SPİNOZA’NIN AKASYASI

Posted: 25 Temmuz 2008 Cuma by bülent usta in
0

Ağaçlarla konuşur musunuz hiç? Ben konuşurum. Oturduğum apartmanın önünde dalları pencereme kadar uzanan bir ağaç var. Bazen saatlerce bu ağacı izler, yapraklarının rüzgârdan aldığı hareketle söylediklerini dinlerim usul usul. Öyle güzel, öyle karakterli, öyle dingin bir ağaç ki bu anlatamam, hüzünlü fısıltıları eksik olmasa da... Diğer ağaçları, onun kadar izlemediğim, dinlemediğim için belki de benim için bu denli özel bir ağaç oldu bu akasya...

Bugünlerde YKY’den yayımlanan Feyyaz Kayacan’ın ‘Çocuktaki Bahçe’ adlı romanını okuyordum ki sadece ağaçlarla konuşanın ben olmadığımı görerek rahatladım. Arkadaşlarım, bir dostumdan bahseder gibi evimin önündeki akasyadan bahsedişimi artık garipsemeye başlamışlardı çünkü. Romanın daha başlarında, ağaca tırmanan bir çocuğun gözlerini kapayarak ağacı dinlediği bir an var ki muhteşem. “Tüy gibiydim. Tüyden de azdım. Sanki bütün dokularımın kaynaklaştığı kök hücrenin içinde uçuyordum. Hücrenin zarını delip doku-öncesi bir hafifliğe erişecektim sanki. Bu çok hoşuma gitmişti. Gülmüştüm. Alkışlamıştım ağacı.” Romandaki çocuk kahraman, ağaçla konuşmaya çalışır sonra. Konuşur da... Bir İstanbul romanından daha fazla bir şey bu roman... Usta bir öykücü titizliğiyle sözcük sözcük örülmüş, şiirsel bir anlatı... Sokakları, bahçeleri ve çocukluk anılarıyla anlatılan İstanbul olsa da insana dair yanıtsız sorularla Kafkaesk bir atmosferde boy veriyordu her şey...

Ağaçla her konuşmamdan sonra, konuştuğumuz şeyleri çabucak, daha perdeyi örter örtmez unuttuğumu fark ettim sonra. Bu yüzden onunla neler konuştuğumu anlatamayacağım size. Sanırım bu bir büyü. Ağaçların ve kedilerin bir sırrı ve silahı bu unutkanlık... İnsanlar, onların neler bildiğini bir öğrense, başları belaya girerdi mutlaka. Sorgucular gelirdi yanlarına, “Konuş! Dökül sırlarını birer birer!” Akasyaya elektrikli testereyi göstererek tehdit ederlerdi muhtemelen. Ama romanda olduğu gibi, hiçbir ağaç, tehditle konuşamaz. Çünkü gururlu canlılardır ağaçlar. Ser verip sır vermezler. Belki bu yüzden aklımdan ne geçerse anlatıyorum bu ağaca. O da unutacağımı bildiği için fısıldıyor yanıtlarını özgürce.

Bazen bu akasya, okuduğum kitabın yazarına da dönüşür. Bu adeta bir oyun gibi yaşanır aramızda. Örneğin kaç gündür bir Spinoza gibi dikilip duruyor evin önünde. Onun kadar hür ve şen... Norgunk Yayıncılık tarafından Spinoza ve Blynbergh arasındaki mektuplaşmaların kitabı ‘Kötülük Mektupları’ yayımlandı ya bugünlerde. Tıpkı ‘Etika’yı okuduğum günlerdeki gibi Spinoza’ya dönüşüverdi bizim akasya birden. Daha bir dingin, daha bir sevecen konuşuyor benimle şimdi. Polemiğin ilkel hallerinden tamamen uzak, cana yakın bir üslupla tartışıyor her meseleyi kitapta olduğu gibi. Ama, bir akasya olarak değil de, Spinoza olarak konuştuğu için, unutmam da gerekmiyor hiçbir şeyi. Biri sorsa, ne diyor bu ağaç diye, o değil, Spinoza konuşuyor der, onlara kitabı gösterebilirim. Ama duyduklarımın ne kadarı akasyaya, ne kadarı Spinoza’ya ait, bundan da emin olamıyorum bazen.

Bir akşam, ışıkları kapatıp perdeyi açtığım zaman, ayışığında belli belirsiz gözüken Spinoza, beni bir konuda sıkıca uyardı: “... Gayet iyi biliyorsun ki bir şeyin pek çok kişi tarafından kabul edilmemesi, onun doğruluğunu ortadan kaldırmaz. Yaşadığımız çağın görünümünün de farkında olduğuna göre, senden bu şeyleri başkalarına iletme konusunda çok temkinli olmanı özellikle rica ediyorum.”

Spinoza, 1600’lü yıllarda yazdığı kitabında okurlarını bu cümlelerle uyarma ihtiyacı duymuş. Aforoz edilen, felsefede getirdiği yeniliklerle kalıpları yıktığı ve bazı çevreleri tedirginliğe sürüklediği için kendisini baskı altında hisseden Spinoza’nın tıpkı şimdi bana yaptığı gibi, o yıllarda okurlarını bu şekilde uyarması, hüzün verici geldi bana. Hüzün verici, çünkü bu coşkulu filozof, coşkusunu okurlarıyla gönül rahatlığı içinde paylaşamamış hiçbir zaman. Aynı uyarıyı şimdi bana yapıyor olması, aradan geçen 400 yıl içinde hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor. Spinoza’nın tiksindiği ve uzak durduğu baskıcı iktidarlar, tutkularıyla hareket eden kalabalıklar ve dogmatik zihniyete sahip olanlar bugün de her yanımızı kuşatmış durumda. Hakikati söylemenin bedelini Hrant Dink gibi ödemek mümkün her zaman. Onun 1600’lü yıllarda yaşadığı endişeyi, bugün çeşitli biçimlerde yaşıyor oluşumuz kimseye tuhaf gelmiyor çünkü.

“Tehlikelerden kaçınmak, özgür bir insan için, onları alt etmek kadar büyük bir erdemdir” diye fısıldadı sonra, yaprakların hışırtısıyla. Bunu niye söylemişti ki şimdi? Benim için endişeleniyor muydu? Başıma bir şeylerin gelmesinden mi korkuyordu? Beni ucuz kahramanlıklar yapmamam konusunda uyarıyordu sanki böyle söyleyerek. Çünkü önemli olan, kahramanca yok olmak değil de, hayatta kalabilmeyi başararak mücadele etmekti Spinoza için. Bu topraklarda her zaman kahramanlara ihtiyaç duyulduğunu biliyordu çünkü akasya aracılığıyla. İnsanların kahraman olmaya özendirilerek ölümden yana iktidarların gücüne güç katıldığını. Tüm militarist söylemlerin ardında bir kahramanlık düsturunun bulunduğunu biliyor ve uyarıyordu beni.

Bireyin devlete itaatsizliğini savunan, devletin topluma özgürlüğü değil de sadece özgürlük aşkı verdiğini 17. yy’da görebilmiş filozofun sözleri elbette benim için çok değerliydi. ‘Etika’ adlı olağanüstü kitabıyla insanın iç dünyasından başlayarak topluma kadar uzanan derinlikli bir felsefe kurması, Nietzsche’den Deleuze’e kadar geçmişten günümüze pek çok düşünürü etkileyerek sadece felsefeyi değil, sanatı ve siyaseti de onsuz düşünemeyeceğimiz bir noktaya getirmişti.

Spinoza, güçlerin mümkün olduğunca toplumsal gövdenin her yanına eşit dağıldığı bir rejim özlemi duymuştu her zaman. O günler ne kadar uzak bilmiyorum. Ama o günler gelene kadar, akasyanın hüzünlü fısıltıları eksik olmayacak bu sokaktan.

Bülent Usta (Birgün, 23 Temmuz 2008)

BEN NE KADAR BENİM?

Posted: 17 Temmuz 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Kitapların dünyasında kaybolmayı neden sevdiğimi düşünüyorum bir süredir. Neden daha çok kitaplarda yaşamayı istiyor; ancak yazarak soluk alabiliyorum? Çünkü beğenerek okuduğum her kitap, beni daha önce fark etmediğim gizli bir koridorun içinden duvarlarında yüzlerce aynanın bulunduğu bir şatoya getirip bırakıyor. Kendimi duvarlardaki o aynalar aracılığıyla değişik kılıklarda, yaşlarda, farklı cinsiyetlerde, hatta bazen bir bir hayalet gibi görebileceğim bu şato dışında başka bir yer de yok.

Uzun yıllardır hep şu soru aklımı meşgul etmişti: Ben Ne Kadar Benim? Yani, dünyaya gelirken hiçbir şeyi tercih edemiyorsun ve dünyaya geldiğin bir ülkenin bir şehrinde, sana ismin dahil her şey hazır olarak sunuluyor. Okuldur, askerliktir, iş hayatıdır, her şey seni bir kalıba sokarak var etmeye ya da yok etmeye çalışıyor. Sen, bir ressam olacakken bir muhasebeci, muhasebeci olacakken bir gazeteci ya da başka bir şey olabiliyorsun. İçine doğduğun kültür ve yaşantı, seni bir hırsız ya da kahraman yapabiliyor. Sen, sana dair tüm bu şeyler olurken, gerçekte bu sürece ne kadar etkide bulunabiliyorsun? Bu soru, elbette sadece bana ait bir soru değil. Özellikle Sartre ya da Camus gibi varoluşçu yazar ve filozoflar, Watson gibi psikologlar ve daha pek çok kişi bu soruyu derinlemesine araştırmıştı. Bazıları bireyi yüceltmiş ve onun tercihlerine önem vermiş, bazıları da önceliği kültüre vererek, her bireyin içinde bulunduğu kültür ve yaşantı tarafından şekillendirildiğini savunmuştu. Bu tartışmanın ayrıntılarına girecek değilim ama, bir antropolog olarak bireyin gelişimi ve şekillenmesinde kültüre öncelik verdiğimi, ama "kültür" derken de, "kültür-sanat" bağlamında bir "kültür"den değil de antropolojik ya da sosyolojik anlamıyla "insanın yapıp ettiği her şey" anlamındaki "kültür" tanımını kullandığımı da belirtmek isterim. İnsanın yapıp ettiği her şey derken, müzik kültüründen, yemek kültürüne, kültürlere göre farklılıklar gösteren selamlaşma ya da düşünme yöntemi ve inanışlar gibi insana dair her şeyi kast ediyorum. Salt kültüre ve topluma bu işlevi yüklemek yerine, bireyin tercihleri ve yapıp ettiklerinin de belirleyici olduğunu, bireyi ihmal eden her düşünce ve sanat oluşumunun de tökezlemeye mahkûm olduğunun altını çizerek...

Evet, ben ne kadar benim? Hissettiğim ya da düşündüğüm şeyin ne kadarı bana, ne kadarı devlete, ne kadarı dine, ne kadarı takip ettiğim medyaya ya da başka bir şeye ait? Bunu nasıl öğrenebilirim? Bunu öğrenebilmek, içinde bulunduğum kültürden tahakkümü altında olduğum devlete ya da beni çepeçevre kuşatmış diğer tüm ilişkileri, anlayışları çözümleyerek mümkün olabilir ancak. Bu da kendi başına yeterli değil. Başka hayatlardan, duyuşlardan, düşüncelerden de haberdar olmam gerek. Peki başka hayatlardan nasıl haberdar olabilirim? Televizyonlardan birilerini röntgenleyerek ya da sinemanın büyülü dünyasında dolaşarak mı? Elbette, onlar da bir biçimde beni haberdar ederler. Ama kitaplarda dolaşmak kadar hiçbir şey, bana bu imkânı sunmadı bugüne kadar. Çünkü okumak, her ne kadar toplumsal yanları olsa da tamamen bireysel bir aktivitedir. Bir insan okuyarak ne olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaşadığını başkalarının nasıl düşündüğünü ve neler yaptığını görerek bulabilir. Peki insan, okuduklarından da ibaret olursa... Okumak insanı değiştirirken, insanın özüne mi yakınlaştırır yoksa başka bir yabancılaşmanın olanağı olarak mı belirir? O zaman da şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: insanın özü diye bir şeyden bahsedebilir miyiz? Burada bir özden daha çok bir "oluş"un mümkün olduğundan bahsedebiliriz belki. Hiç bitmeyecek bir "oluş"... “Ben ne kadar benim” sorusundan daha mühim bir soru: “Ben ne kadar ben olabilirim” ve “olduğum şey, ne kadar özgün ve bana ait olacak?” Sanırım en doğru soru da bu, insanın bir öze sahip olduğuna inanmıyorsanız. Kapitalizmin ürettiği birörnek ve bencil "ben" hallerinden sıyrılmanın, araştıran ve sorgulayan bir özne olarak hayatın içinde yer almanın bir koşulu da, insanın kendi "ben"ine ulaşma çabasıyla mümkün olabilir ancak. Ve kitaplar, sorgulanacak ve deşilecek şeyler olarak okunduğu sürece de insanın kendi serüvenini keşfetme sürecinde en büyük yardımcısı olarak kalmaya devam edecek.

Kitapların dünyasında kaybolurken bulduğum şey, hayatın derinliklerine açılan gizli geçitlerden ve o geçitlere beni sokan kitapların büyüsünden daha başka bir şeydi. Ben olmanın sırrıydı. Ama bu sır, çözüldükçe çoğalan bir sırdı. Bakışların, mekanların, zamanların, insanların, dolayısıyla hayatın içinde çoğalan bir sır... Bu sır ya da sırların peşinden koşanlar çoğaldıkça çoğalıyor kitaplar ve hayatın derinliklerine açılan gizli geçitlerde koşturup duruyorum, sürülerle, çobanlarla, cesetlerle işi olmayan Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi şen... Çünkü hayat, ancak yıkıcı okumalarla hayat bulur kendisine...

Bülent Usta (Birgün, 16 Temmuz 2008)

HER ŞEYİN ÖTESİNDE

Posted: 10 Temmuz 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Darbelerin kuşku dolu sessizliği, savaşların ölüm sessizliği ve yoksulluğun acı dolu sessizliğini iktidar savaşı sesleri örtüyor nicedir. İkilikler içerisine hapsedilmiş bir siyaset ortamında her şeyin siyah ya da beyaz gözükmesinden doğal ne olabilir. Her şeyin siyah-beyaz gözüktüğü bir ortamda ise ne kadar demokrasi ve özgürlük olacağı ortada. Bu yüzden tüm meselelere yanlış bir perspektifle bakmak ve çözüm yollarını yanlış yerlerde aramak kaçınılmaz bir hale geliyor.

Gözaltına alınan gazeteciler için ben de üzüldüm. Aslında bu ülkede gözaltına alınan herkes için her zaman üzüldüğümü söylemeliyim. Bu meşhur gazetecilerin gözaltına alınmış olmalarından dolayı yaşadıkları travmayı, korkuyu, endişeyi televizyonlardan konuşurlarken gözlerinin içine bakınca görmek mümkün. Zaman zaman ağlayacak bir noktaya geldiklerine, alt dudaklarının üzüntüyle titrediğine tanık olmak gerçekten de hüzün verici. Bu topraklarda pek çok muhalif kaçınılmaz olarak gözaltıyla tanışmış, hatta gözaltındayken işkence de görmüş oldukları için, onların yaşadığı ruh halini, belki de onlardan daha iyi anlayacaklardır eminim. Çünkü onlar işkence görmediler. İyi ki de görmediler. Çayları, kahveleri eksik olmamış, ne güzel. Ama yaşadıkları travmayı artıran şey, bu insanların bugüne kadar inandıkları pek çok şeyin yıkılmış olmasa da sarsılmış olması. Çünkü onlar orduya, yasalara inanmış, her zaman için ulusalcı ve devletçi oldukları için sırtları sıvazlanmış, kendilerine göre gurur dolu bir geçmişe sahipler. Yani o inandıkları ve savundukları devlet tarafından böyle bir muameleye tabi tutuluyor olmaları onları yaralamış olmalı. Bir de emekli generalleri düşünelim. Durumları daha da vahim. Çünkü onların inandıkları şeyler artık yaşam biçimine dönüşmüş olsa da herkesin lanet okuyarak andığı 12 Eylül darbesinin failleri bile serbestken onlar cezaevine girmiş.

Şimdi bu gazeteciler, işkence görmüş Manisalı çocukları, gözaltında ölenleri, 80’lerde ya da 90’larda neredeyse sıradanlaşmış geceyarısı baskınlarıyla meçhul yerlere götürülen insanları bir parça da olsa daha iyi anlarlar mı diye düşünüyorum ister istemez. Anlayabilirler mi anaların ellerinde çocuklarının resimleriyle yollara dökülmesinin acısını. Cumartesi Anneleri denmişti onlara, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde toplandıkları için. Sezen Aksu bile onlar için şarkı yapmıştı hatırlarsanız. Hiç unutmuyorum, onların yanına oturduğum birgün, tellerin üzerine konmuş kargalardan ya da güvercinlerden birisi üzerime pislemişti. Cumartesi annelerinden birisi, belki gözyaşını silmek için yanında getirdiği kâğıt mendille omzumdaki kuş pisliğini silmişti. Ama öyle bir silmişti ki sildiği şeyin bir kuş pisliği olmadığını anlamıştım o an. Bende kendi oğlunu gördüğünü hissetmiştim dokunuşundan. O temasla birlikte onların acısı bana da geçmişti sanki. Ellerinde tuttukları resimlere daha bir dikkatli baktım bu defa. Baktıkça baktım, baktıkça baktım ve o resimlerdeki kayıp insanların gözlerinde onlarla birlikte kaybolan şeyleri hatırladım birer birer.

Bu konuya girmeyeceğim demiştim önce kendime. Kitaplardan bahsedecektim çoğu zaman olduğu gibi. Kabalcı Yayınevi’nin Bilge Karasu ve Oktay Rifat Türkçesiyle birlikte hoş bir tasarımla yayımladığı Georges Simenon kitapları “Bella’nın Ölümü”, “Kanaldaki Ev”... Can Yayınları’ndan çıkan Kafka’nın “Babaya Mektup” adlı kitabı ya da YKY’den çıkan Etel Adnan’ın savaş karşıtı olağanüstü romanı “Sitt-Marie Rose”, Calvino’nun “San Giovanni Yolu” adlı kitapları ve daha nicesi... Birbirinden güzel kitapların yayımlanıyor oluşunun bende yarattığı coşkuyu, televizyonlarda, gazetelerde tanık olduğum gerilim süreci alıp götürdü her seferinde. Dikkat ettiniz mi gazete başlıklarında, köşe yazılarında hep aynı şeyler söylenip duruyor yıllardır. Tüm yazılarda, manşetlerde gizli çığlıkların koyu sessizliği geziniyor durmaksızın. Ve üstelik bu gizli çığlıklar, tıpkı işsizliğin ya da tersanelerde ölümlerin artması gibi artıyor sürekli olarak. Çünkü iktidar savaşları bizim dışımızda olsa da bizi her yönden etkileyerek dipsiz bir çukura doğru sürüklüyor. Bu dipsiz kuyuya düşmemek için tutunacağımız şeyler olmalı siyasette, sanatta, hayatta... Var mı tutunacağımız şeyler... Varsa bile sisler arasında belli belirsiz gözüküyor. Tutacağınız şey kırık bir dal parçası da olabilir, kökleri toprağa sıkı sıkıya yapışmış bir ağaç da... Tutacağım şeyin sağlam olup olmadığını daha çok kitaplardan bakarak tespit etmeye çalıştım hep. Örneğin Etel Adnan’ın “Sitt-Marie Rose” romanındaki, romanla aynı ada sahip kadın karakteri, bana elini uzatarak tutunacağım şeyi gösterdi: Her şeye rağmen insana ve hayata dair inanç... Çünkü Sitt-Marie Rose, Filistinli direnişçilerin arasında yer alan Hıristiyan bir kadın... Sağır ve dilsiz çocuklara öğretmenlik yapıyor ve Filistin karşıtı Hıristiyan milislerin eline esir düşüyor. Ortadoğu’da bir kadının, Hıristiyan olduğu halde Filistinlilere destek veren bir kadının, kendini savaş mağduru çocuklara adamış bir kadının, onu hainlikle suçlayan ve gençken sevgilisi de olmuş bir milis tarafından sorguya çekilirken sergilediği tavır ve sözleri insanın tüylerini diken diken ediyor. Bir meleğe dönüşüyor gözümde Sitt-Marie Rose... Bir umut meleğine... Her ne kadar sorgucular onu öldürecek olsa da öğrencileri olan sağır ve dilsiz çocukların sahip oldukları sessizliğin içinde yaptıkları dans, hüzünlü olsa da ölüme ve savaşa meydan okuyan bir dansa dönüşüyor gitgide... İşte o zaman anlıyor insan, iktidarların kirli savaşlarına meydan okuyanların ödedikleri bedelin, insana ve hayata dair duydukları derin inancın her şeyin ötesinde olduğunu.

Bülent Usta (Birgün, 9 Temmuz 2008)

2 TEMMUZ’DA YAZMAK ZOR

Posted: 3 Temmuz 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Bugün 2 Temmuz... 2 Temmuz’da yazmak, Hasan Hüseyin’in şiirindeki haziranda ölmek kadar zor. Belki yüzlerce kere bu yazıya bir başlangıç yaptım ama her seferinde yazdığım kâğıdın tutuştuğuna tanık oldum sanki. Tüm sözcükler, kül olup uçuştu gözlerimin önünde. Bu öyle birgün ki, sözün bittiği yerde durup hayata bakmaktan alamıyor insan kendisini. Boğazıma bir şeyler düğümleniyor, düşündükçe 15 yıl öncesinde Sivas’ta yaşananları.

Sahi, 15 yıl önce bugün Sivas’ta ne olmuştu? Ne olmuştu da bir yobazlar güruhu alkışlar ve sloganlar eşliğinde insanları yakabilmişti bu çağda? Peki bu korkunç olaydan sonra, büyük büyük gazetelerin köşe yazarları, büyük büyük şairler, yazarlar neler söylemiş, kim kimi suçlamıştı? Yaşanan trajedinin ne kadarının farkındaydı insanlar?

Karanlığı çoğalttığı için insanın içini üşütmeye devam ediyor hâlâ bu yangın. Bir de ‘Yasakmeyve’ şiir dergisinde hazırladığımız dosyada yer alan Sivas yangınında kaybettiğimiz şair Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan’ın yazdığı yazıyı okusanız, Sivas’taki o yangının aslında sönmediğini, söndürülemediğini daha iyi görürdünüz belki. O yangını söndürecek şey, insanların kendi bireysel ve toplumsal sorumluluklarını üstlenerek bir araya gelmesi ve o yangının derinliklerine çıplak gözlerle bakabilmesiyle mümkün olabilir ancak. Yoksa, gerisi boş... Bunu yapamazsak, görünen ya da görünmeyen yangınların ortalığı sardığı bir ülkede yaşamaktan kendimizi kurtaramayız. Hrant Dink’in öldürülmesinin ya da o yangının ortaya çıkmasının tek suçlusu failleri mi sizce?

İçim, o sönmeyen yangınla karanlık... Okuduğum hiçbir kitap, yazdığım hiçbir sözcük içimi aydınlatmaya yetmiyor. Ne yapsam, nerelere gitsem de yüzüme vurmasa o görünmeyen yangının alevleri. Sanki caddeler, sokaklar, binaların tümü alevlere rehin düşmüş gibi geliyor bana. Yanıyor ve boğuluyorum daha bir beter her 2 Temmuz gelip de ölenlerin yüzleri karşımda birer birer belirdiğinde. Nasıl da vicdansız olabiliyor insanlar? Nasıl büyük bir karanlık bu, alevler kusacak kadar.

Şiirler yanar mı diye düşünüyorum? Yanan bir şiirin kokusu neye benzer? Peki ya türküler? Türküler yanınca, geriye ne kalır o türkülerden? İnsanlar yanınca ne olur, o yanan şiirlerin ve türkülerin insanları?

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’la, böyle düşüncelerle yürürken karşılaştım. Nedense 12 Eylül, 19 Aralık, 2 Temmuz gibi günlerde daha çok karşılaşıyorduk onunla. Bir şey söylememe gerek kalmadan yaşadığım ruh halini anlıyordu İvam, kedilere, özellikle üç kulaklı kedilere özgü sezgisel yeteneğiyle. Bir kedinin nasıl üzgün olabileceğini, daha iyi görebiliyordum böyle anlarda. Sokak arasında bir merdiven bulup oturduk. “Sanki tüm şiirler tutuşuyor 2 Temmuz’da. Görünmeyen yangınlar sarıyor her tarafı” dedim. İvam, “dönemin cumhurbaşkanından başbakanına, şairlerinden yazarlarına bir bak 3 Temmuz günü çıkan gazetelere... O zaman neden hâlâ yanıyor bu ülke anlarsın. Tuzla tersanelerinde ölenleri de yargısız infazları da faili meçhul cinayetleri de anlarsın belki o zaman. 2 Temmuz, bu ülkede yaşanacak sürecin bir aşamasıydı. Birikmiş bir şeyin patlaması. Ama her karanlık yangın, Sivas’ta olduğu gibi görünür olmayabilir. Adı üstünde, karanlık bir yangın... Alevleri dokunduğu yeri uyuşturuyor sanki. İnsana, çeşitli halüsinasyonlar gösteriyor yakarken. Bu alevler, yakmak için her tür şekle girebilecek güce sahip, buna inan. Ve bu yangın ilk defa Sivas’ta da çıkmadı. Öncesi olduğu gibi sonrası da olacak. Ta ki, siz insanlar bireysel ve toplumsal sorumluluklarınıza sahip çıkıp, umursamazlığın nelere yol açtığını fark edene kadar... Günü kurtarmaya yönelik politikalar üretmekten kurtulup, düşlerinizin peşinden koştukça...” Sustu bir an İvam. O susunca birden paniğe kapıldım: “İnsanlara dair ümidini yitirmiyorsun değil mi İvam? Bunu bana yapamazsın? Eğer sen de insana dair inancını yitirirsen, ben ne yaparım, nasıl yazarım?” İvam, benim böyle paniğe kapıldığımı görünce, daha bir sokuldu yanıma. Başını dizime koyup miyavladı tatlı tatlı. “İnsan, sürprizlerle dolu bir varlık. Yüz yıllardır bu topraklarda, öyle acı ve öyle muhteşem anlara ve insanlara tanık oldum ki... Yaşanan bu acılar, o güzel insanların düşlerinin neden gerçekleşmesi gerektiğini ispatlamakla kalmıyor, yol da gösteriyor aslına bakarsan. Ama işte bütün mesele, o düşlere ulaşmak için bugün ne yapıldığı? Kim, kendisinin ve yaptığı şeylerin ne kadarının farkında?”

“Farkındalık, gerçekten çok mühim İvam. Örneğin birisi öyle bir yerde öyle bir yazı yayımlayıp, ne kendisinin ne de yazdığı yerin, hatta yazısında bahsettiği kişinin bile farkında olmadığını ispatlayabiliyor bir anda. Faşist birisini, sırf ünlü birisi ya da bir çıkarı var diye, solcuymuş gibi gösteren bir yazı yazabiliyor örneğin. Ama bu farkında olmama hali, sadece o kişinin meselesi olarak da görülmemeli. Olaylar, kişiler ve düşünceler arasında bağlantı kurmak, bütünlüklü bir dünya görüşü yaratmak günümüzde az rastlanır bir özellik haline geldi çünkü. Ama olaylar, kişiler ve düşünceler arasında bağlantı kuramadığımız sürece, faşistleri solcu, dincileri demokrat zannetmeye devam edecek ve yangınları söndürmek için harcayacağımız enerjiyi doğru bir biçimde kullanamayacağız.”

İvam, yorgun düşmüş olmalıydı ki uyuya kalmıştı dizlerimin üzerinde. Şehirde görünmeyen alevlerin yaydığı yangın sürüyordu. Yanmış şiir ve türkü kokuları arasında, kucağıma İvam’ı alıp ilerledim henüz kül olmamış düşlerin arasına. Sadece düşler bizi koruyabilirdi.

Bülent Usta (Birgün, 2 Temmuz 2008)