Asıl tehlike içimizde!

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Kadıköy-Eminönü vapurunda, İsrailli yazar Oz Shelach'ın "Mesire Yerleri" adlı romanını okuyor, bir yandan da roman hakkında defterime notlar alıyordum. Yanıma 40 yaşlarında bir adam oturdu. Yanıma oturanların yazdıklarımı dikizlemesinden rahatsız olurum genellikle.

Hatta yine böyle bir vapur yolculuğum sırasında, yanıma şık giyimli, elli yaşlarında bir adam oturmuştu. Büyük bir ilgiyle defterime yazdıklarımı okuyordu, rahatsızlık verdiğini düşünmeyen bir tavırla. Böyle durumlarda yazımı daha bir kargacık burgacık hale getiririm, okunmasını zorlaştırmak için. Bu defa, farklı bir yöntem denemek istedim ve defterime, yazdıklarımı dikizleyen adamı yazmaya koyuldum. Önce fark etmemişti ne yaptığımı, ama yazdıklarımı okumaya devam ettikçe yüzünün şekli değişmiş, o kendine güveni yüksek ifadesinin yerini şaşkınlık ve korku dolu bir ifade almıştı. Adam, o kadar şaşırmıştı ki, ne yapacağını bilememiş, apar topar yanımdan kalkıp vapurun diğer tarafına kaçmıştı koşar adımlarla. Yazdıklarımı okuyarak beni dikizleyeceğini düşünürken, aslında kendisinin dikizlendiğini görmek onu gena halde ürkütmüş olmalıydı. Aslında bu, edebiyatın doğasında olan bir şey değil midir?

Bugün de yan aynı şey başıma gelecek diye düşünüyordum ki, yanıma oturan kişi, elimdeki kitabı onunla birlite olan kadına göstererek kahkaha atmaya ve bilmediğim dilde bir şeyler söylemeye başladı. Kitabın kapağında bir tank ve üzerinde oyun oynayan bir çocuk ile tankı turistik olarak inceleyen anne babalarının bulunduğu bir fotoğraf vardı. Yani gülünç olmaktan ziyade acı bir şey vardı kapakta. İngilizce olarak neye güldüklerini sorup nedenini öğrenince, ben de onlarla birlikte kahkaha atmaktan kendimi alamadım. Yanıma oturan ve kitaba gülen gözlerle bakan Oz Shelach'tı. Aslında 'karşılaşmalar'ı yazdığımdan beri bu tür karşılaşmalar yaşamak benim için sıradan bir şey haline gelse de, her defasında şaşırmaktan kendimi alamıyordum. Shelach, zaten sık sık İstanbul'a gelip gidermiş.

"Oz, senin gibi savaş karşıtı İsrailli bir yazarın Türkçede gözükmesini çok önemsiyorum. Ülkemizde sağda ya da solda olsun, hatta edebiyat dünyamızda bile başını ünlü bir şairimizin de çektiği bir kesim, kendilerini Yahudi düşmanı olarak tanımlamaktan gocunmuyır hiç. Fırsat bulsalar, Nazi toplama kamplarını inşa etmek bile isteyecekler."
Oz, şaşırmıştı söylediklerime. "Onlar biliyor mu" dedi "İsrail cezaevlerinde savaş karşıtı oldukları için yatan binlerce Yahudi'yi."
"Oz, bilmezler mi? Ama bunun bile bir oyun olduğunu söyleyebilirler sorsak onlara. Marx'ı bile, dünyayı ele geçirmek isteyen gizli bir Siyonist olarak anlattıktan sonra... Kapitalizm de, Marksizm de, Anarşizm de Yahudi icatlarıdır diye yıllardır saçmalayıp duruyor bunlar. Neyse bırakalım bu meseleyi. Oz, kitapta benim dikkatimi çeken şey, savaşa bakış şeklin oldu. Bazı yazar ve aydınlarımızın yaptığı gibi, savaşın stratejisiyle, diplomasisiyle, askeriyle, silahıyla hiç ilgilenmiyorsun. Senin derdin, bu savaşın toplum üzerindeki etkileri."

"Evet, dediğin gibi. Savaşın toplum üzerindeki etkileri genellikle ihmal edilir. Ama aslında savaşın en ağır sonuçları da bir toplumun duygu ve düşünce dünyasına yaptığı zararlardan oluşur."

"Romanda, insanların gündelik yaşamdaki davranışlarına, algılarına, çok önemsizmiş gibi gözüken küçük ayrıntılardan yola çıkarak, savaşın bir toplumu nasıl korkunç bir hale getirdiğini tanık ediyorsun bizi. Üstelik bunu duygusallığa yer vermeden, sakin ve yumuşak bir dille yapıyor olman da, romanın etkisini arttırıyor."

"Aslında roman, fragmanlardan oluşuyor. Küçük küçük hayat kesitlerinden tümevarım yöntemiyle bir inkâr toplumu gerçeğine varmak istedim."

"Bu küçük hikâyelerle roman yazman, aslında senin romana bakışını da ortaya koyuyor. Hikâyelerinden birisinde, 'Kısa Bir Öykü' fragmanında sanırım, bir profesörün ağzından 'Roman diye bir şey yok artık. Uzun, düzenli metinler 19. yüzyıl raflarına aitler. Bugün yalnızca kısa öyküler var.' dedirtiyorsun. Bunu biraz açar mısın?"
"Bence ona hiç girmeyelim. Bu vapur yolculuğuna sığmaz konuşacaklarımız. Ama tavrım öyle." "Beni bu romanda asıl irkilten nokta ise Oz, romanda İsrail ve Filistin toplumlarını anlatıyor olmana rağmen, sanki bizi, bizim inkâra dayalı 'oluş'umuzu anlatıyordun. Romandaki insanlar, olaylar Tel Aviv'de ya da Kudüs'te değil de İstanbul'da, Malatya'da geçiyor gibi geldi bana. Bizi asıl bekleyen tehlikenin savaşta ya da terörde değil de, başka bir yerde aranması gerektiği uyarısını yapıyordun gizliden gizliye."

"Evet, asıl tehlike içimizde. Gazetelerde, televizyonlarda, romanlarda, öykülerde, şiirlerde, filmlerde, bir virüs gibi yayılan ırkçı söylemin, kanıksanmış şiddetin, paranoyanın, vurdumduymazlığın nasıl duygu ve düşüncelerimize yön verdiği ortada. Her şeyi çok çabuk unutmamızın, inkâr etmemizin, sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edişimizin gizini nerelerde aramamız gerektiğini göstermeye çalıştım anlattığım bu hikâyelerde."

"Hiç Arno Gruen okudun mu bilmiyorum ama, o da kitaplarında, kendi acılarıyla yüzleşmekten kaçınanların, sorumluluklarını devredecekleri ve 'kendilik acısı'ndan kurtulacakları otoriter yapılar peşinde olduklarını ve faşizmin kitleselleşmesinin sırrının da bu noktada gizli olduğunu söylüyordu."

"İlginç. Bilmiyordum."

"Fragmanların birisinde, bir bar sahibinin, barla aynı sokağı paylaşan karakoldaki işkence seslerinin müşterilerini kaçırdığını düşünerek ilgililere önlem alınması için başvurduğunu anlatıyorsun. Ama başvurusuna sonuç alamayan bar sahibinin, çareyi işkence seslerini örtecek şekilde müziğin sesini yükseltmekte bulması, bana bugün yaşadığımız ortamı özetliyormuş gibi geldi. İşkence yapıldığı için değil, müşterilerini kaçırdığı için işkence seslerinden rahatsız bir bar sahibi... Çözüm olarak ise daha yüksek bir müzik sesi..."

"Gündelik yaşamın ayrıntılarına gizlenmiş toplumsal gerçeği ortaya çıkarmak, edebiyatın üzerine düşen görevlerinden birisi bence."

Vapur, iskeleye yanaşmıştı...

Bülent Usta (Birgün, 13 Haziran 2007)

0 yorum: