Yarım kalmış hayatlar ve romanlar

Posted: 23 Mayıs 2008 Cuma by bülent usta in
0

Yosun uğradı bu sabah. Elinde İsmet Kür'ün "Onuncu Sigara" adlı romanı... Daha önceki "Karşılaşmalar"dan birisinde ("Hayat, Memat, Edebiyat" adlı yazımda) bu roman hakkında yazmış ve baskısı olmayan bu kitap umarım basılır diye içimden geçirmiştim. Halbuki ben o yazıyı yazarken Everest Yayınları kitabı yayına hazır-lıyormuş bile. Yosun (romanın kahramanı) bu kitabın basılmasının benim sayemde olduğunu düşünüyor, ama yanılıyor.

Zaten Everest Yayınları, İsmet Kür'ün bütün yapıtlarını teker teker yayımlıyordu ve sıra "Onuncu Sigara"ya gelmişti. "Başka bir yazında Selçuk Baran'ın kitaplarının da yeniden basılmasını istemiştin. Bence onları da yakında yayımlarlar." Yosun, yosun gözlü bir kız... Üstelik sadece bir tane Yosun da yok.

"Beni okuduğun zamanı hatırlıyor musun?" "Evet. Edebiyat Fakültesi'nde öğrenciydim. 1995 ya da 1996'dıydı sanırım. Ca-ğaloğlu'nda bir duvar dibinde yüzde elli indirimle satılıyordu 'Onuncu Sigara'. Eve dönerken otobüste başlamıştım okumaya. Pekçok yönden kendimi sana yakın hissetmiştim okurken." "Ne gibi? Ben kadınım, sense erkek." "Bu roman, 12 Eylül'e ve yaptıklarına içeriden bakan bir roman Yosun.

12 Eylül'ü çoğunlukla siyasetçilerden filan dinledik. Onlar da rakamlarla, belli başlı olaylarla, kendi durdukları yerden yaptıkları yorumlarla aktardılar hep. Halbuki 12 Eylül'ü çıplak bir biçimde anlatmak gerekiyor. Anlatınca, aslında 12 Eylül'ün durmadığını, zehirli bir kan gibi toplumun ve devletin damarlarında dolaştığını, 12 Eylül'den doğan her şeyin bu yüzden sakat olduğunu daha iyi görebiliyor insan." "12 Eylül'le ilgili başka romanlar, şiirler, öyküler de var. Böyle bir külliyatın olmadığını söyleyemezsin herhalde." "Elbette var. Hatta sadece 12 Eylül'ü bunalım edebiyatı olarak yazan ve ünlü olan yazarlar da var. Ama onlarınkisi, 12 Eylül'ü, 2. Dünya Savaşı'nın edebiyattaki klişeleşmiş örneklerine benzetmekten ibaret.

Bu sorunu bir geçim kaynağı haline getirerek bir tür yozlaştırma faaliyeti sürdürdükleri bile söylenebilir. Ve bunu öylesine yoğun ve klişeleştirerek yaptılar (ya da yapıyorlar) ki, artık daha o kitapların kapaklarını görür görmez bile insanın neredeyse kusacağı geliyor. Yapış yapış duygusallık, her şeyin abartılı güzellikte ve çirkinlikte olduğu bir dünya, Varoluşçu filozof ve edebiyatçılardan çalınarak süslenmiş diyaloglar ve hiçbir amacı ya da fikri olmayan bitmek bilmeyen sorgulamalar...

Bu tür yapıtlar, benim bahsettiğim samimiyeti ve çıplaklığı vermiyor. Hatta 12 Eylül'ü deprem ya da sel gibi doğal bir felaket olarak gösterip, bu felakete hayran hayran bakarak estetize etmeye çalıştıkları bile söylenebilir." Ben konuşurken, Yosun pencereden dışarıya bakıyordu.

Romandaki işkence sahneleri aklıma geldi. Şu an iki tane Yosun olabilirdi bu odada. "Ben de senin gibi romanlarımı yarım bırakıyordum Yosun. Hatta çoğunu yırtıp attım. Sanki hem bir yere varmak istiyor ve durmaksızın oraya varmak için yazıyor, hem de varmak istediğim o yerden ölesiye korkuyor, yazdıklarımı yırtarak gerisin geriye kaçıyordum. Ama bir sayfayı yırtıp atmak kadar kolay kurtulamıyor insan yaşadıklarından." "Benimle ilk defa romanın sayfalarında konuştuğundan beri, bakıyorum epey değişmişsin." "Hani romanda annene 'O kadar istiyorum ki sizi memnun etmeyi...

N'apayım ki bir türlü elimden gelmiyor' demiştin ya, işte yaşadığın o çaresizlik duygusunu boyun eğmeden kabullenerek bir çıkış yolu aradım hep. 0 kahredici çaresizlik duygusuyla yaşamayı öğrenmek gerekiyor. Bir anda her şeyi değiştiremiyorsun. Büyük şeyleri dönüştürecek gücü, küçük küçük şeyleri biriktirerek topluyorsun. Romanda yaşaman için seninle mücadele etmemin nedeni de buydu.

Ama bazen insanların bir şeyleri anlaması, ancak sevdikleri şeyin yok oluşuyla mümkün olabiliyor yazık ki." Bu son cümleyi biraz istemeye istemeye söylemiştim. Aslında kızgındım ona, kendisini balkondan bırakıp uçtuğu için. "Bazı zamanlar, bana sürekli nasihat eden diğer Yosun'a benziyorsun. Böyle zamanlarda sana kızıyorum. Söylediklerini ben de biliyorum, ama yapamıyorum. Bazen bir şeyi bilir, ama yapamazsın. Bilmek, her zaman yapmayı getirmiyor peşinden. Her şeyi denemediğimi mi sanıyorsun." "Bugün eşim Çağlar'ın doğum günü Yosun. Birlikte küçük küçük şeyler biriktirerek kocaman bir hayat kurmaya çalışıyoruz." Ben böyle söyleyince Yosun'un gözleri doldu bir an. Aklı babasıyla Zerrişte'nin aşkına gitmişti belki de. Aşka dair bir umutsuzluğu da yaşamıştı romanda. Babasının aslında Zerrişte'yi değil de parayı ve makamı sevdiğini görmüştü. "Sen, eşini hep sev ve bencillik etme, tamam mı" dedi. Romanlarımız hakkında konuşmaya başladık sonra. Birazdan balkondan uçup gidecekti onuncu sigarasını söndürmeden kül tablasına bırakarak...

Ben de Sel Yayınları'ndan çıkan Unamonu'nun romanındaki satranç ustası Don Sandalio'yla buluşacaktım bir satranç karşılaşması için. Hayat, yaşayanlar için de, ölüler için de sürüp gidiyordu işte. Bir de doğum günümüz var...

Bülent Usta (1 Ağustos 2007)

Üç kulaklı bir kedi

Posted: by bülent usta in
0

Üç kulaklı kediyle muhabbetimiz çok eskilere dayanır. Onu bu aralar yine görmeye başladım. Genel seçimlerin olduğu gün, bir sokak aralığında karşıma çıktı. Önce "Pısst! Pısst!" diye bana seslendiğini duydum. Üsküdar'da oy kullanmaya giden kalabalığın ne beni, ne de onu görmeye niyeti yoktu. Hatta insanlar afyonlanmış gibi yalpalaya yalpalaya gidiyordu, ufuğu görenler hariç.

"İnsanların bu afyonlanmış hali için ne diyorsun?" diye sordum üç kulaklı kediye. Simsiyah gözleriyle güldü bana. Onu hiç gülerken görmemiştim. "Eğer bizleri de, sizdeki gibi okulların, kışlaların, iş yerlerinin hiyerarşik düzeni içine soksaydınız, bilmem kaç saat çalıştırıp sevişmeye, uyumaya, eğlenmeye vakit bırakmasaydı-nız, bir de üstüne üstlük silahlı güçlerce en ufak hak talebini ağır bir biçimde ceza-landırsaydınız, azıcık gözü açılmış olan aydınlarımız iktidar hesaplarıyla bizleri lendi çıkarları için bu denli yanlış yönlendirmiş olsaydı, üst üste açık ya da gizli darbelerle her toplumsal ve düşünen canlı için bir ihtiyaç olan siyaset yapma hakkımız ve arzumuzu bu denli örselenmiş olsaydı, biz üç kulaklı kedilerin de sonu sizden farklı olmazdı."

İlk defa üç kulaklı kedinin imgesel, şiirsel bir dil kullanmadan konuştuğunu görüyordum. Hayret. Şimdi nereden çıktı bu üç kulaklı kedi diyebilirsiniz. Aslında üç kulaklı kediler, tarihin ilk dönemlerinden beri var. Çoğu, iki kulaklı kedi taklidi yaparak zarar görmeden yaşıyor, üç kulaklı insanlar gibi. Evet, üç kulaklı insanlarda var. Mesela Kafka, kimse bilmez ama, aslında üç kulaklıdır ve tıpkı iki kulaklılar gibi yaşamak zorunda kalmış, memurluk yaparak hayatını sürdürmüştür yıllarca. İki kulaklılar gibi evlenmeye de çalışmış ama başarılı olamamıştır maalesef. Kafka gibi iki kulaklı yaşamaya çalışmayanlar da var. Ama onların karşısına çoğunlukla cezaevleri, akıl hastaneleri, idam sehpaları ya da intiharlar çıkar. Hayatta kalmak için, iki kulaklı taklidi yapmaktan başka bir şansı yok çoğu üç kulaklının. Bunları, üç kulaklı kediyle yaptığımız uzun sohbetlerden öğrendim. Büyük sanatçılar, felsefeciler, devrimciler hep üç kulaklıların arasından çıkarmış. Çünkü üçüncü kulakları sayesinde sezgileri güçlü olurmuş bu insanların. Üçüncü kulakları sayesinde gaipten sesler duyarlarmış.

Üç kulaklı kedi, çoğu üç kulaklının zamanla iki kulaklıya dönüştüğünü, bazı iki kulaklıların da sonradan yaptıkları araştırmalar ve en önemlisi kitap okumaları sayesinde, üçüncü kulaklarını çıkarabildiklerini söylemişti bana.

"Ama üç kulaklı yaşamak zor. Hele siz insanlar için bu daha da zor. Van Gogh'un kulağını kesme hikâyesi yanlış bilinir örneğin. O, kulağını keserken üçüncü kulağından kurtulmaya çalışmıştı aslında. Çünkü bu üçüncü kulağın duyduğu şeyler çoğu zaman korkunç şeylerdir. Bu yüzden delilik, intihar onların arasında kol gezer. Üçüncü kulağı olan birisi, dünyanın herhangi bir yerindeki acıyı, feryadı çok rahat, sanki oradaymış gibi duyabilir.

Irak'ta patlayan her bombanın sesi, sanki kafasının içinde patlar. İşkencecilerin kahkahaları ve kurbanlarının çığlıkları nerede olursa olsun kulaklarında yankılanır. "Sen böyle şeyler söyleyince, üç kulaklı olmak isteyenler vazgeçecek bu çabadan." "Üçüncü kulak sayesinde, inanılmaz güzel melodiler de duyar insan, hiçbir iki kulaklının duyamayacağı, duysa da anlamayacağı.

Bir başka üç kulaklı olan Kropotkin'den dinlemiştim, kurşuna dizilmeyi göze alan bir anarşistin, aslında iki kulaklıların tahmin edemeyeceği bir mutluluğu yaşadığını anlatmıştı bana. Kendini ortak bir mutluluk için adayan bir insanın, kendisini adadığı o mutluluktan beslenerek bunu yaptığını söylemişti. Yoksa, ne diye bir insan kendisini tanıdığı-tanımadığı insanlar için, en önemlisi göremeyeceği bir gelecek için feda etsindi ki." "Bunu mecburiyetten yapanlar da var ama. Üstelik, kendini feda etme anlayışı, doğru bir şey mi? İnsan, ne yaparsa yapsın öncelikle kendisi için istemez mi bir şeyleri?" "Ben de bunu söylüyorum aslında. İnsan, kendisini adadığı o mutluluktan, o mutluluk gerçekleşmeden evvel bir pay aldığı için bunu yapıyor. Ölüm oruçlarında, kendisini aç bırakarak ölmeyi göze alan bir devrimci, (doğru ya da yanlış) bu sayede bunu başarıyor.

Mecburiyete gelince. Mecburiyet diye bir şey yoktur üç kulaklıların dünyasında. O, kurşuna dizilen anarşist, üçüncü kulağını tıkasaydı ve o şekilde yaşamını sürdür-seydi eğer, mutlu olabilir miydi sence? Onun yaşayacağı mutluluk, yalancı bir mutluluk olmaz mıydı? Ve bir gün yalancı bir mutluluk içinde yaşadığını fark ederek, kurşuna dizilmiş olmaktan beter büyük bir pişmanlık duymaz mıydı? Üç kulaklıların dünyası, elbette tehlikelerle dolu. Ama iktidar ve güç hırsıyla yaşayan tek kulaklılar ve iki kulaklıların dünyaları, daha tehlikeli. Ve üstelik tehlikenin nereden geldiğini bile göremiyorlar.

Biz üç kulaklılar ne kadar bağırırsak bağıralım, üçüncü kulakları olmadığı için sesimizi duyamıyorlar. Ormanlar yanıyor, açlık ve işsizlik büyüyor, buzullar eriyor, gıda ve su kaynakları tükeniyor ve onlar hâlâ boş hayallerle, gerçek bir dünyada bir bilgisayar oyunundaymış gibi sanal bir hayat sürüyorlar. Ama onların, gerçek dünyayı sanal bir biçimde hırslarına yenik düşmüş olarak yaşamaları, bizlerin de hayatını tehlikeye atıyor." Üç kulaklı kediyi, hiç bu kadar sinirli görmemiştim. Konuşurken tıslayıp duruyordu sürekli olarak. Sonra aniden bir çöp bidonunun arkasına girip kayboldu, sıradan bir kedi gibi. Yine karşıma çıkacağını biliyorum. Kaç yüz yıldır, insanların dünyasında yaşayan bu yarı-düşsel kedinin söyleyeceği çok şey var daha.

Bülent Usta (25 Temmuz 2007)

Kederli temmuz günleri...

Posted: by bülent usta in
0

Tanrım, lütfen güzel ölümler bağışla bi ze / İpten, kılıçtan, giyotinden sen bizi koru / Virüs serpintisinden, mantar buluttan, gazdan / Keskin nişancıdan, zulümden, kırımdan kurtar..." diyordu 'Yumuşak Sesli Sone' şiirinde Coşkun Yerli.

16 Temmuz'un sabahında, aramızdan ayrıldı. Şiirinde dile getirdiği gibi, güzel bir ölümle karşılaşamamıştı, çünkü kanserdi... Çünkü daha çok gençti... Çünkü güzel bir insandı ve güzel insanlara hiçbir ölüm yakışmazdı. Tıpkı 12 Temmuz sabahı aramızdan ayrılan Ulus Baker'e de ölümün hiç ama hiç yakışmadığı gibi. Biz Ecegilleri öksüz bırakıp giden Ece Ayhan da 12 Temmuz günü veda etmişti bizlere, Ulus Baker gibi. Acı bir tesadüf...

Ulus Baker gibi ben de Spinoza'ya hep yakın hissettim kendimi. Bu yüzden, ölümden yana iktidarların ruhunu besleyen kederden çekinirim. Ama kederi ve umutsuzluğu örgütleyenler ve kederlenmeyi yaşam biçimi haline getirenlerle, insani nedenlerle kederlenenler arasında bir fark olduğunu Spinoza da söyler. Ve ben de peş peşe gelen ölüm haberleriyle sarsılmış bir halde, bu sıcak temmuz günlerinde hüzne yelken açmış buldum kendimi. Bu kederli ruh hali, gazetelerde yer alan ölüm haberlerini daha bir gözüme sokmaya başladı sanki.

Her yanımızın ölümle, ölümden yana güçlerle kuşatıldığını görmek, başlı başına bir keder kaynağı zaten. Irak'ta bir pazarye-rinin daha bombalandığını ve seksen beş kişinin, seksen beş insanın daha ölmüş olduğunu okuyorum gazetede. Ardından üç yaşındaki Enes'in, Dilara gibi kapaksız bir çukura düşüp öldüğü haberi gözüme çarpıyor. Coşkun Yerli'nin şiirindeki yakarışı geliyor aklıma, "Tanrım, lütfen güzel ölümler bağışla bize". Neredeyse doğal bir felaket-miş gibi karşılayacağız bu ölümleri, açlıktan ölen Afrikalıların ölümünü, deprem ya da sel gibi doğal bir felaketten saydığımız gibi.

Hani, Reyna mıdır, Layla mıdır sosyetenin eğlence mekânlarından birisinin duvarı, bir gecekondunun üzerine çökmüştü de, yoksul bir aile o duvarın altında ezilerek can vermişti. Kapitalizmin ne olduğunu o duvar anlatmıştı aslında herkese. Bir tarafta sınırsız eğlence ve lüks, diğer tarafta sınırsız acı ve yoksulluk. Bir duvarın bile anlatabileceği kadar basit bir gerçeği, nedense anlamakta ve anlatmakta zorlanabiliyor bazen insan. Ama o kadar basit işte. Ve kederlenmemek elde değil. Ama kederden yola çıkan her çözümün varacağı yer de, yine keder maalesef.

Hüznü daha da yoğun bir zehre dönüştüren gecenin sessizliği içinde bunları düşünürken, birden telefon çaldı. "Rahatsız ediyorum. Ben Raoul Vaneigem. Bu numaradan beni aramışsınız galiba." "Bir yanlışlık olmalı beyfendi. Bugünlerde yurtdışından bir numarayı aramadım hiç." "Ama telefonun hafızasında bu numara gözüküyor." Bir an kuşkuya düşüyorum. "Adınızın ne olduğunu söylemiştiniz?" "Raoul Vaneigem." "Hadi ya, siz şu 'Gençler İçin Hayat Bilgisi-Gündelik Hayatta Devrim' adlı kitabın yazarı değil misiniz?" "Evet, benim." "Peki ne zaman aradığımı telefonunuz gösteriyor mu?" Bu soruyu sorduktan sonra, telefonun diğer tarafında uzun bir sessizlik yaşanıyor. "Şey, evet... 1996 yılında aramışsınız." "Ama ben 1996 yılında, bu numarada değildim ki. Hatta yayınevimiz buraya yeni taşındı ve bu numara sadece iki haftadır kullanıma açık."

Raoul, bir kahkaha patlatıyor karşı taraftan, bense şaşkınlıktan kahkaha da atamıyorum. Ama komik bir durumla karşı karşıya olduğum bir gerçek. Fırsat bu fırsat, uzun bir sohbete başlıyoruz Vaneigem'le.

'Gençler İçin Hayat Bilgisi-Gündelik Hayatta Devrim' adlı kitabı, 1996 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanmıştı. O zamanlar gerçekten de onunla ilişkiye geçmek istediğimi hatırlıyorum. Bu kitabın ardından sitüasyonizmin bir diğer öncüsü Guy Debord'un aynı yayınevinden çıkan 'Gösteri Toplumu' adlı kitabını da okumam, benim için bir zorunluluk haline gelmişti.

Raoul Vaneigem'in Türkçeye çevrilmemiş daha pek çok eseri var ve bu durum düşünce hayatımız için hiç de iyi değil. Özellikle orijinal adı 'Le Livre des Plaisirs' olan Arzular Kitabı, keşke Türkçede olsa, olabilse.

Vaneigem'le, kederli ruh halimden yola çıkarak ölüm üzerine konuşmaya başladık. Şöyle şeyler söyledi bana: "Istırap, zorunlulukların yarattığı hastalıktır. Ne kadar küçük olursa olsun, saf sevincin tek bir atomu bile onu (yani kederi, ıstırabı) uzak tutacaktır. Büyük bir neşeyle özgün bir şenlik için çalışmak, genel bir isyana hazırlanmaktan çok farklı değildir."

Buna benzer şeyleri Spinoza'dan, Deleu-ze'den de duymuştum. "Ölüme gelince... Bu sistem içerisinde sadece hayvanların doğal ölümüne izin veriliyor. Hepimiz dev bir toplum laboratuvarının içindeki kobaylara benziyoruz. Ölüm tohumlarının (yani stres, sinir gerginliği, şartlandırma, kirlenme, hastalıktan beter tedaviler, vb.) saçıldı-ğı bu laboratuarda, sözde ölüme karşı girişilen 'bilimsel' savaşa ayrılması gereken enerji ve kaynakların çok büyük bir kısmı, tam tersi militarizme, yani kısaca ölüm makinesine ve ideolojisine aktarılıyor ne yazık ki. Bu yüzden insanların çok büyük bir kısmı doğal olmayan nedenlerden ölüyor. Trafik kazası, iş kazası, savaş, terör... Hatta AİDS, kanser vb. hastalıklar dahi bu doğal olmayan ölümler içerisinde gösterilebilir.

Ve tüm bu ölümlerin suçlusu, kapitalizm ve onun yarattığı ya da var olduğu bu kültürel yapı." "İyi güzel de Raoul, bunu nasıl değiştireceğiz? Kitabında, bir yöntem olarak şiiri gösteriyorsun bize." "Evet. Şiir nedir? Yaratıcı kendiliğindenliğin örgütlenmesi, tutarlılığın iç yasalarına uygun olarak nitelikselin kullanılması değil midir? Sana şiirin nasıl kullanıldığına dair çarpıcı bir örnek: Fransa'da demiryolu işçilerinin grevine tanıklık ediyordum 6o'larda.

Yaratıcılıktan yoksun, kötü yönetilen bir grevdi. Moraller bozulmuş ve grev sona ermek üzereydi ki, grevcilerden birisi (o kişi bence bir şairdi) ayağa kalkıp şöyle dedi: 'Bilinçli olarak kullanılan iki metelik, bir lokomotifi hareketsiz bırakır.' Bu sözlerin ardından bir anda her şey değişti. Herkes eldeki olanakları ortaya koyarak çeşitli çözüm olanakları oluşturmaya başladı."

"Senin bahsettiğin 'şiir'le, estetlerin bahsettiği 'şiir' farklı şeyler ama." "İktidarla uzlaşan şiir, şiir değil, sanat yapıtıdır sadece. Çoğu sanat yapıtı da şiire ihanet üzerine kuruludur. Ama bir düşünsene, evrensel olarak yaşanan ölüm, yaşlılık ve hastalığa ilişkin duygulardan, nasıl bir şiirsel başkaldırı yaratılabilir." "Her şeye rağmen sahip olduğumuz olanakların o kadar az farkındayız ki Raoul. Lokomotifi durdurmak için iki metelik yeterken, biz, iki metelikten daha fazlasına sahip olduğumuzu göremiyoruz bir türlü.

11 yıllık bir gecikmeyle de olsa iyi ki aradın. Coşkulu düşüncelerin, kederimi bir parça dağıttı. Ama seninle bir gün, sadece şiirin olanakları üzerine uzun uzun sohbet edebilmeyi çok isterim."

"İnsanların sözcüklere ihtiyaç duymayacağı, konuşmadan anlaşacağı günler çok uzak değil. Ve bizi o günlere ulaştıracak olan şey, yine şiir olacak sevgili dostum. Nietzche, bunu biliyordu." Telefonu kapattığım zaman, gecenin sessizliği, yerini güneşi müjdeleyen martıların çığlıklarına bırakmıştı. Ama yine de, odamdan çıkıp penceremin pervazına konmuş kederin, şimdilik uçmaya hiç niyeti yoktu.

Bülent Usta (18 Temmuz 2007)

Yaşarken ölmemek için yazan bir kadın...

Posted: by bülent usta in
0

Aslında gündem çok hareketli... Bir yandan Hrant Dink davası, bir yandan seçimler, bir yandan derin devlet manzaraları içinde gözüken cephanelikler, bir yanda kamu emekçilerinin zam isyanı, orman yangınları vs. Dünyanın çok az yerinde bu kadar hızlı ve yoğun bir gündem bombardımanı vardır herhalde. Almanya'dan gelen bir arkadaşım, bizim bu gündem bolluğumuza şaşırarak, hareketli bir coğrafyada yaşadığımız için bizi kıskandığını söylemişti. Evet, maceralarla dolu bir ülke olduğumuz doğru.

Ama bu maceraların çoğu korku filmi maceraları gibi. Cinayetler, cephanelikler, devlet içi çekişmeler, doğal ve sosyal felaketler... Gündemin bu kadar yoğun ve hızlı olması, gündemdeki konuları etraflıca tartışma, idrak etme, çözüm üretme şansı da bırakmıyor. Her şeyi bir an düşünüp, hemen bir başka şeye atlıyoruz ve o bir an düşünüp geçtiğimiz şey ise, biz görmüyoruz diye ortadan kaybolmuyor, aksine büyümeye devam ediyor. Su-surluk'u çözebilseydik Hrant Dink yaşıyor olacaktı diyenlere kulak verdiğim zaman, hakikaten neyi çözdük, ne yaptık bugüne kadar diye bir isyan çığlığı boğazımda düğümleniyor. 12 Eylül'ü mü yargıladık, faili meçhul cinayetleri mi aydınlattık, işsizliği mi azalttık, artık gelenekselleşmiş olan rüşvet kültürünü mü ortadan kaldırdık, eğitim ya da sağlık sorununu mu çözdük, ne yaptık bugüne kadar?

"Yakınma!" diyor bir ses, ben bunları yazarken. Upuzun bir yakınma listesi vardı aklımda halbuki, onları yazacaktım. Halkın nasıl yıldırma stratejileriyle örgütsüz ve depoli-tize edildiğinden filan bahsedecektim. "Yakınmak, yenilgiyi baştan kabul etmek demektir." Bir kadın sesiydi bu. Ve gerçekti. Gaipten duyduğum bir ses değildi.

Arkamı dönünce, bana seslenen kişinin Selçuk Baran olduğunu gördüm. Gözünde kalın çerçeveli bir güneş gözlüğü vardı ve o gözlüğe rağmen, bana hüzünlü ama yine de muzipliğini kaybetmemiş gülümseyen gözlerlerle bakabildiğini görebiliyordum. Bir an oturduğum masadan hızla kalkıp "Siz, Selçuk Baran'sınız." gibi saçma bir cümle çıktı ağzımdan şaşkınlıktan. "Beni beklemiyor muydunuz?" "Hayır. Aslında bu defa kimseyle karşılaşmadan bir yazı yazmayı planlıyordum." "Beni davet ettiğinizi anımsamıyorsunuz o zaman." "Hayır." "Eşik Cini adlı öykü derginizin bu sayısında bana dair oldukça geniş bir dosya hazırladığınızı duydum. Fotoğraflarımın, günlüklerimin, öykülerime dair yazıların olduğu bir dosya...

Yayınevinde gecenin bir yarısı, bana dair yazılar üzerine çalışırken, fotoğrafıma uzun uzun bakıp benimle konuştuğunuzu da mı hatırlamıyorsunuz?" "Evet, hatırlıyorum fotoğrafınıza bakıp konuştuğumu. Ama beni duyduğunuzu zannetmemiştim." "Ölüler, kendilerine dair her şeyi duyarlar." "Fotoğrafınızı, ilk defa yıllar önce görmüş ve genç yaşta ölen teyzeme benzetmiştim sizi. Sırf bu benzerlikten dolayı kitabınızı zor da olsa bulup okumuştum. 'Haziran' adlı öykü kitabınızı..." "Kitaplarımı bulmak çok mu zor?" "Evet. Kitaplarınızın yeniden basımı yapılmadı daha. Bu öykücülüğümüz için, edebiyatımız için büyük bir kayıp." Ben böyle söyleyince, hüzünlü bir gülümseme yayıldı yüzüne Selçuk Baran'ın. "Ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum. Ama bu durum, yıllar evvel sizin kendinizi başarısız bir yazar olarak kabul ettiğiniz o açıklamayı doğrulamıyor Selçuk Hanım. Emin olun ki, bir gün sizin kitaplarınızı yıllar sonra keşfetmiş gibi davranacak ve büyük reklam kampanyalarıyla, kitaplarınızı gündeme taşıyacak birileri çıkacak. Kitaplarınıza rahatça ulaşmak elbette önemli, ama yazdıklarınızı anlayıp sahip olduğu değeri verebilecek bir edebiyat orta-mınının varlığı çok daha önemli.

Mesela Sevim Burak'ın kitaplarına rahatça ulaşabiliyoruz, hakkında bir sürü övgü dolu yazıyla da karşılaşabiliyoruz ama, gerçekte Sevim Burak'ı ne kadar anladığımız, hak ettiği değeri verip veremediğimiz şüpheli. Çünkü, nasıl ki siyasi gündemimiz inanılmaz derecede yoğun, ama bir o kadar da sığsa, edebiyat dünyamızın gündemi de çok yoğun ama o kadar sığ. Belirli kişilerle kişisel ilişkiler kuramı-yorsanız, kimse sizi arayıp bulmuyor, ne kadar müthiş şeyler yazarsanız yazın." "Demek ki yazdığım döneme göre çok fazla bir şey değişmemiş." "Sizin öykücülüğümüzde çok farklı bir yeriniz olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu durum Selçuk Hanım." "Böyle düşünmeniz beni mutlu etti. O kitapları yayımlatmak için sergilediğim onca çaba boşa gitmemiş demek ki.

Aslında bir kadın yazar olarak edebiyatımızda yol almak zaten zor bir durumken, ben kadın bir yazar olarak erkekleşmeden, kadınların dünyasını, ama sıkılan, mutsuz, hayatla bağları zayıf kadınları ve erkekleri anlatmam insanlara cazip gelmedi herhalde." "Bu, ilk kitabınız 'Haziran'ın ana temalarmdandı. Sait Faik Ödülü'nü alan 'Anaların Hakkı' kitabınızda doğa sevgisi üzerinden modernleşmenin eleştirisine de yönelmiştiniz. Sadece mutsuz kadınlarla ilgilenmediniz. Bu kadınlar niye mutsuzdu, bunu sordunuz ve yanıtlarını aradınız öykülerinizde. İsteseniz bambaşka öyküler de yazamaz mıydınız? Ama benim asıl merakımı çeken, neden Sevim Burak ya da Leylâ Erbil gibi deneysel şeylere yönelmedi-niz öykülerinizde. Yalın ve sade bir anlatımı tercih ettiniz hep." "Çünkü bana kullandığım dil yetiyordu. Beni, farklı bir kurguya ya da anlatıma itecek bir ruh hali içinde ya da arayışında değildim. Sanırım yazarın kişiliği de, yazarın dilini etkiliyor. Ben hep sade, gösterişsiz bir yaşam sürdüm. Yazdıklarım da öyle oldu. Ancak yazdığım zamanlar rahat ediyordum. Yazmak, bir Ersatz* (bedel) oluyordu benim için. Yaşamanın yerine değil, ölümün yerine geçen bir Ersatz.

Yaşamayı sevmiyordum. Ölmeye gücüm ve imkânım da yoktu. Bu, hayatı sevmediğim anlamına gelmiyordu. Hayata olan saygımı hiçbir zaman yitirmedim. Ama hayat benim dışımda ulu ve suskun bir nehir gibi akıyordu. Onu seyretmekten bıkmıştım galiba. Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyordum. Başka insanlar, o ulu nehrin içine giriyor çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman, onlarla birlikte huzur duyuyordum. Yazmak, benim tek ve biricik imkânımdı. Kendimi, yazarken yüzme bilmeyen, gene de boğulmamak için son gayretiyle çabalayan bir insana benzetiyordum. Yahya Kemal'in bir dizesi geliyor aklıma: Müşkül odur ki yaşarken ölür kişi... Yaşarken ölmemek için çırpmıyorum."

Selçuk Baran konuştukça, ben de kendi içime gömülüyordum. Tüm bu gündem yoğunluğu içinde gözden kaçırdığımız ne çok hayat vardı kimbilir. Hayatı izlemekten sıkılıp, eyleme geçmek isteyen, ama kuşatılmış ne çok insan... "Bugün, sıkılmaktan korkuyor insanlar Selçuk Hanım. Kendilerinden, yaşamdan kaçmak istedikleri için, onları oyalayacak şeylerin peşinden gidiyorlar."

Kendimi, duvarda asılı duran Selçuk Baran fotoğrafının karşısında buldum bunları söylerken. Bana, 'yakınma' der gibi bir gülümsemeyle bakıyordu. Gitmişti...

Bülent Usta (11 Temmuz 2007)

Soylu hainler

Posted: by bülent usta in
0

Çalıştığım yayınevi, Cağaloğlu'ndaki Ankara Han'dan, Kadıköy'de yeni yerine taşındı. Romanlara konu olan tarihi bir yapıdan yazıyordum, şimdiyse Kadıköy'ün eski muhitlerinden Yeldeğirmeni'nden yazıyorum. Küçük bir bürodan, geniş bir mekâna taşınmış olduk, ama yeni bir mekâna alışmak, onu bir giysi gibi üzerine uydurmak oldukça zor bir şeydir benim gibiler için. Buradaki tek avantajım, daha once Aygün arkadaşımın evinin bu muhitte olması ve uzun bir süre o evde yaşamış olmam. İçinden tren geçen ev diye tarif ederdik orayı, tam demiryolunun kıyısında olduğu için. Yeldeğirmeni'ndeki ilk yazımı yazarken, Kadıköy'de 2 Temmuz Sivas Katliamı için yürüyordu insanlar. 2 Temmuz 1993'ten bu yana kaç yıl geçmiş. Tüm diğer faşistler gibi, İslamcı faşistlerin de, tarihte sadece yaptıkları katliamlarla anılacak olması yaptıklarının en büyük cezası olarak kalacak şüphesiz. Kuşaklar boyu insanlar, bu katliamcı faşistlere lanetler okuyacak. Ama sadece katliamcılara mı, o katliamı hazırlayan her şey, o lanetten kendine düşen payı alacak, 12 Eylülcüler gibi. Elleri kanlı bu faşistler bu topraklarda kendi başlarına yetişmedi çünkü. Onları güneşle değil de karanlıkla, suyla değil de kanla besleyenleri unutmak mümkün mü? Ellerindeki kanı, hiçbir inancın, hiçbir kutsallığın yıkayama-yacağını göremiyorlar mı? Üstelik öldürdükleri için ellerine ne geçtiğini kendilerine hiç sormuyorlar mı? Türküler sustu mu, şiirler yazılmıyor mu karanlıkta patlayan havai fişekler gibi.

Ve herkes şunu da bilecek: Nasıl ki Hrant Dink gibi güzel bir insan göz gore gore katledildiyse, Sivas katliamında da 33 dünya güzeli insan, şiirleri ve türküleriyle göz göre göre katledildi ve bizler de tüm olup biteni televizyon ekranlarından izledik. Ruanda'daki, Irak'taki, Filistin'deki ve dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan herhangi bir katliamı sadece izlemekle yetindiğimiz gibi.

Bir güç beni masamdan kaldırıp sokağa çıkardığında, Yeldeğirmeni'nde her şey tuhaf bir aydınlığın içine gömülmüştü. İnsanı sokağa çeken tuhaf bir aydınlık... Sivas katliamını protesto edenlerin olduğu tarafa doğru yürüdükçe sokakları, caddeleri, meydanları kuşatan o tuhaf aydınlık da çoğalıyordu sanki.

Siyahlar içinde eli kırbaçlı bir kadının sessizce, sanki yürümüyor da, hafif havalanmış olarak yanımdan geçişini görünce, şaşkınlıktan kalakaldım öylece. Benim durduğumu gören kadın da, olduğu yerde durdu. Eli kırbaçlı bir kadın... Bir fotoğraf canlandı gözümde o an. Bir kitap kapağında Friedrich Nietzsche ile birlikte, elinde kırbaçla poz veren Lou Salome olabilir miydi bu kişi? Bugünlerde Versus'tan "Nietzsche" adlı kitabı çıkmıştı. Siyahlı kadının peşinden koşup "Afedersiniz, siz Lou Salome misiniz?" dedim. "Ne kadar ilginç, siz ölülerle konuşabiliyorsunuz?" dedi bana çok şaşırmış bir ifadeyle. "Her ölüyle değil. Sadece kitapları olan ve kitaplarda yer alan ölülerle." "Allahtan sadece onlarla konuşuyorsunuz, bir de ölülerin tümüyle konuştuğunuzu düşünsenize." "Gerçekten yorucu olurdu galiba" dedim gülümseyerek. Espi-rili bir başlangıç olmuştu.

Üzerindeki elbisesi ve elindeki kırbaca bakarak bu kadının böylesine neşeli olabileceğine pek ihtimal vermezdim açıkçası. "Benimle kitabım sayesinde konuştuğuna göre, hangi kitabımı okuyorsunuz?" "Nietzsche hakkında yazdığınız kitabı okuyorum birkaç gündür. Onu yakından tanıyan birisi olarak, onun felsefesi ve iç dünyası hakkında bu kitap aracılığıyla daha ayrıntılı bir bakış elde edebileceğimi düşündüm." "Evet, bana aşıktı. Ben de onu seviyordum ama, onun istediği gibi değil.

Nietzsche gibi birisine aşık olmak, benim gibi birisi için kolay bir şey değildi. Uzun süre mektuplaştık onunla." "Size de o dönem aşık olmayan yok gibi." Bunu söyledikten sonra bir parça utandım, acaba fazlaca ileri mi gitmiştim samimiyette? "Çok doğal. Entelektüel konularla ilgilenen kadın sayısı maalesef o dönemde de azdı." Kitap hakkında uzun uzun sohbet ederek yürüdük Yeldeğirmeni'nin sokak aralarında. Nietzsche'nin yapıtlarını, büyük bir açıklıkla ele alan ve çözümleyen bu yapıtın değeri tartışılmazdı.

Sohbet, kitaptan uzaklaşıp güncel siyasete geldi. "Son zamanlarda Türkiye'de hain patlaması yaşanıyor Lou. Birisine 'hain' diyerek, hapse atmak, linç etmek, çekip öldürmek çok kolaylaştı, kolaylaştırıldı. "Hainler, birbirine benzemez, biliyorsundur belki. Soylu hainler ve soysuz hainler vardır." "Siz böyle deyince, kitabınıza aldığınız Nietzche'nin şu sözleri aklıma geldi: 'Bizi yanıp kavrulmaktan ve kül olmaktan koruyan zihindir...

Ateşten korunup, akıl tarafından sürüklenerek, fikirden fikire yürürüz... her şeye ihanet eden soylu hainler gibi... Hainler olmalıyız, sadakatsizliği adet edinmeli ve her zaman ideallerimizi terk etmeliyiz.' İkinci Dünya Savaşı'nda Hitler iktidardayken Hitler'e ihanet edenler, savaş sonrasında kahraman olmuş, Hitler'e bağlı olanlarsa hain ilan edilip idama gönderilmişlerdi.

Gerçekte hangileri hain, hangileri değil? Faşist Hitler'i durdurmak için ona ihanet edenler mi, yoksa Ari ırkın yüceliğine inanmış, Hitler'e ruhlarını, bedenlerini ve vicdanlarını emanet etmiş olanlar mı? Herkes bu soruyu kendisine sormalı bence. Ya da Deniz Gezmişler mi, yoksa onları hain ilan edip idama yollayanlar mı, gerçekte hain? Soylu ve soysuz hain ayrımı burada kendisini açık ediyor.

Ben, Nietzsche gibi, Jean Genet gibi, Nâzım Hikmet ya da Hrant Dink gibi soylu hainlerden olmayı tercih ederim, eğer herkes hainse. Savaşta, bir komutanın içi kadın ve çocuk dolu bir evi ateşe verme emrini reddedenin ihanetini, evi ateşe verip, öldürdüğü o insanlara ihanet edenin ihanetine tercih ederim açıkçası. Ama bunu görmüyor insanların çoğu. Millet, din, ideoloji vb. kutsallaştırılmış değerlere körü körüne bağlı olanların, bu kutsal değerleri kullanarak oynadıkları oyunlar, aldatmacalar ve katliamların yarattığı ihanetin kurbanı oluyor çoğu zaman soylu hainler.

Bugün Kadıköy'de bir yürüyüş vardı Lou, Sivas'ta din adına katledilenlerin anıldığı. Çoğu çok genç yaşta ölen o insanlar, dans eden, şarkı söyleyen, şiir yazan pırıl pırıl insanlardı." Daha fazla konuşamamış, boğazımı hüzünden bir şey tıkamıştı. Lou, belki de anlattığım çoğu şeyi anlamamıştı, belki de anlamış ama o da susmayı tercih etmişti, bilemiyorum. Biz iki 'soylu hain', Yeldeğirmeni'nden o tuhaf aydınlığın bulunduğu tarafa doğru yürüdük.

Bülent Usta (4 Temmuz 2007)
Bülent Usta

Cehennem olmak ya da olmamak...

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu sıcaklarda uyku tutmaz beni. Hadi uyumuyorum, bari bir kitabın içinde kaybolayım diyorum, o da olmuyor. Sıcak ve uykusuzluk öylesine halsiz bırakıyor ki, çalışma masama kadar yürüyüp birkaç satır bir şey yazacak gücü bile kendimde bulamıyorum. Durum perişan.

Bu aniden bastıran sıcak havaların çekip gitmesini beklemekten başka şansım yok. Böyle zamanlarda kışı özlerim genellikle. Ne güzel uyunur soğuk havalarda diye düşünürüm. Ama kışın da ısınma sorununuz varsa, kalkıp yazı yazmanız, kitap okumanız zorlaşır bu defa. Galiba sonbahar, yazarların en verimli olabilecekleri mevsim, yoksul yazarların... Sonbaharın gelmesine de yazık ki daha çok var.

Bir biçimde bu sıcak havalara da alışacağız, değiştiremeyip alışmak zorunda kaldığımız pek çok şey gibi. Ama keşke sıcak havalara alışmak kadar masum ve doğal bir olay olsa alıştığımız bazı şeyler. Örneğin son günlerde gözaltında ölümlerde yeniden ciddi bir artış var. Bu artışın, polisin yetkilerini arttıran yasanın çıkmasından hemen sonraya denk gelmesini, sıcakların bugünlerde artması gibi doğal bir olay ya da büyük bir tesadüf olarak mı değerlendirmek gerek, yoksa bizi bekleyen felaketlerin artacağına dair bir işaret olarak mı? Buna da alışırız, linç olaylarına alıştığımız gibi diyorum kendi kendime.

Kafka demiş ya "yaşam, alışkanlıklar ve tedirginlikler sunar insana". Kafka'nın böyle demiş olması, alışkanlıkların ve tedirginliklerin üstüne gitmesini, onları sorgulamasını etkilememiş ki o romanları ortaya çıkarmış. Yani, alışkanlıklar ve tedirginlikler sunan yaşama inat, alışkanlıklar ve tedirginliklerle mücadele etmenin bir aracı olarak da görmüş edebiyatı.

Hava çok sıcak ve gece çok sessiz... Gecenin koyu sessizliğini tuhaf bir ses bozuyor. Metalik bir sese benziyor, ama sanki ses de değil, başka bir şey. Şöyle şeyler duyuyorum: "Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem.

İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: Sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek." Bu sözler, inanılmaz tanıdık geliyor.

Yataktan kalkıp sesin geldiği kaynağı aramaya kalkınca, ses kesiliyor birden. Yatağa dönüp ışığı kapatınca, tekrar başlıyor o sese benzemeyen ama metalik bir sesi de andıran şey: "Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek..."

Tamam, bu sözleri daha önce nereden duyduğumu şimdi anımsadım. Calvino'nun 'Görünmez Kentler' adlı romanında geçiyordu bu sözler. O kitabı okuyalı yıllar olmuştu. Ama niye şimdi bu sözleri duyuyorum? Asıl önemlisi, duyduğuma dair çok ama çok emin olduğum o ses, nereden ve kimden geliyordu şimdi? Bir şaka mıydı bu? Ya da aklımın bana oynadığı bir oyun muydu?

Kulağım tetikte kitaplığa doğru yaklaşıyorum. O sözlerin geçtiği 'Görünmez Kentler' adlı kitabı arıyorum aceleyle. "Cehennem olmayan kim ve ne var" onu arıyorum ben de, ama aramak da yetmiyor, "onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek" de, bilebilmek de gerekiyor.

Kitaplar bunun için var. Karşılaştığınız insanların, roman kahramanlarının, siyasi söylemlerin hangisi cehennem, hangisi değil, bunu bir şekilde anlamamız ve cehennem olmayanların cehennemin ortasında yaşayabilmesi için yazmamız, okumamız, yaşamamız ve yaşatmamız gerekiyor. Cehennem olanları tanımak kolay. Şiddeti kutsayan, ırkçı söylemleriyle savaş kışkırtıcılığı yapan, derin devletçilik oynayıp yaptıkları pis işleri kendilerince kutsallaştır-dıkları değerlerin altına saklayan, işkence yapan ya da yapılmasını sağlayacak koşullar yaratan herkes, cehennemin ortasında cehennemi kabullenerek onunla özdeşleşenler değil mi?

"Biz sizin, cehennem olmayanların cehennemi olacağız" diye mahkeme önlerinde, sokaklarda linçlere kalkışmıyorlar mı? Birileri, bu cehennemlerin abileri, olan bitene kılıf uydurup kim cehennem, kim değil birbirine karışması için çabalamıyorlar mı? Üstelik bu abiler, ablalar, kendilerini solcu olarak da tanımlayabiliyor, büyük yazar ya da şair pozlarına da yatabiliyorlar.

Calvino'nun bugünlerde yayımlanmış olan 'Jaguar Güneş Altında' adlı öykü kitabı dışında, diğer kitapları kitaplığımdan uçmuş adeta. Bu kitabı da daha yeni okumuştum. Calvino öldükten sonra yayınlananan bu kitapta, duyularla ilgili üç öykü vardı. İlk öykü 'Ad, Burun' koku alma duyusuna, 'Jaguar Güneş Altında' tat alma duyusuna ve 'Kulak Kesilmiş Bir Kral' ise işitme duyusuna yoğunlaşmış.

Calvino, 'Beş Duyu' adını verdiği bir kitap projesi çerçevesi içinde yazmış bu öyküleri, ama dokunma ve görme duyularıyla ilgili öykülerini yazamadan aramızdan ayrılmış. Kurmaca ve fantastik edebiyat denilince akla gelen ilk ve en önemli isimlerden birisi olduğunu bu kitabında bir kere daha kanıtlamış yazar.

Okuma alışkanlığı sayesinde, Homo sa-piens'in (bilen insanın), Homo legens'e (okuyan insana) dönüşmesinden sonra, duyularımızın zayıfladığını yazmış kitabın sunuş bölümüne. Ve yazarak kendi duyu özelliklerini güçlendirmeyi hedefleyen yazar, bize de aslında duyularımızı zayıflatan okuma alışkanlığımızı, bu defa tersi bir amaç için kullandırtmış oluyor.

Yanımda, çok yakınımda görünmez bir şeyin varlığını hissediyorum o sesi unutup bunları düşünürken. Tüm duyu organlarım alarma geçiyor. Koku, işitme, hepsi... Bir Homo legens olarak çok başarısızım. Duyularım aracılığıyla karşılaştığım varlığı ta-nımlayamıyorum bir türlü. Çünkü galiba duyularımla kavrayamayacağım bir şeyle karşı karşıyayım.

Sonunda o sese benzemeyen ses, tam kulağımın dibinde yeniden beliriyor: "Korkma" diyor o görünmez şey. "Ben Varolmayan Şövalye". "Nasıl yani? Eğer sen Varolmayan Şövalye'ysen, o zaman Calvino'nun senin adını verdiği o romandaki zırhın nerede?" "Italo Calvino, 1985'te öldüğünden beri zırhım yok." diyor. "Ama söylediğin sözler Calvino'nun 'Varolmayan Şövalye' adlı romanına ait değil ki. 'Görünmez Kentler'de işin ne? Neden buradasın?" Tüm sorularım, gecenin sessizliği içinde yanıtsız kalıyor. Zırhsız bir "Varolmayan Şövalye", acaba ne anlama geliyor?

Bülent Usta (Birgün, 27 Haziran 2007)

Pulbiber Mahallesi'ni bilen var mı?

Posted: by bülent usta in
0

Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?"

"Şurada bir yerde olacaktı. Şu arka taraftaki raflarda... Biliyorsunuz, şiir kitapları artık kitapçıların en arkadaki raflarına konulur oldu. Yok hayır, şiir kitabı az basıldığı için değil. Şiir, hâlâ yürümekte... Ama bugünlerde şiir kitaplarına talep azaldı. Neden azaldı bilmiyorum. Hâlbuki şiir olmazsa edebiyat olmaz derler. Hele ki Türkçede, şiir amiralidir edebiyatın derler.

Amiral battı diyenlere inat, birbiri ardına şiir kitapları yayınlıyor birileri. Sanki hiç satmasa yine de basacaklar o kitapları. İnanmışlar bir kere şiire. Düşün, iki yüz tane şiir dergisi varmış. Ama iki yüz tane satan şiir kitabı bulmak bile zorlaştı bugünlerde. Şiir basanlar değil, almayanlar utansın. Tamam, işte oradaki rafta. Didem Madak'ın kitabı. Metis'ten çıkmış..."

"Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?"

"Hani şu devamlı darbuka çalan mahalle mi? Deli onlar deli... İlacını içmeyi unutmuş delilerin mahallesi orası. Kaç zamandır karantinada, mahallenin talih kuşları, kuş gribine yakalanmış. Uzak durmalısınız oradan, uzak..."

"Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?"

"Bilmez miyim? Ben o mahalleye yerleşmeden evvel orası bu kadar eskimemişti. Pulbiber Mahallesi'nin vakanüvisiyim ben. 'Hayaletler için masumiyet karineleri icat etmektir işim.' Aslında sadece vak'a... Neydi ya, hah vakanüvisi de değilim üstelik.

Bana öyle tuhafmışım, çocukmuşum gibi bakmayın lütfen. Vakanüvisleri vardır her mahallenin. Sadece kolay kolay ortaya çıkmazlar. Ama vardırlar ve hepsi de tıpkı benim gibi 'büyü'müş çocuklardır. Zengin evlerindeki Harry Potter gibidir bu çocuklar.

Peki sen Tomtom Mahallesi'ni bilir misin? Bilirmiş gibisin... Hatta sen Tomtom Kaptan Sokak'tan da geçmiş gibisin. Bir filmde vardı o sokak, 'Hayallerim, Aşkım ve Sen' filmiydi galiba. İşte sen o filmdeki senarist çocuk gibisin.

'Birçok şarkının ortasında yürürken İstiklal Caddesi / Tomtom Mahallesi'ne taşıyor beni / Ben yürümüyorum Füsun cadde yürüyor / Bir cadı olduğumu buradan anlıyorum'. Cadı mı dedim. Biraz cadıyım da üstelik. Bizim mahalleye gelsen Füsun'u bilirsin, Zeyna'yı, Keltoş'u, Burcu'yu, Leman'ı, Raif Bey'i, şiirin ortasında striptiz yapan kadını, Efendimiz'i, Yürüklerin İbram'ı, mahallemizin Hz. İsa'sını, Miss Marple'ı ve daha kimleri, kimleri... Ama belki de bilmezsin. Bu sana kalmış.

Kim kendi mahallesini yeterince biliyor ki, mahallelerin vaka neydi, vakanüvisleri hariç. Ama 'bana artık büyü diyorlar / Bütün renkleri mezun etmişler hayatlarından / Karanlığa emekli öğretmenler gibi sanki insanlar.' 'Artık büyüyüm, bilmiyorlar. / Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum'. Bilir misin, bizim mahallede hiç acı yok, ama 'Mahalleli pulbiber ekiyor suyumuza / Nilüferler gibi açılıyor taneleri.'

Sen Pulbiber Mahallesi'ne gittin mi hiç? Mahallemizin sprey boya kusan duvarlarını gördün mü? Biliyor musun ben aynı zamanda 'Kelimelerin mezarlığında gece bekçisiydim. / Dirilecekleri günü bekledim.' 'Rahmin kadar konuş diyorlardı bana / Hamile kalıyordum oysa durmadan roman kahramanlarından'. Sonra bir gün, 'Ben kırmızı tırtıl dili gördüm, bize geldi, siren sesleri arasında.' 'Tutuklamalar vardı. Çünkü o zaman kırmızı tırtıl dilini kim / kaybetmişti ki ben bulayım. / Yakup da bulmamıştı, beni tutuklamalar vardı, beni nereye / koyacaklarını bilmiyordum, bilmiyordu, bilmiyorlardı, içimde dönüp duran gezegenleri seyrederken, gezmeyegen olmuştum.'

Ya işte öyle... Seni sevdim. Hiç konuşmuyor, ne söylesem anlıyormuşsun gibi bakıyorsun. Ben, bir şair miyim? Sana söyledim ne olduğumu, 'bir şair değil şiir ithafkârı'yım" ben.

"Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?"

"İçinden çocuk romanları geçen mahalleyi mi söylüyorsun. Hiç okudun mu çocuk romanları? 'Pal Sokağı Çocukları'nı mesela. 'Küçük Karabalık'ı...

Bence yeniden okumalıyız çocukluğumuzun romanlarını, çocuk romanlarını. Şimdi sen o mahalleyi soruyorsun ya, benim için o mahalle bir roman taslağıdır her zaman. Adı Pulbiber olmayabilir, Tomtom da olabilir, hiç önemli değil. O mahallenin mora boyanmış bir kütüphanesi olmalı mutlaka derim. İçinde sadece çocuk romanları olan bir kütüphane... Ben de o kütüphanenin memuru olayım mesela. Bütün gün çocuk romanları okuyup çocuklaşayım isterim.

Şimdi sen bana o mahalleyi sordun ya, sakın Pulbiber Mahallesi'nin mısralardan yapılmış işaret tabelalarına güvenmeyesin. Yoksa o mahallenin içine düşer, bir daha da çıkamazsın çok istesende. Sonra yalvarırsın 'Beni çöz Miss Marple / İçimden çıkmak istiyorum artık." diye. Sen, çocuk romanlarında ve masallarında sadece iyi şeyler olduğunu mu zannediyorsun? O canavarlara, kırmızı başlıklı kızları yemeye kalkışan kurtlara ne demeli? O yüzden küçümseme içinden çocuk romanları geçen bu mahalleyi. Acıyı oyunlaştırmamıza aldırma.

İçten içe büyüyen bir sıkıntı kemirir içimizi. Depresyona girmeye vakti olmayanların, aslında depresyonu ertelediklerini ve ilk fırsatta içine balıklama dalacaklarını da unutma derim. Önemli olan depresyona girmek ya da girmemek değil, nasıl ve niçin girdiğindir.

Siyasal ve sosyal meselelerden de olabilir, aşk gibi siyasal ve sosyal meselelerin özelleştirilmiş hallerinden de. Şimdi sen bu mahalleyi bana sorarak, başka bir şey sorduğunun farkındasındır herhalde. Ben de sana bu mahalleyi anlatayım derken, başka şeyler anlatıyorum başından beri. İki ucu açık mahalle dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

"Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?"

Bülent Usta (Birgün, 20 Haziran 2007)

Asıl tehlike içimizde!

Posted: by bülent usta in
0

Kadıköy-Eminönü vapurunda, İsrailli yazar Oz Shelach'ın "Mesire Yerleri" adlı romanını okuyor, bir yandan da roman hakkında defterime notlar alıyordum. Yanıma 40 yaşlarında bir adam oturdu. Yanıma oturanların yazdıklarımı dikizlemesinden rahatsız olurum genellikle.

Hatta yine böyle bir vapur yolculuğum sırasında, yanıma şık giyimli, elli yaşlarında bir adam oturmuştu. Büyük bir ilgiyle defterime yazdıklarımı okuyordu, rahatsızlık verdiğini düşünmeyen bir tavırla. Böyle durumlarda yazımı daha bir kargacık burgacık hale getiririm, okunmasını zorlaştırmak için. Bu defa, farklı bir yöntem denemek istedim ve defterime, yazdıklarımı dikizleyen adamı yazmaya koyuldum. Önce fark etmemişti ne yaptığımı, ama yazdıklarımı okumaya devam ettikçe yüzünün şekli değişmiş, o kendine güveni yüksek ifadesinin yerini şaşkınlık ve korku dolu bir ifade almıştı. Adam, o kadar şaşırmıştı ki, ne yapacağını bilememiş, apar topar yanımdan kalkıp vapurun diğer tarafına kaçmıştı koşar adımlarla. Yazdıklarımı okuyarak beni dikizleyeceğini düşünürken, aslında kendisinin dikizlendiğini görmek onu gena halde ürkütmüş olmalıydı. Aslında bu, edebiyatın doğasında olan bir şey değil midir?

Bugün de yan aynı şey başıma gelecek diye düşünüyordum ki, yanıma oturan kişi, elimdeki kitabı onunla birlite olan kadına göstererek kahkaha atmaya ve bilmediğim dilde bir şeyler söylemeye başladı. Kitabın kapağında bir tank ve üzerinde oyun oynayan bir çocuk ile tankı turistik olarak inceleyen anne babalarının bulunduğu bir fotoğraf vardı. Yani gülünç olmaktan ziyade acı bir şey vardı kapakta. İngilizce olarak neye güldüklerini sorup nedenini öğrenince, ben de onlarla birlikte kahkaha atmaktan kendimi alamadım. Yanıma oturan ve kitaba gülen gözlerle bakan Oz Shelach'tı. Aslında 'karşılaşmalar'ı yazdığımdan beri bu tür karşılaşmalar yaşamak benim için sıradan bir şey haline gelse de, her defasında şaşırmaktan kendimi alamıyordum. Shelach, zaten sık sık İstanbul'a gelip gidermiş.

"Oz, senin gibi savaş karşıtı İsrailli bir yazarın Türkçede gözükmesini çok önemsiyorum. Ülkemizde sağda ya da solda olsun, hatta edebiyat dünyamızda bile başını ünlü bir şairimizin de çektiği bir kesim, kendilerini Yahudi düşmanı olarak tanımlamaktan gocunmuyır hiç. Fırsat bulsalar, Nazi toplama kamplarını inşa etmek bile isteyecekler."
Oz, şaşırmıştı söylediklerime. "Onlar biliyor mu" dedi "İsrail cezaevlerinde savaş karşıtı oldukları için yatan binlerce Yahudi'yi."
"Oz, bilmezler mi? Ama bunun bile bir oyun olduğunu söyleyebilirler sorsak onlara. Marx'ı bile, dünyayı ele geçirmek isteyen gizli bir Siyonist olarak anlattıktan sonra... Kapitalizm de, Marksizm de, Anarşizm de Yahudi icatlarıdır diye yıllardır saçmalayıp duruyor bunlar. Neyse bırakalım bu meseleyi. Oz, kitapta benim dikkatimi çeken şey, savaşa bakış şeklin oldu. Bazı yazar ve aydınlarımızın yaptığı gibi, savaşın stratejisiyle, diplomasisiyle, askeriyle, silahıyla hiç ilgilenmiyorsun. Senin derdin, bu savaşın toplum üzerindeki etkileri."

"Evet, dediğin gibi. Savaşın toplum üzerindeki etkileri genellikle ihmal edilir. Ama aslında savaşın en ağır sonuçları da bir toplumun duygu ve düşünce dünyasına yaptığı zararlardan oluşur."

"Romanda, insanların gündelik yaşamdaki davranışlarına, algılarına, çok önemsizmiş gibi gözüken küçük ayrıntılardan yola çıkarak, savaşın bir toplumu nasıl korkunç bir hale getirdiğini tanık ediyorsun bizi. Üstelik bunu duygusallığa yer vermeden, sakin ve yumuşak bir dille yapıyor olman da, romanın etkisini arttırıyor."

"Aslında roman, fragmanlardan oluşuyor. Küçük küçük hayat kesitlerinden tümevarım yöntemiyle bir inkâr toplumu gerçeğine varmak istedim."

"Bu küçük hikâyelerle roman yazman, aslında senin romana bakışını da ortaya koyuyor. Hikâyelerinden birisinde, 'Kısa Bir Öykü' fragmanında sanırım, bir profesörün ağzından 'Roman diye bir şey yok artık. Uzun, düzenli metinler 19. yüzyıl raflarına aitler. Bugün yalnızca kısa öyküler var.' dedirtiyorsun. Bunu biraz açar mısın?"
"Bence ona hiç girmeyelim. Bu vapur yolculuğuna sığmaz konuşacaklarımız. Ama tavrım öyle." "Beni bu romanda asıl irkilten nokta ise Oz, romanda İsrail ve Filistin toplumlarını anlatıyor olmana rağmen, sanki bizi, bizim inkâra dayalı 'oluş'umuzu anlatıyordun. Romandaki insanlar, olaylar Tel Aviv'de ya da Kudüs'te değil de İstanbul'da, Malatya'da geçiyor gibi geldi bana. Bizi asıl bekleyen tehlikenin savaşta ya da terörde değil de, başka bir yerde aranması gerektiği uyarısını yapıyordun gizliden gizliye."

"Evet, asıl tehlike içimizde. Gazetelerde, televizyonlarda, romanlarda, öykülerde, şiirlerde, filmlerde, bir virüs gibi yayılan ırkçı söylemin, kanıksanmış şiddetin, paranoyanın, vurdumduymazlığın nasıl duygu ve düşüncelerimize yön verdiği ortada. Her şeyi çok çabuk unutmamızın, inkâr etmemizin, sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edişimizin gizini nerelerde aramamız gerektiğini göstermeye çalıştım anlattığım bu hikâyelerde."

"Hiç Arno Gruen okudun mu bilmiyorum ama, o da kitaplarında, kendi acılarıyla yüzleşmekten kaçınanların, sorumluluklarını devredecekleri ve 'kendilik acısı'ndan kurtulacakları otoriter yapılar peşinde olduklarını ve faşizmin kitleselleşmesinin sırrının da bu noktada gizli olduğunu söylüyordu."

"İlginç. Bilmiyordum."

"Fragmanların birisinde, bir bar sahibinin, barla aynı sokağı paylaşan karakoldaki işkence seslerinin müşterilerini kaçırdığını düşünerek ilgililere önlem alınması için başvurduğunu anlatıyorsun. Ama başvurusuna sonuç alamayan bar sahibinin, çareyi işkence seslerini örtecek şekilde müziğin sesini yükseltmekte bulması, bana bugün yaşadığımız ortamı özetliyormuş gibi geldi. İşkence yapıldığı için değil, müşterilerini kaçırdığı için işkence seslerinden rahatsız bir bar sahibi... Çözüm olarak ise daha yüksek bir müzik sesi..."

"Gündelik yaşamın ayrıntılarına gizlenmiş toplumsal gerçeği ortaya çıkarmak, edebiyatın üzerine düşen görevlerinden birisi bence."

Vapur, iskeleye yanaşmıştı...

Bülent Usta (Birgün, 13 Haziran 2007)

Okur kör, yarı kör!

Posted: by bülent usta in
0

Neşet İlhan'la Ankara Han'ın kapısında buluştuk bugün, sabahın çok erken bir saatinde. Birkaç haftadır sırf onun için işe çok erken gelir olmuştum. Aslında onun tutkusu ve heyecanı bana da bulaştığı için böyle oluyordu. Uzun zamandır bu kadar ilginç bir insanla karşılaşmamıştım. Elinde her zaman içi defter dolu bir kutu ya da ağzı tıka basa dolu bir çanta bulunuyordu. Bu aralar yine kimsenin kolay kolay aklına gelmeyecek bir proje üzerine çalıştığı belliydi, ama inanın tek bir ipucu vermiyordu bana. Birkaç kere ona çaktırmadan bisküvi kutusu içindeki defterlere bakmaya yeltensem de başarılı olamadım. Onu atlatmak herkesin harcı değildi. Belki de İbrahim Yıldırım'ın "Hal ve Zaman Mektupları" adlı romanında yaptığı gibi, benim de onun çalışmalarından yola çıkarak bir roman yazabileceğimi düşündüğü için böylesine tetikteydi her an.

Beraber çalıştığım yayınevine çıktık asansörle. Her sabah yaptığımız gibi çay ve simit eşliğinde kahvaltı yapıp sohbet edecektik. "Neşet Abi, çok merak ediyorum o kutunun içindeki defterleri. Bu defa ne çalışıyorsun böyle? Korkma, İbrahim Yıldırım gibi bir roman projesi geliştirmeyeceğim. Hem, İbrahim Yıldırım, senden, çalışmandan ayrıntılı bir biçimde bahsediyor romanda. Hatta romanın adını "Neşet İlhan'ın Vatan Müktese-batı" olarak bile koymayı düşündüğünü yazmış kitaba. "Öyleyse niye koymamış." diye çıkıştı hemen. "Ama onu da belirtmeyebilir-di. Hem romanın asıl yazarı, hem de başka-rakteri olman bence çok daha iyi, sadece yazar olmaktan. Üstelik böylesine usta bir kalemin elinde..."

Neşet İlhan'la aslında şakalaşıyorduk. 0 da romanın kurgusundan, neden öyle olduğundan haberdardı. Sadece birbirimize takılmayı sevdiğimiz için böyle konuşuyorduk.

Romanlar insanlara benzer biraz. Belki de insanlarla ilgili, insanları anlatan bir şey olduğu için. Her romanın bir karakteri, bir kokusu, bir rengi, bir sesi vardır. Bazı romanlar mavidir, bazıları gri, bazıları siyah... İbrahim Yıldırım'ın "Hal ve Zaman Mektupları" adlı romanı ise, bir renk karmaşası içinde insan manzaraları sunuyor bize. Bazı sayfalar simsiyah, bazıları sarı, bazıları Kafkaesk bir grilik içinde. Tatlar, kokular, duygular da değişiyor sürekli... Açıkçası Bakhtinci anlamda kar-navalesk-çok sesli bir roman dili kurmaya çalışmış yazar. Bunun için çok planlı davranarak, kurgunun sağlam bir yapı içerisinde yürümesi için yedi parçaya bölmüş romanı. Ve her parçaya, içindekiler olarak görülebilecek açıklamalar koymuş. Ele aldığı konunun dal budak sarmaya eğilimli hali onu böylesine zorlu bir anlatıma yöneltti belki de.

"Abi, kızmazsan sana bir soru soracağım." "Sor bakalım" dedi Neşet İlhan. "Neden romanda köy enstitüleri hakkında o çalışmayı yaparken, hep onay alma ihtiyacı duydun. Dilek Sunay adlı akademisyenle yazışmalarında sürekli olarak yaptığın çalışmanın onun tarafından onaylanmasını bekliyordun. Onunla yazışmalarında kullandığın dil ve onu bir otorite olarak görmen bana nedense tuhaf geldi. Belki de tek taraflı olarak sadece senin mektuplarını okuduğum için böyle olmuştur." "Hem öyle, hem de romanda gör-müşsündür ki, yaptığım çalışmada tek başı-naydım. Karım, patronum, herkesin bu çalışmayla ilgili beklentileri farklıydı. Üstelik Dilek Hanım, diğer aydınlar gibi kibirli de değildi. İnsanlara, onlara lütufta bulunuyormuş gibi davranmıyordu." "Ben de kibirli aydınlardan çok rahatsızım Neşet Abi. Çalıştığım yayınevinde öyle şeylere tanık oluyorum ki. Edebiyat dünyasına girmeden evvel, şairlerin ve yazarların pek çoğunun bu kadar kibirli, egosu bu kadar büyük kişiler olduğunu tahmin etmezdim doğrusu. Halbuki egoları büyüdükçe yalnızlaşıyor, kendilerinden ve çevrelerinden uzaklaşıyorlar. Yazdıkları şeyleri azıcık eleştirmeye kalktığında, 'acaba bir yerlerde hata yapmış olabilir miyim' diyerek önce kendilerine bakacakları yerde, kim daha çok bağırırsa o haklı çıkar mantığıyla sal-dırganlaşıyorlar. Ya da tam tersi, bir şeylere küsüp kaçıyorlar. Böyle durumlarda kibirli aydınlara Spinoza okumalarını öneriyorum ben." "Yok, bence Spinoza okumak da, onları herkesi kibirle suçlayan başka bir kibre yöneltebilir. Mesele, onların 'yarım' oluşlarında." "Romanda bu yarım aydın vurgusu çok var. Hatta kendini bile 'yarım aydın' olarak tanımlıyorsun. Dilek Hanım, yoksa yarım olmandan ötürü mü bu çalışmada bir yer edindi. Yani senin yarım oluşunu mu tamamlıyor onun varlığı?" Neşet İlhan, konuyu sürekli Dilek Hanım'a getirip, kendisine onu hatırlatmamdan rahatsız olmuştu biraz. Çay bardağını avucuna alıp pencereye doğru yürüdü. "Hep söylenir ya, Türkiye az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke diye. Bence bu gelişmekte olma hali, hiçbir zaman gelişmiş ülke olma haline dönüşmeyecek dostum. Türkiye, her zaman yarım kalmış bir ülke olmaya mahkûm, bu kafa değişmediği sürece. Çünkü aydınlarımız, tıpkı benim gibi piroma-ni (yangın çıkarma hastalığı) ve atelofobi (mükemmel olamama korkusu) hastalıklarından muzdarip yarım kalmış, niteliksiz aydınlardır. 'Bakar kör' denir ya. Bizim aydınlarımız 'okur kör, yarı kör!'" "Neşet Abi, aydınlara biraz fazlaca yüklenmiyor musun? Bu topraklarda aydın olmanın ne gibi zorlukları olduğunu sen de biliyorsun." "Ama o zorlukları yaratan etkenlerin bir kısmı da aydınların kendisinden kaynaklanmıyor mu? Halkına yarım-yırtık; kendilerinin bile bilmedikleri şeyleri öğretmeye yeltenen bu hebennekala-ra ne demeli? Ya da kendilerini Promethe-us'la özdeşleştirip, ellerinde ateş kaçıp durmalarına, ülkeyi yangın yerine çevirmelerine. Bazıları da cahilleri aydınlatacağız diye, bambaşka ve tehlikeli ateşler yakmadılar mı?" Öylece kalakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim başta. Söylediklerine, daha doğrusu genelleştirmesine itirazım vardı, ama bir yandan romanı da okuduğumdan, bu sözlerini nelere, nerelere dayandırdığından haberdar olduğum için, sesimi de çıkaramıyor-dum. Neşet İlhan, fena halde sinirlenmişti. Neşet İlhan'da gizli piromani olduğunu bildiğim için, her an burayı ateşe verebilme ihtimalini de düşünmüyor değildim.

"Abi, senin roman üzerine düşüncelerin beni farklı şeyler düşünmeye yöneltti. Özellikle roman-gerçek dediğin yaklaşım ve ro-man-deneme ilişkisine dair söylediklerin." "İyi de, seninle sohbetin sonu gelmiyor bir türlü. Benim şimdi çalışmam lazım evlat. Onları da başka zaman konuşuruz."

Bülent Usta (Birgün, 6 Haziran 2007)

Suyu bulandıran romanlar

Posted: by bülent usta in
0

İyi edebiyat nedir? Böyle bir şey var mıdır, yoksa tamamen göreceli, zamana ve mekâna bağımlı bir yargıdan mı ibarettir iyi edebiyat? Sanırım, edebiyatın bugün için bu türden bir anlamı daha da güçlendi. Göreceli, zamana, mekâna ve kişiye bağımlı, her duruma ve ihtiyaca uygun sanat ürünleri yaşamımızı dolduruyor.

Böyle olmasında elbette bir sakınca yok. Ama 'iyi edebiyat' dediğimiz nitelikli ürünler yeterince edebiyatımızda ağırlığını hissettirmediği sürece, kolay tüketilir ürünleri 'iyi edebiyat' ve bu ürünleri üretenleri 'iyi edebiyatçı' olarak sanma gibi bir tehlike de yaşayabilir ve uzun vadede edebiyatımızı derin sulardan sığ sulara çekip karaya oturtma tehlikesi de yaşayabiliriz.

Varlık dergisinde Hornby'nin "Düşerken" adlı romanı için yazdığım yazıda, Türkiye'de iyi bestseller yazarların olmadığını iddia ederek, aslında nitelikli bestseller yazarlara bugün büyük bir ihtiyaç duyulduğunu dile getirmiş ve kendimce çıkış yolları aramıştım. Neden bizim de kaliteli bestseller yazarlarımız yoktu? Neden sadece yükselen milliyetçilik ve benzeri moda hallerin kışkırttığı basit üretimlerle yetiniyorduk?

İyi edebiyat yapılmaksızın, iyi edebiyatı olanaklı kılan nitelikli eleştiri ve iktidar ilişkilerinden bağımsız eleştirmenlerin varlığı olmaksızın, Türkiye'de ne bestseller yazarlar, ne de edebiyatın kimi eleştirmen ve yazarlarca özlenen endüstrileşmesi mümkün olmayacaktır kanımca. Ama bu durum, sıklıkla gözden kaçırılıyor. Yayınevleri, dergiler, medyanın tüm unsurları, nitelikli edebiyatın peşinde olanlara yeterli ilgiyi gösteriyor mu acaba? Yoksa sadece kısa vadeli amaç ve çıkarlara göre mi davranılıyor? Bugün pek çok nitelikli ürünler beklediğimiz yazarlar, sırf piyasa öyle istiyor diye kendi edebiyat geçmişlerine bile ihanet etmekte sakınca görmeyebiliyorlar.

Ama bu durumu tersine çevirmeye çalışan yayıncılar, dergiler, yazarlar da yok değil. Üstelik bunu yapabilmek için pek çok zorluğa göğüs geriyor, ellerinde avuçlarındaki her şeylerini, özellikle zamanlarını bu uğurda feda edebiliyorlar.

İşte bu isimlerden birisi olan İbrahim Yıldırım, "Hal ve Zaman Mektupları" adlı romanıyla 'nitelikli edebiyat'ın güzel bir örneğini daha sunmuş oldu bizlere. Gerçek bir edebiyat şöleni yaşatması dışında, sorduğu ve sordurttuğu sorularla da üzerinde çokça tartışmamız gereken bir eser ortaya çıkardı. Ama birkaç övgü yazısı dışında, romanın sordurttuğu soruların tartışılmıyor oluşu, henüz bu soruları tartışacak noktada olmadığımız anlamına mı geliyor, yoksa çok da ihtiyacımız olduğu halde tartışmak istemediğimiz anlamına mı? Bence ikincisi. Pek çok aydını derinden rahatsız edecek gizli ve açık sorular, yanıtlar var romanda.

"Bu romanla suyu bulandırmaya ne gerek var şimdi İbrahim Bey", denilebilir. Ama suları bulan-dırmadığımız sürece, bir hayalin içinde (hayal değil de yalan mı demeliydim) yaşamaya devam edeceğimiz kesin. Edebiyatçıların, özellikle monolog-çu değil de diyalogçu edebiyatçıların yaptığı şey de tam anlamıyla suyu bulandırmaktır. Monolog-çuları, samimiyetsiz ve didaktik duruşlarından dolayı hemen diyalogçulardan ayırt edebilirsiniz. Monologçular, kendilerine bir yerlerden vahiy inmiş gibi kendi kendileriyle konuşan ciltler dolusu kitaplar yazabilirler, bir televizyon ya da radyo programında mikrofonu onlara kaptırdığınız anda saatlerce kimseye konuşma fırsatı vermeden bık-maksızın kendilerini anlatabilirler. Diyalogçular ise, hem kendileriyle, hem roman karakterleriyle, hem de başka yapıtlarla sürekli bir diyalog halinde kurarlar eserlerini. Monolog yaparken bile kendileriyle diyalog halindedirler ve o diyalogun nereye varacağını, romanı okurken kolay kolay kestiremezsiniz. Belki de o meraktır ki, romanı didik didik ederek bir ipucu aramaya yöneltir bizi. Ama bulduğumuz her şey sadece romana ait olmaz, o romandan yola çıkarak kendimize ve yaşadığımız topluma dair, kendimizde ve yaşadığımı toplumda bulduğumuz şeylerdir çoğunlukla. Budur diyalogçu yapıtları, diğer yapıtlardan ayıran özellik. Beckett'ın ya da Oğuz Atay'ın sırrını buralarda aramak gerek, samimiyet ve diyalog arayışında.

Romanı okurken, İbrahim Yıldırım ile Oğuz Atay arasında benzerliklere rastlamam sadece bu yaklaşımına dayanmıyor. Oğuz Atay'da gördüğümüz benzer bir ironiye rastladım bu romanda da. Bir şifre gibi kullanılan simgeler, zaman zaman imgelerin peşinden sürükleyen anlatım ve en önemlisi yüzde yüz bu topraklara ait bir edebi yaklaşım.

Romanın başkarakteri Neşet İlhan, bir haftadır çalıştığım yayınevinin bulunduğu Cağaloğlu'ndaki Ankara Han'a gelip gidiyor. Her zaman dalgın ve sıkıntılı bir karakter. Yanında taşıdığı deftere durmaksızın notlar alıp duruyor. Bu handa karşılaşmamız, ilginçtir ki tesadüf değil. Romanın önemli mekânlarından birisi Ankara Han. Ben, bu roman üzerine yazan kişinin çalıştığı yayıneviyle, romanın başkarakteri Neşet İlhan'ın romanda çalıştığı yayınevinin aynı handa, Ankara Han'da bulunması, birilerine kurgu gibi gelebilir ama gerçekten de sadece tuhaf bir rastlantı. Bu rastlantının, kendimi romana daha fazla kaptırmama neden olduğunu baştan itiraf edeyim. Üstelik Neşet İlhan'ın yorumları ve anlattığı hikâyeler, gerçekten inanılmaz ayrıntılarla doluydu. Bu yüzden sadece bu yazıyla roman hakkında sözlerimi bitiremeyeceğimi söylemeliyim. Zaten gördüğünüz gibi bu mümkün değil, çünkü daha romanın nelerden bahsettiğine bile giremedim. Ama ilginçtir ki, Süreyyya Evren'in "Viyana Noktası" ve Mine Söğüt'ün "Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979" adlı romanlarından sonra, İbrahim Yıldırım'ın bu romanını okumak bana bu üç roman arasında tuhaf bir paralellik hissi de yaşattı. Birbirinden tamamen farklı anlatım, birbirinden tamamen farklı karakterler ve kurgulara rağmen, aydınlara ve Türkiye'nin siyasi sosyal yapısına yönelik güçlü eleştiriler içeriyor bu romanlar.

Neşet İlhan'la ortak mekânımız Ankara Han'da gerçekleştirdiğimiz sohbette bakalım neler olacak? Önümüzdeki hafta...

Bülent Usta (Birgün, 31 Mayıs 2007)

Hayat memat edebiyat

Posted: by bülent usta in
0

Neden roman, şiir, öykü yazarız? Neden beste yapar, resim çizer, taşı yontar, film çekeriz? Elbette bu sorunun pek çok yanıtı var, hem de pek çok. Herkes kendi durduğu yere göre bu soruya yanıt verecektir. Ama her yanıt, yine de eksik bir yanıt olacaktır? Peki neden bir romanı, bir öyküyü, bir şiiri okuruz? Neden müzik dinler, saatlerce bir tabloya bakar, bir heykel karşısında kendimizden geçeriz? Bu sorunun da yüzlerce yanıtı vardır, psikolojik, felsefi vb... Ama yine her yanıt eksik bir yanıt olacaktır.

Romanı düşünelim. Ünlü olmak için, para kazanmak için, güçlü olmak için, varoluşuna bir anlam katmak için yazanlar olduğu gibi, bir kadına âşık olup onun için yazanlar, bir davaya tutulup o davaya hizmet etmek için yazanlar da vardır. Dostoyevski gibi borçlarını ödemek için durmaksızın yazmak zorunda olanlar gibi... Roman yazmanın hangi oluş şekli daha makbuldür? Bir dava uğruna roman yazmak, ünlü olmak için roman yazmaktan daha mı üstündür? Bence değil. Öyle yazarlar tanıdım ki, her dergide, her gazetede isimleri bolca gözüksün, tüm kitapçılarda kitapları baş köşede yer alsın, imza günlerinde önlerinde yüzlerce metre kuyruklar oluşsun isteyenler. İstekleri anlayışla karşılanabilir bence. Onlardaki yazma dürtüsünü harekete geçiren bu arzuları çok insani geliyor bana ve her zaman öyle yazarlar, ressamlar, yönetmenler, müzisyenler olacak yaşamımızda.

Bir de başka türlü yazarlar vardır. Bunların hiç öyle dertleri yoktur. Kalabalığın içinde kolay kolay fark edilmezler. Geceleri yataklarına uzandıkları zaman, ünlü olmak gibi hayaller akıllarına gelmez hiç. Bir ortamda övüldükleri zaman yüzleri kızarır, mümkünse saklanıp kaçmak isterler. İşte o yazarların yazdıkları da farklıdır kendileri gibi. Bu yazarlar, okura hoş görünmek, onları tavlamak istemedikleri için hayattayken kolay kolay ne yaptıkları fark edilmez. Lautreamonte gibi, öldükten yıllar sonra tesadüfen keşfedilebilirler. Yaşamlarının yoksulluk ve acılarla süslü olmasının aslında bir önemi yoktur yazdıklarının yanında. Sabaha kadar kendilerini yazıya terk edip, sabah da uykusuz ve yorgun oldukları halde ekmek paralarının peşine düşmek zorunda kalabilirler. Ama hiçbir şey onların yazdıklarıyla arasına giremez. Hatta sevgilileri, aileleri, dostları onların yazmaya karşı duydukları o yoğun tutkuyu dahi kıskanabilirler. Kötü bir yazar da olabilirler, ki sık sık kendileri için böyle düşündüklerine eminim. Kendisine tapan yazarların, kendilerini öve öve bitiremeyen, sanatçı oldukları için yarı-tanrı bir edayla gezinenlerin tam tersidir bu yazarlar. Bir dertleri vardır kendileriyle, yaşamla ve yazıyla. Bu yazarları düşünürken, Sait Faik'in yazmasaydım ölürdüm demesi aklıma geliyor her seferinde. Ünlü ya da zengin olmak istemeden yazan bu insanların yazmaya yönelik tutkusu nasıl açıklanabilir?

Yazmasaydım ölürdüm sözünü düşününce de, konuyla doğrudan ilgisi olmasa da İsmet Kür'ün o müthiş romanı "Onuncu Sigara"yı anımsarım. İşkence görmüş devrimci bir genç kız, cezaevinden çıkınca roman yazmaya karar verir. Örgütünden kopmuş, burjuva ailesinin yanına sığınmış bu genç kız, ancak roman yazarak hayata tutunabileceği-ne inanır. Roman boyunca onunla konuşmuş, ona destek vermeye çalışmıştım okurken. Ne yapsa etse de o romanı bitirse, hayata yine başka bir yerden tutunabilse diye. Sanki o, romanını bitirince her şey birden bire düzelecekti. Yazdığı roman hayat, yaşadıkları ise roman olacaktı. Böylelikle bir yerinden sızabilecekti hayatın içine, sözcüklerle... Ama romanı okudukça, gerçeklik dediğimiz şeyin insanları nasıl küçük arzular ve çıkarlar içinde erittiğini görmeye başlıyor insan o genç kızla birlikte. İsmet Kür, sadece genç kızın gözünden değil, babasının, annesinin gözünden de anlatıyor olup biteni. İnsanların kendi aralarındaki iletişimsizliği, yabancılaşmayı, sevgisizliği... Roman boyunca herkese hak verir hale geliyorsunuz. Romanın sonuna doğru o genç kızın odasındaki balkonda buluyorsunuz kendinizi ve aşağıya, sokağa bakıyoruz onunla birlikte. Sanki onunla birlikte sizden de bir şey düşecektir aşağıya. Tıpkı onun gibi sokağın ortasında parçalara ayrılacak bir şey... Bir yandan sigara üstüne sigara içiyor genç kız. Onuncu sigaraya geldiğinde kararını vermiş oluyor, ama onu ikna edebilecek hiçbir şey bırakmıyor elimizde yazar. Sadece ölümünü seyretmek düşüyor bize. Onu, yazı da kurtarmıyor bu sefer. Belki diyorum, belki bitirebilseydi o romanı, bir şansı olabilir miydi acaba yaşamak için?

Yazmazsam ölürdüm demiş Sait Faik. Peki ya, yazmak isteyip de yazamayanlar, yazıdan da sürülmüş olanlar ne yapacak? Sait Faik şanslıydı, yazarak öldü, çünkü yazıya sürülmüştü. Yazarak kendisine bir dünya kurabilmeyi başaranlardandı. 0 sayede yaşadı.

Yazma eylemi, işte böylesine ciddi bir mesele, yani hayat memat meselesi bir bakıma. Neden roman, öykü, şiir yazıyoruz? Neden sözcükler bu kadar değerli? Bir yerde okumuş olmalıyım ya da yazmış: "sanat, insanın kendine tahammülünü kolaylaştırır". İnsan, başka türlü baş edemezdi yalnızlığıyla, açılarıyla, varoluşuyla. Acaba öyle midir gerçekten? Sahi, neden yazdım ben bu yazıyı?

Bülent Usta (Birgün, 16 Mayıs 2007)

Unutuşlar çığı

Posted: by bülent usta in
0

Çalıştığım yayınevinin Cağaloğlu’ndaki bürosundan dışarıya bakıyorum. Belki bilirsiniz Ankara Caddesi’ni, Sirkeci’den valiliğe çıkan kalabalık bir caddedir. Çalışma saatlerinde vızır vızır geçen taşıtların ve her renkten, her sınıftan insan kalabalığının eksik olmadığı bir cadde. Caddenin hemen arkasında çok eski ve yer yer yıkılmış, çatısı çökmüş iki tane büyük bina var. Yoldan geçenler göremez orayı. Sanki İkinci Dünya Savaşı’nda bombalanmışlar da müze haline getirilmişler gibi duruyorlar orada. Kim bilir kimler yaşamıştır bu binalarda. Arada sırada oraya bakıp hayaller kurmak fena olmaz. Ama bu aralar bu harabelere bakmaktan çekinir oldum. Sanki geceleri bu harabeler başka bir şeye dönüşüyor, bambaşka hayatlar yaşanıyor buralarda. Şahbaz gibiler kurbanlarını buraya getirip hikâyeleriyle onları besliyorlar. Aslında sadece Şahbaz da değil, bu binalar, sokaklar, duvarlar da konuşuyor sanki geceleri. Herkesin ve her şeyin bir hikâyesi var bize anlatacak. Ama kimse başkasının, kendisinden başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin hikâyesini dinlemek istemiyor sanki. Dinleyenlere de iyi gözle bakılmadığı ortada. Bir dinlesek, kulağımızı dayasak her gün önünden geçtiğimiz bir duvara… Kaldırımlarına oturup bu şehrin kalbi nerede, nasıl atıyor diye baksak. Sadece vitrinlere ya da sinema afişlerine değil, insanlara, onların yüzlerine, ellerine baksak, kim bilir neler duyacağız, neler öğreneceğiz onlardan. Hem öğreneceklerimiz sadece onlara dair olmayacak. Nietzsche’nin dediği gibi “sen uçuruma bakarsın, uçurum da sana”. Ve aslında içine hapsolduğumuz hikâyelerimizin, korkularımızın, acılarımızın bir benzerini başkalarının da yaşadığını öğreneceğiz. Caddeden geçen şu beyaz bereli genç mesela, belki de bir gazeteciyi öldürmeye gidiyordur şimdi, ya da birazdan cinnet geçirip okul arkadaşlarını vuracak, kim bilir. Belinde silahı aramızda dolaşıyor. Şahbaz, onun kulağına eğilmiş bir şeyler fısıldıyor olabilir.

Mine Söğüt’ün “Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979”u okuduğum için romanın masalsı karakteri peşime takılmıştı bir süredir. Romanda anlattığı korkunç hikâyeleri bana da anlatıyor. Önceki yazımda Şahbaz’dan kurtulabilmek için onunla hesaplaşmam gerek demiştim. Sadece benim hesaplaşmam yetmeyecek. Toplum olarak hesaplaşmamız gereken şeyler bir çığ gibi büyüyor gitgide, unutuşlardan oluşmuş bir çığ... Mesela 12 Eylül’le hesaplaşmadan sokaklarda beyaz berelilerin azalmayacağını bal gibi de biliyor herkes. Ve herkes, 12 Eylül’le hesaplaşmadan kendi ülkemizde misafir gibi yaşamaya devam edeceğimizi de biliyor. Kendi sokaklarımızda, meydanlarımızda, sanki sokaklar ve meydanlar onlarınmış, bizse işgalci kuvvetlerin halklarıymışız gibi döve döve yerlerde sürüklenmeye devam edeceğimizi, korku, imrenme ve itaat sarmalı içinde ruhlarımızı bedenlerimizden ayırıp sanal bir dünya içinde bizi kendi küçük dünyalarımıza hapsetmeye devam edeceklerini de biliyoruz üstelik. Biliyoruz ama, öylesine açız ki hâlâ yalanlara. Biri çıkıp da bize her şeyi unutturacak bir yalan söylese de inansak diye bekliyoruz. Hem de öyle bir inansak ki o yalana, bizim için gerçeğe dönüşse o yalan ve o yalanla kolayca her şeyin üstesinden gelebilsek diye bekliyoruz. Gördüğü şeyden saklanmak isteyen bir çocuğun yorganın altına girip saklanması gibi, o yalanın altına gizlenip kurtulamayacağız bizi bekleyen kötü şeylerden.
Dalıp gitmiştim düşüncelere, o harabelere bakarken. Ta ki Şahbaz yanımda belirene kadar. “Şahbaz şehrin ortasındaki o lanetli hanın koridorlarının loşunda, bodrum katının duvarları arasında yaşayan bir hayalet, lambaların içinde dolaşan bir cindi. Bir çocuktu. Bir cüceydi. Bir gerçekti.” (s.20) “Şahbaz kendiyle ilgili sorular sormayı sevmez. Şahbaz kendi hayatını başkalarının hayatlarıyla sarıp sarmalar, ruhundaki derin kuyulara atar. (…) Tüm cinayetleri sezer, tüm katilleri sever. Tüm orospular annesidir; tüm melekler de…” (s.53) Şahbaz’la hiç konuşmadık. Sadece o anlatıyordu. Bir okur olduğum için böyle davranıyordu. Düşüncelerimi okuyabildiği için ona bir şey söylememe de gerek kalmıyordu. Sevmişti bu hanı. Belki romandaki hana benziyordu bu iş hanı. Hani o ölmek üzereyken bulduğu işkence görmüş kadının hapsolduğu üç kapılı han. Kızın annesi hanın iki kapısını bulmuş, ama üçüncü kapıyı ulaşamamıştı. Ne zaman açılacaktı o üçüncü kapı? Açılacak mıydı?

Yüzüne baktım Şahbaz’ın. Yüzündeki lanete ve acıya. “Şahbaz, biliyorum seni” dedim sonra. “Roman boyunca anlattığın tüm hikâyeler gerçek ve biz o gerçeğin içindeyiz. Cinayet işleyen o çocuklar ve ona silah veren ağabeyleri, pavyondaki o kadın, idam edilenler ve edenler, o komutan ve ikizi Salih… Bir sürü küçük hikâyeden oluşan büyük bir hikâye anlattın bana roman boyunca. Tanrı ile şeytanın ikiz olduğu bir dünya… Romanın sonuna eklenen 1979’a dair almanak ne anlama geliyor? Aslında hiçbir şeyin değişmediğini mi, her şeyin sonsuz bir tekrar içinde devindiği bir gerçekliği ispatlamak için mi koydu onu oraya yazar? Senin söylediğin gibi, ‘hayat kendini, kimseye sezdirmeden, her insanda ustalıkla tekrarlar’ mı gerçekten? Öyleyse bu tekrarları bozmak mı gerek Şahbaz? Bunu nasıl yapabiliriz? O kadına anlattığın hikâyelerin felsefesi, ne kadar korkunç Şahbaz. Yalan ve gerçeğin arasındaki o ince çizgi… Kanıksanmış şiddeti, bir zamanlar savunduğu şeylerin tam tersini savunanların gizli gerçeğini, öyle ustalıkla anlatıyorsun ki…” Şahbaz, yanıma yaklaştı ve kulağıma bir şeyler fısıldadı. Romanda geçmeyen sözlerdi bunlar…

Bülent Usta (Birgün, 9 Mayıs 2007)

Kapağı çalınmış rögar gibi

Posted: by bülent usta in
0

1 Mayıs, romanlarımızda ya da sinemamızda ne kadar yer tutuyor? Leyla Erbil’in “Tuhaf Bir Kadın”ında hatırlıyorum bazı sahneler. Nâzım’ın “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” geliyor aklıma sonra. Kanlı 1 Mayıs Olayı diye tarihe geçmiş olan ve 41 kişinin hayatını kaybettiği gün, 1 Mayıs 1977 örneğin, kaç romanda ya da öyküde bahsedilmiştir?

1 Mayıs’ta aklımda bunlar vardı. Ben bunları düşüne durayım, Taksim’de Martin Duberman’la karşılaştık. 77 yaşında olmasına rağmen, canlı, kıpır kıpır bir insandı. Daha yeni “Aylak Kerouac” adlı kitabını okumuştum. Aslında daha öncesinde “Haymarket” adlı romanından tanışıyorduk kendisiyle. Yan yana yürürken “Keyfin yok galiba” dedi bana. “1 Mayıs denilince aklıma hiç bayrama dair çağrışımlar gelmiyor Martin. Ölümler, acımasızca joplanan kalabalıklar, panzerler ve daha bir sürü şey, ama bayram gelmiyor aklıma. Yoksulluğun azaldığını söylüyor hükümetler. Oysa yoksulluk azıyor. Her an askeri darbe olabilir endişesi yaşıyor insanlar. Her an şeriat gelebilir, her an ülke bölünebilir, her an borsa düşebilir, her an, her an, her an… Sürekli bir korku, bir kaygı… Bu arada işçilerin gaspedilmedik hakkı kalmıyor. Sendikalar etkisiz, güçsüz bırakılmış. Aydınlar, her an öldürülme ya da linç edilme kaygısı taşıyor. Ama öyle bir şey ki Martin, bir yandan günlük güneşlikmiş gibi her şey. Umursamaz insanlarla kuşatılmışız. Marketler, eğlence mekânları tıka basa dolu. Lüks otomobillerden geçilmiyor yollar. Hatta kaldırımlar bile otomobillerle dolu. Şöyle keyifle yürüyebileceğin kaldırımları boş bir cadde, bir sokak bulamıyorsun. Bulabilirsen de, bu sefer bir rögar çukuruna düşme tehlikesi içindesin her an. Etrafımızı rögar çukurları sarmış Martin. Siyasette, ekonomide, sanatta, sokakta, her yerde rögar çukurları, kapakları çalınmış. Sadece çalınan rögar kapakları olsa, ona da razıyız.” Martin, elini omzuma koyarak “Senin canın fena sıkılmış” diyebildi ancak. “Sıkkındı, ama seni görünce sıkıntım hafifledi biraz Martin. Akşam senin romanını karıştırdım 1 Mayıs vesilesiyle. ‘Haymarket, 1 Mayıs’ın Romanı’.” “Romanda anlattığım gibi, 1 Mayıs’ın doğuş şekli de senin dediğin gibi bayramı çağrıştıracak şekilde olmadı. 1886’da Luizvil’de büyük bir grev dalgası başladı. Çalışma koşulları öylesine ağırdı ki, sağlıksız çalışma koşullarından ve çalışma saatlerinin yüksekliğinden dolayı işçiler ve özellikle çocuk işçiler arasında ölüm oranları yükselmeye başlamıştı. Bu yüzden 1 Mayıs’ta işçiler ayaklandı. O yıllarda belki bilirsin, siyah-beyaz ayrımı vardı ABD’de çok yoğun. Ama işçinin ırkı, dili, dini, milleti olmaz. Siyahlar ve beyazlar birlikte yürüdü ilk defa olarak. Aslında sadece beyaz işçiler eylem yapsaydı, olaylar bu kadar büyümeyecekti belkide. Ama etkin olan anarşistler, siyahları ve beyazları aynı amaç için biraraya getirebilmişti. Ve tıpkı sizin Kanlı 1 Mayıs’ınızda olduğu gibi işçileri dağıtmak için kanlı bir tezgâh düzenlendi. 4 Mayıs’ta Haymarket’te toplanan işçiler dağılmak üzereyken polislerin üzerine bomba atıldı ve bu olay bahane edilerek işçi önderleri tutuklanarak idama mahkûm edildi. Yani bizde de 1 Mayıs’ın çağrıştırdıkları sadece bayrama dair çağrışımlardan oluşmuyor. Burada ‘bayram’ sözcüğü işçilerin haklı mücadelesini taçlandırmak için kullanılıyor daha çok.” “Chicago anarşistlerinden ve idam edilen Albert Parsons ile Lucy Gozalez arasındaki aşkın etrafında bir tür belgesel-roman kaleme alma fikri harika Martin. Kitaba 14 sayfalık görsel malzeme de eklemen, bu belgesel-roman yazma mantığını yerli yerine oturtuyor.” Ben konuşa durayım, Martin çoktan Taksim’den kalkan Haymarket dolmuşuna binmişti bile. Dolmuşun penceresinden bana el sallıyordu. “Bir daha ki karşılaşmamızda benden kolay kolay kurtulamayacaksın Martin!” diye bağırabildim ancak arkasından. Romanına dair eleştirilerimi söyleyememiş olmam canımı sıkmıştı. Aslında canımın sıkkınlığı Martin’e söylediklerimden ya da söyleyemediklerimden ibaret değildi. Bugünlerde Mine Söğüt’ün yeni çıkmış romanı “Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979”u okuyordum. Roman, askeri darbe öncesi 1979 yılını kendisine zaman dilimi olarak almış. Ve hatta romanın sonuna 1979 yılına ait bir almanak da koymuş yazar, anlattığı şeylerin gerçek olduğunu ispatlamak ister gibi. Romanın başkarakteri Şahbaz, nasıl romanda çeşitli karakterlerin yaşamına onlar istemeden giriyor ve peşlerini bırakmıyorsa, bir süredir ben nereye gitsem o da peşimden geliyor ve tıpkı romanda yaptığı gibi bana korkunç hikâyeler anlatıyordu. Bu hikâyelerde şiddet, öylesine çıplak bir biçimde sunuluyordu ki, işkence görmüş kişilerin bu romanı okuması, belleklerinde unutmaya çalıştıkları anıları harekete geçireceği için oldukça riskli gelmişti bana önceleri. Riskli geldi gelmesine ama, yazar tam da bu riski göğüslememiz gerektiği için, belleğimizdeki rögarın kapağını kaldırıp içine bakabilmemiz için bu kadar çıplak anlatmıştı her şeyi. Çünkü herkesin inanabileceği, saklanabileceği yalanları ortaya çıkarmak istemişti bu romanla. Kanıksanmış şiddetin boyutlarını göstermesi ve bunu çok boyutlu bir biçimde yapıyor oluşu da kitabın en önemli yanlarından birisi. Kitapta ne kadar korkunç şeyler anlatılıyor olsa da, Mine Söğüt öylesine kuşatıcı, masalsı, akıcı bir dille bunu yapıyor ki, kitap adeta elinize yapışıyor. Ama dediğim gibi, o cüce Şahbaz peşimde. Ondan kurtulabilmem için, onunla uzun uzun hesaplaşmam gerekli. Ama şimdi değil, başka bir karşılaşmada.


Bülent Usta (Birgün, 2 Mayıs 2007)

Siyasi romanlar yazmalı, ama nasıl?

Posted: by bülent usta in
0

Nato’nun İncirlik Üssü’nü, Ortadoğu Barış ve Sanat Müzesi haline getirebilecek bir sol parti, önümüzdeki seçimlerde Türkiye’de tek başına iktidar olursa, acaba neler yaşanır? İşverenler, bürokratlar, ordu, ABD, IMF ve diğer kişi ve kurumlar, bu iktidarı hangi yöntemlerle önlemeye çalışırlar? Cumhurbaşkanlığı seçiminin ve genel seçimlerin tartışıldığı bugünlerde, Agora Kitaplığı’ndan çıkan Chris Mullin’in “Pek İngilizvari Bir Darbe” adlı polisiye tarzda yazılmış siyasi romanı, Marksist solun egemen olduğu bir İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi halinde, İngiltere’de neler olabileceğini hayal ederek, kapitalist demokrasi anlayışının içyüzünü ve işleyişini gerçekçi bir üslupla, ama aynı zamanda da acı acı gülümseten ironik bir dille anlatıyor. Aslında roman, yazarın sadece hayal gücünü kullanmasından ibaret değil. Kendisi de bir dönem İşçi Partisi’nden milletvekili olan Mullin, İşçi Partisi’nin sol kanadının önderi ve eski başkanı Tony Benn’den esinlenmiş. 1974’de Tony Benn’in gemi yapımı endüstrisini kamulaştıracağını açıklaması, uluslararası finans kurumlarının hızla ülkeden kaynaklarını çekmesini ve İşçi Partisi hükümetinin IMF’ye teslim olma sürecini başlatmıştı. Tıpkı bir zamanlar Ecevit’in ABD’nin karşısında yer aldığı için sermaye grupları ve diğer güçler tarafından kuşatılarak etkisizleştirilmeye çalışılması gibi.

Mick Jackson tarafından 1988’de televizyon filmi olarak çekilen roman, BAFTA, Emmy gibi ödüllerin de sahibi olmuş ve oldukça ses getirmişti. Romanın sonu hüsranla bitiyor bitmesine, ama dönen entrikaları, medya, işveren ve istihbarat örgütlerinin nasıl kafa kafaya verip, başbakan olmayı başarmış çelik işçisi Harry Perkins’i devirmeye kalkıştıklarını okumak, hem eğlenceli, hem de düşündürücü pek çok ipucu da sunuyor bizlere. Ama elbette bu sadece bir roman. Ve yine elbette bir roman, sadece bir roman değildir. Olmuş, olan ve olacaklar üzerine bir düşünme biçimidir.

Sol, çoğunlukla iktidara gelmek üzere teoriler üretmiş gibi gelir bana. Parlamenter sistem aracılığıyla ya da diğer yollarla iktidara gelmeyi hedefleyen sol parti ve grupların, iktidara geldikten sonra neler yapmak istediğinin ‘gerçekçi’ senaryoları, yazılı ürünleri arasında daha az yer kaplıyor diye düşünürüm. Ya da bunlar yazılı bile olsa, bu yazılı ürünlerin slogancı boyutunun yarattığı sığlık, solun bir alternatif olarak geniş yığınları ikna edebilmesinin önünde bir engelmiş gibi gözükür bana? Nasıl ki edebiyat ortamımız edebiyatın olanaklarının yeterince farkında değilse, sol da solun sahip olduğu tarihsel deneyimlerden ve olanaklardan bihaber gözüküyor. Önümüzdeki seçimleri tut ki sol kazandı. Hazırlıklı mı böyle bir zafere? Öyle ya, Mullin’in romanında sosyalistlerin İngiltere’de iktidara gelme ihtimaline önce kimse, sosyalistler bile inanmamıştır. Herkes böyle bir duruma hazırlıksızdır, İngiltere’nin derin devleti bile. Türkiye’de böyle bir şey olursa, ne olur? Sol ne yapacağını, hangi entrikalarla karşılaşacağının farkında mı? Ya da hangi entrikaların içinde olduğunun?

Siyasetçiler, felsefeciler, edebiyatçılar geleceği düşlerken, sadece geleceği değil bugün ne yapılması gerektiği üzerine de düşünmek ve düşündürtmek zorunda kalırlar. Acaba geçmiş, bugün ve gelecek arasında köprüler kuran edebi, siyasi ve felsefi metinler Türkçede yeterince üretiliyor mu? Bu türden üretim ve çabaların artarak çoğalması bugün daha büyük bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Mullin’in romanına bakarak, aslında bu toprakların bu türden siyasi ve polisiye romanların yazılabilmesi açısından inanılmaz bir zenginliğe sahip olduğunu düşünüyor insan. Sadece son günlerde yaşadığımız cinayetler ve Nokta dergisinin kapanma süreci bile, siyasi ve polisiye romanlarda yer alabilecek veriler, olaylar ve karakterlerle dolu. Türkiye’de günlük gazeteler, arkası yarın şeklinde uzayan bir polisiye roman görünümünde sanki. Siyasi ve polisiye romanlara duyduğumuz ihtiyacı, günlük gazeteler mi karşılıyor diye düşünmeden de edemiyor insan.

Türkçede uzun yıllar polisiye ve bilimkurgu roman azlığından, bu türe yazarların yeterince ilgi göstermediğinden şikâyet edilmişti. Ömer Türkeş gibi eleştirmenlerin ve Ahmet Ümit gibi yazarların çabalarıyla bugün polisiye romana yönelik ilginin ciddi anlamda arttığından bahsedebiliriz. Ama bu ürünlerin çoğunlukla yüzeysel kaldığı, felsefi ve siyasi bir alt yapıları, bu topraklara özgü bir damara sahip olup olmadıkları çoğunlukla tartışmalıdır. Üstelik polisiyenin siyasi türde yazılmış romanlarına ilgi, cinayet romanlarına göre daha az. Siyasi roman denilince akla nedense didaktik, eğlenceden yoksun, toplumcu-gerçekçi gibi tanımlamalar, kalıplar geliyor. Ya da 12 Eylül’ü anlatan bunalım edebiyatının, umutsuz ve itici örnekleri. Apolitikleşmenin de getirdiği bir süreçle, siyasetin sanattan geri çekilmesi, siyasi roman yazmanın önündeki engellerden en önemlisi. Hatta pek çok yazarımıza romanınız siyasi bir roman ya da siyasi bir roman yazmayı düşünür müsünüz diye sorsanız (bazı röportajlarda rastlıyorum) ürktüklerini, siyasi roman yazıyor olmayı küçümsediklerini dahi görebilirsiniz. Mullin’in bu romanı, hem siyasi, hem de gerilim ve macera dolu bir roman yazabilmenin olanakları üzerine daha etraflı düşünmek için bir fırsat olabilir. Bence tam da siyasi romanlar yazma zamanındayız. Polisiye ya da bilimkurgu tarzında yazılmış siyasi romanlar…

Bülent Usta (Birgün, 25 Nisan 2007)

Kahvehaneler, kuşatmalar ve Jarmush

Posted: by bülent usta in
0

Galata’da bir kahvehanedeyim. Önüm arkam turist, şair, öğrenci… Hava bir ısınıyor, bir soğuyor. Herkes grip ya da olmak üzere. Sesler daha boğuk ve öksürükler tok çıkıyor. Masalarda ada çayları, ıhlamurlar daha çok göze çarpıyor bugünlerde. Aslında kahvehane ortamlarını pek sevmem. Şimdi pek sevmem dedim ama, öğrenciliğimin önemli bir kısmının Beyazıt ve civarındaki tarihi kahvehanelerde geçtiğini itiraf etmeliyim. Sevmediğim, sadece erkeklerin bulunduğu mahalle aralarındaki kahvehanelerdir. Oralarda kitap okuyamazsınız kolay kolay. Okey taşlarının sesleri, insanların yüksek sesli sohbetleri ve açık bir televizyon bunu imkansız kılar. Ama bir de öğrenciyken müdavimi olduğum tarihi ya da turistik diyebileceğim kahvehaneler vardır. Örneğin, Çorlulu Ali Paşa Medresesi denilen nargileli bir kahvehane. Ama kalabalıklığı tıpkı Kapalı Çarşı’nın meşhur Şark Kahvehanesi’ndeki gibi kitap okumaya müsaade etmez pek. Eğer kitabınızın sayfalarını karıştırarak kahvenizi yudumlamak ve yanınızda biri varsa onunla uzun uzun sohbet edebilmek istiyorsanız, Sultanahmet’te bulunan İbrahim Paşa Sarayı’nın içindeki Osmanlı kahvehanesini size tavsiye edebilirim. İnanılmaz sessiz bir yer. Üstelik mimari yapısının yarattığı atmosfer müthiş. Aslında İstanbul, Camiler şehri olduğu kadar kahvehaneler şehridir aynı zamanda. Şimdi Gloria Jeans ya da Star Bucks gibi cafeler İstanbul’u sarmaya başladıysa da (ki onlar da bence bir ihtiyaç), hâlâ kızlı erkekli gidilebilecek kahvehaneler pek çok yerde mevcut.

Şimdi nerden çıktı bu kahvehane meselesi diyeceksiniz. Karl’dan çıktı. Pardon, Süreyyya Evren’in “Viyana Nokta” adlı romanındaki Viyana kahvehanelerinden. Romanda Karl isminde müthiş sıkılan bir adam var. Bir matematikçi. Şehirden kaçıp kurtulmak ya da şehri savunmak arasında gidip gelen ve sonunda kalıp savaşmayı göze alan bir entelektüel. Romanda şöyle bir ifade var:”Karl, Viyana kehvehanelerinde hep gençti.” Bir de genç şairlerin bu kahvehanelerde buluşup edebiyat ve ülke meselelerine kafa yormaları var. Yanlış anlaşılmasın, roman kahvehanelerle ilgili değil. Ama insanların biraraya geleceği, bir şeyleri tartışabileceği, iletişim kurabileceği ve Köstebek Hüseyin Çelebi gibi casusların rahatça bilgi toplayabileceği kahvehanelerden daha iyi bir mekan var mıdır? Üstelik Viyana kahvehane edebiyatı denilen bir şiir anlayışından bahsediyor roman. Yakup ve Yusuf gibi genç şairlerin Viyana kahvehane şairleriyle dayanışması da var. Lafı çok karıştırdım biliyorum ama, romanı okurken kendimi kahvehanelere atma ihtiyacı duydum. Hatta bu roman en güzel kahvehanede okunur diye düşündüm. Ben bunları düşünürken bir anda romanın başkarakteri Köstebek Hüseyin Çelebi belirdi masamda. Tam Köstebek’e uygun bir beliriş. Romanda da istediği her deliğe giren, istediği zaman kaybolabilen bir adam olarak tanımıştım kendisini. Kolay kolay rastlanılacak bir adam olmadığı için şanslı günümde olduğumu düşündüm. “Vay Köstebek!” dedim sevinçle bir an. Ta Viyana kuşatması zamanından geliyor olmasına rağmen, o müthiş uyum yeteneğiyle kahvehanedekilerde bir şaşkınlık yaratmamıştı varlığı. Sadece elbiseleri farklıydı ve ayağındaki çarık. “Hayırdır” dedim “Viyana kuşatması bitti mi yoksa? Daha romanın sonuna gelmedim de.” “Sorun Viyana’yı alıp almamak değil ki?” “Ne öyleyse?” “Kuşatmanın kendisi. Romanda bir kuşatmalar tarihi var." “Sanırım Süreyyya 80’lere saplanmış durumda.” “Süreyyya saplanmakta haklı kardeşim. Toplum olarak 80’lere saplanmış durumda değil miyiz?” “Beni şaşırtıyorsun Köstebek. Sen ta 1500’lü yıllardan gelmiyor musun? Nereden bileceksin 80’leri.” “Unutuyorsun galiba, bana boşuna Köstebek dememişler. 80’ler her şeyin alt-üst olduğu zamanlar ve kuşatmanın yaşamın her alanında boy gösterdiği inanılmaz bir süreç. Ama sadece olumsuz yanlarıyla gelişen bir süreç olarak da ele almıyor yazarımız 80’leri. İsyan ruhunun 80’lere bir miras olarak aktarıldığını da düşünüyor. Bunu bir röportajında kendisi de söyledi. Romanda Batı ile kurduğumuz ilişkiler de var. AB sürecine benzer Viyana ile Osmanlı arasında bitmek bilmeyen müzakereler, kimlik siyasetleri vb.” Köstebek, ağzımdan laf alıp yazara yetiştirmek için “Sence Süreyyya Evren nasıl bir yazar?” diye bir soru sordu? İşini zorlaştırmadım: “Romanı okurken Süreyyya Evren’in gizli bir şair olduğuna bir kere daha kanaat getirdim. Yine şairler var bu romanda da. Bir de diyalogsever bir yazar olduğunu bu romanda da göstermiş. Yazdığı her metin, okurla samimi bir biçimde kurulmuş bir diyalog şeklinde. Ama bu diyalog, okura yalakalık ya da öğretici pozisyonunda değil, onu bir eşiti olarak gören bir diyalog olduğu için, okura eşitiymiş gibi davrandığı için ‘zor’ bir yazar olarak tanınmasına yol açıyor. Bir de şakacı bir yazar olduğunu düşünüyorum. Ama onun şakacılığı çoğu zaman isyankâr, işin içinde isyan olduğu için hüzünlü, ama yine de eğlenceli.” Köstebek’le sohbete dalmışken kahvehaneye Jim Jarmush girmesin mi? Pes yani bu kadar olur. İstanbul Film Festivali’ni izlemek için mi İstanbul’a gelmişti acaba? Onu tanımış olduğumu ve masama davet eder gibi ayağa kalktığımı görünce, bir şey sormak ister gibi yanıma geldi. “Beni tanıyorsunuz galiba. Bir adres soracaktım?” dedi yabancı ürkekliği içinde. “Nereye gitmek istiyorsunuz?” “Agora Kitaplığı’na. Ludvig Hertzbeg benimle yapılmış söyleşilerden bir kitap derlemişti. Şimdi Türkçe olarak Agora Kitaplığı tarafından yayımlandığını öğrendim. Bir boşluk yaratıp onlarla tanışmak istemiştim.” Adresi tarif ettim ve benimle bir kahve içmesi için de ısrar ettim. O da kabul etti bu teklifimi. Köstebek Hüseyin Çelebi ile Jim Jarmush’u tanıştırmak ve ilginç bir sohbet gerçekleştirmek için tam Köstebek’e dönmüştüm ki, Köstebek çoktan ortadan kaybolmuştu. Ara ki bulasın. Üstelik bir şey de söyletememiştim kendisine. Ben de Galata’da bir kahvehanede Jim Jarmush’la filmleri ve İstanbul üzerine derin bir sohbete daldım. “Sürekli Tatil”den başlayarak, “Cennetten de Garip”, Tom Waits’in de oyuncu olarak yer aldığı “İçeridekiler”e, “Kahve ve Sigara”dan “Gizem Treni”ne ve beni alt-üst eden müthiş fimi “Ölü Adam”a kadar tüm filmleri hakkında inanılmaz güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Keşke siz de orada olsaydınız diye üzülmeyeceğim. Bu sohbetin bir benzerini Ludwig Hertzberg’in kitabından da uzun uzadıya okuyabilirsiniz.

Bülent Usta (18 Nisan 2007)

Urbino’ya gidiş-dönüş romanı

Posted: by bülent usta in
0

Urbino, İtalya’nın Adriyatik’e kıyısı olan eyaletlerinden Marche’nin bir kenti. Bir üniversite kenti olan Urbino, Ortaçağ dönemine ait mimarisiyle ünlü bir turizm kenti aynı zamanda. Hiç gitmedim. Gitmeyi şu an için düşünenlerden biri de değilim. Öyleyse Cem Akaş’ın “Gitmeyecekler İçin Urbino” adlı romanını okuyabilirim diye düşündüm. Romanı elime aldım ve kitabın oldukça şık kapağındaki ikiz meleklerle birlikte romana‚ Urbino’ya girdim.

Beni kollarımdan tutup kente sokan bu ikiz meleklerin, aslında birer melek olmadığını kısa bir süre sonra anlamıştım. Doğaüstü öldürme ve yoketme güçleri olan bu ikizlerin yarattığı dehşeti, romanda onların zihninden, Cem Akaş’ın kullanmayı çok sevdiği ‘bilinç akışı’ tekniğiyle çok yakından tanık oldum. Dehşet verici değildi. Alaycı anlatım ve fantezi dünyası, tanık olunan şiddeti yumuşatıyordu. Aslında ne olup bittiğini, bu ikizlerin neden böyle düşmanca davrandığını da anlamış değildim önce. Koltuğuma yayılmış, arada bir kahvemi yudumlayarak romanın sayfalarını çevirirken kendimi birden, hiç gitmemiş olduğum ve belkide hiç gidemeyeceğim bir kentin sokaklarında değil de, yakılıp yıkılan bir kent manzarası eşliğinde, ikizlerin zihnindeki kentin sokaklarında, bir terörün içinde bulmam önce bana tuhaf gelmişti. Deneysel bir romanla karşı karşıyaydım ve bu beni açıkçası heyecanlandırmıştı. Üstelik bilinç akışı tekniği çok başarılı bir biçimde uygulanıyordu. Hatta ikizlerin zihinlerinden geçenler birarada, birbirini tamamlayacak şekilde veriliyordu. Bu iki zihinde geçen olaylar, birisinin zihninden geçenlerin italik yazılmış olmasıyla ayrılıyordu.

İkizler, II.Federico’nun (Yani Urbino’nun Ortaçağ’da yaşadığı düşünülen güçlü ve prestijli dükün) intikamını almak için kente dönmüşlerdi. İkizlerin kentte terör estirdiği 6 saatlik bu eylem, romanın birinci bölümüydü. Ikizler II. Federico’ya yapılan bir haksızlıktan bahsediyordu. Okullardan, müzelerden, kiliselerden, tiyatrolardan, laboratuvarlardan nefret ediyorlardı. İkizlerin yakıp yoketmek için seçtiği hiçbir hedef tesadüfi değildi. Aslında modernizmin baskıladığı ve yine modernizmin içinden modernizme karşı bir şiddettin ürünü gibiydiler. Üstelik ikizlerin zihinlerinden geçen cümleler küfür ve alay doluydu çoğu zaman ve ironik... Sanata karşı duydukları nefret, bir insanı öldürür gibi heykelleri parçalamalarından ve parçalama biçimlerinden anlaşılabiliyordu. Ve ikizlerin bu şiddetine görünmeyen Ortaçağ orduları da eşlik ediyordu bir yandan. Sonra tam kaybettiklerini düşünüyorken, yıldırımlar yağmaya başladı kentin üzerine ve Federico kente döndü.. Ne oldu şimdi? Ne olduğunu anlamak için romanın ikinci bölümüne ‘Tanıklar’a başvuruyorum. Manyetik Polarizasyon Uzmanı Kimyacı, Üçüncü Dünya Teröristi, Çingene, Hobbes'u Sevmeyen Felsefeci, Doktorun Eşi, Bakteri Uzmanı Biyolog, Amatör Hafiye, Marksist, Yalınayak Tiyatrocu, Ukala Mimar, bana kendileri ve tanık oldukları yıkımla ilgili bir şeyler anlatıyorlar. Üçüncü bölüm ise kent rehberinden oluşuyor. Urbino’nun tarihinden, tarihi ve coğrafi özelliklerinden bahseden kurgusal bir kent rehberini okuyorum. Başta tanık olduğum şiddet ve tanıklıklar zihnimde dolaşırken, Urbino’dan bahseden bu kent rehberi, kent rehberi olmaktan öte bir anlam taşımaya başlıyor. Artık ipuçlarını burada bulmaya çalışıyorum. Bulduklarımın ne olduğunu tabii ki kendime saklayacağım. Sürprizi yeterince bozdum zaten.

Urbino’dan ayrılıp evime, koltuğuma dönüyorum. Zihnimde sürekli olarak romana dair iki ayrı fikir, ‘zihin ikizlerim’ birbirleriyle tartışıp duruyor. Bu tartışmaları, romanın yazım tekniğine uygun olarak bilinç akışı tekniğine benzer biçimde size aktaracağım. Aktarmadan evvel, noktalama işaretlerinden sadece virgülü kullanacağımı ve her virgülün ikizlerin seslerini birbirinden ayırmaya yarayacağını baştan belirteyim. İşte ‘zihin ikizlerim’in roman tartışması:

“kent rehberi biçiminde bir kent hakkında roman yazma fikrini pek çok yazar kıskanacak ve bunun bilinç akışı tekniğiyle yazılabilmiş olması da güzel ama deneysel bir roman için bunlar yeterli olabilir mi deme şimdi bana, içerikte de yeni bir şey söylenmeye çalışılması hatta içeriğin biçimi biçimin de içeriği deneysele zorlaması gerekmez mi, okuyucuyu çok fazla zorlamak istememiş olabilir yazar hem okura boşluklar bırakıp zihinlerinde romanı kendi beklentilerine göre yeniden üretmelerini de teşvik etmiş olabilir, peki söyle bakalım böyle güçlü bir fikirle ve böylesine iyi kotarılmış bir yazım tekniğiyle insan bu romandan daha fazlasını beklemez mi, hayır bence bu beklentinin kendisi yanlış deneysel her çalışmanın taşıdığı deneysellikten ötürü kendisini her yönden kuşanmış olması gerekmiyor rahat keyifli büyük sözler sarf etmeden de romanlar yazılabilir, peki romanın tanıklar bölümünde örneğin Çingene ile Marksist’in farklı seslere sahip olması gerekmez mi hepsi aynı kişinin ağzından konuşuyor gibiler, ukalalık yapıyorsun, hayır gayet samimi bir biçimde duygu ve düşüncelerimi paylaşıyorum bugün edebiyat tartışmalarında eksik olan şey de bu samimiyet, o zaman samimi olarak söyle bakalım bu romanı okuduğuna pişman oldun mu, hayır olmadım, iyi öyleyse o zaman daha fazla uzatmayalım bu tartışmayı, ama daha söyleceklerim vardı dinlemeyecek misin beni, hayır dinlemeyeceğim Versus’tan çıkan yeni bir roman var Lance Olsen’in “Nietzsche’nin Öpücükleri” onu okumalıyız bir an önce şöyle bir karıştırdım gayet güzel, hayır önce Mesele ve Kitap-lık dergilerine bir bakalım roman üzerine yazılar varmış, demek sonunda bu köşede roman niye tartışılmıyor edebiyatımızın üvey türü mü derken romana karşı bir ilgi uyandırdık dergilerde önümüzdeki hafta onları da yazalım, peki tamam şimdi ışığı kısar mısın.”

Bülent Usta (Birgün, 11 Nisan 2007)

Romanda bir karadelik

Posted: by bülent usta in
0

Yağmurlu bir İstanbul günü. Şemsiyeme sığınmış acele adımlarla işe gidiyordum. Yağmura dair ne kadar imge varsa, zihnimde yağmurla birlikte yağıyordu bir yandan. Herkes, yağmurun hızına göre koşuştururken, “lekeli paltosu, siyah fötr şapkası, şemsiyesi ve evrak çantasıyla” bir adam, şemsiyesini açmadan yağmurun altında öylece duruyordu. Yanından geçerken bu adamın tuhaflığı karşısında yüzüne dikkatlice baktım. “İri bir kaya ya da kütük parçasından yontulmuş olduğu izlenimini veren, dikdörtgen biçimli bir kafası, basık ama geniş bir alnı ve ileri doğru çıkık, köşeli bir çenesi vardı.” Bu adam olsa olsa İbrahim Nemrud’du. Hani Ali Teoman’ın İstanbul üçlemesinin ikinci kitabı olan “Karadelik Güncesi” adlı romanının baş karakteri. Bu yeni çıkmış olan romanla günlerdir boğuşurken, tam da romanın mekânlardan birisi olan Sultanahmet’te onunla karşılaşmam bir tesadüf olamazdı.

İbrahim Nemrud, yüzüne dikkatle bakmamdan rahatsız olacaktı ki “Nereden tanışıyoruz? Eskiden müvekkilim miydiniz?” diye sormak durumunda kaldı davranışımın nedenini. “Hayır. Sizi Ali Teoman’ın yeni çıkan romanı ‘Karadelik Güncesi’nden tanıyorum. Benim işyerim de buraya yakın.” Nereden tanıştığımızı açıklayınca İbrahim Nemrud’un çatılmış yüzü berraklaştı.“Öyle mi, bir an korkuttunuz beni. Romanı okuyorsanız mesele yok. Sormadan edemeyeceğim, nasıl buldunuz romanı?” “Bir İstanbul romanı... Birçok uygarlığın ve yaşam biçiminin birarada, hem de tasarlanmaksızın rastgele bir biçimde bulunduğu bir masalsı kent, romanın mekânı. Romanın kurgusu da, mekânı gibi düş ve gerçeklik arasındaki sınırları yıkan, yarattığı düşsel atmosferde karakterlerini hem günümüz insanının özellikleriyle, hem de masalsı ve egzotik diyebileceğimiz ayrıntı ve isimlerle süsleyerek, insana dair karanlık şeyleri araştıran, çok boyutlu ve alt okumalarının yoğunluğu ve çokluğu ile hem sürükleyici, hem de dipsiz bir derinliği olan tuhaf bir roman. Ama romanda şöyle bir zorluk da var: her şey çok ama çok uzun, tüm ayrıntılar verilerek aktarılmış. Örneğin seni, romanda bana verilen tasvire uygun olarak sokakta görür görmez tanıyabildim. Okurun da bu düşe iştirak etmesine ve metinle etkileşime girmesine izin vermeyen bir yazar müdahalesi sözkonusu. Her şey tanımlanmış ve belirlenmiş, bir sinema filmi gibi. Örneğin Beckett’ın ya da Kafka’nın romanlarında bize bazı ayrıntılar verilir, ama her ayrıntı metinde bir şifre gibidir ve hiçbir gereksizlik barındırmaz. Adamın burnu uzundur derken, uzun uzadıya burnun betimlemesi yapılmaz. O sadece uzun bir burundur ve okur onu kafasında kendisine göre biçimlendirir. Ama bu yazarın mükemmeliyetçiliği ve tercihiyle alakalı bir durum.” “Yani romanı beğenmediğini mi söylüyorsun.”

Biraz kırılmış gibiydi İbrahim Nemrud. “Hem eleştirip, hem de sevemez miyim?” diye çıkıştım önce. Sonra onun bu rahatlamış halinden güç alarak aklıma takılan sorulardan bahsetmek istedim kendisinden izin alarak. “Romanı okurken, başınıza gelenlere üzülmeli miyim, sevinmeli miyim bilemedim. Çoğu insan, aslında kendisine ve yaşama dair çeşitli yalanlarla avunur, avutulur. Dinler ve ideolojiler, insanın kendilerine göre iyi taraflarını çeşitli yalanlarla yüceltip, kötü diye gördükleri taraflarını da ya görmezlikten gelerek, ya da suç ve günah olarak gö(ste)rerek cezalandırmış, yok saymışlardır. Ama cezalar ve yok saymalar hiçbir işe yaramamış tarih boyunca. Hatta bu cezalar ve yok saymalar insanın kötü diye görülen taraflarını patolojik bir boyuta taşımış ve daha büyük mutsuzluklara ve acılara neden olmuş. Sen, bu romandaki serüven sayesinde artık kim olduğunu biliyorsun. Varolan ahlaki değerlere göre bir sapıksın örneğin. Hem de bilmem kaç yıl çok normal, sıradan bir hayat sürmene karşın, içinde hep bir sapıkla yaşadığını öğreniyoruz bu romanda. Halbuki bunu hiç düşünmemiştin bile, Şazinuş’la karşılaşana kadar. Ama Şazinuş sana, sana dair gerçeği anlatırken o virüsü bulaştırmayı da ihmal etmedi. Neden sana da o virüsü bulaştırdı? Seyfettin Stigma ve arkadaşlarının, bir hastalık olarak gördükleri insan ırkını dünya yüzünden silmek için tasarladıkları o virüsle... Bir karadeliğe dönüşen Şazinuş, senin için gerçekte ne anlama geliyordu?” İbrahim Nemrud, duyduklarına şaşırmış gibi yüzüme baktı. “Bu soruların cevabı, romanın arasına serpiştirilmiş ‘Elif, lam, mim’le başlayan güncelerin satıraralarında gizli.” Bir an duruyor ve yüzünü yüzüme yaklaştırıp gözlerimin içine bakıyor dikkatle. “Peki ya sen? Sen biliyor musun kim olduğunu?” “Unutuyorsun galiba. Ben seni okuyan birisiyim. Senin yaşadığın her şeyi o romanda ben de yaşıyorum. Kendimde seni, sende kendimi görüyorum.” Tadsız bir sohbete dönüşmeye başlamıştı bu karşılaşma. Üstelik, benden kurtularak Yerebatan Sarayı’ndaki ofisine dönmek istediği çok belliydi. Onunla asıl konuşmak istediğim konuya bir türlü varamamıştım. Yağmur da şiddetini arttırmıştı. “Şemsiyenizi neden açmıyorsunuz?” dedim kendimi tutamayarak. “Evet, şemsiyemi açmam gerek, çok ıslandım” dedi ama tıpkı Beckett’ın Mercier ve Camier karakterleri gibi, şemsiyeyi açmayı düşündüğü halde şemsiyeyi açmadı ve ıslanmaya devam etti. İbrahim Nemrud’la konuşacağım çok şey olmasına rağmen, yağmurun şiddeti, bu sohbetin uzamasını olanaksızlaştırıyordu. “Kusura bakmayın. Sizi yağmurun altında bekletiyorum. En iyisi güneşli bir gün sizinle tekrar karşılaşalım. Hem o zaman daha uzun sohbet ederiz bir yerlerde oturup.” “Nasıl isterseniz, ama Şazinus’un bulaştırdığı o virüs yüzünden çok fazla zamanım da kalmadı” dedikten sonra, şemsiyesini hızla açtı. Şemsiyesi açılır açılmaz da bir sihir gibi sokaktan kayboldu.

Bülent Usta (Birgün, 4 Nisan 2007)