Kapağı çalınmış rögar gibi

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

1 Mayıs, romanlarımızda ya da sinemamızda ne kadar yer tutuyor? Leyla Erbil’in “Tuhaf Bir Kadın”ında hatırlıyorum bazı sahneler. Nâzım’ın “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” geliyor aklıma sonra. Kanlı 1 Mayıs Olayı diye tarihe geçmiş olan ve 41 kişinin hayatını kaybettiği gün, 1 Mayıs 1977 örneğin, kaç romanda ya da öyküde bahsedilmiştir?

1 Mayıs’ta aklımda bunlar vardı. Ben bunları düşüne durayım, Taksim’de Martin Duberman’la karşılaştık. 77 yaşında olmasına rağmen, canlı, kıpır kıpır bir insandı. Daha yeni “Aylak Kerouac” adlı kitabını okumuştum. Aslında daha öncesinde “Haymarket” adlı romanından tanışıyorduk kendisiyle. Yan yana yürürken “Keyfin yok galiba” dedi bana. “1 Mayıs denilince aklıma hiç bayrama dair çağrışımlar gelmiyor Martin. Ölümler, acımasızca joplanan kalabalıklar, panzerler ve daha bir sürü şey, ama bayram gelmiyor aklıma. Yoksulluğun azaldığını söylüyor hükümetler. Oysa yoksulluk azıyor. Her an askeri darbe olabilir endişesi yaşıyor insanlar. Her an şeriat gelebilir, her an ülke bölünebilir, her an borsa düşebilir, her an, her an, her an… Sürekli bir korku, bir kaygı… Bu arada işçilerin gaspedilmedik hakkı kalmıyor. Sendikalar etkisiz, güçsüz bırakılmış. Aydınlar, her an öldürülme ya da linç edilme kaygısı taşıyor. Ama öyle bir şey ki Martin, bir yandan günlük güneşlikmiş gibi her şey. Umursamaz insanlarla kuşatılmışız. Marketler, eğlence mekânları tıka basa dolu. Lüks otomobillerden geçilmiyor yollar. Hatta kaldırımlar bile otomobillerle dolu. Şöyle keyifle yürüyebileceğin kaldırımları boş bir cadde, bir sokak bulamıyorsun. Bulabilirsen de, bu sefer bir rögar çukuruna düşme tehlikesi içindesin her an. Etrafımızı rögar çukurları sarmış Martin. Siyasette, ekonomide, sanatta, sokakta, her yerde rögar çukurları, kapakları çalınmış. Sadece çalınan rögar kapakları olsa, ona da razıyız.” Martin, elini omzuma koyarak “Senin canın fena sıkılmış” diyebildi ancak. “Sıkkındı, ama seni görünce sıkıntım hafifledi biraz Martin. Akşam senin romanını karıştırdım 1 Mayıs vesilesiyle. ‘Haymarket, 1 Mayıs’ın Romanı’.” “Romanda anlattığım gibi, 1 Mayıs’ın doğuş şekli de senin dediğin gibi bayramı çağrıştıracak şekilde olmadı. 1886’da Luizvil’de büyük bir grev dalgası başladı. Çalışma koşulları öylesine ağırdı ki, sağlıksız çalışma koşullarından ve çalışma saatlerinin yüksekliğinden dolayı işçiler ve özellikle çocuk işçiler arasında ölüm oranları yükselmeye başlamıştı. Bu yüzden 1 Mayıs’ta işçiler ayaklandı. O yıllarda belki bilirsin, siyah-beyaz ayrımı vardı ABD’de çok yoğun. Ama işçinin ırkı, dili, dini, milleti olmaz. Siyahlar ve beyazlar birlikte yürüdü ilk defa olarak. Aslında sadece beyaz işçiler eylem yapsaydı, olaylar bu kadar büyümeyecekti belkide. Ama etkin olan anarşistler, siyahları ve beyazları aynı amaç için biraraya getirebilmişti. Ve tıpkı sizin Kanlı 1 Mayıs’ınızda olduğu gibi işçileri dağıtmak için kanlı bir tezgâh düzenlendi. 4 Mayıs’ta Haymarket’te toplanan işçiler dağılmak üzereyken polislerin üzerine bomba atıldı ve bu olay bahane edilerek işçi önderleri tutuklanarak idama mahkûm edildi. Yani bizde de 1 Mayıs’ın çağrıştırdıkları sadece bayrama dair çağrışımlardan oluşmuyor. Burada ‘bayram’ sözcüğü işçilerin haklı mücadelesini taçlandırmak için kullanılıyor daha çok.” “Chicago anarşistlerinden ve idam edilen Albert Parsons ile Lucy Gozalez arasındaki aşkın etrafında bir tür belgesel-roman kaleme alma fikri harika Martin. Kitaba 14 sayfalık görsel malzeme de eklemen, bu belgesel-roman yazma mantığını yerli yerine oturtuyor.” Ben konuşa durayım, Martin çoktan Taksim’den kalkan Haymarket dolmuşuna binmişti bile. Dolmuşun penceresinden bana el sallıyordu. “Bir daha ki karşılaşmamızda benden kolay kolay kurtulamayacaksın Martin!” diye bağırabildim ancak arkasından. Romanına dair eleştirilerimi söyleyememiş olmam canımı sıkmıştı. Aslında canımın sıkkınlığı Martin’e söylediklerimden ya da söyleyemediklerimden ibaret değildi. Bugünlerde Mine Söğüt’ün yeni çıkmış romanı “Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979”u okuyordum. Roman, askeri darbe öncesi 1979 yılını kendisine zaman dilimi olarak almış. Ve hatta romanın sonuna 1979 yılına ait bir almanak da koymuş yazar, anlattığı şeylerin gerçek olduğunu ispatlamak ister gibi. Romanın başkarakteri Şahbaz, nasıl romanda çeşitli karakterlerin yaşamına onlar istemeden giriyor ve peşlerini bırakmıyorsa, bir süredir ben nereye gitsem o da peşimden geliyor ve tıpkı romanda yaptığı gibi bana korkunç hikâyeler anlatıyordu. Bu hikâyelerde şiddet, öylesine çıplak bir biçimde sunuluyordu ki, işkence görmüş kişilerin bu romanı okuması, belleklerinde unutmaya çalıştıkları anıları harekete geçireceği için oldukça riskli gelmişti bana önceleri. Riskli geldi gelmesine ama, yazar tam da bu riski göğüslememiz gerektiği için, belleğimizdeki rögarın kapağını kaldırıp içine bakabilmemiz için bu kadar çıplak anlatmıştı her şeyi. Çünkü herkesin inanabileceği, saklanabileceği yalanları ortaya çıkarmak istemişti bu romanla. Kanıksanmış şiddetin boyutlarını göstermesi ve bunu çok boyutlu bir biçimde yapıyor oluşu da kitabın en önemli yanlarından birisi. Kitapta ne kadar korkunç şeyler anlatılıyor olsa da, Mine Söğüt öylesine kuşatıcı, masalsı, akıcı bir dille bunu yapıyor ki, kitap adeta elinize yapışıyor. Ama dediğim gibi, o cüce Şahbaz peşimde. Ondan kurtulabilmem için, onunla uzun uzun hesaplaşmam gerekli. Ama şimdi değil, başka bir karşılaşmada.


Bülent Usta (Birgün, 2 Mayıs 2007)

0 yorum: