Kederli temmuz günleri...

Posted: 23 Mayıs 2008 Cuma by bülent usta in
0

Tanrım, lütfen güzel ölümler bağışla bi ze / İpten, kılıçtan, giyotinden sen bizi koru / Virüs serpintisinden, mantar buluttan, gazdan / Keskin nişancıdan, zulümden, kırımdan kurtar..." diyordu 'Yumuşak Sesli Sone' şiirinde Coşkun Yerli.

16 Temmuz'un sabahında, aramızdan ayrıldı. Şiirinde dile getirdiği gibi, güzel bir ölümle karşılaşamamıştı, çünkü kanserdi... Çünkü daha çok gençti... Çünkü güzel bir insandı ve güzel insanlara hiçbir ölüm yakışmazdı. Tıpkı 12 Temmuz sabahı aramızdan ayrılan Ulus Baker'e de ölümün hiç ama hiç yakışmadığı gibi. Biz Ecegilleri öksüz bırakıp giden Ece Ayhan da 12 Temmuz günü veda etmişti bizlere, Ulus Baker gibi. Acı bir tesadüf...

Ulus Baker gibi ben de Spinoza'ya hep yakın hissettim kendimi. Bu yüzden, ölümden yana iktidarların ruhunu besleyen kederden çekinirim. Ama kederi ve umutsuzluğu örgütleyenler ve kederlenmeyi yaşam biçimi haline getirenlerle, insani nedenlerle kederlenenler arasında bir fark olduğunu Spinoza da söyler. Ve ben de peş peşe gelen ölüm haberleriyle sarsılmış bir halde, bu sıcak temmuz günlerinde hüzne yelken açmış buldum kendimi. Bu kederli ruh hali, gazetelerde yer alan ölüm haberlerini daha bir gözüme sokmaya başladı sanki.

Her yanımızın ölümle, ölümden yana güçlerle kuşatıldığını görmek, başlı başına bir keder kaynağı zaten. Irak'ta bir pazarye-rinin daha bombalandığını ve seksen beş kişinin, seksen beş insanın daha ölmüş olduğunu okuyorum gazetede. Ardından üç yaşındaki Enes'in, Dilara gibi kapaksız bir çukura düşüp öldüğü haberi gözüme çarpıyor. Coşkun Yerli'nin şiirindeki yakarışı geliyor aklıma, "Tanrım, lütfen güzel ölümler bağışla bize". Neredeyse doğal bir felaket-miş gibi karşılayacağız bu ölümleri, açlıktan ölen Afrikalıların ölümünü, deprem ya da sel gibi doğal bir felaketten saydığımız gibi.

Hani, Reyna mıdır, Layla mıdır sosyetenin eğlence mekânlarından birisinin duvarı, bir gecekondunun üzerine çökmüştü de, yoksul bir aile o duvarın altında ezilerek can vermişti. Kapitalizmin ne olduğunu o duvar anlatmıştı aslında herkese. Bir tarafta sınırsız eğlence ve lüks, diğer tarafta sınırsız acı ve yoksulluk. Bir duvarın bile anlatabileceği kadar basit bir gerçeği, nedense anlamakta ve anlatmakta zorlanabiliyor bazen insan. Ama o kadar basit işte. Ve kederlenmemek elde değil. Ama kederden yola çıkan her çözümün varacağı yer de, yine keder maalesef.

Hüznü daha da yoğun bir zehre dönüştüren gecenin sessizliği içinde bunları düşünürken, birden telefon çaldı. "Rahatsız ediyorum. Ben Raoul Vaneigem. Bu numaradan beni aramışsınız galiba." "Bir yanlışlık olmalı beyfendi. Bugünlerde yurtdışından bir numarayı aramadım hiç." "Ama telefonun hafızasında bu numara gözüküyor." Bir an kuşkuya düşüyorum. "Adınızın ne olduğunu söylemiştiniz?" "Raoul Vaneigem." "Hadi ya, siz şu 'Gençler İçin Hayat Bilgisi-Gündelik Hayatta Devrim' adlı kitabın yazarı değil misiniz?" "Evet, benim." "Peki ne zaman aradığımı telefonunuz gösteriyor mu?" Bu soruyu sorduktan sonra, telefonun diğer tarafında uzun bir sessizlik yaşanıyor. "Şey, evet... 1996 yılında aramışsınız." "Ama ben 1996 yılında, bu numarada değildim ki. Hatta yayınevimiz buraya yeni taşındı ve bu numara sadece iki haftadır kullanıma açık."

Raoul, bir kahkaha patlatıyor karşı taraftan, bense şaşkınlıktan kahkaha da atamıyorum. Ama komik bir durumla karşı karşıya olduğum bir gerçek. Fırsat bu fırsat, uzun bir sohbete başlıyoruz Vaneigem'le.

'Gençler İçin Hayat Bilgisi-Gündelik Hayatta Devrim' adlı kitabı, 1996 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanmıştı. O zamanlar gerçekten de onunla ilişkiye geçmek istediğimi hatırlıyorum. Bu kitabın ardından sitüasyonizmin bir diğer öncüsü Guy Debord'un aynı yayınevinden çıkan 'Gösteri Toplumu' adlı kitabını da okumam, benim için bir zorunluluk haline gelmişti.

Raoul Vaneigem'in Türkçeye çevrilmemiş daha pek çok eseri var ve bu durum düşünce hayatımız için hiç de iyi değil. Özellikle orijinal adı 'Le Livre des Plaisirs' olan Arzular Kitabı, keşke Türkçede olsa, olabilse.

Vaneigem'le, kederli ruh halimden yola çıkarak ölüm üzerine konuşmaya başladık. Şöyle şeyler söyledi bana: "Istırap, zorunlulukların yarattığı hastalıktır. Ne kadar küçük olursa olsun, saf sevincin tek bir atomu bile onu (yani kederi, ıstırabı) uzak tutacaktır. Büyük bir neşeyle özgün bir şenlik için çalışmak, genel bir isyana hazırlanmaktan çok farklı değildir."

Buna benzer şeyleri Spinoza'dan, Deleu-ze'den de duymuştum. "Ölüme gelince... Bu sistem içerisinde sadece hayvanların doğal ölümüne izin veriliyor. Hepimiz dev bir toplum laboratuvarının içindeki kobaylara benziyoruz. Ölüm tohumlarının (yani stres, sinir gerginliği, şartlandırma, kirlenme, hastalıktan beter tedaviler, vb.) saçıldı-ğı bu laboratuarda, sözde ölüme karşı girişilen 'bilimsel' savaşa ayrılması gereken enerji ve kaynakların çok büyük bir kısmı, tam tersi militarizme, yani kısaca ölüm makinesine ve ideolojisine aktarılıyor ne yazık ki. Bu yüzden insanların çok büyük bir kısmı doğal olmayan nedenlerden ölüyor. Trafik kazası, iş kazası, savaş, terör... Hatta AİDS, kanser vb. hastalıklar dahi bu doğal olmayan ölümler içerisinde gösterilebilir.

Ve tüm bu ölümlerin suçlusu, kapitalizm ve onun yarattığı ya da var olduğu bu kültürel yapı." "İyi güzel de Raoul, bunu nasıl değiştireceğiz? Kitabında, bir yöntem olarak şiiri gösteriyorsun bize." "Evet. Şiir nedir? Yaratıcı kendiliğindenliğin örgütlenmesi, tutarlılığın iç yasalarına uygun olarak nitelikselin kullanılması değil midir? Sana şiirin nasıl kullanıldığına dair çarpıcı bir örnek: Fransa'da demiryolu işçilerinin grevine tanıklık ediyordum 6o'larda.

Yaratıcılıktan yoksun, kötü yönetilen bir grevdi. Moraller bozulmuş ve grev sona ermek üzereydi ki, grevcilerden birisi (o kişi bence bir şairdi) ayağa kalkıp şöyle dedi: 'Bilinçli olarak kullanılan iki metelik, bir lokomotifi hareketsiz bırakır.' Bu sözlerin ardından bir anda her şey değişti. Herkes eldeki olanakları ortaya koyarak çeşitli çözüm olanakları oluşturmaya başladı."

"Senin bahsettiğin 'şiir'le, estetlerin bahsettiği 'şiir' farklı şeyler ama." "İktidarla uzlaşan şiir, şiir değil, sanat yapıtıdır sadece. Çoğu sanat yapıtı da şiire ihanet üzerine kuruludur. Ama bir düşünsene, evrensel olarak yaşanan ölüm, yaşlılık ve hastalığa ilişkin duygulardan, nasıl bir şiirsel başkaldırı yaratılabilir." "Her şeye rağmen sahip olduğumuz olanakların o kadar az farkındayız ki Raoul. Lokomotifi durdurmak için iki metelik yeterken, biz, iki metelikten daha fazlasına sahip olduğumuzu göremiyoruz bir türlü.

11 yıllık bir gecikmeyle de olsa iyi ki aradın. Coşkulu düşüncelerin, kederimi bir parça dağıttı. Ama seninle bir gün, sadece şiirin olanakları üzerine uzun uzun sohbet edebilmeyi çok isterim."

"İnsanların sözcüklere ihtiyaç duymayacağı, konuşmadan anlaşacağı günler çok uzak değil. Ve bizi o günlere ulaştıracak olan şey, yine şiir olacak sevgili dostum. Nietzche, bunu biliyordu." Telefonu kapattığım zaman, gecenin sessizliği, yerini güneşi müjdeleyen martıların çığlıklarına bırakmıştı. Ama yine de, odamdan çıkıp penceremin pervazına konmuş kederin, şimdilik uçmaya hiç niyeti yoktu.

Bülent Usta (18 Temmuz 2007)

0 yorum: