Okur kör, yarı kör!

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Neşet İlhan'la Ankara Han'ın kapısında buluştuk bugün, sabahın çok erken bir saatinde. Birkaç haftadır sırf onun için işe çok erken gelir olmuştum. Aslında onun tutkusu ve heyecanı bana da bulaştığı için böyle oluyordu. Uzun zamandır bu kadar ilginç bir insanla karşılaşmamıştım. Elinde her zaman içi defter dolu bir kutu ya da ağzı tıka basa dolu bir çanta bulunuyordu. Bu aralar yine kimsenin kolay kolay aklına gelmeyecek bir proje üzerine çalıştığı belliydi, ama inanın tek bir ipucu vermiyordu bana. Birkaç kere ona çaktırmadan bisküvi kutusu içindeki defterlere bakmaya yeltensem de başarılı olamadım. Onu atlatmak herkesin harcı değildi. Belki de İbrahim Yıldırım'ın "Hal ve Zaman Mektupları" adlı romanında yaptığı gibi, benim de onun çalışmalarından yola çıkarak bir roman yazabileceğimi düşündüğü için böylesine tetikteydi her an.

Beraber çalıştığım yayınevine çıktık asansörle. Her sabah yaptığımız gibi çay ve simit eşliğinde kahvaltı yapıp sohbet edecektik. "Neşet Abi, çok merak ediyorum o kutunun içindeki defterleri. Bu defa ne çalışıyorsun böyle? Korkma, İbrahim Yıldırım gibi bir roman projesi geliştirmeyeceğim. Hem, İbrahim Yıldırım, senden, çalışmandan ayrıntılı bir biçimde bahsediyor romanda. Hatta romanın adını "Neşet İlhan'ın Vatan Müktese-batı" olarak bile koymayı düşündüğünü yazmış kitaba. "Öyleyse niye koymamış." diye çıkıştı hemen. "Ama onu da belirtmeyebilir-di. Hem romanın asıl yazarı, hem de başka-rakteri olman bence çok daha iyi, sadece yazar olmaktan. Üstelik böylesine usta bir kalemin elinde..."

Neşet İlhan'la aslında şakalaşıyorduk. 0 da romanın kurgusundan, neden öyle olduğundan haberdardı. Sadece birbirimize takılmayı sevdiğimiz için böyle konuşuyorduk.

Romanlar insanlara benzer biraz. Belki de insanlarla ilgili, insanları anlatan bir şey olduğu için. Her romanın bir karakteri, bir kokusu, bir rengi, bir sesi vardır. Bazı romanlar mavidir, bazıları gri, bazıları siyah... İbrahim Yıldırım'ın "Hal ve Zaman Mektupları" adlı romanı ise, bir renk karmaşası içinde insan manzaraları sunuyor bize. Bazı sayfalar simsiyah, bazıları sarı, bazıları Kafkaesk bir grilik içinde. Tatlar, kokular, duygular da değişiyor sürekli... Açıkçası Bakhtinci anlamda kar-navalesk-çok sesli bir roman dili kurmaya çalışmış yazar. Bunun için çok planlı davranarak, kurgunun sağlam bir yapı içerisinde yürümesi için yedi parçaya bölmüş romanı. Ve her parçaya, içindekiler olarak görülebilecek açıklamalar koymuş. Ele aldığı konunun dal budak sarmaya eğilimli hali onu böylesine zorlu bir anlatıma yöneltti belki de.

"Abi, kızmazsan sana bir soru soracağım." "Sor bakalım" dedi Neşet İlhan. "Neden romanda köy enstitüleri hakkında o çalışmayı yaparken, hep onay alma ihtiyacı duydun. Dilek Sunay adlı akademisyenle yazışmalarında sürekli olarak yaptığın çalışmanın onun tarafından onaylanmasını bekliyordun. Onunla yazışmalarında kullandığın dil ve onu bir otorite olarak görmen bana nedense tuhaf geldi. Belki de tek taraflı olarak sadece senin mektuplarını okuduğum için böyle olmuştur." "Hem öyle, hem de romanda gör-müşsündür ki, yaptığım çalışmada tek başı-naydım. Karım, patronum, herkesin bu çalışmayla ilgili beklentileri farklıydı. Üstelik Dilek Hanım, diğer aydınlar gibi kibirli de değildi. İnsanlara, onlara lütufta bulunuyormuş gibi davranmıyordu." "Ben de kibirli aydınlardan çok rahatsızım Neşet Abi. Çalıştığım yayınevinde öyle şeylere tanık oluyorum ki. Edebiyat dünyasına girmeden evvel, şairlerin ve yazarların pek çoğunun bu kadar kibirli, egosu bu kadar büyük kişiler olduğunu tahmin etmezdim doğrusu. Halbuki egoları büyüdükçe yalnızlaşıyor, kendilerinden ve çevrelerinden uzaklaşıyorlar. Yazdıkları şeyleri azıcık eleştirmeye kalktığında, 'acaba bir yerlerde hata yapmış olabilir miyim' diyerek önce kendilerine bakacakları yerde, kim daha çok bağırırsa o haklı çıkar mantığıyla sal-dırganlaşıyorlar. Ya da tam tersi, bir şeylere küsüp kaçıyorlar. Böyle durumlarda kibirli aydınlara Spinoza okumalarını öneriyorum ben." "Yok, bence Spinoza okumak da, onları herkesi kibirle suçlayan başka bir kibre yöneltebilir. Mesele, onların 'yarım' oluşlarında." "Romanda bu yarım aydın vurgusu çok var. Hatta kendini bile 'yarım aydın' olarak tanımlıyorsun. Dilek Hanım, yoksa yarım olmandan ötürü mü bu çalışmada bir yer edindi. Yani senin yarım oluşunu mu tamamlıyor onun varlığı?" Neşet İlhan, konuyu sürekli Dilek Hanım'a getirip, kendisine onu hatırlatmamdan rahatsız olmuştu biraz. Çay bardağını avucuna alıp pencereye doğru yürüdü. "Hep söylenir ya, Türkiye az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke diye. Bence bu gelişmekte olma hali, hiçbir zaman gelişmiş ülke olma haline dönüşmeyecek dostum. Türkiye, her zaman yarım kalmış bir ülke olmaya mahkûm, bu kafa değişmediği sürece. Çünkü aydınlarımız, tıpkı benim gibi piroma-ni (yangın çıkarma hastalığı) ve atelofobi (mükemmel olamama korkusu) hastalıklarından muzdarip yarım kalmış, niteliksiz aydınlardır. 'Bakar kör' denir ya. Bizim aydınlarımız 'okur kör, yarı kör!'" "Neşet Abi, aydınlara biraz fazlaca yüklenmiyor musun? Bu topraklarda aydın olmanın ne gibi zorlukları olduğunu sen de biliyorsun." "Ama o zorlukları yaratan etkenlerin bir kısmı da aydınların kendisinden kaynaklanmıyor mu? Halkına yarım-yırtık; kendilerinin bile bilmedikleri şeyleri öğretmeye yeltenen bu hebennekala-ra ne demeli? Ya da kendilerini Promethe-us'la özdeşleştirip, ellerinde ateş kaçıp durmalarına, ülkeyi yangın yerine çevirmelerine. Bazıları da cahilleri aydınlatacağız diye, bambaşka ve tehlikeli ateşler yakmadılar mı?" Öylece kalakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim başta. Söylediklerine, daha doğrusu genelleştirmesine itirazım vardı, ama bir yandan romanı da okuduğumdan, bu sözlerini nelere, nerelere dayandırdığından haberdar olduğum için, sesimi de çıkaramıyor-dum. Neşet İlhan, fena halde sinirlenmişti. Neşet İlhan'da gizli piromani olduğunu bildiğim için, her an burayı ateşe verebilme ihtimalini de düşünmüyor değildim.

"Abi, senin roman üzerine düşüncelerin beni farklı şeyler düşünmeye yöneltti. Özellikle roman-gerçek dediğin yaklaşım ve ro-man-deneme ilişkisine dair söylediklerin." "İyi de, seninle sohbetin sonu gelmiyor bir türlü. Benim şimdi çalışmam lazım evlat. Onları da başka zaman konuşuruz."

Bülent Usta (Birgün, 6 Haziran 2007)

0 yorum: