SEMPRUN’UN UNUTAMAMASI

Posted: 25 Haziran 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Gerard de Cortanze’nin, Doruk Yayımcılık’tan çıkan Jorge Semprun adlı Fransızca yazan İspanyol romancı ve siyaset adamı hakkındaki ‘Hayat Yazısı’ adlı biyografi yapıtını okuyorum bugünlerde. Komünist bir militan ve yazar olan Semprun, Franco döneminde ülkesinden sürgün edilmiş ve sonra aynı ülkeye kültür bakanı olarak dönmüş birisi. Bu yüzden ayrıca ilgimi çekiyor kitap. Militan bir yazarın kültür bakanı olması, bir zamanlar kaçak yaşadığı bir ülkede bakan olarak dolaşması ve bu arada neler yaşadığı, neler düşündüğü ilgi çekmeyecek gibi değil. Ama tabii ki Avrupa’nın en gerilimli günlerinde siyasi mücadele içinde yer almış büyük bir romancı olması da onun kitabını farklı bir gözle okumama neden oldu.

Semprun, kitabın sonlarında yer alan bir söyleşisinde, “beni aydın olduğum için çağırıp sosyalist bir hükümette bakan yaptılar. Ama sonra bir aydın olarak değil de bakan olarak davranmamı ve düşünmemi istediler. Hem bir bakan hem de bir aydın olmak sanırım mümkün değil” diyordu Cortanze’ye. Semprun’un bu karamsar sözleri beni oldukça düşündürdü. Aydın birisi, bakan olamaz mıydı? Aydın demek, her zaman muhalif olmak anlamına mı geliyordu, tüm iktidarlara karşı? Türkiye’de de pek çok kültür bakanı, aydın kimliğiyle tanınıyordu ve bakan olmak ile aydın olmak gibi bir ikilemi belki onlar da yaşamak zorunda kalmıştır diye düşündüm. Onların ne tür psikolik bir süreç yaşadığını bilmiyorum ama böyle bir gerilimi yaşamış olmaları bana muhtemel geliyor.

Bir de o gerilimi hiçbir zaman yaşamayacak olan aydınlarımız olduğu da bir gerçek. Örneğin solcu diye tanıdığımız bir şairin bir yere genel müdür filan olunca değişmesi, bir zamanlar tükürdüğü şeyleri yalayıp mutlu olması, bize hiç şaşırtıcı gelmiyor. Ya da büyük gazetelerden birisine köşe yazarı olunca, aslında o güne kadar büyük fedakârlıklarla ürettiği her şeyin o makama ulaşmak için yapılmış olduğunu görmek. Bana tüm bunlar, olağan şeylermiş gibi geliyor, hatta bu aydınların, küçük şeyler için ödedikleri büyük bedellere bakarak onlar için üzülüyorum da. Sivas’ta yakılarak öldürülen Metin Altıok ya da Behçet Aysan gibi şair aydınlarımızın, yoksulluk ve mücadele içinde geçmiş hayatlarını düşününce, onları hiçbir zaman Metin Altıok’u andığımız gibi anmayacağımız için ödedikleri bedel gerçekten de ağır değil mi? Ama bu onların tercihi ve bu tercihleriyle tarihte yerlerini alacak olmaları, sadece onları ilgilendiren bir durum.

Bunu söylerken, aydınların her zaman horlanmasını, acılar çekmesini, bu sayede aydın olup yüceleceklerini de söylemek istemiyorum. Elbette bir aydın genel müdür, bakan, başbakan filan olabilir. Ama aydın kimliğini dışarıda bırakarak, bulunduğu mevkiye sıkı sıkıya sarılıp o mevkinin şekline bürünmeye çalışarak kendisini ve temsil ettiği değerleri aşağılaması can sıkıcı. Yoksa, popülist işler yapmayıp ya da çıkar çevrelerine yanaşmayıp koltuğunu terk etmek zorunda kalan ve ağır bedeller ödemekten çekinmeyen çok değerli aydınlarımız da var.

Semprun, söyleşilerinden birisinde bir insanın her zaman ‘aydın’ olamayacağını, kendisinin de zaman zaman aydınlıktan uzak kalıp başka şeylerle uğraştığını; ama hayatının yine de sürekli olarak aydınlık arayışı içinde geçtiğini söylemesi de kitapta altını çizdiğim önemli yerlerden birisi. Bir insan, aydın olunca, her zaman aydın kalmıyor. Onu aydın yapan şey, sürekli olarak aydınlığı arayıp aramadığı. Yani, Semprun’a göre mutlak bir aydın olma durumundan bahsetmek mümkün değil.

Cortanze’nin, Semprun için yaptığı bir tespit, hatta ‘Hayat Yazısı’ adlı kitabını oturttuğu ana eksenlerden birisi, unutmamak üzerine. Semprun, “Her şey kaldı bende” diyor bir yerde. Cortanze’nin yazdığına göre, Semprun hiçbir şeyi unutmayan bir adam. Onunla çeşitli aralıklarla yaptığı söyleşilerinde çocukluğuna dair en ufak ayrıntıları bile tıpatıp aynı şekilde anlatabilmiş. Ailesiyle birlikte İspanya’dan Fransa’ya nasıl geçtiğini, Fransa’daki direnişçilerle birlikte Nazilere karşı nasıl mücadele ettiğini, toplama kampında yaşadıklarını, İspanya’daki Franco diktatörlüğüne karşı zorluklarla dolu mücadelesini, hatta kaçak olarak girdiği Madrid’de kaldığı oteller, karşılaştığı insanlar, yaşadığı aşklar, her şey onda kalmış ve tabii ki bir de romanlarında. Alain Resnais ya da Costa-Gavras gibi yönetmenlere senaryolar yazmış olması, Hemingway gibi yazarlarla karşılaşması kitabı daha da ilginç kılıyor benim için. Bu hiçbir şeyi unutmayan adamın iç dünyasına girerek onunla birlikte düşünmek gerçekten de büyük bir keyif. Can Yayınları tarafından yayımlanan o olağanüstü romanı ‘Büyük Yolculuk’u bir daha okuma isteği de duydum bu sayede.

Ama asıl takıldığım nokta, unutkanlığı zamanla çoğalan birisi olduğum için, Semprun’un hiçbir şeyi unutmadığını iddia etmesi oldu. Mümkün mü gerçekten de hiçbir şeyi unutmamak? Semprun’a göre mümkün. Hatta Semprun, Kundera’nın bir sözüne atıfta bulunuyor bu noktada: “Unutmaya karşı mücadele, aslında iktidara karşı sürdürülen mücadeledir.” Ama şunu eklemeyi de ihmal etmiyor: “Bazı şeyleri kasıtlı veya kasıtsız olarak unutuş, toplumsal işleyiş açısından faydalı olabilir.” Ben, bu faydayı sevmediğim insanlara karşı fütursuzca kullanıyorum galiba. Özellikle herkesin kendisini sevmesini isteyen, bu yüzden etrafına övgüler ve gülücükler saçarak başkaları üzerinde iktidar kuranları, daha tanır tanımaz unutmamın nedeni, onların sahtelik kokan sözcüklerinin ve hayatlarının bende tiksintiye neden olması. Ama belki de inadına unutmamak gerek. Tiksintiye de alışmalı insan.

Semprun’un neden unutmadığını ve neyi unutmayacağını açıklayan şu sözlerini unutacağımı hiç sanmıyorum ama: “Kimse beni; hayatımdan, hayat tecrübemden, kendi bildiğim gibi yaşadığım hayattan yoksun bırakamayacak. Benim, ben olduğumu kimse yasaklayamayacak. Sürgün, militan, yazar, âşık, vs oldum. Bu tecrübeyi, tecrübeleri tamamen bağımsız bir şekilde yaşadım. Ben, hiç kimsenin bakanı olmadım.”

Bülent Usta (Birgün, 25 Haziran 2008)

ŞALTERİ İNDİRMEK

Posted: 18 Haziran 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Yolun tam ortasına konulmuş bir masanın başında oturan bir adam gördüm. Yanından insanlar, arabalar geçiyor ama kimse o masayı ve adamı görmüyor gibi davranıyordu. Hızla geçen bir arabanın adama çarpma ve öldürme olasılığı çok yüksekti. Önce ne yapacağımı bilemedim. Yanımdaki arkadaşıma gösterdim yolun ortasındaki masada oturan adamı. “Ben hiçbir şey görmüyorum” diyerek yürümeye devam etti. Kolundan tutup onu adamın olduğu yere doğru sürüklemeye çalıştım. “Bıktım senin bu delilik hallerinden. Sürekli olmayan bir şeyler görüp, gördüklerine herkesin inanmasını istiyorsun. Orada ne bir masa ne de bir adam var. Olsa trafik durur, insanlar o masanın etrafına toplaşır. Hadi işe geç kalıyoruz” diyerek bu defa o beni kolumdan tutup sürüklemeye çalıştı. Ama gördüğüm gerçekti. Yolun tam ortasında bir masa ve masanın başında hüzünlü ve çaresiz bir adam... Arkadaşımdan kurtulup yolun kenarından adama seslendim: “Orada ne yapıyorsun? Bir araba çarpacak şimdi. Bir şeyi mi protesto ediyorsun?” Yolun kenarından böyle bağırıyordum ama tıpkı o adamı görmedikleri gibi benim bağırışımı da duymuyordu hiçkimse. Yanımdan insanlar ve arabalar geçmeye devam ediyordu. Hayatın akışını durduracak hiçbir güç yoktu sanki. Bir şalter olsa ve o şalteri indirip hayatı durdurabilsek, ne iyi olurdu diye düşündüm. Belki bu sayede birçok hayatı kurtarabilirdik. Böyle düşününce, genel grevin şaltere benzetildiği aklıma geldi.

Yolun ortasındaki adam, benim ona seslenmemi duyarak yanıt verdi: “Çok geç kaldım eve. İki çocuğum, karım beni bekler. Ama ben bu masadan kalkıp gidemiyorum onların yanına.” “Ne kadar zamandır buradasın?” “Çok uzun zamandır” dedi adam. “Peki neden kalkıp gidemiyorsun?” “Ben öldüm galiba. Çünkü beni senin dışında hiçkimse fark etmedi bu yolun ortasında. Arabalar da çarpmıyor. Görünmez bir duvarın içine hapsedilmiş gibiyim.” “Peki nerede öldün?” “Tersanede, fabrikada, trafik kazasında ya da cephede ölmüş olabilirim. Hiç bilmiyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum buraya nasıl geldiğime dair. Ama sen nasıl beni görebiliyorsun? Yoksa sen de mi ölüsün?” “Ölmüş olsam, senin yanında olurdum. Ama ölümlerin de çeşitleri var, hayatın olduğu gibi.”

Yolun kenarında durmuş ölmüş bir adamla sohbet ediyordum ve bu kimsenin dikkatini çekmiyordu. Arkadaşım çoktan gitmişti işe. Ne yapacağımı bilmiyordum. O adamı orada bırakıp gitmeli miydim yoksa onunla kalıp onu o masadan kurtarmanın yollarını mı araştırmalıydım? “Bir şey için burada olman gerek” dedim sonra. “Yoksa mezarda filan olurdun.” “İnan bilmiyorum neden burada olduğumu. Sadece çok üzgünüm eve gidemediğim için.” “Evini, çocuklarını hatırlıyor musun peki?” “Aslında hayır. Sadece bir özlem duyuyorum içimde. Bu masadan kalkabilsem, içimdeki o özlem beni onlara götürür diye düşünüyorum. Hiçkimse beni görmüyor ya da duymuyor ama.” “İnsanlar hiçbir şeyi görmüyor ki. Onlar, gündelik hayat telaşına kapılmış bir halde, iktidar oyunları ve entrikalarla meşguller. Emin ol ki Tuzla tersanelerindeki ölümlerden ya da savaştan daha çok milli takımın futbol galibiyetini konuşuyorlar. Bu arada adın neydi?” “Adımı da hatırlamıyorum ki. Adım, Hüseyin de olabilir, Ahmet de. Belki ölmek böyle bir şey. Adsız kalmak.” Ölüler adsız olabilirler ama birbirlerine benzemezler diye düşündüm. Adli Tıp’ta okurken otopsi dersinde bir sürü ceset görmüştüm. Cesetleri, sadece ölüm şekilleri birbirinden ayırıyordu. Eğer insanlar cesetleri benim gördüğüm gibi görse, eminim ki herkes ölüm kusan ve ölümü yücelten her anlayış ve iktidara karşı aynı tepkiyi gösterirdi. Irak’ta ölen bir çocuğun cesedinin anlattığı şeyle, o çocuğun ölümünden sorumlu birisine ait bir cesedin anlatacağı şey farklı olacak mutlaka ve o anlattığı şeyle sonsuzluğa mahkûm olacak.

Ben bunları düşünürken, yolun ortasındaki masanın ve o masada oturan adamın havalandığını gördüm. Benden başka gören oldu mu bilmiyorum. Ama martıların çığlıkları ve birden ortaya çıkan rüzgâr, her şeyi anlatıyordu.

Acaba nereye gitmişti o adam? Belki başka bir yolun ortasına konmuştu o masayla. O masanın başında üzgün üzgün oturmaya devam edecekti belki de yüzlerini bile hatırlayamadığı çocuklarına özlem duyarak. Bazen düşünüyorum, hayatın bir şalteri olmalı ve o şalteri indirmeli ki bazen, hayatı durdurarak nasıl yaşadığımızı düşünelim yeniden.

Yolda başka bir ölüyle karşılaşma ihtimalinin tedirginliğiyle işe gidip masamın başına oturduğum zaman, kendimi o adama benzettim bir an. Bir ölü olarak bu yazı masasına ve yazmaya mahkûm birisine... Masamda içim kararmış bir halde otururken, gözüm Marlen Haushofer’in Can Yayınları’ndan yeni çıkan ‘Duvar’ adlı romanına takıldı. Haushofer, benim bugün yaşadığım olayın tam tersini yazmıştı romanında. Tüm canlıların öldüğü ve dağ başında görünmez duvarlar içine hapsedilmiş bir kadının romanını. Üst üste dizilmiş daha bir sürü kitap vardı ve o kitapların kapaklarının her biri, hayatın derinliklerine açılan gizli geçitlerin kapılarına benziyordu sanki. Sanırım benim yazı masama mahkûm olduğum doğru değil. Hayata açılan bir sürü gizli geçitleri olan bir masada oturuyorum çünkü. Büyük bir istekle gizli geçitlerden birisinin kapısını aralayarak dalıyorum kitabın, yani hayatın derinliklerine... Haushofer’in romanında, kadınla birlikte görünmez duvarların içine hapsolmuş avcı köpeği Vaşak karşılıyor beni...

Bülent Usta (Birgün, 18 Haziran 2008)

YÜRÜDÜKÇE…

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Yaz geldiği için sabahları erken kalkıp işe yürüyerek gitmeye başladım. Öyle ya, günde en az 4 km. yürümek gerekliymiş, sağlıklı yaşamak için. Aslında hiçbir zaman öyle sağlık meraklısı olmadım. Uzun yaşamaktan çok, anlamlı yaşamayı tercih etmişimdir hep. Bir ot gibi yaşadıktan sonra, uzun yaşamanın ne önemi var. Bu yüzden yürümeyi, sağlık için bir zorunluluk olarak değil de keyif alınacak hatta felsefesinin bile yapılabileceği bir eylem olarak tasarlamaya başlamıştım, ta ki David Le Breton’un Sel Yayıncılık’tan çıkan kitabı ‘Yürümeye Övgü’yle karşılaşana kadar. Le Breton’un, yürümenin felsefesini, başka felsefeciler, antropologlar ve edebiyatçılardan da faydalanarak zaten yapmış olduğunu gördüm. Ama sonuçta her yürüme, yürüyen kişiye ve amacına göre farklılıklar gösterecektir. Hatta her yürüyüş, yürüyen kişi aynı olsa bile, yürünülen mekâna ve zamana göre de farklılıklar gösterecektir.

Aslında bu övgü etiketli kitaplar her zaman ilgimi çekmiştir. Erasmus’un ‘Deliliğe Övgü’sü, Russel’ın ‘Aylaklığa Övgü’sü gibi... Bir tür manifesto niteliği taşır bu övgü kitapları. Çünkü genel kabul görmeyen bir şeyi, inadına överek insanların gündemine taşımak isterler. Delilik ya da aylaklık, biri akla karşı, diğeri kapitalizmin emek ilkesine karşı önemli itaatsizliklerdir örneğin ve daha çok özgürlükle birlikte anıldıkları ve yaşamı çoğalttıkları için de övgüyü hak ederler. Ama ne tür bir delilik ya da aylaklık? Çünkü ne delilikler birbirine benzer ne de aylaklıklar... Yürüyüşlerin de birbirine benzemediği gibi.

‘Yürümeye Övgü’nün de aylaklık ya da deliliğe benzer bir yanı var. Çünkü modern insan, otomobil ve benzeri ulaşım araçlarıyla birlikte, binlerce yıldır sürdürdüğü yürüme etkinliğinden soğumuş ve bir teoriye göre, binlerce yıl sonra fiziksel olarak da yürümekten kurtulacağı evrimsel bir aşamaya gelebilirmiş. Evet, hiç yürümeyeceğimiz bir dünya, sadece zihinsel aktivitelerle yaşamımızı sürdüreceğimiz bir hayat, eğer gelişmeler böyle devam ederse çok mümkün. Hastalanan, acı çeken, yaşlanan, ruhun bir tür kafesi olarak düşünülen bedenden kurtulmak isteyebilir mi insanlık, doğadan kurtulmak için elinden geleni yaptığı gibi. Yürüme bantları sadece bir başlangıç...

Sigara fabrikaları inşa edip, sonra da insanları sigaradan kurtarmak için nikotin sakızları ya da bantları üreten fabrikalar inşa eden bir uygarlıkta, yürümeyi engelleyecek her şeyi yaptıktan sonra, sağlıklı yaşam için yürümenin yerine ne koyacaklar acaba? Kolesterol ya da tansiyon haplarının kullanımının artmasında, az yürümenin de etkisi olduğu kesin.

Barthes, “yürümek belki de en sıradan, en basit -mitolojik açıdan- eylemdir. Her düş, her ideal imaj, her toplumsal promosyon önce ayakları ortadan kaldırır (portrede olsun, otomobilde olsun)” derken, aslında işaret ettiği şey, tam da bu yaşadığımız süreç değil miydi? Düşünsenize egemenler, aşağı gördükleri sınıfları ‘ayaktakımı’ diye nitelendirmezler mi? Ayak, başın zıttı yerde yer alan ve başın hükmünde olan bir organdır çünkü. Uygarlıkta yürümek değersizdir. Krallar, firavunlar, kölelerin taşıdığı tahtırevanlarla hareket eder. Yürüyeceklerse bile, önlerine hani ödül törenlerinde gördüğümüz kırmızı halı benzeri şeyler serilir.

Yürümenin siyasal anlamı üzerine düşünürken, Mao’nun gerçekleştirdiği o Büyük Yürüyüş aklıma geliyor. 9.600 km. boyunca yürüyen 100 bin kişiden 10 bini tamamlayabilmiş bu yürüyüşü. Ya da Zapatistaların ‘Zapatur 2001’ adını verdikleri uzun yürüyüşe ne demeli? 3.000 km. yürüdüler 2001’de ve Mexico City’e vardıklarında yüz binler karşıladı bu yürüyüşçüleri. Ya da Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’nin yürüyüşü...

Toplumsal hareketlerin, yürüyüşlerle doğup geliştiğine dair daha yüzlerce örnek gösterilebilir. Yürümenin bireysel ve toplumsal hallerinin temelinde ‘hareket’ yatıyor çünkü. Hareket etmeyen bireyin ya da toplumun, kendisini değiştirebilmesi imkânsız.

Ben binlerce kilo metre yol yürümüyorum. Ama her yürüyüşümde, tıpkı bisiklet kullandığım zamanlarda olduğu gibi, içimdeki sıkıntının azaldığını, bedenimle, yürüdüğüm yolla, karşılaştığım insan ve nesnelerle birlikte düşünmeye başladığımı görüyorum. Çünkü, Le Breton’un dediği gibi “yürüyüş dünyaya açılmaktır.” Eğer insan ayağa kalkıp iki ayağının üzerinde yürümeseydi ortaya ne kültür, ne de sanat çıkardı. Yürümenin böyle bir antropolojik gizi de var. Yani beyin, ayakların yürüyebilmesi sayesinde gelişmiş antropologlara göre.

Yolun sonu değil de, yolun kendisi önemlidir Le Breton için. Bu yüzden etrafını görmeden koşuşturarak hedefine ulaşmaya çalışan insanların gerçekte yürümediklerini düşünerek onlar için hüzünleniyorum ister istemez. Işınlanmak mümkün olsaydı, sokaklarda kimler dolaşırdı acaba? Kimi Avrupa şehirlerine gidenlerin en çok şaşırdığı şey, sokakların boş olması değil midir? Sokakların yaşamadığı bir kentin, yaşadığını söyleyebilir miyiz? Simitçileri, ayakkabı boyacılarını, işportacıları gün gelip nostaljik şehir hatıraları olarak anacağımız günler de uzak değil.

Her zaman bir yaya olmak isteyen ve öldürücü yürüyüşlere çıkan Rimbaud’nun, bir kent yürüyüşçüsü olan Baudlaire’in ya da yürüyerek felsefe yapılması gerektiğini söyleyen Nietzsche’nin mutlaka bildiği bir şey vardı.

Bülent Usta (Birgün, 11 Haziran 2008)

KLASİKLERİ OKUMAK

Posted: by bülent usta in
0

Calvino ile düşünüyorum: “Klasikleri Niçin Okumalıyız?” Bu aynı zamanda bir kitap adı ve bugünlerde YKY tarafından yayımlandı. Gerçekten de yüz yıl evvel yazılmış bir romanı, sanki bugün yazılmış gibi, neden okuruz? Bir yapıtı, klasik yapan şey nedir ve biz neden dönüp dönüp okuruz onları?

Klasik denilince aklıma ilk gelen kitaplardan birisi Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sıdır. İlk gençlik döneminde okumuştum onu ilk olarak. Okurken adeta Raskolnikov’a dönüşmüş, dünyaya Raskolnikov’un gözünden bakarak anlamaya çalışmıştım. Hüzünlü ve umutsuz bir bakıştı bu, hatırladığım kadarıyla.

Daha sonra üniversite öğrencisiyken bir daha okumuş, bu defa eleştirel bir bakışla Raskolnikov’a dönüşmeden incelemiştim romandaki hayatı ve fikirleri. Tüylerim diken diken olmuştu karşılaştığım gerçeklikler karşısında. Ama romanda beni asıl meşgul eden şey, Raskolnikov’la Sonya’nın o tuhaf aşkı olmuştu. Raskolnikov, bir katildi ve suçunu itiraf etmek için seçtiği kişi de bir fahişe olan Sonya’dan başkası değildi. Ama Dostoyevski, Raskolnikov’un cinayet işleme sürecini ve Sonya’nın fahişeliğe nasıl itildiğini öyle bir bakış açısıyla veriyordu ki suç ve ahlak kavramları üzerine derinlemesine bir tartışmanın içinde buluyordu insan kendisini.

Bu arada, Raskolnikov uzak bir şehirde cezaevine girince, Sonya da peşinden gitmiş, onu ziyaret günlerinde ziyaret ederek temiz iç çamaşırı filan getirmeye devam etmiş ve derin bir suskunluk içinde büyük bir aşk yaşamışlardı. Bir yerde okumuştum, Dostoyevski’nin bu romanında mutlak aşkın peşinde koştuğunu. Hatta özel yaşamında da mutlak aşkı aradığını ve hayal kırıklıkları yaşadığını. Neden mutlak aşk peşinde koşmuştu Dostoyevski? Mutlak aşkta aradığı şey neydi? Ben de mi öyleydim ki Raskolnikov ve Sonya’nın aşkı beni bu denli derinden etkilemişti?

Şimdi “Suç ve Ceza”yı okusam kim bilir daha neler bulacaktım ve hangi sahneler kazınacaktı zihnime parça parça. Calvino’ya dönüyorum bunları düşünürken. “Dostoyevski"yi severim” diyor, “çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır”. Böyle söyleyince hınzırca gülüyor. “Gogol’ü de severim, çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Hemingway’i severim, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hüzün demektir. Stevenson’ı severim, çünkü sanki uçar. Conrad’ı severim, çünkü derin sularda seyreder ve batmaz. Tolstoy’u severim, çünkü kimi zaman ‘hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığını’ duygusuna kapılırım, oysa bir şey anladığım yoktur. Chesterton’ı severim, çünkü Katolik Voltaire olmak istiyordu, ben de komünist Chesterton olmak istiyordum. Kafka’yı severim, çünkü gerçekçidir.”

Böyle devam edip gidiyordu Calvino’nun sevdiği klasikler ve sevme nedenleri. Hatta Jane Austen’ı bile hiç okumadığı halde sevdiğini, var olmasından memnun olduğunu söyleyebiliyordu. Bir insan, bir romanı ya da yazarı niye sever? Bir kitabı okuma ya da okumama nedeni nedir? Bir insanın bir kitapta aradığı şey, onun hayatta aradığı şeye mi denk düşer?

Peki ya, hangi yapıt nasıl klasikleşir? Onda yılların yıpratamadığı şey nedir? Düşünsenize, belki her gün yüzlerce dilde yüzlerce eser yayımlanıyor. Ve yayımlandıktan bir süre sonra, hızla “unutulan eserler kütüphanesi”nde yerlerini almalarına ne demeli? Bir insan, ömrü boyunca kaç kitap okur ve okudukları arasında zihninde ve yaşamında kaç kitap yer etmiştir?

Günümüzde, edebiyatın endüstrileşme çabaları, pazarlama stratejilerini ön plana çıkardı ve okurda kitabın kaldıramayacağı yüksek beklentiler yaratılmaya çalışıldı. Örneğin bir roman çıkıyor ve yapılan söyleşiler, yazılar, televizyon programları bu kitapları ve yazarları öyle bir süslüyor ki o kitabı eleştirel bir bakışla irdelemek önemsizleştirilerek kitap bir pazarlama nesnesine dönüştürülmüş oluyor.

Adını hiç duymadığı bir yazarın kitabını almaktansa, televizyonda ya da basında sık sık karşılaştığı ve hakkında övgüler duyduğu bir yazarın kitabını almayı tercih ettiği için okuru suçlayamayız. Ama eğer edebiyat eleştirisi gerekli ilgiyi görse ve okuma eylemi bilinçli bir çabaya dönüşse, pazarlama stratejileri de belki yeni bir görünüme kavuşacak ve bir kitaba dair beklenti yaratmayı daha insaflı bir hale sokacak.

Örneğin bugün şiir değil de şair satıyor dediğimizde kim itiraz edebilir ki. Şiirin önüne şairin geçmesi, romanın önüne yazarın geçmesinin, uzun vadede şiire ve romana zarar verdiğini biliyoruz. Çünkü hem o şair, kendisini geliştirecek arayışlara yönelmek yerine, beklentilere göre davrandığı için şiirini geliştiremiyor hem de fırsat bulamayan pek çok kalem hayal kırıklıklarıyla baş etmeye çalışarak enerjisini piyasanın hay huyu içinde yitirebiliyor.

Calvino’ya dönüyorum bunları düşünürken. Bana bu düşündüklerin önemsiz şeyler, kafanı böyle şeylerle yorma der gibi bakıyor. Kendini yetiştirmiş bir okur ya da yazar, böyle tuzaklara düşmez. O her daim, bir kitaptan ne bekleyeceğini bilir.

Bak bana der gibi bakıyor yüzüme. Italo Calvino, edebiyatta hem bir editör, hem de bir yazar olarak ne yaptığını her zaman bilen birisiydi. Bunu, sadece romanlarına bakarak değil, “Klasikleri Niçin Okumalı?” adlı kitabında, klasiklere dair yaptığı ayrıntılı okumalarda da görebiliyor insan.

Keşke Calvino gibi, bizim edebiyatımızda da ne yaptığını bilenlerin sayısı artsa. Hırslar törpülense ve edebiyat gerçekten de yeterince ciddiye alınabilse. Televizyonlarda, rayting muzdaribi olarak kıyıya köşeye tıkıştırılan programlar, özensizce hazırlanmış dergiler ya da yayınlarla değil de, edebiyatı baş köşeye oturtan işler yapılsa bu ülkede, emin olun hayat birden zenginleşerek daha davetkar olacak bizlere.

Kitapta yer alan incelemeri okudukça, bende de klasikleri yeniden okuma telaşı başladı. Calvino diyor ya, “Klasikler, haklarında asla ‘okuyorum’ sözünü değil, genellikle ‘yeniden okuyorum’ sözünü işittiğimiz kitaplardır. Bir klasiği her yeniden okuma, ilk okuma gibi bir keşif okumasıdır.

Klasikler, bizim okumamızdan önceki okumaların izini üzerlerinde taşıyarak ve geçtikleri kültür ya da kültürlerde (ya da daha yalın bir dille, dil ya da görenekte) bıraktıkları izi peşlerinden sürükleyerek bize ulaşan kitaplardır.”

Ne dersiniz? Acaba Calvino’nun aklına uyup klasikleri yeniden okumalı mıyız? Sanırım, ben daha şimdiden Dante’yi buyur ettim. Peki ya Çernişevski’ye ne demeli? “Nasıl Yapmalı?” adlı romanının bize hâlâ bir şeyler söyleyebileceğine eminim.

Bülent Usta (Birgün, 4 Haziran 2008)

YÜRÜYEN KALDIRIMLAR

Posted: by bülent usta in
0

Kötü bir rüya gördüm dün gece. Kaldırımlar, yürüme bantları gibi hareket edip, beni varmak istediğim yere değil de başka bir yere götürüyordu ne kadar çaba göstersem de. Üstelik kaldırımları yoldan ayıran görünmez bir duvar yüzünden başka bir kaldırıma ya da yola da çıkamıyordum. Beni ya işyerime ya da iş çıkışı eve götüren, hafta sonları da yine iş arkadaşlarımı göreceğim bir eğlence mekânına bırakan bir kaldırım.

Gerçekten berbat bir kâbustu benim için. Sonra bu kâbus üzerine düşünmeye başladım ve bunun aslında bir modern kent projesi olabileceği aklıma geldi. Çünkü zaten çoğumuz böyle yaşamıyor muyduk. Ev ve işyeri arası ya da sürekli gittiğimiz birkaç mekân ve işte ortaya steril bir şehir hayatı çıkıyordu. Bu şartlar altında neden mümkün olmasındı ki yürüyen kaldırımların adımlara hükmettiği parlak bir gelecek. Kaldırımlar, üzerinde yürüyen kişinin ayakkabısına yerleştirilmiş bir çip sayesinde gerekli verileri alıp en kısa sürede o kişiyi varacağı yere ulaştırabilirdi mesela. Duruma göre, eğer o kişi bir suçluysa ya da suç işlemeye meğilliyse, kaldırımın yönü doğrudan karakola çevrilebilir ve kişi, yetkililere teslim olmaya zorlanabilirdi. Ya da tam tersi, bir tehlike anında, ışık hızıyla onu güvenli bir bölgeye bırakarak bir hayat kurtarabilirdi. Evet, saçmaladığımı düşünüyorsunuz. Ama bu fikrin, yurttaşlar için daha güvenli, daha sağlıklı ve daha ekonomik olduğu yönünde bir anlayış oluşur ya da oluşturulursa neden olmasındı ki. Hayatımızdaki pek çok şey bu sayede mümkün olmuyor muydu?

Kolumun altında kalın bir kitap, sokakta yürüyordum. Bırakın yürüyen kaldırımları İstanbul’da kaldırımda yürümek bile artık bir hayal. Koca şehir, bir otopark görünümünde olduğu için, kaldırımlar arabalara tahsis edilmiş, yayalar da kapağı olmayan rögarlara ve trafiğe dikkat ederek yürümek zorunda kaldıkları yollara. Yürürken, bir tür mahallenin delisi sayılabilecek Cevat Abi takıldı peşime. Gözü, kolumun altındaki kalın kitapdaydı. Zor da olsa kitabın adını okuyuverdi: “Devlet Gibi Görmek”. Okuyunca, bir an kolumdan tutup beni durdurdu. “Bu çok gizli kitabı nereden buldun” diye sordu. “Kitapçılarda satılıyor Cevat Abi” dedim. “Versus’tan yeni çıktı. James C. Scott’ın bu kalın kitabı, modern devletin toplum mühendisliği projelerinin tarihini, yapısını ve işleyişini çözümlüyor ve toplum mühendisliğinin nelere mal olduğunu ve ucunun nerelere vardığını çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Zorunlu göç politikaları ya da nüfus sayımlarının gerçekte nelere hizmet ettiğinden, soyadı uygulamaları ile kıyafet ya da ölçü birimleri arasındaki ilişkiye kadar pek çok şeyin bu mühendisliğin ürünü olduğunu ve üst bir tasarıya dayandığını okumak gerçekten şaşırtıcı sonuçlar doğuruyor insanın zihninde.”

Cevat Abi, tam bir düzen müptelasıydı. Hiçbir şey yapamazsa, bir düdük alıp mahallemizden geçen arabaları bir düzene sokmaya çalışırdı. Çöp bidonlarımız bile, Cevat Abi sayesinde bir düzene kavuşmuş, her köşebaşında belirli bir simetri gözetilerek yerlerini almışlardı. Anlattığım şeylerden kafası karışmıştı. “Sen şimdi devleti gördüğünü mü iddia ediyorsun?” “Neden göremeyeyim Cevat Abi?” “Sen değil, devlet seni görür. Şu an bile bizi izliyordur.” “Bizi izliyor olması, bizim onu görmemize engel değil ki?” “Peki söyle bakalım, devlet şimdi ne yapıyor öyleyse?” Cevat Abi, iyice karıştırmıştı mevzuyu. “Bak gördün mü” dedi, “devletin ne yaptığını bilemiyorsun. Ama o bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı gayet iyi bilir.” “Sen nereden biliyorsun bunu” dedim. Şöyle bir durup gözlerini büyük bir ciddiyetle üzerime dikerek: “Çünkü ben devletim” demesin mi? Aslında bu dediği şeyde bir gerçeklik payı da yok değildi hani. Evet, devlet içimizdeydi. Çocukluktan başlayarak eğitim gibi kurumlar aracılığıyla, toplumsal ve psikolojik araçları seferber ederek bize şekil veren, defolu olanlarımızı cezaevleri ve akıl hastanelerine yollayarak işlevsizleştiren bir güç olarak tarif edenleri de düşününce... Aydınlarımız bile, devlete ne yapması gerektiği konusunda birbiriyle yarışırcasına akıl vermiyorlar mıydı, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Aslında herkes, devlet gibi görmek konusunda yarış halindeydi ve bu yarış, devletin yüce çıkarlarından çıkarları olanların bir kapışması haline de dönüşebiliyordu çoğu zaman? Bunun, yani devlet gibi görmenin rasyonel bir tavır olduğu konusunda herkes hemfikirdi sonuçta. Halbuki, devlet gibi görmek sadece tarihsel bir kurgudan ibaretti ve sürekli olarak açık veriyordu yaptığı yanlışlarla. O yanlışları da başka yanlışlarla örtmeye çalıştığı için daha da paranoyak bir hale geliyor ve çırpındıkça bataklığa gömülen bir dinazoru andırıyordu sanki. Ama bu bataklık kan ve gözyaşıyla dolu olmalıydı ki sadece 20. Yüzyıl"da devlet politikaları yüzünden ölen insan sayısı 150 milyonu bulmuştu. Hangi salgın hastalık ya da deprem, 150 milyon insanı bu kadar kısa bir süre içerisinde öldürebilirdi ki. Üstelik bunlar sadece ölülere dair yaklaşık rakamlar. Sakat kalanların ve doğadaki diğer canlılara verilen zararların çetelesi tutulsa, ortaya çok daha büyük bir dehşet manzarası çıkarılabilirdi. Modern devletin, taşa şekil veren bir heykeltıraş gibi topluma şekil vermeye çalışması, her zaman için hüsranla sonuçlanmaya mahkûm. Çünkü insan, mutlak bir sistem içerisine hapsedilemeyecek kadar sürprizlerle dolu bir varlık ve sanat, bu sürprizlerle dolu insan varlığı sayesinde hayat bulup, hayat veriyordu yüzyıllar boyu.

“Cevat Abi, madem devlet benim diyorsun. Bana devlet gibi bir baksana.” Cevat Abi, ben böyle söyleyince kaşlarını çatarak dik dik bana bakmaya başladı. Ama bu dik dik bakma hali komik bir şeye dönüştüğü için ister istemez korkunç bir gülme krizi tuttu beni ve benim bu kriz geçirir gibi gülmeme Cevat Abi önce epey bozulsa da, sonra o da kaş çatmayı bırakıp benimle birlikte kahkaha atmaya başlamasın mı? Biz iki deli gülmekten karnımıza ağrılar girerek kaldırıma oturmuştuk ki bu gülme krizi kaldırımın hareket etmesiyle son buldu hemen. Evet, kaldırım bir an hareket eder gibi olmuştu ve ikimiz birden kalakalmıştık öylece. Dün gece gördüğüm kâbusun karanlık hissi, bu hareketle çöküvermişti üzerime. Acaba nereye gidiyorduk?

Bülent Usta (Birgün, 28 Mayıs 2008)

ÖLÜM ÇUKURUNDA...

Posted: by bülent usta in
0

Bu sabah, savaş uçaklarının çıkardığı sesle uyandım. Tam yatağımın üzerinden geçiyorlardı. Eğer onların öldürmek için havalandığını düşünmesem, gördüğüm şeyden bir hayranlık da duyabilirdim korkuyla karışık. II. Dünya Savaşı’nda ABD, sadece Japonya’ya yüz binlerce ton bomba atmış. Şimdi de Irak’ı bombalıyor. Vietnam’dan Irak’a ABD ordusuna ait uçakların attığı bomba sayısı ne kadardır diye düşündüm. Ve daha kaç milyon ton bomba atacak dünyayı barış dolu bir yere çevirmek için? 1 Mayıs’ın huzurlu bir biçimde kutlanması için atılan binlerce gaz bombasını anımsadım sonra ve daha başka şeyleri.

Özellikle sabahları çağrışımsal açıdan zengin bir ruh hali içinde olurum. Uyku ve uyanıklığın, rüya ve gerçekliğin henüz birbirinden kopamadığı sabahın bu erken saatlerinde... Penceremden sokağa bakınca, omuzları düşmüş yürüyen şu gözlüklü adamı Max Frisch’e benzetmiştim örneğin. Neden Sabahattin Ali ya da başka birisine değil de Max Frisch’e. Sanırım onu dün gece rüyamda gördüğüm için. YKY’den bugünlerde çıkan ‘Günlükler’ini okuyordum ve bu gizemli romancının iç dünyasına öyle bir dalmıştım ki şimdi neredeyse onun evimin bulunduğu sokakta yürüyebileceği bile aklıma gelebiliyordu. Halbuki 1991 yılında 80 yaşındayken kanserden ölmüştü Max Frisch. ‘Malina’ adlı o unutulmaz romanın yazarı Ingeborg Bachmann’la bir aşk yaşadığını ve onunla birlikte aldığı bir ceketi, üstünde paralanana kadar çıkarmadığını okumuş ve onu hep bu ayrıntıyla birlikte hatırlar olmuştum. Hiç üzerinizden çıkarmak istemeyeceğiniz bir ceketiniz oldu mu? O ceketi üzerinizde taşıdığınız gibi yüreğinizden çıkartamayacağınız bir aşk... Umutsuz bir aşk olmalıydı onlarınki... Belki o umutsuz aşk, Bachmann’a ‘Malina’yı yazdırtmıştı, kim bilir... Ya da onları bu kadar umutsuz yapan, II. Dünya Savaşı’na ve insanın insana neler yapabileceğine tanık olmalarıydı. Peki bugün yaşanılanlar farklı mıydı? Hatta daha kötüsü, insanlar kirli iktidar oyunlarının gerçek bir seyircisi haline getirilmiş, sırlarla dolu bir dünyaya hapsedilerek birbirlerinden olduğu kadar kendilerinden de soyutlanmamışlar mıydı? Gerçeklik duygusu, sürekli bir kuşku çemberi içinde dağıtılıp yeniden yaratılıyor ve yaşanılan her gün dünya daha kötüye giderken sanal bir iyimserlik duygusuyla kitleler oyalanmıyor muydu? Dinci, ulusalcı ya da liberal karın ağrılarıyla ve yalanlarıyla yaşamaya alıştırılan bir toplumda sanatın yeri ve önemi üzerine belki daha çok kafa patlatmak gerek. Bunun için alışıldık kaynakların dışına çıkmak ve belki tüm kalıpların dışında bir düşünce yöntemi geliştirerek her şeyi etraflıca düşünmek... Çünkü gerçek, aslında o kadar da uzakta ve karmaşık değil... Onu karmaşıklaştıran ve bizden uzaklaştıran, algılarımıza ve iç dünyamıza hükmetmeye çalışan ölümden yana güçlerin korkuları sadece. En azından Max Frisch, kulağıma böyle fısıldamıştı rüyamda karşılaştığımız zaman.

Max Frisch’i gördüğüm rüya, düşündükçe gözümün önünde canlanıyor ve her ayrıntı tüylerimi diken diken yapmaya yetiyordu aslında. Bir çukurda karşılaşmıştık onunla... 1950’de, Güney Kore ordusunun binlerce solcu muhalifi öldürüp attığı bir çukurda... Neden bu çukurdaydık? ABD ordusunun arşivinden çıkmış bu fotoğrafları gazetelerde görmüştüm daha yeni. Yüzlerce ceset, tepeleme yığılmıştı bu çukurlara. Bana o çukurda şunları söylemişti Max Frisch: “Sadece kendini düşünen bir halk için ancak iki şey mümkündür: Ya dünyaya hükmetmek ya da sefalet.” “Dünyaya hâkim olmak defalarca denenmişti Bay Frisch. Hâkim olma çabasının, halklara sadece acı ve ölüm getirdiğini görmüyor mu hiç kimse?” “Evet, şimdi karşımızda duran şey sadece sefalet. İnsanın umutlarını kıran şey ise, yaşanan tüm sefaletlere karşın, bu sefaleti yaratan milliyetçilik ya da kapitalizm gibi söz konusu düşünce biçimlerinden kurtulmayı bir türlü başaramayışımız. Gittikçe dibi boyluyoruz ve dünyanın değişik bölgelerinde, bu ölüm çukurlarının benzerleri kazılmaya devam ediyor hâlâ, daha eskilerinin üzeri kapatılmamışken. Böyle giderse, bütün dünya, insanlığın tüm değerlerinin gömüldüğü bir ölüm çukuruna dönüşecek.”

Max Frisch’i gördüğüm bu rüya bir kâbustu. Ama sadece bir kâbus muydu? Gerçek değil miydi? Dünyanın pek çok yerinde ölüm çukurlarının kazılmasına devam edilmiyor muydu? Bir tarafta havai fişeklerle gökyüzü renklere boyanırken, bir tarafta füzeler gökyüzünü delik deşik ederek kendi renk cümbüşlerini yaratmıyor muydu?

Max Frisch’in ‘Günlükler’inde aşktan Avrupa kentlerinde karşılaştığı insanlara ve olaylara kadar bambaşka ayrıntılar da vardı. Ama neden, Max Frisch’le kıskançlık ya da tiyatro üzerine değil de dünyanın geleceğine dair umutsuz bir sohbetin içinde bulmuştum kendimi? Okuduğum her kitap, okuduğum zamana göre bana farklı şeyler söylediği için mi?

Hayır, Max Frisch kadar umutsuz hissetmiyorum kendimi. Eğer gerçeğe ulaşmanın yolu, umutsuzluktan geçiyorsa kabul. Yalanlar ve boş umutları üzerimden silkip atabilmem için umutsuzluk, bir zehirin panzehire dönüşmesi gibi beni kendime getirecekse mesele yok. Ama umutsuzluğu başka insanlara bulaştırarak nihilizmin sefaletinden ve gücünden yüce anlamlar devşirmekse, bunun sadece ölümden yana güçlerin işini kolaylaştıran, dünyanın devasa bir ölüm çukuruna dönüşmesine yardımcı olan bir katkı olduğu da açık.

Hayır, Max Frisch de umutsuz değildi. Sadece yaşamı ciddiye aldığı için o çukurda onları söylemişti. Kitabındaki şu cümleler onun umutsuz olmadığına dair iyi bir örnek: “Bizi ilgilendirmeyen bir şeyin bize ulaşmadığına, kendimizi değiştirmediğimiz takdirde başka hiçbir şeyin bizi değiştirmeyeceğine olan basit güven olmadığı sürece nasıl sokakların çılgınlığına dalabiliriz.”

Kendimizi değiştirmek, sadece kendimizi değil, dünyayı da değiştirecek bir büyünün başlangıcı aslında. Ve sokakların çılgınlığı...

Bülent Usta (Birgün, 21 Mayıs 2008)

SIZINTI

Posted: by bülent usta in
0

Oturmuş pencereden güneşin doğuşunu izliyorum... Doğaüstü bir şeyler hissederim sanki böyle anlarda... Bilmem siz inanır mısınız doğaüstü şeylere... Örneğin masallara... Ben, bir masalı masalmış gibi okuyamam bir türlü. Sanki o yazılanların tümü olmuş gibi gelir bana. Hatta şu an pek çok yerde pek çok masalın yaşandığını da düşünürüm. Masallara inanmak, gelecek güzel günlere inanmak gibi bir şeydir çünkü. Masal mı, gelecek güzel günler? Derler ya “masal anlatma”, gerçeklerden bahset... Gerçek dedikleri de, “insan, insanın kurdudur” ideolojisinden başka bir şey değildir oysa. Ben, masallara inanırım. Ama aklıma hani şu Tanrı’ya değil de tarla kuşlarına inanan şair gelir böyle anlarda. Hayallerin, gerçeklerle yapıldığını bilecek kadar gerçekçi olduğum için inanırım masallara. O şair de buna inanmış olmalı ki, şiirle devrim yapmaya kalkışmıştı. İşte öyle doğaüstü bir an yaşıyordum güneş doğarken. Ama güneş, dağların denizlerin ardından değil, dağ gibi apartmanların ardından doğuyordu benim için. O doğdukça, apartmanlar dahil ne varsa uyanıyordu gizliden gizliye. Ama güneşin doğuşunda bir tuhaflık vardı. Daha bir parlaktı sanki güneş, daha bir yakın. Düşle gerçekliğin birbiri içinde eridiği bir anı yaratıyordu sanki güneş. Tam ben bunları düşünürken, açık olan pencereden bir çekirge girdi içeriye. Şehrin göbeğinde kocaman bir çekirge... Şaşkınlıkla çekirgeye yönelmiştim ki, o çekirgede bir tuhaflık olduğunu hissettim hemen. Sonra o çekirge, yavaş yavaş küçük bir kıza dönüşüvermesin mi, tıpkı masallardaki gibi.

“Ben Ofelia” dedi küçük kız. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı, ama bakışları gerçekten de tuhaftı. Her şeyi biliyormuş, her şeyi görüyormuş gibi bakıyordu bana. “Benim bu sabah buraya geleceğimi biliyordun değil mi” dedi, şaşkınlığıma anlam veremeyip. “Bilmem. Sence biliyor muydum?” “Evet, biliyordun. Siz insanlar, bazen bildiklerinizi unutabiliyorsunuz. Düşlerden uzak renksiz hayatınızı sürdürebilmek için unutmak işinize geliyor çünkü. Kolayına kaçıp her şeye alışıyor, kendinizi gerçek dediğiniz gerçeğe dönüşmüş büyük yalanlara teslim ederek teselli buluyorsunuz. Ama başka yerlerde bambaşka hayatlar yaşanıyor.” “Ben bir yazarım. Bu dediklerini elbette biliyorum. Bana bunu söylemek için mi geldin?” “Hayır. Sana şehrin görünmeyen duvarlarında büyük bir sızıntı olduğunu haber vermek için geldim.” “Ne demek istiyorsun Ofelia? Nasıl bir sızıntı bu?” “Kan gibi desem değil... Gözyaşı gibi desem değil... Tanımlanması zor bir sıvı, akıyor şehrin içine; hem kana, hem de gözyaşına benzeyen...”

Ne demek istediğini anlıyordum sanki. “Öyleyse vakit geldi diyorsun.” “Hayır... İnsanlar görmüyor bir türlü bu sızıntıyı... Duvarlar yıkılınca başlarına, kan ya da gözyaşına benzeyen o sıvı onları ağır ağır içine çekip nefes alamaz hale getirince fark edecekler her şeyi... Sokaklardaki insanların yüzlerini görmüyor musun? Yorgun, endişeli yüzlerinde gülmenin izlerinin yavaş yavaş silindiğini... Karamsarlığın kara bir bulut gibi yüzlerini örttüğünü.” “Görüyorum elbette. Neye güveneceklerini bilmiyorlar çünkü Ofelia. Nereye varacak bu ekonominin sonu? Ya bu savaş? AB hayalleriyle oyalanıyor insanlar. Tersanelerde işçiler ölüyor bir yandan. Taksim kabusunun izleri silinecek miydi kaldırımlardan? Daha doğmamış çocuğunu nasıl sigortalı yaptıracağını düşünüyor insanlar. Sırf farklı düşündükleri için linç korkusuyla yaşayanlar da var.”

Ofelia’nın adı bana çok tanıdık geliyordu. Guillermo del Toro’nun filmini anımsadım bir an. 2007 yapımı “El Laberinto del Fauno”, yani “Pan’ın Labirenti” adlı fantastik filmini. Ofelia, oradan geliyordu muhtemelen. 1944 faşist İspanyasında geçiyordu o film. 10 yaşında yetim bir kız olan Ofelia’nın annesi, diktatör Franco’nun yüzbaşılarından birisiyle evlenmiş ve o yüzbaşının peşinden, ormanlarla çevrili bir kasabaya taşınmışlardı. Ormanda anarşist çeteler vardı ve yüzbaşı işkence ve katliamlarla o çeteleri yok etmekle görevliydi. Üstelik Ofelia’nın annesi, o yüzbaşıdan hamileydi. Ofelia, kitap okumayı, özellikle peri masallarını okumayı seven bir kızdı ve birgün ormanda bir Pan, onunla temasa geçerek, ölmüş babasının periler dünyasındaki krallığına gidebileceğini, bunun için tıpkı masallardaki gibi bazı engelleri aşması gerektiğini anlatmıştı. Film, bir yandan gerçek dünyada faşistlerle halkın mücadelesini, bir yandan da bir masalın içinde iyilerle kötülerin mücadelesini aktarıyordu. Ne zaman gerçek dünyada işler kötüye gitse, masal dünyasında da işler kötüye gidiyordu. İzlediğim zaman beni çok etkilemişti bu film. Ve baş kahramanı Ofelia, bir çekirge görünümünde odama girip bana masal dünyasından haber veriyordu şimdi.

“Ofelia, sence ne yapmalıyız bu sızıntıyı önlemek için?” “Bir şehir, bu kadar korkuyu, acıyı ve umutsuzluğu daha fazla taşıyamaz içinde.” dedi ve sustu Ofelia. Gazetelerde her gün cinayet, tecavüz haberlerine daha çok rastlıyorduk artık. Şehrin görünmeyen duvarlarında gerçekten bir sızıntı olmalıydı. Yoksa Ofelia, ne diye kalkıp gelsindi ki, annesini ve babasını o peri masalında bırakıp. “O sızıntıyı önlemek, yine siz insanların işi. Biz masal ve roman kahramanları, sadece sizi uyarabiliriz. Ama sanırım, kötülükler prensinin insanları lanetleyen o kara büyüsünden kurtulmanız gerek. İnsanı, yaşadığı topluma ve doğaya karşı yabancılaştıran, iktidar ve güç hırsıyla yanıp tutuşturan o kara büyüyü def etmediğiniz sürece, o sızıntı gittikçe büyüyecek ve kana ya da gözyaşına benzeyen o sıvı sizi yutup karanlığa götürecek.”

Ofelia, daha fazla konuşmak ister gibiydi, ama güneş doğuşunu tamamlamadan gitmesi gerekiyordu. Bir çekirge olup penceremden güneşe doğru zıplarken, şehrin görünmeyen duvarlarından sızan o sıvıyı, kendi yüzümde de hissettim. Bir şeyler yapılmalıydı, hem de hemen...

Bülent Usta (Birgün, 14 Mayıs 2008)

BİR ARAYIŞ HİKâYESİ

Posted: by bülent usta in
0

Yıllar sonra birgün, bir sokakta karşılaşacağımız hiç aklıma gelmezdi. Bir Mayıs için İstanbul’a gelmiş olmalıydı, çünkü başının üstünde uçan bir kelebek vardı. Adını bilmiyordum. Yıllar önce karşılaştığımız o gün de bilmiyordum. Bir ada gereksinimi yoktu galiba. Ya da yarattığı imgeye bir ismi sığdırmak güç olduğu için belki de. Romancılar, yarattıkları karakterlere isim vermekte zorlanırlar çoğu zaman. Ama işin ilginç tarafı, bu kadın bir roman karakteri değildi. Beni görünce tanıyacağını ummamıştım. Çok uzaktan selam vermişti, sanki 15 sene öncesinden.

15 sene evvel, bir kış günü, Anadolu kentlerinden birisinin tren garında karşılaşmıştım onunla ilk. İkimiz de akşam vakti bizi Ankara’ya götürecek treni bekliyorduk. Ama sanki beklemiyorduk da. Çünkü o kentten bizi götürebilecek bir tren olduğundan şüpheliydik. Bana saati sormuştu, kendi kolunda saat olmasına rağmen. Saati durmuş olmalıydı. Zamansız bir boşluğun içinde, bana saati sorarak belki de bir yardım talebinde bulunuyordu. Tabii o zaman bunu anlayamamıştım. Bana saati soran o kadının işkence görmüş bir kadın olduğunu da bilmiyordum o an. Kış olmasına rağmen, üzerindeki yazlık entari dikkatimi çekmişti sadece.

Şimdi iyi görünüyordu. En azından havanın serinliğinden korunabileceği bir mont vardı üzerinde. “Hatırlıyor musun o günü” dediği zaman, yanındaki ağır çekim bir film karesindeymiş gibi hareket eden o adamı, trene biletsiz bindiği için kondüktörle tartışmasını ve ertesi gün, yine aynı trende karşılaşmamızı, tren yolculuğu boyunca anlattığı hikâyesi canlanıvermişti gözümde.

“1 Mayıs’a mı geldin” diye sordum. “Hayır, birisini arıyorum” dedi. 15 sene evvel de o tren yolculuğunda böyle demişti. “Kim o birisi” diye sordum ona. “1 Mayıs’ta Taksim’e çıkacağını duydum onun. Bu defa onu görebileceğimi umuyorum.” dedi. “Ama bu kalabalık ve keşmekeş içinde onu bulman zor” dedim. “Biliyorum” dedi “ama onu bulacağım.” Onu tanıyan başka insanlar da tanımıştım. Gördüğü işkenceler sonrasında akıl sağlığını yitirdiğini söylemişlerdi. O yıllarda sürekli olarak yaz-kış trenlerde aramış o birisini. Ne adını söylüyor ne de tarif ediyordu aradığı kişiyi. Sadece arıyordu. Yoksa diye düşündüm bir an, acaba aradığı kişi kendisi miydi?

“Devlet, atılan bu gaz bombalarına benziyor” dedi bir an. Etrafımızı kuşatan, boğan, canımızı yakan bir canavara dönüşmüş o sis bulutu içinde kilitlenip kalmıştık. Coplar, panzerler arasında, o hâlâ onu arıyordu. Gözleri yansa da, gözlerini açıp tek tek insanların yüzüne bakmaya çalışıyordu. “Ama biliyor musun” dedi, “onu bulduğum zaman gideceğiz buralardan. Başka bir yere gideceğiz. Gaz bombalarının, feryatların, kuşatmaların olmadığı bir yere. Ve biz oraya gidince, bunların hepsi uçup gidecek bu dünyadan. Ama onu bulamazsam, her şey olduğu gibi olmaya devam edecek. Bunun nasıl büyük bir keder olduğunu tahmin edebiliyor musun? İnsanlar, tüm o işkencelere ve acılara, bu yüzden katlanıyor. Tüm o kitaplar bunun için yazılıyor. Sen, bunun için yazıyorsun.” Ne demek istediğini anlamıyordum. “Peki neden onu trenlerde aramaktan vazgeçip 1 Mayıs alanlarına çıktın.” “Çünkü bana öyle söyledi” dedi. “Nasıl sana söyledi?” “Benimle iletişim kuruyor kitaplar, müzikler, yağmurlar ve rüzgârlar aracılığıyla.” “Sana 1 Mayıs’ta Taksim’de olacağını mı söyledi?” Şaşkınlığım gittikçe artıyordu. Akıl sağlığını yitirmiş birisi olduğunu düşünüp sözlerini ciddiye almayabilirdim. Ama tam tersine, onunla birlikte ben de aramaya başladım. Yaşadığı bir hayaldi belki ama ne hayal değildi ki ya da ne gerçek? Tek tek insanların yüzüne bakarken, tıpkı onun dediği gibi herkesin birisini arıyor olduğunu gördüm. Belki birbirini arıyordu insanlar. Belki birbirlerini bulmalarını engellemek için yollanmıştı bu korkunç adamlar. Belki de bu yüzden bu denli inanılmaz bir telaşa ve nefrete kapılmış, hareket eden her şeye saldırıyorlardı. Biz, kendimizi aramaya öyle bir kaptırmıştık ki bir süre sonra bu defa 15 yıl önce olduğu gibi yine birbirimizi kaybetmiştik. Yuvarlandığım yerden kalktığım zaman, o gaz bulutu içinde onu bulamamıştım. Acaba aradığı kişiyi bulup bahsettiği o yere mi gitmişti? Eğer gittiyse, sokaklarda bu polislerin ne işi vardı? Öyle söylemişti çünkü: “Başka bir yere gideceğiz. Gaz bombalarının, feryatların, kuşatmaların olmadığı bir yere. Ve biz oraya gidince, bunların hepsi uçup gidecek bu dünyadan.” Ama onlar buradaydı. Burada olması gereken işçilerin yerine yine onlar vardı.

Meydandan ayrılırken, 2009 1 Mayıs’ında onu yine burada bulacağımı biliyordum. Arayan herkes gibi...

Bülent Usta (Birgün, 7 Mayıs 2008)

1 MAYIS’IN DERİNLİKLERİNDE...

Posted: by bülent usta in
0

Üç kulaklı bir kedi olan İvam’la 1 Mayıs’ın derinliklerinde dolaşıyorduk. Karşımıza romanlar, şiirler, filmler çıkıyordu. Yaşanan sürece bakıp hem acı çekiyor, hem de bugünün anlam ve önemiyle coşkuya kapılıp neşeleniyorduk. Atılan sloganlar, rengârenk pankartlar sarıyordu etrafımızı. Sonra atılan bombalar, coplanan kalabalıklar çıkıyordu bir anda karşımıza...

“1 Mayıs işçi bayramı mı” diye sordu şaşkınlıkla üç kulaklı bir kedi olan İvam. “Bayramsa, neden insanlar öldürülmüştü önceki yıllarda. Bayramsa, bunca gaz bombası ne diye atılıyordu kitlelerin üzerine. Neden copla bayıltana kadar, kafa göz yara yara dövülüyordu işçiler meydanlarda? Neden korkuyordu egemenler bu bayramdan? Neden işçiler rahat bırakılmıyordu bir türlü?”

“Yıllar evvel Ankara Kızılay’da bir nümayiş (gösteri) düzenlenmişti İvam. O günün akşamı haber bültenlerinde kırılan camların hesabı tutularak, nümayişin belediyeye maaliyetinin 86 bin YTL olduğu söylenmiş, nümayişçilerden serserilermiş gibi bahsedilmişti. Yine aynı haber bülteninde milyon dolarlık dolandırıcılıkla ilgili olarak bir işadamı hakkında bilgi veriliyordu ama bu defa o işadamı neredeyse mağdur birisiymiş gibi anlatılmıştı uzun uzun. Benzer bir şeyi, 1 Mayıs’ın tatil edilmesi konusunda da yaşadık. Hükümetin bir günlük tatile çıkarttığı fatura, sözkonusu işçiler olunca epey kabartılmış, katrilyonlara kadar varmıştı.”

İvam acı acı güldü, ben bunları söyleyince. “Hem emekçilerin haklarını gaspet, hem uluslararası meşruluğu ve önemi tartışılmayan 1 Mayıs’ta onları gaz bombalarıyla, coplarla karşıla, hem de bir de üstüne üstlük hakaretlerle, tehditlerle kutla bayramlarını. Sonra da demokratlıktan filan bahset. Bence onlar da farkında bu yaman çelişkinin. Peki gerçekte korktukları şey ne? İşçilerin can güvenliği için mi endişeleniyorlar gerçekten?”
“İvam, öyle bir endişeleri varsa, Tuzla’da işçiler ölürken neredeydiniz diye sormazlar mı onlara? Bir bayram alanında gaz bombaları, panzerler ne arıyor öyleyse? Korktukları şey ne? Elias Canetti’nin, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Kitle ve İktidar’ adlı kitabını okumuştum. Özelliklerine göre ‘kapalı’ ve ‘açık’diye iki farklı kitle tanımından bahsediyordu kitapta Canetti. Açık kitleler bir kere büyümeye başlarsa önüne geçen her şeyi içine alarak büyüme, yayılma, iktidarları söküme uğratma, nesneler dahil özneleri kaynayan bir kazan görünümündeki bir alanda (ya da bir alanlar toplamında) toplayıp dönüştürebilirmiş. Canetti’ye sorsak, bu yüzden korkuyorlar derdi bize. Ezilenlerin özgüveninin güçlenmesinden, bir suçluymuş gibi, önemsiz insanlarmış gibi yaşamaktan bir araya gelerek kurtulabileceklerinden... Peki bu kadar kolay mı gerçekten dönüşmek, dönüştürmek...”

“İktidarlar, nümayişlerden bu kadar çok korkuyorsa, bir bildikleri var gibi geliyor bana. Eğer işçiler, ezilenler meydanlara çıkmayı bir alışkanlık haline getirir, en az iktidarlar kadar nümayişleri ciddiye alırlarsa, durum onlar için korkutucu olabilir gerçekten. Yoksa üç-beş liseli gencin basın bildirisi okumasına bile tahammül edemeyip, tekme-tokat gözaltına almazlardı onları. Bir bildikleri var ve ezilenler onların bildiği şeylerin yeterince farkında değilmiş gibi geliyor bana. Farkında olurlarsa, nümayişleri daha örgütlü, daha yaratıcı, daha şenlikli ve daha etkili kılabilirler ve iktidarların korkusu daha bir artar bence.”

“İvam, nümayişlerimizin yeterince etkili olamamasının pek çok nedeni var senin de bildiğin gibi. Türkiye’de nümayiş kültürü askeri darbeler, uzun yıllar süren soğuk ve kirli savaş süreçlerinin etkisiyle sakat bırakılmaya çalışıldı hep. Bir nümayişe katılmanın Türkiye gibi bir ülkede her zaman tehlike arz eder bir hale getirildiğini düşünürsek, bu durumun kimlerin işine yaradığını ve neyin amaçlandığını da daha iyi görebiliriz. Nümayiş tarihimize şöyle bir bakınca bile, insanın yüreği kabarıyor. Yürüyüş yapan öğrencilerin üzerine bomba atmaktan, 1 Mayıs’ta on binlerce işçinin üzerine rasgele ateş açmaya kadar, Türkiye’de nümayişleri engellemek için hemen hemen her tür yöntem denenmiş bugüne kadar. Aslında engellenmek istenen nümayişler değil de, ezilenlerin kurtuluş umudu ve direnciymiş gibi geliyor bana. Ama her tür zorbalığa ve baskıya rağmen, yine de her 1 Mayıs özgürlük ve eşitlik için yürüdü insanlar. Yürüdükleri yer sadece bir sokak ya da cadde de olmadı hiçbir zaman. Onlar, bir tarihin içinde yürüdüler ve yarın 1 Mayıs’ta yürüyüşlerine kaldıkları yerden devam edecekler.”

İvam’la sohbetimiz uzadıkça uzadı. Öyle ki bir ara İvam, 1886’da Luizvil’de gerçekleşen grevden, çalışma koşullarının ağırlığı ve çalışma saatlerinin yüksekliğinden dolayı ölen ve sakat kalan arkadaşları için 1 Mayıs günü meydanlara dökülen işçilerden bile bahsetmeye başladı. O yıllarda ABD’de yoğun bir biçimde yaşanan ırkçılığa rağmen, siyah ve beyaz ırktan işçilerin ilk defa yürüdüğü o büyük günü, öyle güzel anlatıyordu ki, beni de kendisi gibi coşturmayı başarmıştı. Ezilenlerin ırkının, dininin, dilinin, boğazlarından geçen ekmek gibi ortak olduğunu düşünen; ırkçılığın, dinciliğin ve benzeri ayrımların onları sadece bölmeye, korkutmaya, sindirmeye, oyalamaya yaradığını fark edişlerinden; güçlerini birleştirmedikleri sürece, yoksulluğu ve sefaleti bir kadermiş gibi yaşamak zorunda kalacaklarını bilen o işçilerden bahsederken, tüm acılara rağmen, tarihin derinliklerinden bugüne kadar taşınan umudun sahiciliğini daha iyi gördüm. 1 Mayıs’ın derinliklerinde büyüyen umudu...

Bülent Usta (Birgün, 30 nisan 2008)

NEDEN?

Posted: by bülent usta in
0

En az hayatın kendisi kadar tekdüze olan sanat, hayat ile aynı sokakta yaşıyor; fakat farklı odalarda oturuyorlar” diyen Fernando Pessoa’ya katılmamak imkânsız. Sanırım, onları aynı odada oturtmayı başarırsak, Situasyonistlerin dileği yerine gelecek ve gündelik hayatta devrimin önü açılmış olacak. Ama bu iki odayı birleştirmek için, ya odaları birbirinden ayıran duvarlar yıkılmalı ya da çeşitli kapılarla odalar birbirine bağlanmalı. Bir kısım eleştirmenler, kapı açmaktan yanayken, Situasyonistler gibi düşünenler de sanat ve hayat arasındaki duvarların yıkılmasını arzulamıştır hep. Bize kapı-pencere yetmez, hayat ve sanat birbirine karışmadıkça, ne hayat hayat olabilir ne de sanat sanat… Hayat ve sanat birbirlerinden ayrı durdukça, Pessoa’nın altını çizdiği tekdüzelikten sıyrılmaları mümkün değil gibi geliyor bana da.

Ama bunu nasıl yapacağız? Bunun nasıl yapılacağına dair elbette pek çok kaynak var. Guy Debord’un ya da Raoul Vaneigem’in kitaplarına başvurulabilir. Ama son zamanlarda okuduğum en yıkıcı romanlardan birisi olan Casey Maddox’un yazdığı ve Versus’tan çıkan ‘Felsefenin Öldüğü Gün’de, tam da nasıl sorusunu düşünürken karşıma şöyle bir diyalog çıktı: “Bir daha söyleyin; nasıl değiştireceğim dünyayı?” “Nasıl önemli değil henüz. Neden diye sorman gerek. Kurtuluşuna giden en önemli adım, her şeyin nedenini sormak.”

Her şeyin nedenini sormak, zaten nasıl sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır. Çünkü nasıl yapmalı derken, aslında bir reçete arıyoruzdur ve reçetelerle çıkılan bütün toplumsal ve bireysel kurtuluş yollarının tıkalı olduğunu da tarihe bakarak görmek mümkün. Yüz derste devrim yapma yollarını araştırmaktan vazgeçerek, neden diye felsefenin ve sanatın yolarına düşülmeli. Neden Pippa Bacca öldürüldü? Neden sömürüye ve işkenceye duyarsız toplumlar yaratıldı? Neden küresel olarak ısınıyoruz? Neden 21. yüzyılda bir tarafta insanlar açlıktan ölürken, diğer tarafta altından saraylar inşa ediliyor? Neden, yoksullar sağ partilere oy veriyor? Neden hükümet emekçilerin 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmasını istemiyor? Sorular, çoğalttıkça çoğaltılabilir. Bu sorulara verilen yanıtlarla oluşabilir ancak sanatın ve siyasetin yörüngesi. Sorular sabit kalsa da, yanıtlar sürekli değişir ve bazen doğru yanıtı bulmak, Guy Debord’un da bahsettiği gibi ‘bir yanlışlık anı’nda mümkün olabilir ancak. Çünkü dünya, ‘gerçek anlamda altüst edilmiş’tir.

Casey Maddox, ‘Felsefenin Öldüğü Gün’ adlı romanında, sanki Guy Debord’un doğru yanıt bulmaya dair ümitsizliğini kırmak ister gibi, dünyayı altüst etmekle başlamış işe. Örneğin, roman bir uyanışla başlar. Bir film yıldızı, sabah uyandığında yanında karısının yerine, birisi kadın olan dört silahlı ve kameralı kişiyi bulur. Karısına yüksek dozda eroin vererek camdan aşağıya atan, sevdiği herkesi öldüren dört cani... Ama romanın ilerleyen sayfalarında, bu dört kişinin onları gerçekte öldürmediğini ve sıradan caniler olmadığını da öğrenecektir. Onlar, aslında bir film çekmek istemektedirler ve bu film, uyandırdıkları kişinin uygarlığın zincirlerinden kurtulup yeniden dirilmesi ve dünyayı yok oluşun eşiğine getiren uygarlık için yıkıcı bir unsura dönüşmesi üzerine kuruludur.

Roman boyunca yaşanan tüm sürecin bir film olarak tasarlanması, adeta Situasyonistlerin sanat ve hayatı birbiri içine katma çabasını andırıyor. Bir film çekiyoruz, ama her şey gerçek. İnsanlar ölüyor ama gerçekten ölüyor. Sevişiliyorsa, gerçekten sevişiliyor. Her bölümün başında yer alan, ileri ya da geri sardırma tuşlarını andıran işaretler de geçmiş ve geleceği aynı düzlemde buluşturarak, yazarın romana özgü bir zaman anlayışı yaratmasını sağlamış. Bazen gelecekte, bazen geçmişte yol alarak okunuyor roman. Maddox, sadece bir film yıldızının hayatını değil, zamanı da altüst ederek kurgulamış romanını.
ABD’de bir cezaevinde tutuklu olarak yaşayan Maddox’un hayal gücü ve kışkırtıcı anlatımı gerçekten hayranlık uyandırıcı. İki ayrı odada oturan sanat ve hayatı aynı odaya almak için ne yapılmalı diye sormuştum ya yazının başında, sanat, insanın alışkanlıkları ve tedirginlikleri üzerine giderek yapabilir bunu diye bir yanıt oluşuyor zihnimde, romanı okuduktan sonra.

Eğer bir sanat eseri, tıpkı romandaki Deirdre ve diğer karakterlerin o film yıldızına yaptığı gibi, okurun uyanışına yardımcı olarak, varoluşuna dair sorular sordurtabiliyor, gerçek hayatta bir yanlışlık anında bulunabilecek doğruları, sanatın hayattan bağımsız olmayan kendi gerçekliği içinde dönüştürüp çoğaltabiliyorsa, sanat ve hayat arasındaki duvarları yıkacak çatlaklar da oluşuyor demektir. Bu çatlakların edebiyatımızda yeterince oluşup oluşmadığı konusunda endişeliyim. Çünkü bu topraklarda, sanatın felsefe ve siyasetle olan ilişkisi, hem eleştiri, hem de üretim düzeyinde sınırlı ve zayıf bir biçimde gelişiyor. Bugün o çok gerçekçi ya da siyasi romanlar yerine Oğuz Atay gibi yazarların okunuyor olması, neden sorusunu atlayarak hazır reçetelerle sanat yapılmaya kalkışılması ve insanın var oluşuna dair soruların toplumsal gerçekliğin gölgesinde kalmasından kaynaklanıyor bence. Oğuz Atay gibi yazarlar, bu sayede kendisini siyasi gören pek çok yazardan daha siyasi romanlar yazmıştır diyebilirim.

Maddox’un yaptığı gibi, bireyin varoluş ve kimlik meselesini kendisine temel alan yapıtlara, gittikçe karmaşıklaşan günümüz toplumunda daha büyük bir ihtiyaç var. Uyutan değil, uyandıran sanat yapıtları çoğaldıkça, hayat ve sanat aynı odada oturacak ve belki aralarında bu sayede devrimi konuşma imkânı bulacaklar.

Bülent Usta (Birgün, 23 Nisan 2008)

ACI VE UTANÇ!

Posted: by bülent usta in
0

Hangi yöne gitsem, nereye baksam karşımda o. Beyaz gelinliği içinde gülümsüyor bana, bize, dünyaya... Bu kişi Pippa Bacca’dan başkası değil. İtalya’dan Filistin’e beyaz gelinliğiyle barışı bulmak için yola düşen Bacca... Nasıl da insanın özünde iyi olduğuna inanmış... Nasıl da güvenmiş bu topraklara... Başka kim düşer yollara, beyaz bir gelinlik giyip...

Onun hunharca öldürülmesine şaşırmadım. Yabancı düşmanlığından, kadına yönelik şiddetin yaygınlığına kadar öyle çok veri var ki elimizde... Şaşkınlık yerine büyük bir acı ve utanç şekillendiriyor bu olaya bakışımı. Acı ve utanç!
Bu aralar Everest Yayınları’ndan çıkan ‘Olympe’ adlı, Maria Rosa Cutrufelli’nin romanını okuyorum. Olympe de Gouges, feminist bir yazar. 1789 Fransız İhtilali’nde, ihtilalin erkek egemen yönüne karşı çıkmış ve bu karşı çıkışının bedelini giyotine giderek ödemiş bir kadın kahraman. Cutrufelli, Olympe’nin günlükleri ve yazıları üzerine çalışarak yazmış romanını. Bunu yaparken de sadece Olympe’nin iç dünyasını değil, yarattığı başka kadın karakterlerle birlikte Fransız İhtilali’nin feminist bir okumasını da yapmış adeta. Olympe’nin gelini, hizmetçisi, bir fahişe ya da onu ihbar eden kadın devrimcinin gözünden hem Olympe’ye ye, hem de o dönem Paris’te yaşananlara bakmış. Roman, kadın karakterlerin iç dünyaları üzerine kurulu. Zaten romanın gücü de buradan geliyor.

Bildik tarihi romanların ötesinde, Olympe üzerinden kadınların devletle, kültürle, siyasetle ilişkisi ve bu ilişkilerin solgun manzarası seriliyor gözlerimizin önüne. O manzaraya bakarken, Güldünya ya da Bacca da çıkageliyor sisler içerisinde. Onlar da konuşuyor sizinle. Ama onların ne dediğini, gerçekte anlayabiliyor muyuz? Bunu, yaşadığımız bu kültürel ve siyasal sistem içerisinde anlamamız mümkün mü? Kadına yönelik şiddet üzerine yapılan tartışmalar, kadınların türban takma özgürlüğü kadar yer edinebiliyor mu gündemimizde. Siyasetçilerimizden sanatçılarımıza kadar, kadına yönelik şiddetin Türkiye’de hangi boyutlara ulaştığı konusunda bir fikrimiz var mı olayın magazinsel ve istatiksel boyutları dışında. Trafik kazalarındaki ölümlere alıştığımız gibi, tecavüz haberlerine de alışıp alışmadığımızı sorguluyor muyuz içimizde?

Ben bunu bilmiyorum. Okuduğum roman boyunca Olympe ve diğer kadın karakterlerle sohbet ederken de, aslında kadınların uzak bir gezegende yaşadığını bile düşünmeye başladım. Aslında hepimiz ayrı ayrı gezegenlerde yaşıyormuşuz gibi, öyle uzaktan, fezayı izler gibi izliyoruz birbirimizi. Sanatın bence imkânları da burada gizli. Bir tür uzay yolculuğu gibi düşünüyorum bir romanı okumayı, bir filmi izlemeyi, bir resim karşısında mıhlanıp kalmayı. Başka türlü haberdar olamayız başka düşünüş ve yaşantılardan. Çünkü hepimiz, içinde bulunduğumuz sosyal sınıfın, sahip olduğumuz cinsiyetin, aldığımız eğitimin ve taşıdığımız kültürün bize sunduğu pencereden bakarız hayata. Bu yüzden görmekte zorlanabiliriz kendimizde ve yaşadığımız toplumda şiddetin nasıl kodlara sahip olduğunu, bizi ve yaşadığımız toplumu nasıl şekillendirdiğini. Biz ne kadar Bacca’yız ya da ne kadar onu öldüren “insan”. Bunu biliyor muyuz? Güldünya, ne kadar benziyordu bize ve onu öldüren kültürel şartlanmışlıklar ne kadar bizim kabulümüz? Ve en önemli soru da, biz ne kadar içindeyiz bu meselelerin, ne yapıyor ya da yapmıyoruz? Başka bir gezegende işlenmedi bu cinayet. O cinayeti işleyen kişi de, bizim okuduğumuz okullarda okudu, yaşadığımız mahallelerde yaşadı, bizim de oluşumuna katkıda bulunduğumuz bu kültür içerisinde şekillendirdi kişiliğini?

Küçükçekmece Kadın Sığınma Evi’nde yıllar evvel kadına yönelik şiddet üzerine antropolojik bir araştırma yapmıştım. Orada kadınlarla görüşmüş, hikâyelerini dinlemiştim. Sonra şunu fark etmiştim, şiddetin kültürel kodları çözülmediği sürece, ne yapılırsa yapılsın boş. Eğitim, ekonomik gelişme gibi şeyler çözüme kısmi etkide bulunabilir sadece. Eğitim ve ekonomik gelişme oranlarının çok yüksek olduğu ülkelerde de çok ciddi boyutlarda rastlanabiliyor kadına yönelik şiddet. Öyleyse başka yerlerde aranmalıydı sorunun nedeni. Kadınlık ve erkeklik rollerinin bir kültürel yapı içinde nasıl şekillendiğinden tutun, cinselliğin yaşantımızdaki yerine ya da siyasal ve ekonomik sistem içinde ezen-ezilen ilişkisinin çok boyutlu hallerine kadar pek çok etken çıkar karşımıza. Ve en önemlisi, bir toplum içinde insanların birbirilerini ve kendilerini nasıl algıladıkları?

Bacca, yok artık aramızda. Tıpkı Güldünya ve diğerleri gibi. Bacca ölünce, sadece ölen Bacca olmadı o barış gelinliği içinde. Ben de onun gibi insanın özünün iyi olduğuna ve insana güvenmenin gerekli olduğuna, insanı kötü yapan şeyin kültürel ve ideolojik yapının çelişkileri ve açmazları olduğuna inanmak istiyorum. Ama bu olay karşısında acı ve utanç duymamı engellemiyor hiçbir düşünce ve inanç.
Hangi yöne gitsek, nereye baksak karşımızda onu görmeliyiz. Beyaz gelinliği içinde bize gülümsemesini... Çünkü biz görmedik diye oldu bu. Daha kim bilir görmediğimiz neler var?

Bülent Usta (Birgün, 16 Nisan 2008)

ÇIPLAK GÖZLERLE BAKINCA...

Posted: by bülent usta in
0

Olayların dışına çıkarak bakmak bazen zordur. Suratınıza bir silah doğrultulmuşsa, o namlunun deliğinden bakarsınız dünyaya. Bir televizyon, ne kadar geniş bir bakış açısı sunabilir ki insanlara. Kamera, izleyenlerin kontrolünde değildir. Neyi gösterirse onu görür yığınlar.

Bütünlüklü bir bakış elde edebilmek için zorlamak gerek şartları. Olayları ve zamanın akışını durdurup zihinsel olarak çıkılabilecek en yüksek yere çıkıp bakmalı dünyaya. Geçenlerde Kadıköy'deki işçi eyleminin bazı gazete ve televizyonlarda sadece göstericilerin kendi aralarında yaşadığı gerginliğe dair görüntülerle yer almasının amacı neydi? Alnı dövmeli o adamın elindeki tabanca, gerçekte kime doğrultulmuştu? Sadece üniversite öğrencilerine mi? Düşünce suçluları cezaevine girerken, cezaevine giren sadece onlar mı olmuştu? Ölüm orucunda ölenlerle tersanede ölen işçiler arasında bir benzerlik var mı?

Şartları zorlayarak olayların dışına çıkmak lazım. Ama nasıl? Bunu nasıl yapabiliriz? Mesela Eduardo Galeano okunabilir. Metis Seçkiler arasında 'Biz Hayır Diyoruz' adlı seçme yazılarından oluşan bir kitabı yayımlandı bugünlerde. Militan bir gazeteci Galeano... Yazdıkları da yaşamı da doğup büyüdüğü Latin Amerika'ya benziyor. Futbolcu olamadığı için yazar olduğunu söylüyor örneğin. İyi ki futbolda çok yetenekli değilmiş diye düşünmeden edemiyor insan, Galeano'nun yazdıklarını okurken. 1939'dan Pinochet tarafından kapatıldığı 1974 tarihine kadar varlığını sürdüren haftalık gazete Marcha'da, Che Guevara'dan Goytisolo'ya kadar pek çok isimle birlikte yazmış Galeano. Yazdıkları yüzünden cezaevi ve sürgün hayatıyla tanışmış... Gazete yazılarını edebiyat yazıları gibi kaleme almış, öykü ve şiirin sınırlarında dolaşarak kendi felsefesini oluşturmuş, politik bir yazar.

Galeano, insanı galeyana getirecek denli güçlü bir kalem oluşunu, hayata çıplak gözlerle bakarak yazmasına borçlu bana kalırsa. Sadece bu mu? Değil elbette. Yazıya yüklediği anlamla da ilişkili bir durum bu. Şöyle diyor örneğin: "İnsan bir iletişim ve diğerleriyle buluşma ihtiyacından yazar; kendisine acı vereni açıklamak ve mutluluk vereni paylaşmak için. İnsan, kendi yalnızlığına ve başkalarının yalnızlığına karşı yazar. (...) İnsan, aslında talihiyle ya da talihsizliğiyle kendisini özdeş hissettiği yeryüzünün kötü beslenenleri, kötü uyuyanları, isyancıları ve hor görülenleri için yazar ve bunların çoğunluğu da okuma bilmez. Bilen azınlık arasında, kaçı kitap için para ayırır? İnsanın kitle denilen bu kullanışlı soyutlama için yazdığını savunarak bu çelişki çözülür mü?" Galeano, kimler ve niçin yazdığını açıklarken, bu amacının çelişkisini de gözler önüne seriyor. Bir yazar olarak sadece okumuş elite hizmet ettiğini düşünmek ona acı vermiş hep. Ama bilinçleri tutuşturmaktan da geri kalmamış hiç. Özellikle edebiyata yüklediği anlam, günümüzde edebiyatta ve sanatta yeniden keşfetmemiz gereken bir gizi çağırıyor. Engels'in "ekonominin somut görünümleri üzerine Balzac'ın romanlarından dönemin bütün ekonomi kitaplarından öğrendiğimden daha çok şey öğrendim" sözüne atıfta bulunarak, kurgusal bir eserin kurgusal olmayana göre daha güçlü bir etki yarattığı üzerinde duruyor. Edebiyat, bilinçleri tutuşturacak gücünü, bilinçleri uyuşturmak için de kullanılabilir, tıpkı sinema gibi. Ama Galeano'nun da altını çizdiği gibi, politik edebiyat yapanlar halkı küçümseyerek slogancı yapıtlar ürettiği için edebiyatın sahip olduğu gücü kaybetmişlerdir çoğunlukla.

Olayların dışına çıkarak çıplak gözlerle bakmalı hayata. Zaten öyle bakınca, kendiliğinden politikleşiyor her şey. Politik bir roman yazmak istediği için değil, roman yazmak istediği için politikleşebilir insan. Her şeyi olduğu gibi görünce, neden öfkeli ya da sevinçli olduğunun bir anlamı oluyor o zaman. Belki de, zihinlerimizdeki örtü havalanınca, gerçek olacak yaşam...

Bülent Usta (9 Nisan 2008)

BİR BAHAR GÜNÜ KAVEL...

Posted: by bülent usta in
0

Hayır, bahar bir türlü gelmek bilmiyor... Ülkemin üzerinde kara bulutlar ve o bulutlara takılmadan uçmaya çalışan uçurtmalar gibi düşünceler ve hayaller... Bir mendil niye kanar diye soruyor ya Edip Cansever, Ahmet Abi’sine, ben de bir kalem niye kanar diye sormak isterdim. Kanayan kalemlerle yazılan bir insanlık tarihinden ne tür dersler çıkarılabilir? Üç kulaklı kedi İvam olsa, şimdi anlatırdı bana olup biteni. Moral vermek için meşhur işkenceci emekli deniz albayı Ricardo Miguel Cavallo’nun İspanya tarafından Arjantin’e iade edildiğini söylerdi örneğin. Arjantin savcısı Balthasar Garzon, 1976-1983 yılları arasındaki suçlara ait eski cunta rejiminin 46 üyesi hakkında tutuklama emri çıkardığı zaman, bütün gün sevinç içinde damlarda gezmişti İvam.

İvam’la birlikte izlemiştik Marco Bechis’in ‘Garage Olimpo’ adlı filmini. Bir sinema salonundaydık ve daha filmin yarısına gelmeden salonun yarısı boşalmıştı, işkence sahneleri yüzünden. Aslında ben de koltuğa sımsıkı yapıştığımı hatırlıyorum. İnsanların daha görmeye dayanamadığı o korkunç şeyleri, birilerinin yaşadığını ve yaşamaya devam ettiğini düşünmek gerçekten çıldırtıcı. İşkenceyi meşru gösterecek her şey korkunç ve çirkin. Ve cuntacı Albay Cavallo, ne adına yapmış olursa olsun, yaptığı işkencelerin ve katliamların hesabını şimdi mahkemede verecek. Kalemlerin kanamadığı bir ülkede yazmanın yükünü azaltmanın tek yolu, o ülkenin kendi tarihiyle yüzleşmesiyle mümkün olabilir ancak. Güce tapınan bir toplumdan, özgürlükçü ve eşitlikçi bir topluma dönüşmek için...

Hayır, bahar bir türlü gelmiyor... Güneş, yüzünü bir gösterip kaçıyor hemen bulutların arkasına.
“Saçmalamayı bırak” diye balkondan fırladı İvam. “Seni yalnız bırakmaya gelmiyor. Hemen karamsarlığın ve hüznün cazibesine kaptırıyorsun kendini. Bu aralar Kavel okumadın galiba.”
İvam’ın büyülü bir kedi olduğuna eminim artık. Kavel, bir şiir kitabı. Daha liseye giderken, babamın kitapları arasında rastlamıştım ona. Ve ondan bir daha ayrılamamıştım. Öyle şiire büyük yenilikler getiren bir kitap değildi belki. Ama içinde taşıdığı umut, sıcaklık, insanın aklını ve yüreğini bir araya getirerek düşündürten anlatımı, insanın içini açıyordu. Sadece politik şiirler de yoktu kitapta. Örneğin ‘Akşam Delisi’ adlı bir aşk şiiri vardı ki ezberimden yıllar boyu çıkmamıştı. Şöyle diyordu o şiirde: “bütün oyunlar bitti-bir sen kaldın yalnızlığımda / bir başka dünyadayım artık-beni çocuklar bile anlıyor / yıktım boğaları bir bir-bana gül atma yıkıldım”.

Hasan Hüseyin, ilk şiir kitabını kablo fabrikasında grevde olan işçilere adamıştı ve adını bu yüzden Kavel koymuştu. 1963’te İstanbul'da Kavel kablo fabrikasında çalışan işçilerin 62 gün süren grevi sayesinde, Türkiye işçi sınıfı en büyük kazanımlarından birisini gerçekleştirmiş ve işçiler grev ve toplu sözleşme hakkına sahip olmuştu. Kavel grevi, işçi sınıfına derslerle doluydu. Patronların ve devletin nasıl işbirliği yapıp grev kırıcılarla, kolluk kuvvetleriyle grevi boğmaya çalıştıklarını ama İstinyeli emekçilerin Kavel grevcilerine nasıl sahip çıktığını gösteren, belki 8 saat çalışma hakkını elde eden ABD’deki Haymarket olayları kadar büyük bir olay olmasa da sınıf mücadelesi tarihimizin önemli dönemeçlerinden birisiydi Kavel. Hatta, DİSK’in doğuşuna de sebep olmuştu bu grev.

Hasan Hüseyin, ‘Kavel’ adlı şiirinde grevdeki işçilere şöyle sesleniyordu: “Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada, / Güneşe karışmadıkça etim / Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim”
“Evet, haklısın İvam. Kavel okumalıyım bu aralar. Nâzım Hikmet, bir şiirinde grev anını anlatırken şöyle der ya: ‘Siyah tuğla bacalarda dumanlar dona kaldı, / koptu kayışlar’ Toplumsal olarak kayışların koptuğu bir zamanı yaşıyoruz galiba.”

İvam, koptu kayışlar sözüne epey güldü. “Hem de öyle bir koptu ki kayışsız bir toplum olmaya doğru gidiyoruz. Gazetelerde çarşaf çarşaf darbe planları yayımlanıyor. Hemen o darbe planlarının yanında Fethullahçıların 12 Eylül’de generallerle yaptığı anlaşmalar... Başka bir gazetede asabi bir liberal yazarın “İslamcılarla birlikte yaşarım, Kemalistlerle asla!” diye haykıran yazısına, liberalleri hainlikle suçlayan ulusalcı yazarları da eklersek, acayip bir manzara ortaya çıkıyor. Bir toplumsal gösteri sırasında ortamı yumuşatmak isteyen milletvekilinin elini sıkmayan emniyet müdürü ile ilgili bir haberin yanında, cinnet geçirenlerin katliam haberleri yer alıyor. Bir yandan savaş uçakları havalanıyor, onlarca ölü... Herkes hop oturup hop kalkıyor... Her an bir şey olmasını bekliyor insanlar... Aslında kimse ne olacağını bilemiyor... Ve şimdi de grev dalgası yaklaşıyor. Öyle ya, tüm bu hengâme ortasında öyle bir yasa çıkacak ki türlü türlü bedeller ödenerek kazanılmış haklar uçup gidecek bir anda.”

“Grevler, aslında sanıldığının aksine bir sağlık belirtisiymiş gibi geliyor bana İvam. Belki de kopan kayışın yerine sağlam bir kayış takmanın bir imkânı... Grevler sadece işçi hakları için yapılan eylemler olarak da düşünülmemeli. Haymarket olayını düşünelim. Eğer işçiler, çalışma süresini 8 saate indirmeyi başaramasaydılar, toplumsal mücadelelerin ivmesi artabilir miydi? Çünkü ölesiye çalıştırılan bir işçi, ne zaman düşünecek, ne zaman örgütlenecek, ne zaman kendisine vakit ayırıp düşler kurabilecek? Açlık sınırında yaşayan birisi, ne kadar kültüre, sanata ilgi gösterebilir ki.” İvam’la ‘Kavel’den şiirler okurken, güneş inadına inat bulutların arasından çıkmayı başarmıştı. Sonuçta bahar, birdenbire gelmiyordu.

Bülent Usta (Birgün, 2 Nisan 2008)

DERİNLİK SARHOŞLUĞU

Posted: by bülent usta in
0

Evimin balkonunda oturmuş Nurdan Gürbilek’in ‘Mağdurun Dili’ adlı deneme kitabını okuyordum. Kitap, Metis’ten yeni çıktı. Gürbilek bu defa, “Kendini dışlananlara, horlananlara, haksızlığa uğrayanlara yakın hisseden bir edebiyatın imkânlarını, aynı zamanda sorunlarını”, “Dostoyevski’nin, Yusuf Atılgan’ın, Oğuz Atay’ın ve Cemil Meriç’in yapıtlarının ışığında” ele almış. ‘Mağdurun Dili’ni görünce, nedense aklıma Mehmed Uzun gelmişti. Belki de Mehmed Uzun’un bitiremediği yapıtı ‘Mağlupların Anlatısı’ adlı çalışması yüzünden. Mağdur ve mağlup...

Romancı John Fowles gibi, ben de sanatçı olmak için önce solcu olunması gerektiğini düşünürüm. Çünkü başkalarının acısını kendi acısı gibi hissedebilen sadece solculardır. Solcu olmayanlar, para için, Tanrı’ya ulaşmak için, milli ya da bireysel arzuları için sanatçı olurlarmış gibi gelir bana. Bu türden niyetlerle sanat yapmayı bir yanlış olarak nitelendirmek istemiyorum. Ama Fowles’un ‘Koleksiyoncu’ adlı romanında dile getirdiği bu düşünce, zihnimi epey meşgul etmişti bir zamanlar. Acaba diye düşünmüştüm, bir sanatçı için başkalarının acısını kendi acısı gibi hissetmek neden önemli olsun? Burada sanata ve edebiyata yüklenen anlamlar önem kazanıyor. Ayrıca, sadece sanata ve edebiyata değil, yaşama ve insana dair düşünceler de etkili bu tercihin oluşmasında. Ama solcu olup kötü romanlar yazanlar olduğu gibi, her ne kadar az da olsa sağcı olup iyi romanlar yazanlara da rastlanabiliyor.

Yani solcu olmak kendi başına yeterli değil. Ama sanatçı olmak da sadece sanatçının yaptığı sanatla kurduğu ilişkiden ibaret değil. Bir Kafka’yı, Dostoyevski’yi, olmadı Oğuz Atay’ı düşünelim. Bu yazarların insana, topluma, geleceğe dair kaygıları, meseleleri vardı. Üstelik bu kaygıları sadece edebiyattan ve sezgilerinden kaynaklanmıyordu; siyasetten tarihe kadar beslendikleri kaynakların ışığında yapıtlarını oluşturuyorlardı. Bu yüzden, bu tür kaygılarla hareket eden sanatçı ve edebiyatçılar, ister istemez, bireysel ya da toplumsal nedenlerle ‘Mağdurun Dili’ ile iletişime geçmek, hatta onu kurmak, o dile kendilerinden bir şeyler katmak durumunda kaldılar. Bu kişilerin aynı zamanda mağdur olma durumları da vardı bir yandan. Acaba kendi mağduriyetleri, bu dilin oluşmasında ne kadar etkili olmuştu ve yapıtlarına bunu nasıl yansıtmışlardı?

Gürbilek, elbette solculuk ya da sanatın bahsettiğim özellikleri üzerine kurmamış yapıtını. Oldukça zor bir konuyu, uzun yıllardır üzerinde çalıştığı yazarları referans alarak, derinlemesine soru ve tespitlerle edebiyatta ‘Mağdurun Dili’ni daha görünür bir hale getirmek için uğraşmış. Ele aldığı yazarların Dostoyevski ile derin bağları olması ve Dostoyevski’nin mağdurluğu bütün karmaşıklığıyla en çarpıcı bir biçimde anlatmış bir yazar olması da, kitabın sağlam bir temel üzerinden kurulmasını sağlamış. Ama asıl önemlisi, bu kitapta yer alan denemelerin, hem kendimin, hem de başkalarının mağduriyet ile ilişkisi ve yaşama yansıyışına dair bana sorular sordurtması ve bu soruları kitaplar aracılığıyla tartışmama vesile olmasıdır. Yani sadece edebiyatçılığımla etkileşime girmedi bu kitap. Zaten, edebiyatı sadece edebiyat olarak görmemek de gerek.

Kitabın içine gömülmüş, derin düşüncelere dalmışken, birden üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ın sesini duyuyorum:
“Gece iki buçukta evlerden alırlardı. Kimsenin ruhu duymazdı o beyaz arabalara binerlerken, kucaklarda kitaplar. Nereye gittikleri, başlarına ne geleceği de meçhuldü. Ama binerlerdi o arabalara, gece iki buçuklarda. Onlar kadın, erkek ve çocuktular...” Saat gece iki buçuktu. İvam’ın bu sözleri neden sayıklar gibi söylediğini önce anlamamıştım. Zaten bir süredir ortalıkta da gözükmüyordu. Canının çok sıkkın olduğu belliydi. Bir şey mi olmuştu, yoksa kötü bir şeylerin olacağı haberini mi veriyordu?
“İvam, neler oldu? Niye bu kadar endişelisin?”
“İşkence üzerine yazılarıyla ünlü bir yazar var ya hani. Parmaklarının tümünün, avucu dahil mürekkebe batırılıp parmak izinin alındığını, emniyette 70’lere göre çok şeyin değiştiğini söylemiş. Uzun saçlı, küpeli polisleri de görünce daha bir sevinmiş.”
“Buna mı üzüldün?”

“Yok hayır. Beni düşündüren nokta, Umut Kitabevi’nin önünde bekleyenlerle Cumhuriyet gazetesi önünde bekleyenlerin, aynı şeyi mi farklı şeyleri mi bekledikleri? Bunu bir türlü anlamıyorum. Eğer beklenen insan haklarıysa, bu iki bekleme noktasının birleştirilmesi gerektiğini bilmiyorlar mı?”
“Bilmiyorlar İvam. Zehirli bir hava var siyaset dünyasında. Liberal ya da milliyetçi bir gaz bulutu altında, bir şeyleri doğru düşünmek ve yerli yerine oturtmak daha bir zorlaştı bugün. Laik-anti laik kutuplaşması, siyaseti sürekli olarak kilitliyor. Hatta siyaset yapmak, neredeyse bu anlama gelmeye başladı. Hangi gazeteyi açarsan aç, hangi köşe yazısını okursan oku, karşına hep kapatma davası, türban, derin devlet halleri çıkıyor. Belki de bu kutuplaşma, devletin derinlik sarhoşluğunun medya aracılığıyla yayılmasından ileri geliyordur. Belki bu sarhoşluk sayesinde, siyasetin gerçek kamplarının ve taraflarının karşı karşıya gelmesi engelleniyordur. Olamaz mı? Solu, boğmak için derinlere sürüklediler hep. Siyaset, eğer gerçek taraflarına teslim edilmez ve ortada oynanan bu karanlık iktidar oyunlarından ve hesaplaşmalarından arındırılmazsa, bu ülkeyi büyük tehlikelerin beklediği ortada.”

“Aklıma bugünlerde nedense hep Cumartesi Anneleri geliyor. Sanki o giden çocuklarıyla bir randevuları varmış gibi, birazdan onlar da yanlarına gelecekmiş gibi meydanlarda toplaştıklarını görürdüm. Ki onlar, çocuklarını aradıkları derinlikte kaybolmamak için birbirlerine tutunurlardı bir yandan. Çünkü birbirlerinden başka tutunacak bir şeyleri de yoktu. Birbirlerine tutundukça ve o meydanda çocuklarını bekledikçe, o derinliğin neye benzediğini daha iyi görüyorlardı, buna eminim. Keşke herkes, onların gördüğü o derinliği, onların yaşadığı acıyı yaşamadan görebilse... İşte o zaman, bugün tartışılan pek çok şey anlamını yitirecek.”
İvam’ın bu sözleriyle birlikte, şehir de yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.

Bülent Usta (Birgün, 26 Mart 2008)

NE ZAMAN AÇILACAĞIZ?

Posted: by bülent usta in
0

Açık bir şey var mı” diye sordu Bay Palomar. Ona bu ismi ben verdim, aslında adını bilmiyorum. Ama bu güzel bahar gününde denizi ve dalgaları öyle bir izleyişi vardı ki aklıma hemen Calvino’nun YKY’den çıkan o tuhaf romanı ‘Palomar’ geldi. Palomar, aynı zamanda o romanın başkarakteri. Calvino, Palomar içini şunu söylemiş: “Bir adam, adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hâlâ varamadı.”

Palomar’ı, bir roman ve roman karakteri olarak farklı kılan şey ise, bilgeliğe ulaşma yöntemi. Kendini tanımak, eğer bilgeliğin ön koşulu ise, bunu yapabilmek için evreni bir ayna olarak kullanmak gerektiğini düşünüyor Bay Palomar. Evreni bir ayna olarak kullanıp kendisini izlemek... Yanımda duran bu adam Bay Palomar mı hiçbir fikrim yok ama dediğim gibi denize ve dalgalara öyle bir bakıyor ki baktığı şey deniz ya da dalgalar değil, kendisi adeta. Romandaki Bay Palomar da romanın ilk bölümünde ‘Bir Dalganın Okunuşu’yla meşguldü. Denizi ya da dalgaları değil, tek bir dalgayı okuyarak denizi, dalgaları ve kendisini anlayabileceği bir ayrıntıyı yakalayabileceğini umuyordu. Tıpkı bu adam gibi, o da tüm varlığını bu gözlem anına adamış gibiydi. Sonra baktığı dalgadan gözünü ayırmadan “Açık mıydı ki kapansın?” diye bir soru sordu.

Ben, dalgaları ve denizi konuşacağımızı düşünürken, parti kapatma davasına dair soru sorması şaşırtmıştı beni önce. Ama madem bunu konuşmak istiyordu Bay Palomar, konuşalım öyleyse: “Türbana gösterdiği duyarlılığın onda birini 301’e gösterememiş bir parti ne kadarı açık olabilir ya da bir başka parti için linç ve kapatma halleri söz konusuyken sesini çıkarmayıp şimdi ortalığı yaygaraya veren bir parti açık mıdır ya da neye açıktır ve bir partinin açıklığı aç olduğu şeylerle mi alakalıdır? Üstelik, 12 Eylül’den sonra açık bir yer bırakıldı mı ki bir şeyler kapansın?” diye saydırıverdim düşüncelerimi. Politikacıların bu ikiyüzlü hallerinden sıkılmıştım çok.

“Dur biraz” dedi Bay Palomar. “Sen açık mısın mesela? Benim merak ettiğim şey işte bu. Herkes, ne kadar açık ve kapalı olduğuna bakmalı önce. Şu dalga gibi her şey. Kendimizi bir an da olsa, bu boğucu dünyadan arındırıp duyumlarımızı denetleyerek düşünebilmeyi başarabilmeliyiz. Bir dalgayla, bir martıyla, bir bulutla birlikte düşünebilmeliyiz. Kapatmak, bir kadını ya da bir gerçeği, bir zulmü ya da sevinci, işte önemli olan mesele bu. Yüzyıllardır kapalı bir hayat yaşadığımız, hatta bu kapalı hayatın içine doğduğumuz için, açık bir hayatın neye benzediğini unutmuş olan bizlerin bu hali düşündürüyor beni daha çok. Kendimize, topluma, doğaya, arzularımıza, her şeye kapalıyız ve artık soluk almakta zorlandığımızı görüyorum. Tüm toplumu açma kapama düğmelerine benzer darbelerle idare etmek isteyenlerden korktuğum kadar, kadınların kaç çocuk doğurması gerektiğini söyleme hakkını kendinde gören bir liderin kapalılığı da beni korkutuyor. Ama asıl önemlisi, kendimizi kapattığımız bu dünyanın küresel bir kapanış, bir son yaşaması.”

Bay Palomar, böyle şeyler konuşmazdı aslında. O, uzun uzadıya bir dalganın hareketini, bir zürafa ya da penguen görmenin onda yaratacağı ruhsal etkilenmeler üzerinde düşünmeyi tercih ederdi, romanda olduğu gibi. Ne olduysa, ya da ne kadar bunaldıysa artık...

Ama bir yandan Calvino’nun Palomar’ından farklı özellikler taşıyordu bu Palomar. Fazlaca siyasileşmiş, üstelik karamsar bir iyimserlik içinde. Karamsar iyimserlik de mi ne? Bir ‘karamsar karamsarlar’ var ki onlar dehşet bir karanlıkta yaşar, her şeyi olumsuzlamaktan büyük bir zevk duyarlar. Dostluk deyince, akıllarına hemen yaşadıkları ihanetler gelir örneğin. Bu kişilerin kafasında evrensel bir ahlak yasası vardır ve tüm evreni o yasaya göre yargılayıp mahkûm ederler. Palomar bunu hiç yapmaz, yapamaz. Onun evrensel bir yasası yoktur, hiç olmamıştır. Kendisini, yani evreni anladığı, onunla konuştuğu sürece bir şeylerin yoluna gireceğine inanır Bay Palomar. Kendisini sürekli bir oluş halinde gördüğü için belki de. Ulaşmak istediği o bilgeliğe ulaşamayacağını bile bile yürür bir yola benzettiği yaşamını.

Bay Palomar, sanki çok önemli bir şeye açıklık getiriyormuş gibi tane tane şu sözleri söylüyor bana dalgalara bakarak: “Dikkati bir ayrıntıya yöneltmek, onun ön plana sıçrayıp çerçeveyi kaplamasına yol açıyor dostum. Tıpkı kimi resimlerde perspektifin değişmesi için, gözleri yumup tekrar açmanın yeterli olması gibi.”
Gözlerimi yumup tekrar açtığım zaman, karşımda başka bir Palomar belirmişti. Ama bu Palomar’ın diğeriyle bir benzerliği yoktu. Kararsız, sinirli, çabuk vazgeçen bir Bay Palomar... Calvino’nun kitabın başına yazdığı önsözde Bay Palomar’ın bu çift kişilikli halinden bahsettiğini hatırlıyorum. Hatta Calvino, Bay Palomar ve Bay Mohole diye iki ayrı karakter üzerinden kurmak istemiş romanını önce. Sonra bakmış ki Bay Palomar’ın içinde gizli bir Mohole var, gerek kalmamış iki ayrı karaktere. Palomar yukarıya, evrenin dışına bakmaya çabalarken, Mohole aşağıya, karanlığa bakmaya çalışıyormuş hep. Hepimizin içinde bir Mohole gizli aslında, tıpkı Bay Palomar’da olduğu gibi. Belki Bay Palomar’ın yaşadığı kararsızlıkların nedeni de budur. Çünkü ne zaman bir sonuca yaklaşsa, aklına takılan bir ayrıntı onun bulacağı evrensel yasayı bozguna uğratıyor roman boyunca. Ama bu çabasından eline hiçbir şey geçmiyor da değil. Mutlak ve kesin doğruları değil de paradoksları önemsiyor bu yüzden.

Denizden esen rüzgârla birlikte düşünmek için gözlerimi yumduğum zaman, Bay Palomar’ın artık yanımda olmadığını biliyordum. Ama ne kadar açık ve kapalı olduğumuzu, yaşamın bize dokunmasına ne kadar izin verip vermediğimizi, evrene ve ötesine kapılarımızı ne kadar açık tuttuğumuzu, kapalı hayatlar sürerken başka kapalı hayatlardan ne kadar haberdar olduğumuzu düşünüyordum. Düşündükçe, içimde çığlığa benzer bir soru dal budak sarmaya başladı: Ne zaman açılacağız? Ne zaman kırılacak dalgalarla birlikte düşünmemizi engelleyen bu kapılar?

Bülent Usta (Birgün, 19 Mart 2008)

ELEŞTİRİ OLMAKSIZIN EDEBİYAT YALAN OLUR

Posted: by bülent usta in
0

Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır” demiş ya Proust, bu tespite katılmamak imkânsız olsa gerek. Kitap-lık dergisinin son sayısında Mehmet Rifat, harikulade bir Proust dosyası hazırlamış. Bu dosya, yine Mehmet Rifat’ın yıllardır üzerinde çalıştığı ve yakın bir zamanda yayımlanacak olan Proust Kitabı’ndan bölümler de içeriyor. Proust üzerine Türkçede ilk defa bu kadar kapsamlı bir dosyanın hazırlanıyor oluşu gerçekten heyecan verici. Ama asıl heyecan verici olan, bir romancıyı ele alırken, onu yapıtlarından yola çıkarak, hatta her yapıtının o romancının yaşamındaki yeri ve önemini belirterek bunu yapabilmek. Aslında Proust, böyle bir çalışma için en uygun yazarlardan birisi. Onun romanlarının izlekleri, karakterleri yazarın yaşamıyla doğrudan bir bağa sahip olduğu gibi, her yapıtın diğer yapıtlarla da bir etkileşime, hatta devamlılığa sahip olması, Proust’un önemli bir özelliği. Üstelik edebiyat tarihinin hem çok iyi bilinen hem de hakkında bir şeyler bilindikçe daha da gizemli bir hale bürünen Proust gibi çok fazla yazara sahip olmadığı da bir gerçek. Yoksa, Barthes ne diye Proust’u bir ders gibi yıllar boyu çalışsın ve anlatsın.

Bu arada, Mehmet Rifat’ın ‘Yaklaşımlarıyla Eleştiri Kuramcıları’ adlı Sel Yayıncılık’tan bir kitap da yayımladığını ve yakın bir zaman dilimi içinde başka kitaplarının da yayımlanacağını belirtmekte fayda var. Mehmet Rifat külliyatındaki bu artış, edebiyatımızın eleştiri damarındaki tıkanıklıkları açıp genişletir diye ümit ediyorum. Ama ümitli olup olmamak konusunda yine de tereddütlerim bulunuyor. Mesela, son yılların bence önemli edebiyat olaylarından birisi, Barthes’ın Sema Rifat ve Mehmet Rifat tarafından Türkçeleştirilmiş olan ‘Romanın Hazırlanışı’ adlı kitabının ilk cildinin Türkçeye kazandırılmış olmasıydı. Ama bu kitabın yeterince tartışılamaması ve hak ettiği ilgiyi görmemesi üzücü bir durum. Aynı şekilde, daha yeni yayımlanmış olan Paul de Man’ın Körlük ve İçgörü adlı kitabının da yeterli ilgiyi görüp görmeyeceğinden şüpheliyim doğrusu. Belki zaman içerisinde tüm bu bilgi akışı ve üretimler, kendi yataklarını bulup edebiyatımızın geniş sularıyla buluşur. Şimdi böyle bir temenni de bulundum ama bu üretimlerin edebiyatımızla buluşmak zorunda olduğunun da özellikle altını çizmek istiyorum. Yoksa edebiyatımızın ve dolayısıyla sanat üretimlerimizin tümünün sadece boşluğu doldurma ve devinimi sürdürmekten başka bir işe yaramayacağı, sadece şiir okuyarak şiir yazan, hatta hiçbir eleştiri kuramından ve yaklaşımından haberdar olmadan eleştiri yazanlarla dolup taşmaya devam edecek ortalık. Edebiyatımızın kendine çeki düzen vermesi için, eleştiri şart. Ama nasıl bir eleştiri? Işte temel mesele bu. Bu da sadece yayın yaparak değil, bu yayınları ve üretimleri bir tartışma ortamına çekerek başarılabilir.

Bunu söyleyince de bu defa, edebiyatımızın bir tartışma ortamına ihtiyacı olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu ortamı sağlayacak olan dergilerin, dağıtımdan tanıtıma, editöryal olgunluk ve yeniliklere açık olmaktan tutun, okurların ilgisizliğine kadar bambaşka sorunlarla boğuştuğu da bir gerçek. Özellikle akademik üretimlerin yeterliliği, sınırları ve üniversitelerin üretimi teşvik edip etmemesi gibi başka sorunlar da çıkıyor karşımıza. Üniversitelerin bu topraklarda özgüvenden yoksun, ast-üst ilişkisi içinde, maddi yoksunluklar ve imkânsızlıklar içinde yetiştirdiği akademisyenlerin arasından zaman zaman kendilerini edebiyata adayan ve bu adanmışlıkla koşulları zorlayarak bir şeyler yapanlar çıksa da bunun tamamen bir sistem sorunu olduğu da bir gerçek. Manzarayı bu şekilde çizince, Barthes’ın kitabının neden hak ettiği ilgiyi göremediği daha bir belirginleşiyor benim için. Ama bu manzaraya bakarak ümitsizliğe kapılmamak da gerekiyor. Türlü çabalarla çıkmayı sürdüren dergilerden tutun, Mehmet Rifat gibi yaşamının her alanını bir üretim mecrası haline çeviren entelektüellere kadar, örnek alınacak pek çok oluşum ve kişinin varlığı, bu oluşum ve kişilerin çoğalması sayesinde bir şeylerin değişebileceğine dair etkili örnekler olarak karşımızda duruyor.

“Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır.” demiş ya Proust. Eleştiri olmaksızın, edebiyatın bir hayat değil de yalan olacağı da bir gerçek.

Bülent Usta (Birgün, 12 Mart 2008)

BİR DENİZ FENERİ OLMAK

Posted: by bülent usta in
0

Uzunca bir süre, bir deniz fenerinde bekçi olabilmeyi hayal etmişimdir. Bütün gün, deniz fenerinden denizi, martıları, doğan ve batan güneşi izlemek, bu arada geç kalma ve hiçbir şeye yetişmek zorunda kalmadan rahatça kitap okuyabilmek, yazı yazabilmek... Bir edebiyatçı için, çok hoş bir meslek olsa gerek deniz feneri bekçiliği. Bir yandan çayını demlersin, çiçek yetiştirirsin, deniz kenarında olacağın için balık tutarsın. İçi kitaplarla dolu küçük bir daire... Bir de yanında sevgilin varsa, tamamdır artık.

Üç kulaklı bir kedi olan İvam, benim bu tür hayaller kurmama itiraz ederdi hep. “Sıkılırsın” derdi, “şimdi şehrin kalabalığından ve telaşından bunaldığı için böyle hayaller kuruyorsun.”
Ertuğ Uçar’ın Alef Yayınevi’nden çıkan öykü kitabı ‘Yalnızlığın 17 Türü’nü okuyordum bu duyguyla. Ertuğ Uçar, deniz fenerlerini ve bekçilerini yazmıştı bu defa. 17 deniz feneri ve birbirinden farklı 17 yalnızlık, 17 öyküde anlatılmış kitapta. Önceki kitabı ‘Rüya Arızaları’nı, bir rüya meraklısı olarak çok sevmiştim. Bu kitabında, yine kendisine ait deniz feneri çizimlerinin bulunması da kitabın bir başka hoşluğu.

Kitabı, bir deniz fenerinde ya da deniz feneri manzarası olan bir yerde okumak istediğini duydum birden. Kitap şu cümleyle başlıyordu çünkü: “Kuleden görünenler, gözlerin; kulenin içi, bedenindir.” Deniz fenerine dönüşmek, bir deniz feneri gibi düşünmek, onun yalnızlığıyla konuşmak... İvam’ın da benimle birlikte dışarı çıkması, bir deniz feneriyle karşılaşma olasılığımı artıracak diye düşündüm. Çünkü o sihirli bir kediydi ve bana düşler dünyasında eşlik ederek, düşlerle gerçeklerin arasındaki sınırları kaldırmamda yardımcı olabilirdi, eğer isterse tabii.

“Bir deniz feneri bulmalıyız” dedim İvam’a. İvam, bu sözüme gülerek karşılık verdi “Böyle söyleyeceğini tahmin ediyordum. Okuduğun ve beğendiğin kitapların içinde öyle bir kayboluyorsun ki benim sihir yapmama gerek kalmıyor çoğu zaman. Aslında canım biraz sıkkın. Tuhaf şeyler duyuyorum hep. Hani şu savaş, tersanelerdeki işçi ölümleri, cinnet geçirenler... Toplumdaki huzursuzluk ve sıkışma artmış durumda. Tüm bunlar olurken, senin bir kitabın peşine takılıp deniz feneri araman bana tuhaf geldi açıkçası.”

“İvam, belki de herkesin bir deniz feneri bulup, o deniz fenerinden kendisine ve hayata bakması gerekiyordur. Belki, bulunduğumuz yerden görmemiz gerekenleri yeterince göremiyoruzdur. Kitaplar da zaten bu işe yaramıyor mu?”

İvam, bir an düşünüp, sonra aniden üzerime sıçrayarak sevinç içinde haykırdı: “Benim bildiğim bir deniz feneri var. Hem o fenerin bekçisi, bizi misafir de edebilir. Durmaksızın kitap okuyan bir ihtiyar. Ama biraz keçileri kaçırmış galiba. Deniz fenerinin hareket ettiğini, içinde yaşadığı o deniz feneriyle dünyayı gezdiğini iddia ediyor.”

İvam’ın beni götürdüğü deniz feneri alelade bir yapıydı. Bahsettiği ihtiyar bekçiyi de içeride otururken bulduk. Oturduğu koltuk mu onun şeklini almış, o mu koltuğun, belli olmuyordu pek. Sanki fenerin penceresinden dışarıya bakarken birden donuvermişti. Sonra birden konuştuğunu duyduk: “Hayat boşa mı geçiyor acaba? Diğer deniz feneri bekçileri gibi, denize bakınca sadece denizi görebilmeyi çok isterdim. Ama ya kendimi, ya da başka insanların hayatlarını görüyorum hep. Küresel ısınma, savaşlar, açlıklar... Herkes kendisini kurtarma derdinde. Ama hep beraber bir uçuruma doğru giderken, kim kendisini kurtarabilir ki.”

İhtiyar adam konuştukça, deniz feneri bana da hareket ediyormuş gibi gelmişti bir an.
“İnsan, kendi bedeninden nasıl dışarı çıkamazsa, ben de bu fenerin dışına adım atamıyorum yıllardır. Dışarı çıkmak istesem de çıkamıyorum bir türlü. Üstelik bu fener, özellikle geceleri hareket ediyor. Her gün, bir sürü şeye tanık olmak zorunda kalıyorum, hiçbir şey yapamadan. Yapabildiğim tek şey, feneri yakmak. Ve bu fenerin ışığının birgün birileri tarafından görülebileceğini ummak.”

Bekçinin anlattığı şeylerin okuduğum kitapla bir ilgisi yoktu. Bu fener, başka bir fenerdi. Başka türlübir yalnızlık. Belki yalnızlığın 18. türü... “Bu ışığı görünce ne olacak?” diye sorarak, ihtiyar adamın oyununa katılmaktan kendimi alamadım.

“Ne mi olacak? Dedim ya, bu büyülü bir fener. Bu fenerin ışığını görenler, etraflarının aydınlandığını, gerçekte nasıl yaşadıklarını görecekler. Örneğin savaş alanındaki bir asker, silahını bırakıp bu fenerin gösterdiği yere doğru koşmaya başlayacak. Ya da fabrikadaki bir işçi, tarladaki bir köylü, sokakta uyuyan evsiz bir çocuk...”
“Nereye koşacak bu insanlar? Neresi var ki?”
“Bunu sen mi söylüyorsun? Binlerce insan ne diye öldü, niye cezaevlerinde çürüdü sanıyorsun. İşte o insanların, uğruna onca acıya katlandığı yere doğru koşacaklar.”
“Peki sen niye gitmiyorsun oraya?”
“Sen, bu deniz fenerinin gerçekte ne olduğunu anlamadın değil mi? Eğer ben oraya gidersem, bu fenerin ışığını kim yakacak? Ama bazen yılgınlığa düşmüyor değilim. Kimse bu ışığı görmüyor gibi geliyor bana. Öyle kalın bir sis tabakası var ki insanları kuşatan, o sisi aydınlatmak için fenerlerin çoğalması ve daha çok parlaması gerekiyor.”
“Nasıl daha çok parlayacak?”
“Okuyarak ve hayal ederek. Okumanın ve hayal kurmanın azaldığı toplumlar, büyülü fenerleri göremezler hiçbir zaman. Göremedikleri için de, o kalın sis tabakası içinde huzursuz bir biçimde, birbirlerinden korkarak dolanıp dururlar.”

İhtiyar adam, tekrar kendi derin sessizliğe dönüvermişti bu sözlerden sonra. İvam’la mecburen dışarı çıkmıştık. Gerçekten hareket ediyor muydu bu fener? Ya da ihtiyar bana bunu anlatırken başka bir şey mi anlatmak istemişti? Tekrar geri dönüp ona sorular sormayı düşünüyordum ki, biraz evvel içinde olduğumuz fenerin yerinde yeller estiğini fark ettim.

Bülent Usta (Birgün, 5 Mart 2008)

HUZURSUZLUK SİSİ İÇİNDE BİR YOLCULUK

Posted: by bülent usta in
0

Artık sabahları çok erken uyanıyorum. Tanımlamakta zorlandığım bir huzursuzluk, uykumun arasından girip uyandırıyor beni. Sanki etime mermiler, şarapneller saplanıyor. Sanki dünyanın tüm savaş uçakları aynı yeri bombalıyor: Kafamın içini.

Bu sabah işe gitmek için sokağa çıktığımda, sokaktaki huzursuzluğun bir sis gibi şehri örtmüş olduğunu gördüm. O sisin içinde, hiçbir şey doğru duyulmuyor ve görülmüyordu. Sokak lambaları bile birer da-rağacını andırıyordu. 'Moby Dick'in yazarı Melville'in, dünyayı gezdiği gemi İstanbul'a yanaşınca, o yıllarda İstanbul'u saran sisten korkup gemiden inmek istemediğini günlüğüne yazmış olduğunu hatırladım o an. Melville'e kızmıştım o zamanlar, İstanbul'a haksızlık yapığı için. Aynı haksızlığı şimdi ben mi yapıyordum.

Hiçbir şeyin doğru işitilmediği ve görülemediği bu sisin içinde, insanların durmaksızın aynı şeyleri haykırıdığına da tanık oluyordum. Örneğin sokakta insanlar sık sık birbirlerine hain diye sesleniyorlardı. Birisinin "türbana özgürlük" diye bağırdığını duyuyordum, bakkaldan ekmek isterken. Başka birisi de saatin kaç olduğunu sorarken, "Türkiye laiktir laik kalacak" diye ba-ğırabiliyordu. Her şey birbirine girmiş, kafalar karışmış, huzursuzluk insanları hayattan yalıtan bir güce dönüşmüştü adeta.

Bindiğim otobüste, beyaz bereli bir genç gördüm. Beyaz beresiyle 'derin' pozlar vererek gururla etrafını süzüyordu. Ama otobüsteki insanlar, ne onu, ne de o muhteşem beyaz beresini görüyordu. Gördükleri şey, öldürülen aydınların damla damla biriken acısından öğrendikleri gerçeklerden başka bir şey değildi. Sonra tuhaf bir şey oldu ve otobüsteki yolcular hep bir ağızdan bağırmaya başladılar: "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeni'yiz!" İhtiyarı genci herkes, bir tempo tutturarak bu sloganı haykırırken, o beyaz bereli gencin beyaz beresi, kafasında eriyip buharlaşmasın mı. Bu tuhaf doğaüstü olaydan sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi otobüsteki insanlar kendi sessizliklerine dönmüştü yeniden.

Otobüs, üniversitenin önünden geçerken aniden hızını kesti. Huzursuzluktan kapkara olmuş üniversitenin duvarlarının önünde polisler, türbanlılar gördüm. Üniversitenin kararmış duvarlarına baktıkça, bir şeylerin fena halde yanlış olduğunu görebiliyordu insan. Hem de bir şeyler o kadar yanlıştı ki, bu yanlışın öldürücü bir zehir gibi insanların yüreklerini, beyinlerini ele geçirdiğini görmek, ülkeyi saran huzursuzluk sisinin daha uzun bir süre kalkmayacağını işaret ediyordu.

Üniversitenin kararmış duvarında, birden sinevizyon gösterisini andıracak şekilde görüntüler belirmeye başladı. Öldürülen profesörler, coplanan öğrenciler, gençlere saldıran sakallıların ya da sarkık bıyıklıların sırtını sıvazlayanlar... Bir şeyler fena halde yanlıştı ve bugün yaşanan tüm sıkıntıların, geçmişte yapılan fenalıklar sayesinde daha da büyüdüğüne tanık olmak, insanın içini acıtıyordu.

Otobüs, yoluna devam etti. Ama sanki hızı iyice yavaşlamıştı. Otobüsün penceresinden bu defa bir cenaze törenine tanık oldum. Bu cenaze, iş kazasında ölmüş bir işçiye de ait olabilirdi, trafik kazasında ya da savaşta ölmüş birisine de. Ağıtların, çaresizlik ve yoksullukla karışıp şehri saran huzursuzluk sisini çoğalttığına otobüsteki yolcularla birlikte tanık oluyordum. Şehri saran huzursuzluk, otobüsün içinde de varlığını göstermeye başlamıştı. Şoförümüz, otobüsü sürmek konusunda öylesine istek-sizleşmişti ki, neredeyse her an otobüsü sağa çekip bizi yarı yolda bırakarak çekip gidebilirdi. İşte tam o anda yanımda oturan adam kulağıma şöyle fısıldadı: "Kropot-kin'i unutmamalı." "Neden böyle dediniz" der gibi baktım merakla adamın suratına. "Bilmem" dedi adam, "umutsuzluğa düştüğünüzü gördüm. Kendim için yaptığım bir hatırlatmayı, sizin için de yapmak istedim sadece." "Hayır, umutsuzluğa düşmüş değilim. Sadece kaygılıyım bu huzursuzluk sisinin artmasından."

Adam, otobüsün penceresinden yola bakarak şunları söyledi sonra: "Sonsuzdur yol, ne kısaltılacak ne de eklenecek bir şey vardır, ama yine de herkes kendi çocuksu karışını koyar yolun üzerine. Gerçekten de bu bir karıştık yolu gitmen gerekir, bu senden esirgenemez. Üstelik, doğru yol gergin bir ip boyunca ilerler; yükseğe değil, yerin az üzerine çekilmiştir, ip üzerinde ilerlemekten çok, insanı çelmelemek için çekilmiş gibidir. Bu yüzden her şeyden şüphe etmek iyidir. İşte bu şüphedir ki, huzursuz yapar insanı. Ama bu huzursuzluk, gerçeğe ulaşma çabasının huzursuzluğudur ve sadece bilgiyle oluşturmaz kendisini. Sezgi de gereklidir. Sanatçılar, yazarlar, var olan şeylere bakıp belli belirsiz gözüken şeylere anlamlar vererek, gerçeğin önündeki sis bulutunu dağıtmaya çalşırlar. Her yazarın, sanatçının, düşünürün bunu yaptığını da söyleyemeyiz elbette. Bazıları bu sisi çoğaltmak için çabalar."

Adamın durduk yere aforizmalar şeklinde konuşuyor olmasına bir anlam verememiştim önce, ama sözlerinin Kafka'nın sözlerine benzerliği şaşırtıcıydı gerçekten. Ayrıca, adamın yüzüne dikkatlice bakınca, yaşadığı derin huzursuzluğu da görüyordum. Ama onun huzursuzluğu, şehri saran huzursuzluğun neredeyse tam tersiydi. Ona bakarken, Kafka'nın "Kropotkin'i unutmamalı!" diye günlüğüne not düştüğünü anımsadım birden. Bu adam, Kafka olamazdı herhalde! Sonra adamın elinde, yakınlarda İstanbul'a gelerek seminer veren Michael Lowy'nin, Versus'tan çıkan "Franz Kafka, Boyun Eğmeyen Hayalperest" adlı kitabını gördüm. Kafka'nın günlüğüne bu notu neden düştüğünü ve Kafka'nın özgürlükçü solla ilişkisini araştırıyordu kitap.

Otobüs, durağıma varmıştı. Sis, en azından otobüsün civarında bir parça dağılmış gibi gözüküyordu. Adam, sohbetimizin yarıda kesilmesine aldırmadan, tekrar karşılaşacağımızı ima eden bir bakışla selamlamıştı ki, otobüs beni arkasında bırakarak hareket etti.

Bülent Usta (Birgün, 27 Şubat 2008)