Unutuşlar çığı

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Çalıştığım yayınevinin Cağaloğlu’ndaki bürosundan dışarıya bakıyorum. Belki bilirsiniz Ankara Caddesi’ni, Sirkeci’den valiliğe çıkan kalabalık bir caddedir. Çalışma saatlerinde vızır vızır geçen taşıtların ve her renkten, her sınıftan insan kalabalığının eksik olmadığı bir cadde. Caddenin hemen arkasında çok eski ve yer yer yıkılmış, çatısı çökmüş iki tane büyük bina var. Yoldan geçenler göremez orayı. Sanki İkinci Dünya Savaşı’nda bombalanmışlar da müze haline getirilmişler gibi duruyorlar orada. Kim bilir kimler yaşamıştır bu binalarda. Arada sırada oraya bakıp hayaller kurmak fena olmaz. Ama bu aralar bu harabelere bakmaktan çekinir oldum. Sanki geceleri bu harabeler başka bir şeye dönüşüyor, bambaşka hayatlar yaşanıyor buralarda. Şahbaz gibiler kurbanlarını buraya getirip hikâyeleriyle onları besliyorlar. Aslında sadece Şahbaz da değil, bu binalar, sokaklar, duvarlar da konuşuyor sanki geceleri. Herkesin ve her şeyin bir hikâyesi var bize anlatacak. Ama kimse başkasının, kendisinden başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin hikâyesini dinlemek istemiyor sanki. Dinleyenlere de iyi gözle bakılmadığı ortada. Bir dinlesek, kulağımızı dayasak her gün önünden geçtiğimiz bir duvara… Kaldırımlarına oturup bu şehrin kalbi nerede, nasıl atıyor diye baksak. Sadece vitrinlere ya da sinema afişlerine değil, insanlara, onların yüzlerine, ellerine baksak, kim bilir neler duyacağız, neler öğreneceğiz onlardan. Hem öğreneceklerimiz sadece onlara dair olmayacak. Nietzsche’nin dediği gibi “sen uçuruma bakarsın, uçurum da sana”. Ve aslında içine hapsolduğumuz hikâyelerimizin, korkularımızın, acılarımızın bir benzerini başkalarının da yaşadığını öğreneceğiz. Caddeden geçen şu beyaz bereli genç mesela, belki de bir gazeteciyi öldürmeye gidiyordur şimdi, ya da birazdan cinnet geçirip okul arkadaşlarını vuracak, kim bilir. Belinde silahı aramızda dolaşıyor. Şahbaz, onun kulağına eğilmiş bir şeyler fısıldıyor olabilir.

Mine Söğüt’ün “Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979”u okuduğum için romanın masalsı karakteri peşime takılmıştı bir süredir. Romanda anlattığı korkunç hikâyeleri bana da anlatıyor. Önceki yazımda Şahbaz’dan kurtulabilmek için onunla hesaplaşmam gerek demiştim. Sadece benim hesaplaşmam yetmeyecek. Toplum olarak hesaplaşmamız gereken şeyler bir çığ gibi büyüyor gitgide, unutuşlardan oluşmuş bir çığ... Mesela 12 Eylül’le hesaplaşmadan sokaklarda beyaz berelilerin azalmayacağını bal gibi de biliyor herkes. Ve herkes, 12 Eylül’le hesaplaşmadan kendi ülkemizde misafir gibi yaşamaya devam edeceğimizi de biliyor. Kendi sokaklarımızda, meydanlarımızda, sanki sokaklar ve meydanlar onlarınmış, bizse işgalci kuvvetlerin halklarıymışız gibi döve döve yerlerde sürüklenmeye devam edeceğimizi, korku, imrenme ve itaat sarmalı içinde ruhlarımızı bedenlerimizden ayırıp sanal bir dünya içinde bizi kendi küçük dünyalarımıza hapsetmeye devam edeceklerini de biliyoruz üstelik. Biliyoruz ama, öylesine açız ki hâlâ yalanlara. Biri çıkıp da bize her şeyi unutturacak bir yalan söylese de inansak diye bekliyoruz. Hem de öyle bir inansak ki o yalana, bizim için gerçeğe dönüşse o yalan ve o yalanla kolayca her şeyin üstesinden gelebilsek diye bekliyoruz. Gördüğü şeyden saklanmak isteyen bir çocuğun yorganın altına girip saklanması gibi, o yalanın altına gizlenip kurtulamayacağız bizi bekleyen kötü şeylerden.
Dalıp gitmiştim düşüncelere, o harabelere bakarken. Ta ki Şahbaz yanımda belirene kadar. “Şahbaz şehrin ortasındaki o lanetli hanın koridorlarının loşunda, bodrum katının duvarları arasında yaşayan bir hayalet, lambaların içinde dolaşan bir cindi. Bir çocuktu. Bir cüceydi. Bir gerçekti.” (s.20) “Şahbaz kendiyle ilgili sorular sormayı sevmez. Şahbaz kendi hayatını başkalarının hayatlarıyla sarıp sarmalar, ruhundaki derin kuyulara atar. (…) Tüm cinayetleri sezer, tüm katilleri sever. Tüm orospular annesidir; tüm melekler de…” (s.53) Şahbaz’la hiç konuşmadık. Sadece o anlatıyordu. Bir okur olduğum için böyle davranıyordu. Düşüncelerimi okuyabildiği için ona bir şey söylememe de gerek kalmıyordu. Sevmişti bu hanı. Belki romandaki hana benziyordu bu iş hanı. Hani o ölmek üzereyken bulduğu işkence görmüş kadının hapsolduğu üç kapılı han. Kızın annesi hanın iki kapısını bulmuş, ama üçüncü kapıyı ulaşamamıştı. Ne zaman açılacaktı o üçüncü kapı? Açılacak mıydı?

Yüzüne baktım Şahbaz’ın. Yüzündeki lanete ve acıya. “Şahbaz, biliyorum seni” dedim sonra. “Roman boyunca anlattığın tüm hikâyeler gerçek ve biz o gerçeğin içindeyiz. Cinayet işleyen o çocuklar ve ona silah veren ağabeyleri, pavyondaki o kadın, idam edilenler ve edenler, o komutan ve ikizi Salih… Bir sürü küçük hikâyeden oluşan büyük bir hikâye anlattın bana roman boyunca. Tanrı ile şeytanın ikiz olduğu bir dünya… Romanın sonuna eklenen 1979’a dair almanak ne anlama geliyor? Aslında hiçbir şeyin değişmediğini mi, her şeyin sonsuz bir tekrar içinde devindiği bir gerçekliği ispatlamak için mi koydu onu oraya yazar? Senin söylediğin gibi, ‘hayat kendini, kimseye sezdirmeden, her insanda ustalıkla tekrarlar’ mı gerçekten? Öyleyse bu tekrarları bozmak mı gerek Şahbaz? Bunu nasıl yapabiliriz? O kadına anlattığın hikâyelerin felsefesi, ne kadar korkunç Şahbaz. Yalan ve gerçeğin arasındaki o ince çizgi… Kanıksanmış şiddeti, bir zamanlar savunduğu şeylerin tam tersini savunanların gizli gerçeğini, öyle ustalıkla anlatıyorsun ki…” Şahbaz, yanıma yaklaştı ve kulağıma bir şeyler fısıldadı. Romanda geçmeyen sözlerdi bunlar…

Bülent Usta (Birgün, 9 Mayıs 2007)

0 yorum: