Romanda bir karadelik

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Yağmurlu bir İstanbul günü. Şemsiyeme sığınmış acele adımlarla işe gidiyordum. Yağmura dair ne kadar imge varsa, zihnimde yağmurla birlikte yağıyordu bir yandan. Herkes, yağmurun hızına göre koşuştururken, “lekeli paltosu, siyah fötr şapkası, şemsiyesi ve evrak çantasıyla” bir adam, şemsiyesini açmadan yağmurun altında öylece duruyordu. Yanından geçerken bu adamın tuhaflığı karşısında yüzüne dikkatlice baktım. “İri bir kaya ya da kütük parçasından yontulmuş olduğu izlenimini veren, dikdörtgen biçimli bir kafası, basık ama geniş bir alnı ve ileri doğru çıkık, köşeli bir çenesi vardı.” Bu adam olsa olsa İbrahim Nemrud’du. Hani Ali Teoman’ın İstanbul üçlemesinin ikinci kitabı olan “Karadelik Güncesi” adlı romanının baş karakteri. Bu yeni çıkmış olan romanla günlerdir boğuşurken, tam da romanın mekânlardan birisi olan Sultanahmet’te onunla karşılaşmam bir tesadüf olamazdı.

İbrahim Nemrud, yüzüne dikkatle bakmamdan rahatsız olacaktı ki “Nereden tanışıyoruz? Eskiden müvekkilim miydiniz?” diye sormak durumunda kaldı davranışımın nedenini. “Hayır. Sizi Ali Teoman’ın yeni çıkan romanı ‘Karadelik Güncesi’nden tanıyorum. Benim işyerim de buraya yakın.” Nereden tanıştığımızı açıklayınca İbrahim Nemrud’un çatılmış yüzü berraklaştı.“Öyle mi, bir an korkuttunuz beni. Romanı okuyorsanız mesele yok. Sormadan edemeyeceğim, nasıl buldunuz romanı?” “Bir İstanbul romanı... Birçok uygarlığın ve yaşam biçiminin birarada, hem de tasarlanmaksızın rastgele bir biçimde bulunduğu bir masalsı kent, romanın mekânı. Romanın kurgusu da, mekânı gibi düş ve gerçeklik arasındaki sınırları yıkan, yarattığı düşsel atmosferde karakterlerini hem günümüz insanının özellikleriyle, hem de masalsı ve egzotik diyebileceğimiz ayrıntı ve isimlerle süsleyerek, insana dair karanlık şeyleri araştıran, çok boyutlu ve alt okumalarının yoğunluğu ve çokluğu ile hem sürükleyici, hem de dipsiz bir derinliği olan tuhaf bir roman. Ama romanda şöyle bir zorluk da var: her şey çok ama çok uzun, tüm ayrıntılar verilerek aktarılmış. Örneğin seni, romanda bana verilen tasvire uygun olarak sokakta görür görmez tanıyabildim. Okurun da bu düşe iştirak etmesine ve metinle etkileşime girmesine izin vermeyen bir yazar müdahalesi sözkonusu. Her şey tanımlanmış ve belirlenmiş, bir sinema filmi gibi. Örneğin Beckett’ın ya da Kafka’nın romanlarında bize bazı ayrıntılar verilir, ama her ayrıntı metinde bir şifre gibidir ve hiçbir gereksizlik barındırmaz. Adamın burnu uzundur derken, uzun uzadıya burnun betimlemesi yapılmaz. O sadece uzun bir burundur ve okur onu kafasında kendisine göre biçimlendirir. Ama bu yazarın mükemmeliyetçiliği ve tercihiyle alakalı bir durum.” “Yani romanı beğenmediğini mi söylüyorsun.”

Biraz kırılmış gibiydi İbrahim Nemrud. “Hem eleştirip, hem de sevemez miyim?” diye çıkıştım önce. Sonra onun bu rahatlamış halinden güç alarak aklıma takılan sorulardan bahsetmek istedim kendisinden izin alarak. “Romanı okurken, başınıza gelenlere üzülmeli miyim, sevinmeli miyim bilemedim. Çoğu insan, aslında kendisine ve yaşama dair çeşitli yalanlarla avunur, avutulur. Dinler ve ideolojiler, insanın kendilerine göre iyi taraflarını çeşitli yalanlarla yüceltip, kötü diye gördükleri taraflarını da ya görmezlikten gelerek, ya da suç ve günah olarak gö(ste)rerek cezalandırmış, yok saymışlardır. Ama cezalar ve yok saymalar hiçbir işe yaramamış tarih boyunca. Hatta bu cezalar ve yok saymalar insanın kötü diye görülen taraflarını patolojik bir boyuta taşımış ve daha büyük mutsuzluklara ve acılara neden olmuş. Sen, bu romandaki serüven sayesinde artık kim olduğunu biliyorsun. Varolan ahlaki değerlere göre bir sapıksın örneğin. Hem de bilmem kaç yıl çok normal, sıradan bir hayat sürmene karşın, içinde hep bir sapıkla yaşadığını öğreniyoruz bu romanda. Halbuki bunu hiç düşünmemiştin bile, Şazinuş’la karşılaşana kadar. Ama Şazinuş sana, sana dair gerçeği anlatırken o virüsü bulaştırmayı da ihmal etmedi. Neden sana da o virüsü bulaştırdı? Seyfettin Stigma ve arkadaşlarının, bir hastalık olarak gördükleri insan ırkını dünya yüzünden silmek için tasarladıkları o virüsle... Bir karadeliğe dönüşen Şazinuş, senin için gerçekte ne anlama geliyordu?” İbrahim Nemrud, duyduklarına şaşırmış gibi yüzüme baktı. “Bu soruların cevabı, romanın arasına serpiştirilmiş ‘Elif, lam, mim’le başlayan güncelerin satıraralarında gizli.” Bir an duruyor ve yüzünü yüzüme yaklaştırıp gözlerimin içine bakıyor dikkatle. “Peki ya sen? Sen biliyor musun kim olduğunu?” “Unutuyorsun galiba. Ben seni okuyan birisiyim. Senin yaşadığın her şeyi o romanda ben de yaşıyorum. Kendimde seni, sende kendimi görüyorum.” Tadsız bir sohbete dönüşmeye başlamıştı bu karşılaşma. Üstelik, benden kurtularak Yerebatan Sarayı’ndaki ofisine dönmek istediği çok belliydi. Onunla asıl konuşmak istediğim konuya bir türlü varamamıştım. Yağmur da şiddetini arttırmıştı. “Şemsiyenizi neden açmıyorsunuz?” dedim kendimi tutamayarak. “Evet, şemsiyemi açmam gerek, çok ıslandım” dedi ama tıpkı Beckett’ın Mercier ve Camier karakterleri gibi, şemsiyeyi açmayı düşündüğü halde şemsiyeyi açmadı ve ıslanmaya devam etti. İbrahim Nemrud’la konuşacağım çok şey olmasına rağmen, yağmurun şiddeti, bu sohbetin uzamasını olanaksızlaştırıyordu. “Kusura bakmayın. Sizi yağmurun altında bekletiyorum. En iyisi güneşli bir gün sizinle tekrar karşılaşalım. Hem o zaman daha uzun sohbet ederiz bir yerlerde oturup.” “Nasıl isterseniz, ama Şazinus’un bulaştırdığı o virüs yüzünden çok fazla zamanım da kalmadı” dedikten sonra, şemsiyesini hızla açtı. Şemsiyesi açılır açılmaz da bir sihir gibi sokaktan kayboldu.

Bülent Usta (Birgün, 4 Nisan 2007)

0 yorum: