Kahvehaneler, kuşatmalar ve Jarmush

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Galata’da bir kahvehanedeyim. Önüm arkam turist, şair, öğrenci… Hava bir ısınıyor, bir soğuyor. Herkes grip ya da olmak üzere. Sesler daha boğuk ve öksürükler tok çıkıyor. Masalarda ada çayları, ıhlamurlar daha çok göze çarpıyor bugünlerde. Aslında kahvehane ortamlarını pek sevmem. Şimdi pek sevmem dedim ama, öğrenciliğimin önemli bir kısmının Beyazıt ve civarındaki tarihi kahvehanelerde geçtiğini itiraf etmeliyim. Sevmediğim, sadece erkeklerin bulunduğu mahalle aralarındaki kahvehanelerdir. Oralarda kitap okuyamazsınız kolay kolay. Okey taşlarının sesleri, insanların yüksek sesli sohbetleri ve açık bir televizyon bunu imkansız kılar. Ama bir de öğrenciyken müdavimi olduğum tarihi ya da turistik diyebileceğim kahvehaneler vardır. Örneğin, Çorlulu Ali Paşa Medresesi denilen nargileli bir kahvehane. Ama kalabalıklığı tıpkı Kapalı Çarşı’nın meşhur Şark Kahvehanesi’ndeki gibi kitap okumaya müsaade etmez pek. Eğer kitabınızın sayfalarını karıştırarak kahvenizi yudumlamak ve yanınızda biri varsa onunla uzun uzun sohbet edebilmek istiyorsanız, Sultanahmet’te bulunan İbrahim Paşa Sarayı’nın içindeki Osmanlı kahvehanesini size tavsiye edebilirim. İnanılmaz sessiz bir yer. Üstelik mimari yapısının yarattığı atmosfer müthiş. Aslında İstanbul, Camiler şehri olduğu kadar kahvehaneler şehridir aynı zamanda. Şimdi Gloria Jeans ya da Star Bucks gibi cafeler İstanbul’u sarmaya başladıysa da (ki onlar da bence bir ihtiyaç), hâlâ kızlı erkekli gidilebilecek kahvehaneler pek çok yerde mevcut.

Şimdi nerden çıktı bu kahvehane meselesi diyeceksiniz. Karl’dan çıktı. Pardon, Süreyyya Evren’in “Viyana Nokta” adlı romanındaki Viyana kahvehanelerinden. Romanda Karl isminde müthiş sıkılan bir adam var. Bir matematikçi. Şehirden kaçıp kurtulmak ya da şehri savunmak arasında gidip gelen ve sonunda kalıp savaşmayı göze alan bir entelektüel. Romanda şöyle bir ifade var:”Karl, Viyana kehvehanelerinde hep gençti.” Bir de genç şairlerin bu kahvehanelerde buluşup edebiyat ve ülke meselelerine kafa yormaları var. Yanlış anlaşılmasın, roman kahvehanelerle ilgili değil. Ama insanların biraraya geleceği, bir şeyleri tartışabileceği, iletişim kurabileceği ve Köstebek Hüseyin Çelebi gibi casusların rahatça bilgi toplayabileceği kahvehanelerden daha iyi bir mekan var mıdır? Üstelik Viyana kahvehane edebiyatı denilen bir şiir anlayışından bahsediyor roman. Yakup ve Yusuf gibi genç şairlerin Viyana kahvehane şairleriyle dayanışması da var. Lafı çok karıştırdım biliyorum ama, romanı okurken kendimi kahvehanelere atma ihtiyacı duydum. Hatta bu roman en güzel kahvehanede okunur diye düşündüm. Ben bunları düşünürken bir anda romanın başkarakteri Köstebek Hüseyin Çelebi belirdi masamda. Tam Köstebek’e uygun bir beliriş. Romanda da istediği her deliğe giren, istediği zaman kaybolabilen bir adam olarak tanımıştım kendisini. Kolay kolay rastlanılacak bir adam olmadığı için şanslı günümde olduğumu düşündüm. “Vay Köstebek!” dedim sevinçle bir an. Ta Viyana kuşatması zamanından geliyor olmasına rağmen, o müthiş uyum yeteneğiyle kahvehanedekilerde bir şaşkınlık yaratmamıştı varlığı. Sadece elbiseleri farklıydı ve ayağındaki çarık. “Hayırdır” dedim “Viyana kuşatması bitti mi yoksa? Daha romanın sonuna gelmedim de.” “Sorun Viyana’yı alıp almamak değil ki?” “Ne öyleyse?” “Kuşatmanın kendisi. Romanda bir kuşatmalar tarihi var." “Sanırım Süreyyya 80’lere saplanmış durumda.” “Süreyyya saplanmakta haklı kardeşim. Toplum olarak 80’lere saplanmış durumda değil miyiz?” “Beni şaşırtıyorsun Köstebek. Sen ta 1500’lü yıllardan gelmiyor musun? Nereden bileceksin 80’leri.” “Unutuyorsun galiba, bana boşuna Köstebek dememişler. 80’ler her şeyin alt-üst olduğu zamanlar ve kuşatmanın yaşamın her alanında boy gösterdiği inanılmaz bir süreç. Ama sadece olumsuz yanlarıyla gelişen bir süreç olarak da ele almıyor yazarımız 80’leri. İsyan ruhunun 80’lere bir miras olarak aktarıldığını da düşünüyor. Bunu bir röportajında kendisi de söyledi. Romanda Batı ile kurduğumuz ilişkiler de var. AB sürecine benzer Viyana ile Osmanlı arasında bitmek bilmeyen müzakereler, kimlik siyasetleri vb.” Köstebek, ağzımdan laf alıp yazara yetiştirmek için “Sence Süreyyya Evren nasıl bir yazar?” diye bir soru sordu? İşini zorlaştırmadım: “Romanı okurken Süreyyya Evren’in gizli bir şair olduğuna bir kere daha kanaat getirdim. Yine şairler var bu romanda da. Bir de diyalogsever bir yazar olduğunu bu romanda da göstermiş. Yazdığı her metin, okurla samimi bir biçimde kurulmuş bir diyalog şeklinde. Ama bu diyalog, okura yalakalık ya da öğretici pozisyonunda değil, onu bir eşiti olarak gören bir diyalog olduğu için, okura eşitiymiş gibi davrandığı için ‘zor’ bir yazar olarak tanınmasına yol açıyor. Bir de şakacı bir yazar olduğunu düşünüyorum. Ama onun şakacılığı çoğu zaman isyankâr, işin içinde isyan olduğu için hüzünlü, ama yine de eğlenceli.” Köstebek’le sohbete dalmışken kahvehaneye Jim Jarmush girmesin mi? Pes yani bu kadar olur. İstanbul Film Festivali’ni izlemek için mi İstanbul’a gelmişti acaba? Onu tanımış olduğumu ve masama davet eder gibi ayağa kalktığımı görünce, bir şey sormak ister gibi yanıma geldi. “Beni tanıyorsunuz galiba. Bir adres soracaktım?” dedi yabancı ürkekliği içinde. “Nereye gitmek istiyorsunuz?” “Agora Kitaplığı’na. Ludvig Hertzbeg benimle yapılmış söyleşilerden bir kitap derlemişti. Şimdi Türkçe olarak Agora Kitaplığı tarafından yayımlandığını öğrendim. Bir boşluk yaratıp onlarla tanışmak istemiştim.” Adresi tarif ettim ve benimle bir kahve içmesi için de ısrar ettim. O da kabul etti bu teklifimi. Köstebek Hüseyin Çelebi ile Jim Jarmush’u tanıştırmak ve ilginç bir sohbet gerçekleştirmek için tam Köstebek’e dönmüştüm ki, Köstebek çoktan ortadan kaybolmuştu. Ara ki bulasın. Üstelik bir şey de söyletememiştim kendisine. Ben de Galata’da bir kahvehanede Jim Jarmush’la filmleri ve İstanbul üzerine derin bir sohbete daldım. “Sürekli Tatil”den başlayarak, “Cennetten de Garip”, Tom Waits’in de oyuncu olarak yer aldığı “İçeridekiler”e, “Kahve ve Sigara”dan “Gizem Treni”ne ve beni alt-üst eden müthiş fimi “Ölü Adam”a kadar tüm filmleri hakkında inanılmaz güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Keşke siz de orada olsaydınız diye üzülmeyeceğim. Bu sohbetin bir benzerini Ludwig Hertzberg’in kitabından da uzun uzadıya okuyabilirsiniz.

Bülent Usta (18 Nisan 2007)

0 yorum: