın bütün boyutlarını büyütebilme’ yeteneği ve ‘kültürü’ne yeniden dönülmesi ve ‘tek akıl’ın terk edilerek özgürlükçü yaklaşımlarla politikaların yeniden üretilebilmesi. Yoksa, kentleri yıkıp mağaralara dönelim demiyor. Şirketleştirilen belediyeleri halklaştıracak Terzi Fikriler çıkmadıkça, mağaralara dönmesek bile, kentlerde bir tür mağara hayatı süreceğimiz de bir gerçek.

Yürürken gözlerim hep rögar kapaklarına takılıyor. Sanki bir çığlık duyuyorum o kapakların altından yükselen. Emin olmak için durup Durrell’ın önerdiği ve Orhan Veli’nin yaptığı gibi gözlerimi kapatıyorum. İstanbul’un çığlığını dinliyorum gözlerim kapalı.

Bülent Usta (Birgün, 17 Eylül 2008)

ERNESTOLAR KAYBOLMASIN

Posted: by bülent usta in
0

Okullar açıldı ya şimdi. İstanbul’da en büyük dert trafik oldu. Belediye, toplu taşıma araçlarını okula gidiş ve çıkış saatlerine göre bedava yaptı, televizyonlar da uzun uzadıya bunu haber yaptı, yolsuzluk dosyalarının ardı sıra. Okulların tek derdinin ulaşım olmadığı açık. Ama şimdi okulların ve eğitimin sorunlarından bahsedecek değilim. Benim bahsedeceğim şey, okul imgesi… Daha doğrusu ‘okul’u felsefi bir problem olarak yaşayan Ernesto’nun tecrübeleri…

Tanıdığım en sıradışı öğrencilerden birisi Ernesto. Ernesto’yu edebiyattan tanıyorum; edebiyatın sınır, ülke, millet tanımayan dünyasından. Hayır bir yazar değil, bir roman kahramanı Ernesto. Okula gitmeyi reddeden bir öğrenci. Umurunda olmadığı için okula gitmeyi reddediyor değil. Okul, çok umurunda Ernesto’nun. Ama bizi çok seviyor. Edebiyatı, müziği, düşleri çok seviyor. O kadar çok seviyor ki, tüm evreni coşku içinde merak ediyor. Merak ettiği şey, evrenin yapısı, gazlar, yıldızlar değil sadece… Evreni, yani içindeki evreni, dışındaki evreni, yaprakların, kuşların, duyguların evrenini… Ama “okul varsa, evren yok” diyor Ernesto. Orada her şey var, her şey yerli yerinde ve açıklanabilir diyor. İşte bunun için, bir şey yok diyor orada. Aslında tam da böyle söylemiyor. Ama söylediği şey çok mühim ve ne anne-babası, ne ben, ne de siz, onun ne demek istediğini tam olarak anlayamayacağız muhtemelen. Çünkü biz, evrenin içinde değil de, neredeyse bir evrene dönüşmüş kocaman bir ‘okul’un içinde yaşıyoruz. Onu anlayan tek kişi, kızkardeşi Jeanne. Jeanne da ayrı bir muamma…

Onu ben, aylak aylak gezerken Marguerite Duras’nın Sel Yayınları’ndan çıkan ‘Yaz Yağmuru’ adlı romanında tanıdım. Zaten şu an Helen Cixous’nun ‘Duras Etkisi’ dediği şeyin etkisi altındayım. Yani, öyle bir etki ki bu, Duras’yı onlarca kere okusanız ve okurken her satırını sindire sindire okusanız, sizden bilişsel düzeyde uzaklaşıp, uzaklaşırken de kendi konumunuzu ve algınızı bozup dağıtarak, tuhaf bir duygu hâli içinde bırakıyor. Gerçek ve eşsiz bir edebiyat etkisi bu. Foucault da bu etkiden nasibini almıştı. Duras’nın çıplak kuvveti, hareketli ve kaygan varlığı karşısında, onu tutmaya çalışan ellerinin nasıl işlevini yitirdiğini ve bu etkiye gönüllü olarak nasıl teslim olduğunu anlatırken (Michel Foucault, ‘Sonsuza Giden Dil’, Ayrıntı Yayınları) ona hak vermemek imkânsız.

Ernesto’yu, yoksul bir ailenin çocuğu olarak tanıdım ben. Devletin verdiği çocuk yardımıyla geçinen ve bu yüzden belli aralıklarla çocuk yapan bir aile… Ama bu aile biraz tuhaf. Ernesto’nun anne-babası, kitap okumaya meraklı bir çift. Paraları olmadığı için öyle her kitabı okuyamıyorlar ama. Bundan da pek şikâyetçi değiller hani. Banliyö trenlerinde yolcuların unuttuğu kitapları topluyor baba ve bazen de kitapçıların önündeki ucuzluk sergilerinden çalıyorlar. Ama okuyorlar ve Ernesto’nun anne-babasının en çok sevdiği kitap da ‘Georges Pompidiou’nun Hayatı’ adlı kitap. Çünkü ne kadar kitap okurlarsa okusunlar Georges Pompidiou’nun hayatından daha ilginç bir hayata rastlamamışlar hiç. İşin ilginç tarafı, okudukları o kitaba kadar, Ernesto’nun anne-babası, kendi hayatlarının başka hayatlara benzediğinin bile farkında olmamışlar. Sanırım kitap okumanın insan yaşamına yaptığı en büyük katkılardan birisi de bu ve insanlığın büyük bir çoğunluğu bunun farkında olmadığı için de sorunlar katlanarak çoğalıyor.

Ernesto, dâhi bir çocuk. Okumayı kendi başına söküyor ve bunu yaparken “okumanın kendi bedeninde kendiliğinden yaratılmış bir hikâyenin bir tür sürekli akışı olduğu” gerçeğine ulaşıyor. Zaten bu türlü bir okumayı ve akışı bedeninizle yaşayamadığınız sürece, istediğiniz kadar kitap okuyun, okuduklarınız sadece ‘okul evreni’nde işinize yarar ve ‘okul’da insanlara öğretilen şey de bu olduğu için Ernesto sık sık okuldan kaçar. Bu okuma meselesi, bizim için kitap okuma oranlarımızın düşüklüğünden daha mühim bence. Bazen binlerce kitap okumuş cahil insanlara rastlamamızın nedeni de bu. Bir kitaptaki olayları ya da karakterlerin adlarını bilmek, o kitabın okunduğu anlamına gelmez çünkü. Ernesto bunu, okul aracılığıyla değil de kendi kendisine öğreniyor ve bu sayede bir dâhi olarak keşfedildiği süreci de başlatıyor. Zaten roman, bir dâhi olarak Ernesto’nun yaşadığı süreç ve Jeanne’la olan tuhaf ilişkisi üzerine kurulu. Ama Ernesto, mutlu mu oluyor dâhi olunca? Onun istediği dâhi olmak değil ki. Hem kendi toplumumuza bakarak yaratıcı insanları ne tür yalnızlıklar ve acıların beklediğini de görebiliriz. Mutluluk, sonraki bir dert. Belki de imkânsız… Önce yaşamayı öğrenmek gerek ve sevgiyi…

Ernesto’nun liseyi bitirip üniversiteye başlayacağı gün, annesinin sevinçten değil de üzüntüden ağlayarak kocasına söylediği şu sözler, bir itiraf gibi çınlıyor romanda: “Emilio. Benim de içim dolu… Çok rahatsızım… Akıl çok uzaktı bize ve işte yarattık onu nihayet.” Ernesto’nun annesinin yaşadığı bu duyguyu toplumlar da yaşamıyor mu? Gizli ya da açık entelektüel düşmanlığının altında bu duyguyu bulmak güç değil. Çünkü Ernesto gibiler, onları bir şeyleri sorgulamaya iter ve ne kadar boş bir hayat sürüyor olsalar da alıştıkları hayatın ritmini bozan, rahatlarını kaçıran bu insanlara, hem egemen güçler, hem de halk, iktidar hırsıyla kararmış aydınların da desteğini alarak çeşitli kötülükler yaparlar. Sonradan onların heykellerini yapıp öve öve bitiremeseler de…

Ernesto, bu sürecin sonunda “dayanılmaz şekilde bir taş gibi yaşama arzusu duyar” hale gelir ve roman sona erer… Bu dâhi çocukla ilgili iki tür söylentiden bahseder Duras: Ya çokuluslu şirketlerin bilim merkezlerinden birisinde çalışmaktadır, ya da ölmüştür. İkisinin arasında nasıl bir fark var, bunu bilmiyorum. Nihayetinde Ernesto’yu evrenin içinde kaybettik… Daha sırada başka çocuklar da var… Bu yazıyı yazarken az ilerideki okuldan çıkan çocukların tüm sokağı inleten cıvıltılarını duyuyordum. Ernestoların kaybolduğu bir evrende, ölü gezegenlerin arasına Dünya’nın da katılacağı bir gerçek.

Bülent Usta (Birgün, 10 Eylül 2008)

OTOPSİ SALONUNDAN ÇIKARKEN

Posted: 3 Eylül 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir köy doktorunun hikâyesini okuyorum. Agora’dan çıkan John Berger ve Jean Mohr’un “Talihli Bir Adam-Bir Köy Doktorunun Hikâyesi” adlı kitabını… Bir köy doktoru olan Sassall’ın hayatına Berger’ın kalemi ve Mohr’un fotoğraf makinesi aracılığıyla konuk olurken, çocukluğuma da gittim ister istemez. Çünkü annem uzun yıllar köylerde ebelik, babam da köy öğretmenliği yapmıştı. Hatırladığım şeyler, gece vakti bir köy evinde annem doğum yaptırırken bir sandalyenin üzerinde uyumamak için direndiğim anlara dairdi daha çok. Babamın, biraz da edebiyatçı olmasından kaynaklı olarak köy öğretmenliği yaparken yaşadıklarını bir öykücü titizliğiyle anlattıklarını hatırladım sonra. Okuduğum kitaptaki Doktor Sassall, bu yüzden bazen annem oluyordu, bazen de babam…

Aslında bu kitabı benim için özel kılan bir başka şey de antropoloji öğrencisiyken köy antropolojisi dersi için yaptığım alan araştırması. Benim gibi öğrenci bir arkadaşla birlikte Uşak’ın bir tütüncü köyüne gitmiştik. O köyde bir ay kalıp, köy yaşantısını antropolojik açıdan belgeleyecek ve bitirme tezi hazırlayacaktık. Köylüler bizi önce kabullenmemişti. Çünkü kaç tane tavukları olduğundan, nasıl evlendiklerine kadar her şeyi ayrıntılı bir biçimde sorgulayıp belgeliyorduk. Bu türden bilimsel araştırmalara alışık olmadıkları için bizi vergi memuru, MİT mensubu ve daha pek çok şey olarak görmüş ve ne kadar dil döksek de bırakın sorularımızı yanıtlamayı, bize selam bile vermemeye başlamışlardı. Alan araştırması kilitlenmiş ve biz köylülerle nasıl yakınlaşacağımızı bilemiyorduk. Sonra köyün girişinde ihtiyar bir köylünün kurutmak için üzüm serdiğini gördük ve gidip ona yardım ettik. Tütünden traktörlerle dönen köylüler bizi çalışırken görünce bize karşı birden yumuşamışlardı. Onlardan birisi olmuştuk o günden sonra. Ve o bir aylık çalışmadan sonra, köylülerle o kadar iyi dost olmuştuk ki, köyden ayrılırken arkamızdan göz yaşı dökenler dahi olmuştu.

Bizim, köyde antropolojik çalışma yapmamızın nedeni, antropolojinin daha küçük insan gruplarıyla çalışmayı tercih etmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü küçük gruplar, büyük sosyal gruplara göre daha az karmaşık ilişkilere sahip olduğu için, insana dair veriler daha dolaysız biçimde görünür haldedir sosyal yaşantı içinde. Ama bu, insanın taşrada daha az karmaşık olduğu anlamına gelmez. Sadece insan gerçeğinin karmaşık doğası daha yalın bir biçimde gözlemlenebilir bu sayede. Hatta taşrada insan gerçeğini en iyi biçimde öykülerine yansıtan Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları’ndan çıkan “Mimoza’da Elli Gram” adlı kitabının başarısı da taşranın sağladığı bu kolaylıkla açıklanabilir belki.

Bir kentli, taşrayı huzurlu bir yer olarak düşünür manzaraya bakarak. Ama Kavukçu da, Berger da taşrada hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğinde birleşiyor. O sessiz sakin manzara aldatıcıdır. Hırslar, hayaller ve hayal kırıklıklarının huzursuz ettiği tedirgin ruhlarla doludur taşra da… O yüzden anlatılan sadece taşra değil, insanın karmaşık doğasıdır.
John Berger, yetmişlerden bu yana küçük bir köyde yaşıyor. Belki de bu yüzden bu kadar canlı bir gözlem ve görselliği çok iyi kullanan bir dil ile bu kitaptaki denemeleri oluşturdu. Jean Mohr’la daha önce de çalışmıştı Berger ve birbirlerini ne kadar iyi tanıdıkları ve bir manzaraya bakarken neyi aradıklarını çok iyi bildiklerini kitapta görmek mümkün. Mohr’un fotoğrafları, Berger’ın sözcüklerine ayrı bir derinlik katıp bütünlemiş neredeyse. Hatta yazıyı yazanın da, fotoğrafları çekenin de aynı kişi olduğunu bile düşünebilirsiniz.

Berger, Gramsci ya da Goethe gibi kişilerden çeşitli alıntılar da yapmış kitapta. Goethe’den yaptığı şu alıntıyla karşılaşmak beni çok etkiledi: “İnsan kendini ancak dünyayı tanıdığı ölçüde bilir. Dünyayı da ancak kendi içinde bilir ve ancak dünya içinde kendisinin farkındadır. Gerçekten tanınan her yeni nesne, kendi içimizde yeni bir organın önünü açar.” Goethe’nin bu sözünü okuyunca yaşadığımız trajedinin nedeninin bu olduğunu düşündüm. Dünyaya karşı ilgisini yitirmiş insanların kendilerine olan ilgilerini de kaybetmeleri… Bu yüzden “savaş!” denilince savaşan, “çalış!” denilince çalışan ve hayatlarını kolayca harcarken dünyayı da cehenneme çeviren kayıtsız insanların kötü talihiyle… Bu yüzden “talihli bir adam” olan Doktor Sassall beni çok etkiledi. Onun aracılığıyla astımlı bir kızla iletişime geçmek, ölmek üzere olan bir ihtiyarın iç dünyasına girmek, bir orman işçisinin yaralı bacağı üzerine düşünmek ve bunu Doktor Sassall’ın yaşam felsefesi içinden yorumlamak ufuk açıcıydı gerçekten. Ama Sassall’ın bir de itirafı var kitabın sonunda yer alan: “Bana her ölümü hatırlatışlarında –ki bu her gün olur- kendimi düşünür ve bu sayede işime daha çok sarılırım.”

Otopsi salonuna ilk defa girdiğim günü hatırlıyorum. Onlarca ceset, çoğu şişmiş… Yanarak ve boğularak ölenler… İhtiyarlar, gençler ve çocuklar… Çocuk cesetleri etkilemişti beni en çok. Bir de genç bir işçinin karnını açtıkları zaman, midesinin boş olduğunun söylenmesi... Doktor, midesinde bir şey bulunamadı diye not düşmüştü raporuna. Otopsi salonunda bayılan öğrenciler olmuştu. Özellikle kentlerde yaşayanlar ölüm gerçeğine o kadar yabancıydı ki. Köylerde yaşayanlar yaşamın doğum ve ölüm döngüsüne en azından besledikleri hayvanlar aracılığıyla tanık olabiliyorlar. Kentlerde ise doğum ve ölüm hastanelerde kapalı kapıların arkasında yaşanıyor çoğunlukla. Bu yüzden ölüm ve ölüler ürkütücü geliyor çoğu kişiye. Benim için de ürkütücüydü. Tek tek cesetlerin yüzlerine baktığımı hatırlıyorum.

Şöyle düşünmüştüm otopsi salonundan çıkarken: Aslında insanlar bu otopsi salonuna bir kere uğramalı. Eğer ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilirlerse, kimse kimseyi öldürmez. Sanırım bu önermeyi çürütecek çok sayıda örnek de var. Ama benim yaşadığım his böyleydi oradan çıkarken. Bu yüzden Doktor Sassall’ın yaşadığı o hissi, çok iyi anlıyorum.

Bülent Usta (Birgün, 3 Eylül 2008)

AMA GÖZLERİM ACIYOR

Posted: 28 Ağustos 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Bir süredir gözlerim görmüyormuş gibi hissediyorum. Gibi hissetmek de ne şimdi? Ya görüyorsundur ya görmüyorsundur. Öyleyse bulanık görüyorum diyelim olayları, fikirleri, insanları... Uğultuların eşlik ettiği gölgeler gibi insanlar. Sanki özellikle insanların gölgeleştirildiği, seslerinin uğultulaştırıldığı bir zaman diliminden geçiyormuşuz da tüm bu saçmalıklar o yüzden oluyormuş gibi. Aklıma Proust’un şu sözü geliyor: “Benim kitabımı dışarıya yöneltilen bir gözlük olarak ele alın, size uymuyorsa, başka gözlükler takın, ister istemez bir mücadele aygıtı olan aygıtınızı kendiniz bulacaksınız.” Böyle demiş Proust. Ama Proust’un neden böyle dediğini düşünürken, bu alıntıyı nerede okumuş olabileceğimi araştırmaya başladım. Ve sonra aklıma Deleuze geldi. Deleuze, Foucault’yla yaptığı bir söyleşide teoriye bakışını özetlerken, yani teoriyi bir alet kutusuna benzetmesinin nedenlerini açıklarken Proust’a, bir romancıya başvurma gereği duyuyordu.

Aslında her kitap, dışarıya yöneltilen bir gözlüktür ve eğer o gözlük sizin gözlerinize fayda etmiyor ve dışarıyı bulanık görmenize neden oluyorsa başka gözlükler denemeniz ve nihayetinde oturup kendi gözlüğünüzü kendiniz yapmanız gerekir. Ama en azından kendi gözlüğünüzü yapana kadar başka gözülüklere ihtiyacınız olacağı kesin.

Kullandığı gözlük yüzünden her şeyi bulanık gören ama yine de gözlüğü değiştirmek yerine suçu gözlükte değil de bulanık gözüken dış gerçeklikte arama hatasına düşenlerden birisi olmak istemiyorum. Dış gerçeklik nasıl ki sürekli olarak değişiyorsa, gözlüklerin de değişmesi, hatta her şeye, sanata, siyasete, şiddete, aşka aynı gözlükle bakmamak gerektiğini de öğrendim yaşadığım deneyimlerden. İktidarların bizden talep ettiği şey, kendi ürettikleri gözlükleri itiraz etmeden takmamız. Böylelikle onların görmemizi istedikleri şeyleri görüp, görmek istemedikleri şeyleri görmeden rahat ve mutlu bir hayat sürme fırsatı yakalanabilir. Böylelikle yolsuzlukları, işkenceleri, doğaya korkunç zarar verecek nükleer santrallerı, eşcinsellerin yaşadığı baskıları ve daha pek çok şeyi görmeden evden işinize, işten evinize gidip gelebilir, kendinizi yaşadığınız toplumdan soyutlayarak mutlu olabilirsiniz.

İyi güzel de ben bulanık görüyorum her şeyi. Bir zamanlar çok saygı duyduğum ve sevdiğim yazarların, şairlerin, siyasetçilerin bir kısmını bırakın bulanık görmeyi, hiç görmüyorum neredeyse. Geçmişte kalmış bir hayale benziyorlar artık. Onları benim için görünür kılan maskeleri düştüğü için belki de böylesine görünmez oldular. Hatta elime kitaplarını alıyorum bazen, bir bakıyorum ki sayfalar boş, bomboş...

Özellikle 12 Eylül’den sonra, tüm gözlüklerin asker potiniyle kırıldığına ve şık vitrinlerde sergilenen yeni gözlüklerin, bazen zorla, bazen özendirilerek insanlara taktırıldığına tanık olmuştum. Bu çok acıydı benim için. Örneğin cezaevlerindeki o güzelim insanlar görünmez kılınmıştı böylelikle. Yargısız infazlar, sürgünler ve daha bir dolu irili ufaklı acılar ve trajediler silinip gitmişti görüntüden.

Bolano okumaya başladığımdan beri şunu düşünüyorum: Neden 12 Eylül darbesinden sonra, edebiyatçılarımız başka tür bir politikleşme sürecine girmek yerine, apolitikliği seçmek zorunda hissettiler kendilerini? Roberto Bolano’nun Metis’ten çıkan ‘Uzak Yıldız’ adlı romanında işlediği konu 12 Eylül değil elbette. O Şili’de Pinochet darbesiyle hayatları değişen genç edebiyatçıları anlatıyor. Anılarını yazıyormuş gibi yapıp, aslında bir serüven ve dönem romanı yazan Bolano’yu okurken Şili’de edebiyatın nasıl olup da siyaseti, siyasetin dışına çıkarak kapsadığını ve kıpır kıpır bir varlık alanı yarattığını görünce, insan ister istemez kendi edebiyatına bakarak nerede yanlış yapıldı sorusunu, belki de milyonuncu kez tekrar sormak istiyor. Nerede yanlış yapıldı da canlı, kıpır kıpır bir edebiyattan söz edemiyoruz bugün? İçimden şöyle bir ses yükseliyor: Çünkü biz, politikleşmeyi de doğru beceremedik ki? Çünkü bizim gözlüklerimiz ödünç gözlüklerdi ve onlar kırılınca, kendimiz gözlük yapmayı bilemediğimiz için, bize sunulan hazır gözlüklerle yetindik. Ve bugün yaşadığımız sorunların tümü de, bizim bakmayı beceremeyişimizden kaynaklanıyor. Ya eski, camı kırık gözlükleri takmak konusunda ısrar ediyor ve bu yüzden ulusalcı vb sapmalar yaşıyor, ya da 12 Eylül’den sonra vitrinlerde sergilenen gözlüklerle yetiniyor ve liberal hülyalar görüyoruz nereye baksak. Halbuki, gerçeklik hızla bir yere doğru akıyor. Hayatın aktığı yere bakmaya çalışıyorum kitapların arasından, ama gözlerim acıyor.

Bülent Usta (Birgün, 27 Ağustos 2008)

RUHSUZ KENTLER KÂBUSU

Posted: 22 Ağustos 2008 Cuma by bülent usta in
0

Gördüğüm kâbusun etkisinden bir türlü kurtulamıyorum. Güya cep telefonu ve bir taşıt olmaksızın bir şehrin, tanımadığım bir şehrin ortasına tek başıma bırakılıyorum. Bırakıldığım şehirde, bütün binalar birbirine benziyor, yüksek duvarlarıyla siteler ve gökdelenlerin arasında sıkışıp kaldığımı hissediyorum. Yanımdan hızla geçen taşıtlar görüyorum. Bulunduğum sokak, sadece taşıtların geçişi için kullanılıyor olmalı ki yolda adres sorabileceğim tek bir kişiye bile rastlayamıyorum. Üstelik nereye gittiğimi de bilmiyorum.

Aslında gördüğüm bu kâbusun, gelecekte bizi bekleyen kentleşme ihtimaliyle örtüşüyor olduğunu düşündüm sonradan. Hatta gittikçe artan bir ivmeyle bunu gerçekleştiğini. Bu bir kâbustu gerçekten. Bu kâbusu, İstanbul’un eski semtlerinden uzaklaşıp siteler halinde öbek öbek oluşmuş yeni mahallelere vardığımda daha yoğun bir biçimde hissedebiliyordum. Eski mahallelerde sokaklar kamusal yaşam alanı içindeyken, yeni kurulan mahallelerde sokaklar sadece bir geçiş güzergâhı olarak yer alıyor. Yaşanılan ev ve hareket halindeki taşıtların dışında bir hayat, bu yeni mahallelerde bulunmuyor. En fazla alışveriş mağazalarına gidiyor insanlar. Terzinin, berberin, pastanenin, kahvehanenin bulunduğu sokaklar, alışveriş merkezlerine taşınıyor yavaş yavaş. Ama o mağazalarda, sokaktaki bakkalla ya da berberle kurduğunuz muhabbeti kurmanız mümkün değil.

Modern insanın sosyalleşebildiği tek alanın işyerleri ile eğlence yerleri olması ve ait oldukları sosyal grubun dışında yer alanlarla karşılaşma ve onları tanıma olasılığının azalması ne kötü. Gecekondu mahalleleri bile, bu öbek öbek site mahallelerinden daha gösterişli ve canlı yerleşim bölgeleri olarak gözüküyor bana. Ama korkarım ki onlar da 60’larda bir gecekondu mahallesi olan Zeytinburnu’nda olduğu gibi, yavaş yavaş sitelerle dolup taşacak ve birbirine benzeyen apartmanlarla dolacak bir gün.

Ben eski bir İstanbul semtinde yaşadığım için, mahallemizde terzi, hatta dikiş makinesi tamircisi bile bulunabiliyor. Hatta evimin bulunduğu sokağın başında ihtiyar bir ayakkabı boyacısı dahi var. Kendisine ait bir köşede, tüm mahallenin ismiyle tanıdığı harikulade kedileriyle birlikte yaşıyor. Akşam olup evine giderken, bulunduğu yeri süpürüp temizlediği için, sokağın en temiz kısmı da orası. Sokağa girip onu görünce, daha evime varmadan evime gelmiş gibi hissediyorum. Mahallemizdeki berber, fırıncı, komuşumuz İsmail Amca ve onun gibi kişilerle futboldan siyasete pek çok şeyi sokakta bir tabureye oturup konuşmak da mümkün. Ya yeni mahallelerde... Ve bizim mahallenin de birgün, o ihtiyar ayakkabı boyacısıyla birlikte bir anı haline gelip kaybolacağını düşünmek bile, gördüğüm kâbusun etkisini güçlendirmeye yetiyor.

Aslında yeni mahalleleri, eskilerinden ayıran özellik sadece sokak hayatının kaybolmasından ibaret değil. O sokaklara ruhunu veren binalar da değişiyor yavaş yavaş. Eski binaların mimari yapısı, günümüz betonarme binaları arasında kişiliği ve ruhu olan yapılar olarak gözükür pek çok kişiye. Ve üstelik böyle hissetmelerinde haksız da değillerdir hani. Ahşap bir evle konuşan, hatta konuştuğu ahşap eve şiirler yazan şairler gördüm. Ama bir apartmanla konuşan birisine rastlamak mümkün değildir galiba.

Şehri giydiren mimari anlayış üzerine düşünürken, dikkatimi insanların giyimlerindeki tekdüzelik de çekiyor. Sadece yaşanılan binalar değil, insanların bedenlerini örten giysiler de birbirine benziyor artık daha çok. Böyle olmasında dikiş makinesinin icatıyla başlayan fabrikasyon üretimin etkisi büyük elbette. Ama sadece bu mu mesele? Halbuki Balzac’ın ya da Proust’un romanlarında nasıl da önemli bir işleve sahiptir karakterlerin giydiği giysiler. YKY tarafından yayımlanan ‘Sanat Dünyamız’ adlı dergideki Mehmet Rifat’ın yazısında, Proust’un Fortuny elbiseleri hakkında yaptığı araştırmaları ve mektuplaşmalarını, romanında bu elbiseleri bir laytmotif olarak nasıl kullandığını okurken, insan ister istemez geçmişin o biçimsel zenginliğini ve estetik algısını kıskanıyor. Aslında ‘Sanat Dünyamız’ dergisi gibi, ‘Cogito’ da son sayısını ‘İnsan Giyinir’ başlığı altında giyim-kuşama ayırdı. Her iki derginin de ana dosyalarını giyim-kuşama ayırması ve çeşitli disiplinlerden yola çıkarak bu meseleyi derinlikli bir biçimde kuşatması sevindirici. Ama giyim-kuşam, öylesine derin ve geniş bir konu ki bu iki derginin böyle parlak dosyalar hazırlaması bile, giyim-kuşamın çağlar boyu değişen, antropolojik, sosyolojik, psikolojik, sanatsal boyutlarını kavramak için yeterli değil elbette. Örneğin Richard Sennett’in Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Kamusal İnsanın Çöküşü’ adlı yapıtında, insanın kamusal ve özel hayatındaki değişimleri ve bunun etkilerini incelerken giyim-kuşama geniş bir yer veriyor olması, sadece sokaktaki insanın giyim tercihlerine bakarak bile, o toplum hakkında ne gibi sonuçlara varılabileceğini ayrıntılı bir biçimde gözler önüne seriyor olması önemli. Ve işin ilginç tarafı, Sennett, giyim-kuşam meselesini irdelerken Balzac’ın romanlarından yola çıkıyor. Yani, Balzac’ın romanlarına bakarak 19. yüzyıl kamusal dünyasını, karakterlerinin giyim tarzları aracılığıyla görmenin mümkün olabileceğini göstermesi de edebiyatın sosyal bilimlere yaptığı katkılar için güzel bir örnek oluşturuyor bence.

Gördüğüm kâbusu, çeşitli kaynaklar ve gözlemlerle irdeledikçe, kâbusun üzerimdeki etkisi de artıyor ister istemez. Kapitalizmin ruhsuzluğuna ve tektipleştiren doğasına karşı koyamadığımız sürece, tekdüze ve yavan bir hayatın içinde çürüyüp gidecek içimizde pek çok şey.

Bülent Usta (Birgün, 20 Ağustos 2008)

BUSH BİR SEMENDER Mİ?

Posted: by bülent usta in
0

ABD Başkanı George W. Bush, Rusya’nın eylemlerinin, Gürcistan ile çatışmaların dramatik ve acımasız bir biçimde büyümesine yol açtığını belirterek, “Bu eylemler 21. yüzyılda kabul edilemez” dedi.

Bu sözleri Bush söylüyor. İnanabiliyor musunuz, Bush barış yanlısı birisi gibi konuşuyor milyonlarca insanın önünde. Biz insanlar, devletlerin akıl dışı ve hayata düşman politikalarının kurbanları olan, savaşlarda ölen, emekleri sömürülen, yeraltı ve yerüstü kaynakları eşitsizce paylaştırılan bir gezegende birbirimizin gözünü oyarak hayatta kalmaya çalışan bizler de devlet başkanlarının, başbakanların, komutanların, işadamlarının, politikacıların yalan dolan sözlerini dinlemeye devam ediyoruz usul usul.

Tuzla tersanelerinden üç işçinin daha öldüğü haberi düştü ajanslara, ben bunları yazarken. Savaş uçaklarının attığı bombalar ya da bir yolda patlayan bir mayın ve aldığı canlar da düştü hemen yakınımıza. Ama ne kadar yakın? Görebiliyor muyuz gerçekte onları? Yoksa göremiyor muyuz gerçekte olup biteni ki böyle usul usul bakıyoruz olup bitene.

Bir televizyon muhabiri, bir Gürcistan askerine soruyor cephede, ne hissettiğine dair. Şöyle diyor asker: “Biz milliyetçiyiz, onlar da milliyetçi. Biz kurşun sıkıyoruz, onlar da sıkıyor.” Asker, öylesine ümitsiz ve ne kadar saçma sapan bir şeyin içinde olduğunun o kadar farkında ki... Farkında ama kurşun sıkmaya devam ediyor, başka bir tercihi olmadığını düşündüğü için.

Filistin sorununun çözülebileceğine inanan kaldı mı örneğin? Hani insan tarihin öznesiydi? Neden kitleler tarihin öznesi olmaktan vaz geçti? Kim vazgeçirdi? Vazgeçince ne olduğunu göremiyor muyuz? Küresel ısınmaya bireysel olarak herkes karşıyken, hükümetlerin umurunda mı gerçekten dünyayı bekleyen felaketler. Onlar savaş çıkartmakla, nükleer tesisler yapmakla vb şeylerle meşgulken...

Bir şey durdurdu beni. Beni durduran şeyin ne olduğunu önce anlayamadım. Aslında durdurulma hali de ilginçti. Yani her şey durdu. Zamanın ve dünyanın durması gibi bir şeydi yaşadığım şey. Hani filmlerde olurdu ya, işte öyle bir şey. O durdurulma anında bir konuşma içinde buldum kendimi: “Görüyor musun? Sen bile artık kendilerini kurtarmak için bir şey yapamayacaklarını düşünüyorsun. Başka bir yerden bir şeyler bekliyorsun. Sana şunu söyleyeyim: şu anda hâlâ -Avrupa’nın beşte biri çoktan sular altında kaldığı halde- hâlâ semenderlere patlayıcı ve torpidoları kim tedarik ediyor sence? Bütün o laboratuvarlarda deli gibi çalışan, dünyayı yok etmek için daha etkili makine ve malzemeler bulmaya çalışan kim biliyor musun? Semenderlere kim borç para veriyor, kim dünyanın sonunu, bu yeni tufanı finanse ediyor biliyor musun? “Evet, biliyorum” diyor başka bir ses. “Bütün fabrikalar. Bütün bankalar. Yeryüzünün bütün ülkeleri.” “Ee, öyleyse!” diye haykırıyor diğeri. “Sadece semenderler insanlara karşı olsaydı bir şey yapmak mümkün olabilirdi; ama insanlara karşı insanlar olunca olayı durdurmanın bir yolu yok, değil mi?” konuşma böyle sürüp gidiyordu ama aklımda bu cümleler kalmıştı. Sonra semender sözcüğünün izini sürerek ünlü çek yazar Karel Capek’in Everest Yayınları’ndan çıkan fantastik romanı ‘Semenderlerle Savaş’ıyla karşılaştım. Yeni çıkmıştı bu roman ve duyduğum şey, romanın sonunda yer alan yazarın kendi kendine konuştuğu kısımdı. Robot sözcüğünü keşfedip kullanmasıyla ünlü bir yazardı Capek. Kitabı Türkçeleştiren Sabri Gürses’in sunuş yazısı, kendi başına tartışılmayı hak eden bir yazı. Zaten o yazıyı, geçen haftaki Cumhuriyet Kitap’ta İsmail Yaşar uzun uzun tartışmış. Kitabın başında ayrıca Platonov’un romanla ilgili bir yazısı ve Capek’in ‘Neden Komünist Değilim?’ adlı yazısı da mevcut. O yazıda Capek komünizm derken başka bir şeyi, bürokratik, totaliter bir komünizm tanımını yaparak komünist olmamasının gerekçelerini sıralamış. Ama bunu yaparken, aslında kendi komünizm anlayışını, şiddete ve iktidar kavramına yaklaşımını da ortaya koymuş. Şöyle diyor yazısının bir yerinde: “Böyle olmadığım için, dikenli bir çalılıktaki çıplak biri gibiyim: Ellerim çıplak, bir öğretiyle örtülmüş değil, dünyaya yardım etmek konusunda çaresizliğimi hissediyorum ve genellikle vicdanımla nasıl baş edeceğimi bilemiyorum: Eğer kalbim yoksulların yanındaysa, ne diye bir komünist değilim?” Sonra uzun uzun bunu araştırıyor yazar yazısında, neden komünist olmadığını... Ama daha önce dediğim gibi, yazarın kafasındaki komünizm tarifine göre bir araştırma bu. Aslında Capek, totaliterizmin ve faşizmin her türüne karşı çıkan bir yazar ve özellikle yaşadığı yıllarda Avrupa’da yükselişe geçen faşizmin nedenleri ve sonuçlarını anlamaya ve yapıtlarıyla gösterme çabası içinde olmuş her zaman. Yoksulluğu sadece görmek ve tarif etmek değil, yoksulluğu yaşayarak öğrenmek ve bu sayede bir çıkış yolu aramak isteyen bir yazar Capek. Bu anlamda, Capek’in romanını, bir anti-komünistin romanı olarak değil de anti-faşist bir yazarın kaleminden çıkmış, fantastik edebiyatın temel eserlerinden birisi olarak okumak daha doğru olur bence.

Bunları düşünürken gözüm televizyona kayıyor. Gürcistan devlet başkanı, kameraların önünde açıklama yaparken, saldırı olacağı şüphesiyle korku içinde kaçmaya başlayıp, bir de yere düşmesin mi? Kendisinin korkarak kaçtığı bir hadiseyi halkına reva görmesini anlamaya çalışmıyorum hiç, çünkü Capek’in romanı uzun uzun anlatıyor her şeyi. Putin ya da Bush da muhtemelen başka zamanlarda korku içinde kaçarken düşmüşlerdi. Hayata ve insana düşman tüm savaşsever iktidarların hep birlikte düştüğü ve tarih sahnesinden tamamen silindiği günlerin birgün geleceğini umut ediyorum. Ama umuttan daha fazlası da gerek. Çünkü dünya, büyük bir sabır ve titizlikle yok edilmeye devam ediliyor, tıpkı romanda semenderlerin yaptığı gibi.


Bülent Usta (Birgün, 13 Ağustos 2008)

KOPUP GELEN SANAT

Posted: 6 Ağustos 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

"Dur dedim, Süleyman kendine gel! Kendini sanatçı sanıyor. Leyla sanat bir tutumdur her şeyden önce, bir davranış. Kopulması gerekenden kopmadıkça resim yapılabilir mi!” Böyle yazmış Oktay Rifat, YKY tarafından yeniden yayımlanan ‘Bay Lear’ adlı romanında. Evet, Shakespear’in ‘Kral Lear’ını çağrıştıran bir roman ‘Bay Lear’.

Kopuş olmadan sanat olmaz gerçekten de. Hatta insanın kendisinden de koptuğu anlarda gizlidir sanki sanat. Bir resim, bir film, bir dize seni senden koparıp alamadığı sürece, ne kadar sanattır ki zaten. Ama Oktay Rifat, kopuş derken başka bir şeyi kast ediyor sanki. Çünkü o cümlenin devamı şöyle geliyor: “Tüccar bir kocanın aldığı boyalarla neyin resmini yapacaksın!” Tüccar bir koca, devlet baba vb...

Sanatçı, kopuşların insanı olduğu için belki de güvenilmez ilan edilmiştir tarih boyunca sıklıkla. Özellikle yaşadığı toplumdan bile kopması, onu tehlikeli bir sürecin içine sokar. Adının başına hain sıfatı hemen yapıştırılabilir örneğin Ama ne var ki yaşadığı toplumdan kopmadan, nasıl görebilir ki yaşadığı toplumun gerçeğini.

Ve ‘Bay Lear’dan alıntı yaptığım gibi “sanat bir tutumdur her şeyden önce, bir davranış” tespiti de sanatın sadece üreten ve tüketen arasındaki bir ilişki halinden öte bir şey olduğunun altını çiziyor Oktay Rifat. Bir memur hayatına da sahip olsanız, memur zihniyetinden köklü bir kopuş yaşamadığınız sürece ne kadar sanatçı olabilirsiniz ki. Örneğin Kafka, yaşamını memurluk yaparak sürdürse de yazdıkları memur zihniyetinin tam zıttı şeylerdi. Hatta bir iş olarak yaptığı memurluk, edebiyatını besleyen bir şeye de dönüşmüştü, hem içinde olup hem de kolayca dışına çıkıp gözlemleyebildiği için. Yani illa da fiziksel bir kopuş da gerekmiyor, içinde olduğunuz halde dışına çıkıp görebildiğiniz sürece. Ama günümüzde iç ve dış birbirine girmiş gibi geliyor bana, tıpkı ‘Bay Lear’ romanında olduğu gibi. Oktay Rifat, handiyse bir oturuşta yazdığı bu romanında, iç monolog sürecini dış gerçeklikle bir arada, gündüz görülen bir düşü anlatır gibi yazmış çünkü.

Romandakinden farklı olarak, günümüzde iç gerçekliğin, dış gerçeklik tarafından işgale uğradığını, hatta romandakinin tam tersi bir biçimde bu sürecin yaşandığını düşünüyorum. Çünkü, Oktay Rifat romanında düşünceyi öne çıkartıyordu dış gerçekliğe karşı. Çeşitli iktidar aygıtları aracılığıyla kuşatılmış ve şekil verilmeye çalışılan bireyin açmazları ve sorunları, sanatın görmezden gelemeyeceği bir mesele olmuştur çünkü. Nasıl giyineceğimizden ya da nasıl davranacağımızdan başlayıp nasıl düşüneceğimize kadar gelişen bu süreç içinde sadece belli türde ve onaylanmış sanatçı ve sanat ürünlerinin yaygınlaşmasına zemin hazırlanmasının kökeninde de bu yaklaşım yatıyor. Oktay Rifat gibi yazarların iç monolog ya da bilinçakışı teknikleriyle yazmalarının nedenine belki bu açıdan bakılabilir, diğer yazınsal kaygılar dışında. Ya da Beckett, Woolf vb. yazarların yapıtlarında başarmak istedikleri şey bu muydu acaba?

Bireye düşman bir anlayışın, sanata dost olması mümkün müdür? Faşizmin korktuğu bir şeydir birey olmak. Ama asıl mesele de nasıl bir bireyin istendiği? Kapitalizmin dayanışmadan ve empatiden uzak bencil bireyi mi araştıran, sorgulayan bir özne olarak kendini yaşadığı toplumda konumlandıran bir birey mi? İşte, bunun mücadelesi de, siyasette olduğu gibi sanatta da yaşanmaktadır. Yakınlarda izlediğim bir belgeselde, genç bir kız “biz tüketim topluma içine doğduk. Başka türlü nasıl yaşanılacağını bilmiyoruz ki” demişti. Sanat, ancak kendi kopuşlarını başarıyla gerçekleştirmiş sanatçıların yapıtlarıyla “başka türlü nasıl yaşanılacağını” gösterebilecek tek güç belki de. Raoul Vaneigem, Guy Debord gibi sitüasyonistlerin, gündelik hayata müdahale ederek dönüştüren bir sanat anlayışı peşinde koşuyor olmaları ve sanata böyle bir misyon yüklüyor olmaları bu açıdan oldukça anlamlı.

Sanatı sadece bir vakit öldürme ve eğlence aracı olarak görmeyen bu anlayışın yaygınlaşması bana oldukça önemli geliyor. Ama her şeye rağmen, sanatın aynı zamanda eğlenceli bir şey olmasını da önemsiyorum. Örneğin bugünlerde Can Yayınları’ndan çıkan Javier Marias’ın ‘Yazınsal Yaşamlar’ adlı kitabı, hem bilgilendirici hem de çok eğlendirici bir kitap. Özellikle bu sıcak yaz günlerinde bir solukta okunabilir. İspanyol romancı ve deneme yazarı Marias, rastgele seçtiği, artık yaşamayan ünlü yazarların özel hayatlarına girmiş bu kitabıyla. Faulkner’dan Joyce’a, Turgenyev’den Rilke’ye pek çok ünlü edebiyatçının insan olarak zaaflarını, aşklarını, tuhaflıklarını, biraz dedikodu yapar gibi, biraz da romancı oluşundan kaynaklanan kurmaca yetisiyle bizim için görünür kılmış. Özellikle, kitabın sonunda yer alan, kendi kartpostal koleksiyonunda yer alan yazar pozlarına bakarak yaptığı çözümlemeler müthiş. Bir fotoğrafın neler anlatabileceğine bir romancının gözünden tanık olmak oldukça keyifli. Tabii bir de yazarın ironik anlatımından kaynaklı ısırgan dilinin, insanı sık sık gülümsetmeyi başarması da cabası. Ama bu kitabı okuduktan sonra, bahsi geçen yazarların yapıtlarına tekrar eğilme ihtiyacı da duyabilirsiniz.

Bülent Usta (Birgün, 6 Ağustos 2008)

GİZLİ ODA

Posted: 4 Ağustos 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Herkesin gizli bir odası olmalı mutlaka. Kast ettiğim bildik bir oda değil ama. Ursula K. Le Guin’in Metis’ten çıkan "Sesler" adlı romanındaki Memer adlı çocuğun Seferbeyi’nin malikânesinde keşfettiği tarzda büyülü bir gizli oda. O oda, ağzına kadar kitap doluydu, üstelik tümü de yasak olan kitaplar. Çünkü Memer’in yaşadığı ülke olan Ansul, Aldların işgali altındadır ve Aldlar yazıdan korkmaktadır. Bu yüzden ülkede kimse evinde kitap bulunduramadığı için bütün kitaplar Seferbeyi’nin evindeki o gizli odada saklanır. Ve adı üstünde gizli olan bu odayı Seferbeyi dışında sadece Memer bilmektedir.

Aslında Ursula K. Le Guin, bir başka kadın romancı Virginia Woolf’un aksine yazar olmak için illa da bir insanın kendine ait bir odası olmasının gerektiğine inanmayıp, kâğıt ve kalemin yeterli olduğunu iddia etse de, "Sesler" adlı romanında yer alan gizli oda, onun bir özlemini de açığa vurur sanki. Ama gizli oda, kendisine ait bir oda değildir Memer için. Ona, annesinden kalan bir sırdır ve bu sır, sadece kendisini değil, yaşadığı toplumu da kurtaracak bir öneme sahiptir. Çünkü, orası düşlerin, bilgilerin, fikirlerin biriktirildiği ve korunduğu bir yerdir. Dış dünya acımasızdır. Aldlar, kadınlara tecavüz etmekte, kendilerinden olmayanları işkence ederek öldürmekte ve insanları baskı ve zulüm altında yaşamaya zorlamaktadır.

Çetelerin, savaşların, cinayetlerin, yolsuzlukların, ırkçılığın kol gezdiği bu topraklarda, tıpkı romandaki Memer’inkine benzer gizli bir odam olmasa, ne yazabilir ne de yaşayabilirdim. Demiyorum ki herkes gizli odalarına kapansın ve bir daha dışarıya çıkmayıp düşler aleminde sahte mutluluklarla avunsun. Ama bir gizli oda olmalı mutlaka. İnsan vicdanıyla, hayalleriyle, düşünceleriyle kitaplar aracılığıyla başbaşa kalabilmeli. Yorulunca, boğulunca kaçıp saklanabileceği bir gizli oda...

Geçen gece bombalar patladığında, gizli odamdaydım. Ama orada bile duydum patlamanın şiddetini. Sokaklar dolusu cesetlerin anlattığı şeyler, en iyi gizli odalarda duyulur aslında. Kitapların arasından baktım yine, tıpkı Sivas ya da Ulucanlar katliamlarına da baktığım gibi. Bakarken gözüm yaşardı, nefesim tıkandı. Ama baktım. Sokaklar dolusu cesetler her zaman bir şeyler söyler ve bu söylediği şeyler, Nazi toplama kamplarının ya da Irak’ta yaşanan vahşet sürecinin söylediği şeylerden farklı değildir aslında. Faşizm virüsü, en çok korku yüzünden bağışıklık sistemi zayıflamış toplumlarda etkisini gösterir. Yavaş yavaş ele geçirir bu virüs vicdanları, fikirleri, algıları... Şiddet süreci, faşizmin acıkan karnını doyurması anlamına gelir ve şiddetle beslenip büyür toplumlarda. Hele ki kültürel kodlarınız Serol Teber ya da Adorno’nun bahsettiği gibi otoriteryen özellikler taşıyor, itaat ve tahakkümle terbiye ediyorsa ruhları.

Gizli odamda Memer’le buluştum yakınlarda. Bu buluşma, elbette gizli odanın büyüsü sayesinde kitaplar aracılığıyla mümkün oldu. Yorgun ve hırpalanmış gözüküyordu benim gibi o da. Bana Ursula K. Le Guin’in "Sesler" adlı romanından bahsetti uzun uzun. Ama Le Guin’den hiç bahsetmiyordu konuşurken. Bunun sebebi, romanın Memer’in anılarını kaleme almasından oluşması, yani Le Guin’in Memer aracılığıyla romanını yazmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden "Sesler" için kitabım diyordu hep Memer. “Kitaplar, yazdığım bu kitabın kalbi sayılır. İçinde bulunduğumuz tehlikeyi, yaşadığımız riskleri kitaplar yaratmış, bize elimizdeki gücü kitaplar vermişti. Aldlar onlardan korkmakta haklıydı” Bizim de onların Aldlarına benzer düşmanlarımız olduğundan bahsettim ona. Kitap düşmanlarımızdan... Okuyana ve yazana düşman olan, onları öldüren, hapseden... 12 Eylül’de yakılan kitap adedinin Nazilerin yaktığından fazla olduğunu okumuştum bir yerde. Kitlelerin bilinçaltına işlenen kitap korkusunu silmek için daha kaç kuşak geçecekti kimbilir. Hâlâ yazdığı kitaplar yüzünden yargılanan yazarlar yok muydu? Aslında bizim Aldlarımız da gizli odalardan her zaman ürkmüşlerdi. Çünkü faşizm, paranoya demektir ve Aldlar sadece kendi pis işlerinin gizli kalmasını ister. Onlar, kendi gizli odalarında toplanıp istedikleri kadar suikast planları yapabilir, katliamlar örgütleyebilirler.

Memer, kitaplığımdan bir kitap aldı eline. Ve şöyle dedi: “Biliyor musun, kehanet kitaplar aracılığıyla konuşur. Bunu herkes bilmez. Ben de çok sonra öğrendim” “Nasıl bir şey bu kehanet” diye sordum merakla Memer’e. Çünkü ben de yıllardır okur ve yazarken bu kehanetin izini sürüyordum. “Kehanetin” dedi Memer, “okura, yani onu bulana hiçbir faydası olmaz. Hatta ölümcül zararları bile olabilir. Okur, kehanet için sadece bir araçtır. Çivi bir kez vurur, çekiç binlerce… Kehanet, hiçbir zaman açıkça konuşmaz. Karmaşık hayallere ya da anlaşılmaz sözlere benzer. Kehanet, emir vermez, düşünmeye davet eder sadece”

Memer ile konuşurken, aslında bütün sanat yapıtlarının ortak bir dili olduğunu, bazen zıt şeyler söyleseler de bir kehanetin izini sürdüklerini ve belki de o kehanetin taşıdığı umutsuzluk yüzünden karşımıza daha çok karamsar bir manzara çıkardıklarını düşündüm. Neler oluyordu insanlığa? Faşizm virüsü, hani şu her tür ısıya ve koşula dayanıklı bakteriler gibi, bunca anti-faşist yapıta karşı nasıl oluyor da böyle direnç gösterebiliyordu yıllardır? Faşizmi yok edecek formülü bulabilmek için daha çok resim, heykel yapmalı, filmler çekmeli, okumalı ve yazmalıyız anlaşılan. Ama bunlar da yeterli değil. Üretilen antivirüsleri yayacak örgütlenmeler, araçlar, yayınlar, yapıtlar çoğalmadığı sürece işimiz çok zor.

Romandaki Seferbeyi’nin şu sözlerini anımsadım bunları düşünürken: “Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.”

Memer’le gizli odadan ayrılıp sokağa çıktık. Yapacak çok önemli işlerimiz vardı.

Bülent Usta (Birgün, 30 Temmuz 2008)