NASIL İYİ OLUNUR?

Posted: 24 Eylül 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam bir süredir ortalıkta yoktu. Bugün onu evin önündeki akasya ağacının üzerinde görünce acayip mutlu oldum. Pencereden odaya girince, her zaman yaptığı gibi masamın üzerindeki kitaplara yöneldi. Ne okuduğuma bakıyordu. “Nerelerdeydin İvam? Seni çok merak ettim. Hatta gazetelerde dört kulaklı bir kedi bulundu haberini görüp korkmuştum senin için. Ama hem dört kulaklı bir kedi diyordu haberde hem de fotoğrafını koydukları Yoda adlı kedi, sana hiç benzemiyordu. Tanıyor musun Yoda’yı?” “Tanımaz mıyım? Ama o kendini beğenmiş dört kulaklılardan. Zaten seçtiği yola bak. Şikago’ya gidip zengin bir aileye kapağı atıyor, biz de çulsuz bir yazara yarenlik edip sokaklarda yaşıyoruz. Sonra da gazetelere poz vermeler filan.”
Bunları ciddi ciddi söylemediğini biliyordum. Benim de henüz anlayamadığım bir görevle bu dünyadaydı İvam. İstanbul’da bulunması dahil, hiçbir şey tesadüf olamazdı. “Öyle deme İvam. Sen de benim köşe yazılarımın, romanlarımın kahramanısın. Hatta zaman zaman okurlardan sana iletmem için mektuplar bile geliyor.”

Şakalaşırken, İvam bir an durup sordu: “Sen nasılsın?” Durduk yere böyle bir şey sormazdı İvam. Bir şey mi duymuştu üçüncü kulağıyla? “Karamsar şeyler düşünürken dinliyorum seni bu aralar.” “Bilmem... Karamsarlık, bu topraklarda ortak bir duygu haline geldi neredeyse. Kim karamsar değil ki İvam? Bir yandan mafyalaşan medyalar, devletleşen mafyalar, yolsuzluk çeteleri, diğer taraftan cenazeler, ekonomik kriz ve türlü saçmalıklar...” “Ama sen, her zaman karamsarlığa karşı çıkardın. Spinoza filan okurdun böyle zamanlarda.” “Bilmem... Bazen Flaubert gibi düşünmek istiyorum. ‘Benim politikadan anladığım tek şey, ayaklanmadır.’ diyor ya. Birileri Flaubert’in bu sözüyle dalga geçip yüzeysel filan dese de, benim çok hoşuma gidiyor. Birileri politikadan bahis açınca, ayaklanacaksak konuşalım demek istiyorum Flaubert gibi. Ayaklanmayacaksak lütfen konuşmayalım.”

“Flaubert’in bu sözünü bilmiyordum. Hani şu ünlü bir romancı olan Flaubert mi söylemiş bunu?” “Evet, ta kendisi. Bugün Mehmet Rifat’ın hazırladığı “Roland Barthes: Yazma Arzusu” adlı Sel Yayıncılık’tan çıkan bir kitap geldi. Kitapta Barthes’ın bir konuşması var. Şöyle diyor konuşmasında Barthes: ‘Dil, ne gericidir ne de ilerici, yalnızca faşisttir.’ Roland Barthes gibi, göstergebilimin kurucusu bir düşünür, üniversitedeki kürsüsünden böyle haykırabilmiş İvam. Tüm hayatını dile adamış ve ilgilendiği alanlarda çığırlar açmış, kendi kuşağını ve sonraki kuşakları, yaklaşımı ve yapıtlarıyla derinden etkilemiş birisinin “dil, faşisttir” yargısı, tüyler ürpertici geldi bana. Delirdiği için filan böyle konuşmuyor Barthes. Bu çıkışıyla dildeki iktidar söylemine dikkat çekmek istiyor aslında. Dilin egemenlerin ve ideolojilerin gizli bir silahı olarak hakikat yanılsaması yaratmak için kullanımı, özellikle Foucault gibi düşünürlerin de yakından ilgilendiği bir mesele olmuştu. İktidar söylemi, Barthes’ın altını çizdiği gibi sadece iktidarların değil, özgürleştirici ve iktidarları yadsımaya yönelik söylemler geliştirenlerin de dahil olduğu bir şey olduğunu altını çiziyor ısrarla bu konuşmasında. Bu, durumu zorlaştıran bir etken olsa da sadece ‘iktidar’a karşı değil, ‘iktidarlar’a karşı’ bir savaşım içinde olunması gerektiğini söyleyen Barthes’ın uyarısı, sadece bu konuyla ilgilenenlerle sınırlı kalabilecek bir uyarı da değil. İktidarın her yerde olduğunu işaret eden ve yapıtlarıyla da gösteren Foucault’yla Barthes’ın uyarısı birbirini tamamlayıp onları aynı cephede buluşturuyor, aralarında kimi farklılıklar olsa da.”

“Kitabı Mehmet Rifat mı hazırladı demiştin değil mi” diye sordu İvam, kitabın bulunduğu rafa sıçrayarak. “Evet, o hazırlamış. Peşpeşe kitap çıkartıp duruyor, sevgili eşi Sema Rifat’la birlikte. Hatta kitapta yer alan Barthes’ın ‘dil faşisttir’ diyen makalesini okurken, bir dipnotta yakında YKY’den “Bir Deneme, Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi” adlı Barthes’ın başka bir kitabının daha çıkacağını da müjdeliyor. Mutlaka yine Mehmet Rifat hazırlamıştır o kitabı da. O makale, o kitaptan alınmış bir parçaymış çünkü. Bu kitapla birlikte Roland Barthes’ın ‘Ara Olaylar’ adlı bir kitabı da çıktı aynı yayınevinden. Onu da Sema Rifat çevirmiş. Bazen, Mehmet Rifat ve Sema Rifat’ın, onlarca kişiden oluşan bir çalışma grubunun ortak adı olduğunu düşünüyorum. Hızlarına yetişmek mümkün değil.”

“Mehmet Rifat’ı ve Sema Rifat’ı tanıyorum” dedi İvam. “Kedilere çok düşkünler. Onları sık sık, bahçelerindeki kedileri beslerken görüyorum. Ya da o bahçeye köpekler dadanınca, çıkıp kedileri korurlarken. Kediler ve kitaplarla dolu bir hayat... Öyle insanların olması, nasıl biz kedilere moral veriyor ve insanların tümünden nefret etmemizi engelliyorsa, sen de bu üretimlere bakarak o morali ve gücü kendinde toplayabilirsin.”

“Aslında öyle yapıyorum İvam. Ama televizyonu ve gazeteleri açınca, topladığım o moralin tümü uçup gidiyor. Enis Akın’ın henüz yayımlanmamış bir şiirinde sorduğu gibi: ‘soruyorum nasıl iyi insanlar olacağız? lan nasıl’. Enis Akın, bunun pek mümkün olmadığını söylüyor şiirinde.” “Belki de bu soruyu sormakla başlayacak her şey” dedi İvam. “Sokrates, sokaktaki insanlara ‘Kendinize özen gösteriyor musunuz’ diye sorarmış. Bunu Foucault’nun bir kitabında (Özne ve İktidar, Ayrıntı Yay.) okumuştum İvam. Foucault, Sokrates’in ölürken bile, başkalarının kendilik kaygısı için kaygı duyduğundan bahsediyordu o kitapta. Yani Sokrates, herkesin kendisi için doğru biçimde kaygılanmasını, kendisine özen göstermesini istiyordu. Yoksa, salt başkaları için kaygılanmak hiçbir işe yaramaz. Kendimiz için ‘doğru biçimde’ kaygılanmak için de, felsefeye ve sanata büyük ihtiyacımız var. Felsefeyi ve sanatı, yararsız gören zihniyetle mücadele etmek, kötülükle mücadele etmek anlamına geliyor böyle bakınca.” İvam, gülümsedi benim bu sözlerime. Nedense, birden kendimizi ‘iyi’ hissetmiştik.

Bülent Usta (Birgün, 24 Eylül 2008)

RÖGAR KAPAKLARINDAN YÜKSELEN ÇIĞLIK!

Posted: 23 Eylül 2008 Salı by bülent usta in
0

Şairin dediği gibi, insan yaşadığı yere benzer biraz. Birbirine benzeyen sitelerle dolup taşan, sokakların bir yaşam alanından geçiş güzergâhına dönüştüğü, yayalar için yapılan kaldırımların park edilen otomobillerle dolup taştığı, rögarlara çocuk cesetlerinin kapak olduğu bir kentte yaşayan bizler de neye benzeyeceğiz acaba bu gidişle? Şehirlerimizin şirket yönetilir gibi yönetileceğini düşünen siyasetin, sadece kentlerin ve mekânların ruhuna zarar verdiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Örneğin edebiyat, artık kaldırımda yürüyüp kaldırımlara şiirler yazacak, gözlerini kapatınca kuşların uçuşunu dinleyecek şairlerden mahrum kalacak bu gidişle. Göstermelik parklarda o şairlerin heykelleriyle yetineceğiz ki heykellerinin bile rahat bırakılmayıp çalındığına da tanık oluyoruz.

‘İskenderiye Dörtlüsü’nün yazarı olan Lawrence Durrell’ın Can Yayınları’ndan çıkan ‘Mekân Ruhu’ adlı, mektuplarından, gezi yazılarından, şiirlerinden ve denemelerinden, hatta bazı roman parçalarından oluşan kitabını okurken bir kere daha yaşadığımız mekânlar üzerine düşünürken buldum kendimi. Aslında Durrell, mekâna öyle bir anlam yüklüyor ki “nasıl belli bir bağdan, ayırt edilebilir özellikleri olan belli bir şarap elde edilirse, bir İspanya, İtalya, Yunanistan da her zaman aynı türde kültür üretir” diyebiliyor. Bunun tersi mümkün olur mu diye düşündüm, eski İstanbul semtlerinde bulunan fastfood ya da benzeri yapılara bakarak. Hatta Durrel, tüm Fransızları Fransa’dan sürüp yerlerine Tatarları getirdiğiniz zaman, iki kuşak sonra Tatarların da Fransızlara benzer bir hayat süreceklerini, benzer bir kültürel yapı üreteceğini iddia ediyor kitapta yer alan denemesinde. Yani önceliği ırksal özelliklere değil de mekânın ruhuna veriyor. Acaba öyle mi gerçekten? Çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış Anadolu’da ya da ormanların çığlıklar atarak yandığı Ege sahillerinde nasıl bir uygarlık gelişiyor sizce? Yoksa kapitalizmin ruhu, mekânların ve insanların ruhunu çalarak ölü bir ruh mu serpiyor bu toprakların üzerine?

Durrell’a itiraz ettiğim noktalar olsa da mekânların ruhunun o mekânlar içinde yaşayanlar üzerindeki etkisinin büyük olduğu da bir gerçek. Şu an bu yazıyı evimde değil de işyerimde ya da bir kahvehanede yazıyor olsam cümlelerim dahi değişebilirdi. Trabzon’da, Kayseri’de ya da İstanbul’da yazıyor olmak da... Ama kitapta Durrell’ın mekânlarla etkileşime girme yöntemi ve romanlarında mekânları nasıl bu kadar başarılı bir biçimde kullanabildiğinin izlerine de rastlamak da mümkün. Mesela bazı yazarların ve gezginlerin aceleciliğinden şikâyet ediyor Durrell. Çünkü bir mekânın ruhuyla etkileşime girmek isiyorsanız sabırlı olmanız gerekir. Hatta zihninizi tamamen boşaltıp gözlerinizi kapatarak içinde bulunduğunuz mekânı hissetmeye çalışmalısınız. Örneğin her Haydarpaşa Garı’na gidişimde, garın tam ortasında durup gözlerimi kapatırım. Tuhaf bir yoğunluğu vardır bu yapının. Sanki onlarca yıldır Dünya’nın farklı bölgelerinden trenlerin taşıdığı, hayatta olan ya da olmayan binlerce insanın hayallerini, hayalkırıklıklarını, özlemlerini, vedalaşmalarını, kavuşmalarını, seslerini, kokularını biriktirmiş gibidir içinde.

Eski yapılar, neden daha çok hüzünlü gelir bize? Eski olduğu için mi? İyi ama neden eski olduğu için? Çünkü eski olan her şey, içinde bir şeyler biriktirir ve biriktirdiği şeyler artık biriktiği yerden taşıp dile gelir. Dile gelen şeyler, savaşlar ve acılarla dolu insanlık tarihi gibi, pek de neşeli şeyler olmaz tabii ki. Yani Haydarpaşa Garı, artık sadece taştan yapılmış bir yapıdan daha fazla bir şeydir. Şirketleşmiş belediyelerin birer para kaynağı olarak gördüğü ya da salt turizm sektörünün hizmetine sunulacak bir süs nesnesinden fazla bir şey. Her gün geçtiğimiz sokaklar, o sokaklardaki ağaçlar artık başka bir şeydir. Etrafımızı saran o ruhsuz betonarme binalarla dolu, ağaçların ve gökyüzünün azaldığı bir kentte bizleri nasıl bir hayatın beklediğini tahmin etmek zor değil.

Kent denilince akla gelen ilk kitaplardan birisi de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Lewis Mumford’ın ‘Tarih Boyunca Kent’ adlı kitabı. Antik kentlerden ‘görünmez kent’lere doğru yol alan süreci, Mumford ayrıntılı bir biçimde tartışıyordu bu kitabında. Eğer kentleşme, kapitalizmin ruhuna uygun bir biçimde devam ederse, Mumford’ın kehanetlerinin bir bir gerçekleştiğini görebiliriz. Kapitalizmin organik-üstü kentleşme anlayışı yüzünden, bilimkurgu filmlerinde rastladığımız makinelere ve tek bir ‘akıl’a mahkûm olacağız gelecekte. Çünkü bu tek akıl, modernleşmeyle birlikte tüm dünyayı insanlaştırmayla ve diğer canlıları insanların kölesi yapmakla başladığı işi, insanları makinelerin kölesi haline getirip dünyayı yok ederek bitirecek. Mumford, bu tehlikeye karşı, kentlerin ilk kuruldukları zamanki temel mantığına dönülmesini ve kentlerin bu temel mantık üzerinden yeniden oluşturulmasını talep ediyor kitabında: İnsanlığın yine kentleşme sayesinde kazandığı ‘duygusal paylaşım’, ‘rasyonel iletişim’, ‘teknolojik ustalık’ ve ‘dramatik temsil yoluyla hayatın bütün boyutlarını büyütebilme’ yeteneği ve ‘kültürü’ne yeniden dönülmesi ve ‘tek akıl’ın terk edilerek özgürlükçü yaklaşımlarla politikaların yeniden üretilebilmesi. Yoksa, kentleri yıkıp mağaralara dönelim demiyor. Şirketleştirilen belediyeleri halklaştıracak Terzi Fikriler çıkmadıkça, mağaralara dönmesek bile, kentlerde bir tür mağara hayatı süreceğimiz de bir gerçek.

Yürürken gözlerim hep rögar kapaklarına takılıyor. Sanki bir çığlık duyuyorum o kapakların altından yükselen. Emin olmak için durup Durrell’ın önerdiği ve Orhan Veli’nin yaptığı gibi gözlerimi kapatıyorum. İstanbul’un çığlığını dinliyorum gözlerim kapalı.

Bülent Usta (Birgün, 17 Eylül 2008)

ERNESTOLAR KAYBOLMASIN

Posted: by bülent usta in
0

Okullar açıldı ya şimdi. İstanbul’da en büyük dert trafik oldu. Belediye, toplu taşıma araçlarını okula gidiş ve çıkış saatlerine göre bedava yaptı, televizyonlar da uzun uzadıya bunu haber yaptı, yolsuzluk dosyalarının ardı sıra. Okulların tek derdinin ulaşım olmadığı açık. Ama şimdi okulların ve eğitimin sorunlarından bahsedecek değilim. Benim bahsedeceğim şey, okul imgesi… Daha doğrusu ‘okul’u felsefi bir problem olarak yaşayan Ernesto’nun tecrübeleri…

Tanıdığım en sıradışı öğrencilerden birisi Ernesto. Ernesto’yu edebiyattan tanıyorum; edebiyatın sınır, ülke, millet tanımayan dünyasından. Hayır bir yazar değil, bir roman kahramanı Ernesto. Okula gitmeyi reddeden bir öğrenci. Umurunda olmadığı için okula gitmeyi reddediyor değil. Okul, çok umurunda Ernesto’nun. Ama bizi çok seviyor. Edebiyatı, müziği, düşleri çok seviyor. O kadar çok seviyor ki, tüm evreni coşku içinde merak ediyor. Merak ettiği şey, evrenin yapısı, gazlar, yıldızlar değil sadece… Evreni, yani içindeki evreni, dışındaki evreni, yaprakların, kuşların, duyguların evrenini… Ama “okul varsa, evren yok” diyor Ernesto. Orada her şey var, her şey yerli yerinde ve açıklanabilir diyor. İşte bunun için, bir şey yok diyor orada. Aslında tam da böyle söylemiyor. Ama söylediği şey çok mühim ve ne anne-babası, ne ben, ne de siz, onun ne demek istediğini tam olarak anlayamayacağız muhtemelen. Çünkü biz, evrenin içinde değil de, neredeyse bir evrene dönüşmüş kocaman bir ‘okul’un içinde yaşıyoruz. Onu anlayan tek kişi, kızkardeşi Jeanne. Jeanne da ayrı bir muamma…

Onu ben, aylak aylak gezerken Marguerite Duras’nın Sel Yayınları’ndan çıkan ‘Yaz Yağmuru’ adlı romanında tanıdım. Zaten şu an Helen Cixous’nun ‘Duras Etkisi’ dediği şeyin etkisi altındayım. Yani, öyle bir etki ki bu, Duras’yı onlarca kere okusanız ve okurken her satırını sindire sindire okusanız, sizden bilişsel düzeyde uzaklaşıp, uzaklaşırken de kendi konumunuzu ve algınızı bozup dağıtarak, tuhaf bir duygu hâli içinde bırakıyor. Gerçek ve eşsiz bir edebiyat etkisi bu. Foucault da bu etkiden nasibini almıştı. Duras’nın çıplak kuvveti, hareketli ve kaygan varlığı karşısında, onu tutmaya çalışan ellerinin nasıl işlevini yitirdiğini ve bu etkiye gönüllü olarak nasıl teslim olduğunu anlatırken (Michel Foucault, ‘Sonsuza Giden Dil’, Ayrıntı Yayınları) ona hak vermemek imkânsız.

Ernesto’yu, yoksul bir ailenin çocuğu olarak tanıdım ben. Devletin verdiği çocuk yardımıyla geçinen ve bu yüzden belli aralıklarla çocuk yapan bir aile… Ama bu aile biraz tuhaf. Ernesto’nun anne-babası, kitap okumaya meraklı bir çift. Paraları olmadığı için öyle her kitabı okuyamıyorlar ama. Bundan da pek şikâyetçi değiller hani. Banliyö trenlerinde yolcuların unuttuğu kitapları topluyor baba ve bazen de kitapçıların önündeki ucuzluk sergilerinden çalıyorlar. Ama okuyorlar ve Ernesto’nun anne-babasının en çok sevdiği kitap da ‘Georges Pompidiou’nun Hayatı’ adlı kitap. Çünkü ne kadar kitap okurlarsa okusunlar Georges Pompidiou’nun hayatından daha ilginç bir hayata rastlamamışlar hiç. İşin ilginç tarafı, okudukları o kitaba kadar, Ernesto’nun anne-babası, kendi hayatlarının başka hayatlara benzediğinin bile farkında olmamışlar. Sanırım kitap okumanın insan yaşamına yaptığı en büyük katkılardan birisi de bu ve insanlığın büyük bir çoğunluğu bunun farkında olmadığı için de sorunlar katlanarak çoğalıyor.

Ernesto, dâhi bir çocuk. Okumayı kendi başına söküyor ve bunu yaparken “okumanın kendi bedeninde kendiliğinden yaratılmış bir hikâyenin bir tür sürekli akışı olduğu” gerçeğine ulaşıyor. Zaten bu türlü bir okumayı ve akışı bedeninizle yaşayamadığınız sürece, istediğiniz kadar kitap okuyun, okuduklarınız sadece ‘okul evreni’nde işinize yarar ve ‘okul’da insanlara öğretilen şey de bu olduğu için Ernesto sık sık okuldan kaçar. Bu okuma meselesi, bizim için kitap okuma oranlarımızın düşüklüğünden daha mühim bence. Bazen binlerce kitap okumuş cahil insanlara rastlamamızın nedeni de bu. Bir kitaptaki olayları ya da karakterlerin adlarını bilmek, o kitabın okunduğu anlamına gelmez çünkü. Ernesto bunu, okul aracılığıyla değil de kendi kendisine öğreniyor ve bu sayede bir dâhi olarak keşfedildiği süreci de başlatıyor. Zaten roman, bir dâhi olarak Ernesto’nun yaşadığı süreç ve Jeanne’la olan tuhaf ilişkisi üzerine kurulu. Ama Ernesto, mutlu mu oluyor dâhi olunca? Onun istediği dâhi olmak değil ki. Hem kendi toplumumuza bakarak yaratıcı insanları ne tür yalnızlıklar ve acıların beklediğini de görebiliriz. Mutluluk, sonraki bir dert. Belki de imkânsız… Önce yaşamayı öğrenmek gerek ve sevgiyi…

Ernesto’nun liseyi bitirip üniversiteye başlayacağı gün, annesinin sevinçten değil de üzüntüden ağlayarak kocasına söylediği şu sözler, bir itiraf gibi çınlıyor romanda: “Emilio. Benim de içim dolu… Çok rahatsızım… Akıl çok uzaktı bize ve işte yarattık onu nihayet.” Ernesto’nun annesinin yaşadığı bu duyguyu toplumlar da yaşamıyor mu? Gizli ya da açık entelektüel düşmanlığının altında bu duyguyu bulmak güç değil. Çünkü Ernesto gibiler, onları bir şeyleri sorgulamaya iter ve ne kadar boş bir hayat sürüyor olsalar da alıştıkları hayatın ritmini bozan, rahatlarını kaçıran bu insanlara, hem egemen güçler, hem de halk, iktidar hırsıyla kararmış aydınların da desteğini alarak çeşitli kötülükler yaparlar. Sonradan onların heykellerini yapıp öve öve bitiremeseler de…

Ernesto, bu sürecin sonunda “dayanılmaz şekilde bir taş gibi yaşama arzusu duyar” hale gelir ve roman sona erer… Bu dâhi çocukla ilgili iki tür söylentiden bahseder Duras: Ya çokuluslu şirketlerin bilim merkezlerinden birisinde çalışmaktadır, ya da ölmüştür. İkisinin arasında nasıl bir fark var, bunu bilmiyorum. Nihayetinde Ernesto’yu evrenin içinde kaybettik… Daha sırada başka çocuklar da var… Bu yazıyı yazarken az ilerideki okuldan çıkan çocukların tüm sokağı inleten cıvıltılarını duyuyordum. Ernestoların kaybolduğu bir evrende, ölü gezegenlerin arasına Dünya’nın da katılacağı bir gerçek.

Bülent Usta (Birgün, 10 Eylül 2008)

OTOPSİ SALONUNDAN ÇIKARKEN

Posted: 3 Eylül 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir köy doktorunun hikâyesini okuyorum. Agora’dan çıkan John Berger ve Jean Mohr’un “Talihli Bir Adam-Bir Köy Doktorunun Hikâyesi” adlı kitabını… Bir köy doktoru olan Sassall’ın hayatına Berger’ın kalemi ve Mohr’un fotoğraf makinesi aracılığıyla konuk olurken, çocukluğuma da gittim ister istemez. Çünkü annem uzun yıllar köylerde ebelik, babam da köy öğretmenliği yapmıştı. Hatırladığım şeyler, gece vakti bir köy evinde annem doğum yaptırırken bir sandalyenin üzerinde uyumamak için direndiğim anlara dairdi daha çok. Babamın, biraz da edebiyatçı olmasından kaynaklı olarak köy öğretmenliği yaparken yaşadıklarını bir öykücü titizliğiyle anlattıklarını hatırladım sonra. Okuduğum kitaptaki Doktor Sassall, bu yüzden bazen annem oluyordu, bazen de babam…

Aslında bu kitabı benim için özel kılan bir başka şey de antropoloji öğrencisiyken köy antropolojisi dersi için yaptığım alan araştırması. Benim gibi öğrenci bir arkadaşla birlikte Uşak’ın bir tütüncü köyüne gitmiştik. O köyde bir ay kalıp, köy yaşantısını antropolojik açıdan belgeleyecek ve bitirme tezi hazırlayacaktık. Köylüler bizi önce kabullenmemişti. Çünkü kaç tane tavukları olduğundan, nasıl evlendiklerine kadar her şeyi ayrıntılı bir biçimde sorgulayıp belgeliyorduk. Bu türden bilimsel araştırmalara alışık olmadıkları için bizi vergi memuru, MİT mensubu ve daha pek çok şey olarak görmüş ve ne kadar dil döksek de bırakın sorularımızı yanıtlamayı, bize selam bile vermemeye başlamışlardı. Alan araştırması kilitlenmiş ve biz köylülerle nasıl yakınlaşacağımızı bilemiyorduk. Sonra köyün girişinde ihtiyar bir köylünün kurutmak için üzüm serdiğini gördük ve gidip ona yardım ettik. Tütünden traktörlerle dönen köylüler bizi çalışırken görünce bize karşı birden yumuşamışlardı. Onlardan birisi olmuştuk o günden sonra. Ve o bir aylık çalışmadan sonra, köylülerle o kadar iyi dost olmuştuk ki, köyden ayrılırken arkamızdan göz yaşı dökenler dahi olmuştu.

Bizim, köyde antropolojik çalışma yapmamızın nedeni, antropolojinin daha küçük insan gruplarıyla çalışmayı tercih etmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü küçük gruplar, büyük sosyal gruplara göre daha az karmaşık ilişkilere sahip olduğu için, insana dair veriler daha dolaysız biçimde görünür haldedir sosyal yaşantı içinde. Ama bu, insanın taşrada daha az karmaşık olduğu anlamına gelmez. Sadece insan gerçeğinin karmaşık doğası daha yalın bir biçimde gözlemlenebilir bu sayede. Hatta taşrada insan gerçeğini en iyi biçimde öykülerine yansıtan Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları’ndan çıkan “Mimoza’da Elli Gram” adlı kitabının başarısı da taşranın sağladığı bu kolaylıkla açıklanabilir belki.

Bir kentli, taşrayı huzurlu bir yer olarak düşünür manzaraya bakarak. Ama Kavukçu da, Berger da taşrada hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğinde birleşiyor. O sessiz sakin manzara aldatıcıdır. Hırslar, hayaller ve hayal kırıklıklarının huzursuz ettiği tedirgin ruhlarla doludur taşra da… O yüzden anlatılan sadece taşra değil, insanın karmaşık doğasıdır.
John Berger, yetmişlerden bu yana küçük bir köyde yaşıyor. Belki de bu yüzden bu kadar canlı bir gözlem ve görselliği çok iyi kullanan bir dil ile bu kitaptaki denemeleri oluşturdu. Jean Mohr’la daha önce de çalışmıştı Berger ve birbirlerini ne kadar iyi tanıdıkları ve bir manzaraya bakarken neyi aradıklarını çok iyi bildiklerini kitapta görmek mümkün. Mohr’un fotoğrafları, Berger’ın sözcüklerine ayrı bir derinlik katıp bütünlemiş neredeyse. Hatta yazıyı yazanın da, fotoğrafları çekenin de aynı kişi olduğunu bile düşünebilirsiniz.

Berger, Gramsci ya da Goethe gibi kişilerden çeşitli alıntılar da yapmış kitapta. Goethe’den yaptığı şu alıntıyla karşılaşmak beni çok etkiledi: “İnsan kendini ancak dünyayı tanıdığı ölçüde bilir. Dünyayı da ancak kendi içinde bilir ve ancak dünya içinde kendisinin farkındadır. Gerçekten tanınan her yeni nesne, kendi içimizde yeni bir organın önünü açar.” Goethe’nin bu sözünü okuyunca yaşadığımız trajedinin nedeninin bu olduğunu düşündüm. Dünyaya karşı ilgisini yitirmiş insanların kendilerine olan ilgilerini de kaybetmeleri… Bu yüzden “savaş!” denilince savaşan, “çalış!” denilince çalışan ve hayatlarını kolayca harcarken dünyayı da cehenneme çeviren kayıtsız insanların kötü talihiyle… Bu yüzden “talihli bir adam” olan Doktor Sassall beni çok etkiledi. Onun aracılığıyla astımlı bir kızla iletişime geçmek, ölmek üzere olan bir ihtiyarın iç dünyasına girmek, bir orman işçisinin yaralı bacağı üzerine düşünmek ve bunu Doktor Sassall’ın yaşam felsefesi içinden yorumlamak ufuk açıcıydı gerçekten. Ama Sassall’ın bir de itirafı var kitabın sonunda yer alan: “Bana her ölümü hatırlatışlarında –ki bu her gün olur- kendimi düşünür ve bu sayede işime daha çok sarılırım.”

Otopsi salonuna ilk defa girdiğim günü hatırlıyorum. Onlarca ceset, çoğu şişmiş… Yanarak ve boğularak ölenler… İhtiyarlar, gençler ve çocuklar… Çocuk cesetleri etkilemişti beni en çok. Bir de genç bir işçinin karnını açtıkları zaman, midesinin boş olduğunun söylenmesi... Doktor, midesinde bir şey bulunamadı diye not düşmüştü raporuna. Otopsi salonunda bayılan öğrenciler olmuştu. Özellikle kentlerde yaşayanlar ölüm gerçeğine o kadar yabancıydı ki. Köylerde yaşayanlar yaşamın doğum ve ölüm döngüsüne en azından besledikleri hayvanlar aracılığıyla tanık olabiliyorlar. Kentlerde ise doğum ve ölüm hastanelerde kapalı kapıların arkasında yaşanıyor çoğunlukla. Bu yüzden ölüm ve ölüler ürkütücü geliyor çoğu kişiye. Benim için de ürkütücüydü. Tek tek cesetlerin yüzlerine baktığımı hatırlıyorum.

Şöyle düşünmüştüm otopsi salonundan çıkarken: Aslında insanlar bu otopsi salonuna bir kere uğramalı. Eğer ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilirlerse, kimse kimseyi öldürmez. Sanırım bu önermeyi çürütecek çok sayıda örnek de var. Ama benim yaşadığım his böyleydi oradan çıkarken. Bu yüzden Doktor Sassall’ın yaşadığı o hissi, çok iyi anlıyorum.

Bülent Usta (Birgün, 3 Eylül 2008)