Yaşarken ölmemek için yazan bir kadın...

Posted: 23 Mayıs 2008 Cuma by bülent usta in
0

Aslında gündem çok hareketli... Bir yandan Hrant Dink davası, bir yandan seçimler, bir yandan derin devlet manzaraları içinde gözüken cephanelikler, bir yanda kamu emekçilerinin zam isyanı, orman yangınları vs. Dünyanın çok az yerinde bu kadar hızlı ve yoğun bir gündem bombardımanı vardır herhalde. Almanya'dan gelen bir arkadaşım, bizim bu gündem bolluğumuza şaşırarak, hareketli bir coğrafyada yaşadığımız için bizi kıskandığını söylemişti. Evet, maceralarla dolu bir ülke olduğumuz doğru.

Ama bu maceraların çoğu korku filmi maceraları gibi. Cinayetler, cephanelikler, devlet içi çekişmeler, doğal ve sosyal felaketler... Gündemin bu kadar yoğun ve hızlı olması, gündemdeki konuları etraflıca tartışma, idrak etme, çözüm üretme şansı da bırakmıyor. Her şeyi bir an düşünüp, hemen bir başka şeye atlıyoruz ve o bir an düşünüp geçtiğimiz şey ise, biz görmüyoruz diye ortadan kaybolmuyor, aksine büyümeye devam ediyor. Su-surluk'u çözebilseydik Hrant Dink yaşıyor olacaktı diyenlere kulak verdiğim zaman, hakikaten neyi çözdük, ne yaptık bugüne kadar diye bir isyan çığlığı boğazımda düğümleniyor. 12 Eylül'ü mü yargıladık, faili meçhul cinayetleri mi aydınlattık, işsizliği mi azalttık, artık gelenekselleşmiş olan rüşvet kültürünü mü ortadan kaldırdık, eğitim ya da sağlık sorununu mu çözdük, ne yaptık bugüne kadar?

"Yakınma!" diyor bir ses, ben bunları yazarken. Upuzun bir yakınma listesi vardı aklımda halbuki, onları yazacaktım. Halkın nasıl yıldırma stratejileriyle örgütsüz ve depoli-tize edildiğinden filan bahsedecektim. "Yakınmak, yenilgiyi baştan kabul etmek demektir." Bir kadın sesiydi bu. Ve gerçekti. Gaipten duyduğum bir ses değildi.

Arkamı dönünce, bana seslenen kişinin Selçuk Baran olduğunu gördüm. Gözünde kalın çerçeveli bir güneş gözlüğü vardı ve o gözlüğe rağmen, bana hüzünlü ama yine de muzipliğini kaybetmemiş gülümseyen gözlerlerle bakabildiğini görebiliyordum. Bir an oturduğum masadan hızla kalkıp "Siz, Selçuk Baran'sınız." gibi saçma bir cümle çıktı ağzımdan şaşkınlıktan. "Beni beklemiyor muydunuz?" "Hayır. Aslında bu defa kimseyle karşılaşmadan bir yazı yazmayı planlıyordum." "Beni davet ettiğinizi anımsamıyorsunuz o zaman." "Hayır." "Eşik Cini adlı öykü derginizin bu sayısında bana dair oldukça geniş bir dosya hazırladığınızı duydum. Fotoğraflarımın, günlüklerimin, öykülerime dair yazıların olduğu bir dosya...

Yayınevinde gecenin bir yarısı, bana dair yazılar üzerine çalışırken, fotoğrafıma uzun uzun bakıp benimle konuştuğunuzu da mı hatırlamıyorsunuz?" "Evet, hatırlıyorum fotoğrafınıza bakıp konuştuğumu. Ama beni duyduğunuzu zannetmemiştim." "Ölüler, kendilerine dair her şeyi duyarlar." "Fotoğrafınızı, ilk defa yıllar önce görmüş ve genç yaşta ölen teyzeme benzetmiştim sizi. Sırf bu benzerlikten dolayı kitabınızı zor da olsa bulup okumuştum. 'Haziran' adlı öykü kitabınızı..." "Kitaplarımı bulmak çok mu zor?" "Evet. Kitaplarınızın yeniden basımı yapılmadı daha. Bu öykücülüğümüz için, edebiyatımız için büyük bir kayıp." Ben böyle söyleyince, hüzünlü bir gülümseme yayıldı yüzüne Selçuk Baran'ın. "Ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum. Ama bu durum, yıllar evvel sizin kendinizi başarısız bir yazar olarak kabul ettiğiniz o açıklamayı doğrulamıyor Selçuk Hanım. Emin olun ki, bir gün sizin kitaplarınızı yıllar sonra keşfetmiş gibi davranacak ve büyük reklam kampanyalarıyla, kitaplarınızı gündeme taşıyacak birileri çıkacak. Kitaplarınıza rahatça ulaşmak elbette önemli, ama yazdıklarınızı anlayıp sahip olduğu değeri verebilecek bir edebiyat orta-mınının varlığı çok daha önemli.

Mesela Sevim Burak'ın kitaplarına rahatça ulaşabiliyoruz, hakkında bir sürü övgü dolu yazıyla da karşılaşabiliyoruz ama, gerçekte Sevim Burak'ı ne kadar anladığımız, hak ettiği değeri verip veremediğimiz şüpheli. Çünkü, nasıl ki siyasi gündemimiz inanılmaz derecede yoğun, ama bir o kadar da sığsa, edebiyat dünyamızın gündemi de çok yoğun ama o kadar sığ. Belirli kişilerle kişisel ilişkiler kuramı-yorsanız, kimse sizi arayıp bulmuyor, ne kadar müthiş şeyler yazarsanız yazın." "Demek ki yazdığım döneme göre çok fazla bir şey değişmemiş." "Sizin öykücülüğümüzde çok farklı bir yeriniz olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu durum Selçuk Hanım." "Böyle düşünmeniz beni mutlu etti. O kitapları yayımlatmak için sergilediğim onca çaba boşa gitmemiş demek ki.

Aslında bir kadın yazar olarak edebiyatımızda yol almak zaten zor bir durumken, ben kadın bir yazar olarak erkekleşmeden, kadınların dünyasını, ama sıkılan, mutsuz, hayatla bağları zayıf kadınları ve erkekleri anlatmam insanlara cazip gelmedi herhalde." "Bu, ilk kitabınız 'Haziran'ın ana temalarmdandı. Sait Faik Ödülü'nü alan 'Anaların Hakkı' kitabınızda doğa sevgisi üzerinden modernleşmenin eleştirisine de yönelmiştiniz. Sadece mutsuz kadınlarla ilgilenmediniz. Bu kadınlar niye mutsuzdu, bunu sordunuz ve yanıtlarını aradınız öykülerinizde. İsteseniz bambaşka öyküler de yazamaz mıydınız? Ama benim asıl merakımı çeken, neden Sevim Burak ya da Leylâ Erbil gibi deneysel şeylere yönelmedi-niz öykülerinizde. Yalın ve sade bir anlatımı tercih ettiniz hep." "Çünkü bana kullandığım dil yetiyordu. Beni, farklı bir kurguya ya da anlatıma itecek bir ruh hali içinde ya da arayışında değildim. Sanırım yazarın kişiliği de, yazarın dilini etkiliyor. Ben hep sade, gösterişsiz bir yaşam sürdüm. Yazdıklarım da öyle oldu. Ancak yazdığım zamanlar rahat ediyordum. Yazmak, bir Ersatz* (bedel) oluyordu benim için. Yaşamanın yerine değil, ölümün yerine geçen bir Ersatz.

Yaşamayı sevmiyordum. Ölmeye gücüm ve imkânım da yoktu. Bu, hayatı sevmediğim anlamına gelmiyordu. Hayata olan saygımı hiçbir zaman yitirmedim. Ama hayat benim dışımda ulu ve suskun bir nehir gibi akıyordu. Onu seyretmekten bıkmıştım galiba. Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyordum. Başka insanlar, o ulu nehrin içine giriyor çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman, onlarla birlikte huzur duyuyordum. Yazmak, benim tek ve biricik imkânımdı. Kendimi, yazarken yüzme bilmeyen, gene de boğulmamak için son gayretiyle çabalayan bir insana benzetiyordum. Yahya Kemal'in bir dizesi geliyor aklıma: Müşkül odur ki yaşarken ölür kişi... Yaşarken ölmemek için çırpmıyorum."

Selçuk Baran konuştukça, ben de kendi içime gömülüyordum. Tüm bu gündem yoğunluğu içinde gözden kaçırdığımız ne çok hayat vardı kimbilir. Hayatı izlemekten sıkılıp, eyleme geçmek isteyen, ama kuşatılmış ne çok insan... "Bugün, sıkılmaktan korkuyor insanlar Selçuk Hanım. Kendilerinden, yaşamdan kaçmak istedikleri için, onları oyalayacak şeylerin peşinden gidiyorlar."

Kendimi, duvarda asılı duran Selçuk Baran fotoğrafının karşısında buldum bunları söylerken. Bana, 'yakınma' der gibi bir gülümsemeyle bakıyordu. Gitmişti...

Bülent Usta (11 Temmuz 2007)

0 yorum: