Suyu bulandıran romanlar

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

İyi edebiyat nedir? Böyle bir şey var mıdır, yoksa tamamen göreceli, zamana ve mekâna bağımlı bir yargıdan mı ibarettir iyi edebiyat? Sanırım, edebiyatın bugün için bu türden bir anlamı daha da güçlendi. Göreceli, zamana, mekâna ve kişiye bağımlı, her duruma ve ihtiyaca uygun sanat ürünleri yaşamımızı dolduruyor.

Böyle olmasında elbette bir sakınca yok. Ama 'iyi edebiyat' dediğimiz nitelikli ürünler yeterince edebiyatımızda ağırlığını hissettirmediği sürece, kolay tüketilir ürünleri 'iyi edebiyat' ve bu ürünleri üretenleri 'iyi edebiyatçı' olarak sanma gibi bir tehlike de yaşayabilir ve uzun vadede edebiyatımızı derin sulardan sığ sulara çekip karaya oturtma tehlikesi de yaşayabiliriz.

Varlık dergisinde Hornby'nin "Düşerken" adlı romanı için yazdığım yazıda, Türkiye'de iyi bestseller yazarların olmadığını iddia ederek, aslında nitelikli bestseller yazarlara bugün büyük bir ihtiyaç duyulduğunu dile getirmiş ve kendimce çıkış yolları aramıştım. Neden bizim de kaliteli bestseller yazarlarımız yoktu? Neden sadece yükselen milliyetçilik ve benzeri moda hallerin kışkırttığı basit üretimlerle yetiniyorduk?

İyi edebiyat yapılmaksızın, iyi edebiyatı olanaklı kılan nitelikli eleştiri ve iktidar ilişkilerinden bağımsız eleştirmenlerin varlığı olmaksızın, Türkiye'de ne bestseller yazarlar, ne de edebiyatın kimi eleştirmen ve yazarlarca özlenen endüstrileşmesi mümkün olmayacaktır kanımca. Ama bu durum, sıklıkla gözden kaçırılıyor. Yayınevleri, dergiler, medyanın tüm unsurları, nitelikli edebiyatın peşinde olanlara yeterli ilgiyi gösteriyor mu acaba? Yoksa sadece kısa vadeli amaç ve çıkarlara göre mi davranılıyor? Bugün pek çok nitelikli ürünler beklediğimiz yazarlar, sırf piyasa öyle istiyor diye kendi edebiyat geçmişlerine bile ihanet etmekte sakınca görmeyebiliyorlar.

Ama bu durumu tersine çevirmeye çalışan yayıncılar, dergiler, yazarlar da yok değil. Üstelik bunu yapabilmek için pek çok zorluğa göğüs geriyor, ellerinde avuçlarındaki her şeylerini, özellikle zamanlarını bu uğurda feda edebiliyorlar.

İşte bu isimlerden birisi olan İbrahim Yıldırım, "Hal ve Zaman Mektupları" adlı romanıyla 'nitelikli edebiyat'ın güzel bir örneğini daha sunmuş oldu bizlere. Gerçek bir edebiyat şöleni yaşatması dışında, sorduğu ve sordurttuğu sorularla da üzerinde çokça tartışmamız gereken bir eser ortaya çıkardı. Ama birkaç övgü yazısı dışında, romanın sordurttuğu soruların tartışılmıyor oluşu, henüz bu soruları tartışacak noktada olmadığımız anlamına mı geliyor, yoksa çok da ihtiyacımız olduğu halde tartışmak istemediğimiz anlamına mı? Bence ikincisi. Pek çok aydını derinden rahatsız edecek gizli ve açık sorular, yanıtlar var romanda.

"Bu romanla suyu bulandırmaya ne gerek var şimdi İbrahim Bey", denilebilir. Ama suları bulan-dırmadığımız sürece, bir hayalin içinde (hayal değil de yalan mı demeliydim) yaşamaya devam edeceğimiz kesin. Edebiyatçıların, özellikle monolog-çu değil de diyalogçu edebiyatçıların yaptığı şey de tam anlamıyla suyu bulandırmaktır. Monolog-çuları, samimiyetsiz ve didaktik duruşlarından dolayı hemen diyalogçulardan ayırt edebilirsiniz. Monologçular, kendilerine bir yerlerden vahiy inmiş gibi kendi kendileriyle konuşan ciltler dolusu kitaplar yazabilirler, bir televizyon ya da radyo programında mikrofonu onlara kaptırdığınız anda saatlerce kimseye konuşma fırsatı vermeden bık-maksızın kendilerini anlatabilirler. Diyalogçular ise, hem kendileriyle, hem roman karakterleriyle, hem de başka yapıtlarla sürekli bir diyalog halinde kurarlar eserlerini. Monolog yaparken bile kendileriyle diyalog halindedirler ve o diyalogun nereye varacağını, romanı okurken kolay kolay kestiremezsiniz. Belki de o meraktır ki, romanı didik didik ederek bir ipucu aramaya yöneltir bizi. Ama bulduğumuz her şey sadece romana ait olmaz, o romandan yola çıkarak kendimize ve yaşadığımız topluma dair, kendimizde ve yaşadığımı toplumda bulduğumuz şeylerdir çoğunlukla. Budur diyalogçu yapıtları, diğer yapıtlardan ayıran özellik. Beckett'ın ya da Oğuz Atay'ın sırrını buralarda aramak gerek, samimiyet ve diyalog arayışında.

Romanı okurken, İbrahim Yıldırım ile Oğuz Atay arasında benzerliklere rastlamam sadece bu yaklaşımına dayanmıyor. Oğuz Atay'da gördüğümüz benzer bir ironiye rastladım bu romanda da. Bir şifre gibi kullanılan simgeler, zaman zaman imgelerin peşinden sürükleyen anlatım ve en önemlisi yüzde yüz bu topraklara ait bir edebi yaklaşım.

Romanın başkarakteri Neşet İlhan, bir haftadır çalıştığım yayınevinin bulunduğu Cağaloğlu'ndaki Ankara Han'a gelip gidiyor. Her zaman dalgın ve sıkıntılı bir karakter. Yanında taşıdığı deftere durmaksızın notlar alıp duruyor. Bu handa karşılaşmamız, ilginçtir ki tesadüf değil. Romanın önemli mekânlarından birisi Ankara Han. Ben, bu roman üzerine yazan kişinin çalıştığı yayıneviyle, romanın başkarakteri Neşet İlhan'ın romanda çalıştığı yayınevinin aynı handa, Ankara Han'da bulunması, birilerine kurgu gibi gelebilir ama gerçekten de sadece tuhaf bir rastlantı. Bu rastlantının, kendimi romana daha fazla kaptırmama neden olduğunu baştan itiraf edeyim. Üstelik Neşet İlhan'ın yorumları ve anlattığı hikâyeler, gerçekten inanılmaz ayrıntılarla doluydu. Bu yüzden sadece bu yazıyla roman hakkında sözlerimi bitiremeyeceğimi söylemeliyim. Zaten gördüğünüz gibi bu mümkün değil, çünkü daha romanın nelerden bahsettiğine bile giremedim. Ama ilginçtir ki, Süreyyya Evren'in "Viyana Noktası" ve Mine Söğüt'ün "Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979" adlı romanlarından sonra, İbrahim Yıldırım'ın bu romanını okumak bana bu üç roman arasında tuhaf bir paralellik hissi de yaşattı. Birbirinden tamamen farklı anlatım, birbirinden tamamen farklı karakterler ve kurgulara rağmen, aydınlara ve Türkiye'nin siyasi sosyal yapısına yönelik güçlü eleştiriler içeriyor bu romanlar.

Neşet İlhan'la ortak mekânımız Ankara Han'da gerçekleştirdiğimiz sohbette bakalım neler olacak? Önümüzdeki hafta...

Bülent Usta (Birgün, 31 Mayıs 2007)

0 yorum: