AMA GÖZLERİM ACIYOR

Posted: 28 Ağustos 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Bir süredir gözlerim görmüyormuş gibi hissediyorum. Gibi hissetmek de ne şimdi? Ya görüyorsundur ya görmüyorsundur. Öyleyse bulanık görüyorum diyelim olayları, fikirleri, insanları... Uğultuların eşlik ettiği gölgeler gibi insanlar. Sanki özellikle insanların gölgeleştirildiği, seslerinin uğultulaştırıldığı bir zaman diliminden geçiyormuşuz da tüm bu saçmalıklar o yüzden oluyormuş gibi. Aklıma Proust’un şu sözü geliyor: “Benim kitabımı dışarıya yöneltilen bir gözlük olarak ele alın, size uymuyorsa, başka gözlükler takın, ister istemez bir mücadele aygıtı olan aygıtınızı kendiniz bulacaksınız.” Böyle demiş Proust. Ama Proust’un neden böyle dediğini düşünürken, bu alıntıyı nerede okumuş olabileceğimi araştırmaya başladım. Ve sonra aklıma Deleuze geldi. Deleuze, Foucault’yla yaptığı bir söyleşide teoriye bakışını özetlerken, yani teoriyi bir alet kutusuna benzetmesinin nedenlerini açıklarken Proust’a, bir romancıya başvurma gereği duyuyordu.

Aslında her kitap, dışarıya yöneltilen bir gözlüktür ve eğer o gözlük sizin gözlerinize fayda etmiyor ve dışarıyı bulanık görmenize neden oluyorsa başka gözlükler denemeniz ve nihayetinde oturup kendi gözlüğünüzü kendiniz yapmanız gerekir. Ama en azından kendi gözlüğünüzü yapana kadar başka gözülüklere ihtiyacınız olacağı kesin.

Kullandığı gözlük yüzünden her şeyi bulanık gören ama yine de gözlüğü değiştirmek yerine suçu gözlükte değil de bulanık gözüken dış gerçeklikte arama hatasına düşenlerden birisi olmak istemiyorum. Dış gerçeklik nasıl ki sürekli olarak değişiyorsa, gözlüklerin de değişmesi, hatta her şeye, sanata, siyasete, şiddete, aşka aynı gözlükle bakmamak gerektiğini de öğrendim yaşadığım deneyimlerden. İktidarların bizden talep ettiği şey, kendi ürettikleri gözlükleri itiraz etmeden takmamız. Böylelikle onların görmemizi istedikleri şeyleri görüp, görmek istemedikleri şeyleri görmeden rahat ve mutlu bir hayat sürme fırsatı yakalanabilir. Böylelikle yolsuzlukları, işkenceleri, doğaya korkunç zarar verecek nükleer santrallerı, eşcinsellerin yaşadığı baskıları ve daha pek çok şeyi görmeden evden işinize, işten evinize gidip gelebilir, kendinizi yaşadığınız toplumdan soyutlayarak mutlu olabilirsiniz.

İyi güzel de ben bulanık görüyorum her şeyi. Bir zamanlar çok saygı duyduğum ve sevdiğim yazarların, şairlerin, siyasetçilerin bir kısmını bırakın bulanık görmeyi, hiç görmüyorum neredeyse. Geçmişte kalmış bir hayale benziyorlar artık. Onları benim için görünür kılan maskeleri düştüğü için belki de böylesine görünmez oldular. Hatta elime kitaplarını alıyorum bazen, bir bakıyorum ki sayfalar boş, bomboş...

Özellikle 12 Eylül’den sonra, tüm gözlüklerin asker potiniyle kırıldığına ve şık vitrinlerde sergilenen yeni gözlüklerin, bazen zorla, bazen özendirilerek insanlara taktırıldığına tanık olmuştum. Bu çok acıydı benim için. Örneğin cezaevlerindeki o güzelim insanlar görünmez kılınmıştı böylelikle. Yargısız infazlar, sürgünler ve daha bir dolu irili ufaklı acılar ve trajediler silinip gitmişti görüntüden.

Bolano okumaya başladığımdan beri şunu düşünüyorum: Neden 12 Eylül darbesinden sonra, edebiyatçılarımız başka tür bir politikleşme sürecine girmek yerine, apolitikliği seçmek zorunda hissettiler kendilerini? Roberto Bolano’nun Metis’ten çıkan ‘Uzak Yıldız’ adlı romanında işlediği konu 12 Eylül değil elbette. O Şili’de Pinochet darbesiyle hayatları değişen genç edebiyatçıları anlatıyor. Anılarını yazıyormuş gibi yapıp, aslında bir serüven ve dönem romanı yazan Bolano’yu okurken Şili’de edebiyatın nasıl olup da siyaseti, siyasetin dışına çıkarak kapsadığını ve kıpır kıpır bir varlık alanı yarattığını görünce, insan ister istemez kendi edebiyatına bakarak nerede yanlış yapıldı sorusunu, belki de milyonuncu kez tekrar sormak istiyor. Nerede yanlış yapıldı da canlı, kıpır kıpır bir edebiyattan söz edemiyoruz bugün? İçimden şöyle bir ses yükseliyor: Çünkü biz, politikleşmeyi de doğru beceremedik ki? Çünkü bizim gözlüklerimiz ödünç gözlüklerdi ve onlar kırılınca, kendimiz gözlük yapmayı bilemediğimiz için, bize sunulan hazır gözlüklerle yetindik. Ve bugün yaşadığımız sorunların tümü de, bizim bakmayı beceremeyişimizden kaynaklanıyor. Ya eski, camı kırık gözlükleri takmak konusunda ısrar ediyor ve bu yüzden ulusalcı vb sapmalar yaşıyor, ya da 12 Eylül’den sonra vitrinlerde sergilenen gözlüklerle yetiniyor ve liberal hülyalar görüyoruz nereye baksak. Halbuki, gerçeklik hızla bir yere doğru akıyor. Hayatın aktığı yere bakmaya çalışıyorum kitapların arasından, ama gözlerim acıyor.

Bülent Usta (Birgün, 27 Ağustos 2008)

RUHSUZ KENTLER KÂBUSU

Posted: 22 Ağustos 2008 Cuma by bülent usta in
0

Gördüğüm kâbusun etkisinden bir türlü kurtulamıyorum. Güya cep telefonu ve bir taşıt olmaksızın bir şehrin, tanımadığım bir şehrin ortasına tek başıma bırakılıyorum. Bırakıldığım şehirde, bütün binalar birbirine benziyor, yüksek duvarlarıyla siteler ve gökdelenlerin arasında sıkışıp kaldığımı hissediyorum. Yanımdan hızla geçen taşıtlar görüyorum. Bulunduğum sokak, sadece taşıtların geçişi için kullanılıyor olmalı ki yolda adres sorabileceğim tek bir kişiye bile rastlayamıyorum. Üstelik nereye gittiğimi de bilmiyorum.

Aslında gördüğüm bu kâbusun, gelecekte bizi bekleyen kentleşme ihtimaliyle örtüşüyor olduğunu düşündüm sonradan. Hatta gittikçe artan bir ivmeyle bunu gerçekleştiğini. Bu bir kâbustu gerçekten. Bu kâbusu, İstanbul’un eski semtlerinden uzaklaşıp siteler halinde öbek öbek oluşmuş yeni mahallelere vardığımda daha yoğun bir biçimde hissedebiliyordum. Eski mahallelerde sokaklar kamusal yaşam alanı içindeyken, yeni kurulan mahallelerde sokaklar sadece bir geçiş güzergâhı olarak yer alıyor. Yaşanılan ev ve hareket halindeki taşıtların dışında bir hayat, bu yeni mahallelerde bulunmuyor. En fazla alışveriş mağazalarına gidiyor insanlar. Terzinin, berberin, pastanenin, kahvehanenin bulunduğu sokaklar, alışveriş merkezlerine taşınıyor yavaş yavaş. Ama o mağazalarda, sokaktaki bakkalla ya da berberle kurduğunuz muhabbeti kurmanız mümkün değil.

Modern insanın sosyalleşebildiği tek alanın işyerleri ile eğlence yerleri olması ve ait oldukları sosyal grubun dışında yer alanlarla karşılaşma ve onları tanıma olasılığının azalması ne kötü. Gecekondu mahalleleri bile, bu öbek öbek site mahallelerinden daha gösterişli ve canlı yerleşim bölgeleri olarak gözüküyor bana. Ama korkarım ki onlar da 60’larda bir gecekondu mahallesi olan Zeytinburnu’nda olduğu gibi, yavaş yavaş sitelerle dolup taşacak ve birbirine benzeyen apartmanlarla dolacak bir gün.

Ben eski bir İstanbul semtinde yaşadığım için, mahallemizde terzi, hatta dikiş makinesi tamircisi bile bulunabiliyor. Hatta evimin bulunduğu sokağın başında ihtiyar bir ayakkabı boyacısı dahi var. Kendisine ait bir köşede, tüm mahallenin ismiyle tanıdığı harikulade kedileriyle birlikte yaşıyor. Akşam olup evine giderken, bulunduğu yeri süpürüp temizlediği için, sokağın en temiz kısmı da orası. Sokağa girip onu görünce, daha evime varmadan evime gelmiş gibi hissediyorum. Mahallemizdeki berber, fırıncı, komuşumuz İsmail Amca ve onun gibi kişilerle futboldan siyasete pek çok şeyi sokakta bir tabureye oturup konuşmak da mümkün. Ya yeni mahallelerde... Ve bizim mahallenin de birgün, o ihtiyar ayakkabı boyacısıyla birlikte bir anı haline gelip kaybolacağını düşünmek bile, gördüğüm kâbusun etkisini güçlendirmeye yetiyor.

Aslında yeni mahalleleri, eskilerinden ayıran özellik sadece sokak hayatının kaybolmasından ibaret değil. O sokaklara ruhunu veren binalar da değişiyor yavaş yavaş. Eski binaların mimari yapısı, günümüz betonarme binaları arasında kişiliği ve ruhu olan yapılar olarak gözükür pek çok kişiye. Ve üstelik böyle hissetmelerinde haksız da değillerdir hani. Ahşap bir evle konuşan, hatta konuştuğu ahşap eve şiirler yazan şairler gördüm. Ama bir apartmanla konuşan birisine rastlamak mümkün değildir galiba.

Şehri giydiren mimari anlayış üzerine düşünürken, dikkatimi insanların giyimlerindeki tekdüzelik de çekiyor. Sadece yaşanılan binalar değil, insanların bedenlerini örten giysiler de birbirine benziyor artık daha çok. Böyle olmasında dikiş makinesinin icatıyla başlayan fabrikasyon üretimin etkisi büyük elbette. Ama sadece bu mu mesele? Halbuki Balzac’ın ya da Proust’un romanlarında nasıl da önemli bir işleve sahiptir karakterlerin giydiği giysiler. YKY tarafından yayımlanan ‘Sanat Dünyamız’ adlı dergideki Mehmet Rifat’ın yazısında, Proust’un Fortuny elbiseleri hakkında yaptığı araştırmaları ve mektuplaşmalarını, romanında bu elbiseleri bir laytmotif olarak nasıl kullandığını okurken, insan ister istemez geçmişin o biçimsel zenginliğini ve estetik algısını kıskanıyor. Aslında ‘Sanat Dünyamız’ dergisi gibi, ‘Cogito’ da son sayısını ‘İnsan Giyinir’ başlığı altında giyim-kuşama ayırdı. Her iki derginin de ana dosyalarını giyim-kuşama ayırması ve çeşitli disiplinlerden yola çıkarak bu meseleyi derinlikli bir biçimde kuşatması sevindirici. Ama giyim-kuşam, öylesine derin ve geniş bir konu ki bu iki derginin böyle parlak dosyalar hazırlaması bile, giyim-kuşamın çağlar boyu değişen, antropolojik, sosyolojik, psikolojik, sanatsal boyutlarını kavramak için yeterli değil elbette. Örneğin Richard Sennett’in Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Kamusal İnsanın Çöküşü’ adlı yapıtında, insanın kamusal ve özel hayatındaki değişimleri ve bunun etkilerini incelerken giyim-kuşama geniş bir yer veriyor olması, sadece sokaktaki insanın giyim tercihlerine bakarak bile, o toplum hakkında ne gibi sonuçlara varılabileceğini ayrıntılı bir biçimde gözler önüne seriyor olması önemli. Ve işin ilginç tarafı, Sennett, giyim-kuşam meselesini irdelerken Balzac’ın romanlarından yola çıkıyor. Yani, Balzac’ın romanlarına bakarak 19. yüzyıl kamusal dünyasını, karakterlerinin giyim tarzları aracılığıyla görmenin mümkün olabileceğini göstermesi de edebiyatın sosyal bilimlere yaptığı katkılar için güzel bir örnek oluşturuyor bence.

Gördüğüm kâbusu, çeşitli kaynaklar ve gözlemlerle irdeledikçe, kâbusun üzerimdeki etkisi de artıyor ister istemez. Kapitalizmin ruhsuzluğuna ve tektipleştiren doğasına karşı koyamadığımız sürece, tekdüze ve yavan bir hayatın içinde çürüyüp gidecek içimizde pek çok şey.

Bülent Usta (Birgün, 20 Ağustos 2008)

BUSH BİR SEMENDER Mİ?

Posted: by bülent usta in
0

ABD Başkanı George W. Bush, Rusya’nın eylemlerinin, Gürcistan ile çatışmaların dramatik ve acımasız bir biçimde büyümesine yol açtığını belirterek, “Bu eylemler 21. yüzyılda kabul edilemez” dedi.

Bu sözleri Bush söylüyor. İnanabiliyor musunuz, Bush barış yanlısı birisi gibi konuşuyor milyonlarca insanın önünde. Biz insanlar, devletlerin akıl dışı ve hayata düşman politikalarının kurbanları olan, savaşlarda ölen, emekleri sömürülen, yeraltı ve yerüstü kaynakları eşitsizce paylaştırılan bir gezegende birbirimizin gözünü oyarak hayatta kalmaya çalışan bizler de devlet başkanlarının, başbakanların, komutanların, işadamlarının, politikacıların yalan dolan sözlerini dinlemeye devam ediyoruz usul usul.

Tuzla tersanelerinden üç işçinin daha öldüğü haberi düştü ajanslara, ben bunları yazarken. Savaş uçaklarının attığı bombalar ya da bir yolda patlayan bir mayın ve aldığı canlar da düştü hemen yakınımıza. Ama ne kadar yakın? Görebiliyor muyuz gerçekte onları? Yoksa göremiyor muyuz gerçekte olup biteni ki böyle usul usul bakıyoruz olup bitene.

Bir televizyon muhabiri, bir Gürcistan askerine soruyor cephede, ne hissettiğine dair. Şöyle diyor asker: “Biz milliyetçiyiz, onlar da milliyetçi. Biz kurşun sıkıyoruz, onlar da sıkıyor.” Asker, öylesine ümitsiz ve ne kadar saçma sapan bir şeyin içinde olduğunun o kadar farkında ki... Farkında ama kurşun sıkmaya devam ediyor, başka bir tercihi olmadığını düşündüğü için.

Filistin sorununun çözülebileceğine inanan kaldı mı örneğin? Hani insan tarihin öznesiydi? Neden kitleler tarihin öznesi olmaktan vaz geçti? Kim vazgeçirdi? Vazgeçince ne olduğunu göremiyor muyuz? Küresel ısınmaya bireysel olarak herkes karşıyken, hükümetlerin umurunda mı gerçekten dünyayı bekleyen felaketler. Onlar savaş çıkartmakla, nükleer tesisler yapmakla vb şeylerle meşgulken...

Bir şey durdurdu beni. Beni durduran şeyin ne olduğunu önce anlayamadım. Aslında durdurulma hali de ilginçti. Yani her şey durdu. Zamanın ve dünyanın durması gibi bir şeydi yaşadığım şey. Hani filmlerde olurdu ya, işte öyle bir şey. O durdurulma anında bir konuşma içinde buldum kendimi: “Görüyor musun? Sen bile artık kendilerini kurtarmak için bir şey yapamayacaklarını düşünüyorsun. Başka bir yerden bir şeyler bekliyorsun. Sana şunu söyleyeyim: şu anda hâlâ -Avrupa’nın beşte biri çoktan sular altında kaldığı halde- hâlâ semenderlere patlayıcı ve torpidoları kim tedarik ediyor sence? Bütün o laboratuvarlarda deli gibi çalışan, dünyayı yok etmek için daha etkili makine ve malzemeler bulmaya çalışan kim biliyor musun? Semenderlere kim borç para veriyor, kim dünyanın sonunu, bu yeni tufanı finanse ediyor biliyor musun? “Evet, biliyorum” diyor başka bir ses. “Bütün fabrikalar. Bütün bankalar. Yeryüzünün bütün ülkeleri.” “Ee, öyleyse!” diye haykırıyor diğeri. “Sadece semenderler insanlara karşı olsaydı bir şey yapmak mümkün olabilirdi; ama insanlara karşı insanlar olunca olayı durdurmanın bir yolu yok, değil mi?” konuşma böyle sürüp gidiyordu ama aklımda bu cümleler kalmıştı. Sonra semender sözcüğünün izini sürerek ünlü çek yazar Karel Capek’in Everest Yayınları’ndan çıkan fantastik romanı ‘Semenderlerle Savaş’ıyla karşılaştım. Yeni çıkmıştı bu roman ve duyduğum şey, romanın sonunda yer alan yazarın kendi kendine konuştuğu kısımdı. Robot sözcüğünü keşfedip kullanmasıyla ünlü bir yazardı Capek. Kitabı Türkçeleştiren Sabri Gürses’in sunuş yazısı, kendi başına tartışılmayı hak eden bir yazı. Zaten o yazıyı, geçen haftaki Cumhuriyet Kitap’ta İsmail Yaşar uzun uzun tartışmış. Kitabın başında ayrıca Platonov’un romanla ilgili bir yazısı ve Capek’in ‘Neden Komünist Değilim?’ adlı yazısı da mevcut. O yazıda Capek komünizm derken başka bir şeyi, bürokratik, totaliter bir komünizm tanımını yaparak komünist olmamasının gerekçelerini sıralamış. Ama bunu yaparken, aslında kendi komünizm anlayışını, şiddete ve iktidar kavramına yaklaşımını da ortaya koymuş. Şöyle diyor yazısının bir yerinde: “Böyle olmadığım için, dikenli bir çalılıktaki çıplak biri gibiyim: Ellerim çıplak, bir öğretiyle örtülmüş değil, dünyaya yardım etmek konusunda çaresizliğimi hissediyorum ve genellikle vicdanımla nasıl baş edeceğimi bilemiyorum: Eğer kalbim yoksulların yanındaysa, ne diye bir komünist değilim?” Sonra uzun uzun bunu araştırıyor yazar yazısında, neden komünist olmadığını... Ama daha önce dediğim gibi, yazarın kafasındaki komünizm tarifine göre bir araştırma bu. Aslında Capek, totaliterizmin ve faşizmin her türüne karşı çıkan bir yazar ve özellikle yaşadığı yıllarda Avrupa’da yükselişe geçen faşizmin nedenleri ve sonuçlarını anlamaya ve yapıtlarıyla gösterme çabası içinde olmuş her zaman. Yoksulluğu sadece görmek ve tarif etmek değil, yoksulluğu yaşayarak öğrenmek ve bu sayede bir çıkış yolu aramak isteyen bir yazar Capek. Bu anlamda, Capek’in romanını, bir anti-komünistin romanı olarak değil de anti-faşist bir yazarın kaleminden çıkmış, fantastik edebiyatın temel eserlerinden birisi olarak okumak daha doğru olur bence.

Bunları düşünürken gözüm televizyona kayıyor. Gürcistan devlet başkanı, kameraların önünde açıklama yaparken, saldırı olacağı şüphesiyle korku içinde kaçmaya başlayıp, bir de yere düşmesin mi? Kendisinin korkarak kaçtığı bir hadiseyi halkına reva görmesini anlamaya çalışmıyorum hiç, çünkü Capek’in romanı uzun uzun anlatıyor her şeyi. Putin ya da Bush da muhtemelen başka zamanlarda korku içinde kaçarken düşmüşlerdi. Hayata ve insana düşman tüm savaşsever iktidarların hep birlikte düştüğü ve tarih sahnesinden tamamen silindiği günlerin birgün geleceğini umut ediyorum. Ama umuttan daha fazlası da gerek. Çünkü dünya, büyük bir sabır ve titizlikle yok edilmeye devam ediliyor, tıpkı romanda semenderlerin yaptığı gibi.


Bülent Usta (Birgün, 13 Ağustos 2008)

KOPUP GELEN SANAT

Posted: 6 Ağustos 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

"Dur dedim, Süleyman kendine gel! Kendini sanatçı sanıyor. Leyla sanat bir tutumdur her şeyden önce, bir davranış. Kopulması gerekenden kopmadıkça resim yapılabilir mi!” Böyle yazmış Oktay Rifat, YKY tarafından yeniden yayımlanan ‘Bay Lear’ adlı romanında. Evet, Shakespear’in ‘Kral Lear’ını çağrıştıran bir roman ‘Bay Lear’.

Kopuş olmadan sanat olmaz gerçekten de. Hatta insanın kendisinden de koptuğu anlarda gizlidir sanki sanat. Bir resim, bir film, bir dize seni senden koparıp alamadığı sürece, ne kadar sanattır ki zaten. Ama Oktay Rifat, kopuş derken başka bir şeyi kast ediyor sanki. Çünkü o cümlenin devamı şöyle geliyor: “Tüccar bir kocanın aldığı boyalarla neyin resmini yapacaksın!” Tüccar bir koca, devlet baba vb...

Sanatçı, kopuşların insanı olduğu için belki de güvenilmez ilan edilmiştir tarih boyunca sıklıkla. Özellikle yaşadığı toplumdan bile kopması, onu tehlikeli bir sürecin içine sokar. Adının başına hain sıfatı hemen yapıştırılabilir örneğin Ama ne var ki yaşadığı toplumdan kopmadan, nasıl görebilir ki yaşadığı toplumun gerçeğini.

Ve ‘Bay Lear’dan alıntı yaptığım gibi “sanat bir tutumdur her şeyden önce, bir davranış” tespiti de sanatın sadece üreten ve tüketen arasındaki bir ilişki halinden öte bir şey olduğunun altını çiziyor Oktay Rifat. Bir memur hayatına da sahip olsanız, memur zihniyetinden köklü bir kopuş yaşamadığınız sürece ne kadar sanatçı olabilirsiniz ki. Örneğin Kafka, yaşamını memurluk yaparak sürdürse de yazdıkları memur zihniyetinin tam zıttı şeylerdi. Hatta bir iş olarak yaptığı memurluk, edebiyatını besleyen bir şeye de dönüşmüştü, hem içinde olup hem de kolayca dışına çıkıp gözlemleyebildiği için. Yani illa da fiziksel bir kopuş da gerekmiyor, içinde olduğunuz halde dışına çıkıp görebildiğiniz sürece. Ama günümüzde iç ve dış birbirine girmiş gibi geliyor bana, tıpkı ‘Bay Lear’ romanında olduğu gibi. Oktay Rifat, handiyse bir oturuşta yazdığı bu romanında, iç monolog sürecini dış gerçeklikle bir arada, gündüz görülen bir düşü anlatır gibi yazmış çünkü.

Romandakinden farklı olarak, günümüzde iç gerçekliğin, dış gerçeklik tarafından işgale uğradığını, hatta romandakinin tam tersi bir biçimde bu sürecin yaşandığını düşünüyorum. Çünkü, Oktay Rifat romanında düşünceyi öne çıkartıyordu dış gerçekliğe karşı. Çeşitli iktidar aygıtları aracılığıyla kuşatılmış ve şekil verilmeye çalışılan bireyin açmazları ve sorunları, sanatın görmezden gelemeyeceği bir mesele olmuştur çünkü. Nasıl giyineceğimizden ya da nasıl davranacağımızdan başlayıp nasıl düşüneceğimize kadar gelişen bu süreç içinde sadece belli türde ve onaylanmış sanatçı ve sanat ürünlerinin yaygınlaşmasına zemin hazırlanmasının kökeninde de bu yaklaşım yatıyor. Oktay Rifat gibi yazarların iç monolog ya da bilinçakışı teknikleriyle yazmalarının nedenine belki bu açıdan bakılabilir, diğer yazınsal kaygılar dışında. Ya da Beckett, Woolf vb. yazarların yapıtlarında başarmak istedikleri şey bu muydu acaba?

Bireye düşman bir anlayışın, sanata dost olması mümkün müdür? Faşizmin korktuğu bir şeydir birey olmak. Ama asıl mesele de nasıl bir bireyin istendiği? Kapitalizmin dayanışmadan ve empatiden uzak bencil bireyi mi araştıran, sorgulayan bir özne olarak kendini yaşadığı toplumda konumlandıran bir birey mi? İşte, bunun mücadelesi de, siyasette olduğu gibi sanatta da yaşanmaktadır. Yakınlarda izlediğim bir belgeselde, genç bir kız “biz tüketim topluma içine doğduk. Başka türlü nasıl yaşanılacağını bilmiyoruz ki” demişti. Sanat, ancak kendi kopuşlarını başarıyla gerçekleştirmiş sanatçıların yapıtlarıyla “başka türlü nasıl yaşanılacağını” gösterebilecek tek güç belki de. Raoul Vaneigem, Guy Debord gibi sitüasyonistlerin, gündelik hayata müdahale ederek dönüştüren bir sanat anlayışı peşinde koşuyor olmaları ve sanata böyle bir misyon yüklüyor olmaları bu açıdan oldukça anlamlı.

Sanatı sadece bir vakit öldürme ve eğlence aracı olarak görmeyen bu anlayışın yaygınlaşması bana oldukça önemli geliyor. Ama her şeye rağmen, sanatın aynı zamanda eğlenceli bir şey olmasını da önemsiyorum. Örneğin bugünlerde Can Yayınları’ndan çıkan Javier Marias’ın ‘Yazınsal Yaşamlar’ adlı kitabı, hem bilgilendirici hem de çok eğlendirici bir kitap. Özellikle bu sıcak yaz günlerinde bir solukta okunabilir. İspanyol romancı ve deneme yazarı Marias, rastgele seçtiği, artık yaşamayan ünlü yazarların özel hayatlarına girmiş bu kitabıyla. Faulkner’dan Joyce’a, Turgenyev’den Rilke’ye pek çok ünlü edebiyatçının insan olarak zaaflarını, aşklarını, tuhaflıklarını, biraz dedikodu yapar gibi, biraz da romancı oluşundan kaynaklanan kurmaca yetisiyle bizim için görünür kılmış. Özellikle, kitabın sonunda yer alan, kendi kartpostal koleksiyonunda yer alan yazar pozlarına bakarak yaptığı çözümlemeler müthiş. Bir fotoğrafın neler anlatabileceğine bir romancının gözünden tanık olmak oldukça keyifli. Tabii bir de yazarın ironik anlatımından kaynaklı ısırgan dilinin, insanı sık sık gülümsetmeyi başarması da cabası. Ama bu kitabı okuduktan sonra, bahsi geçen yazarların yapıtlarına tekrar eğilme ihtiyacı da duyabilirsiniz.

Bülent Usta (Birgün, 6 Ağustos 2008)

GİZLİ ODA

Posted: 4 Ağustos 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Herkesin gizli bir odası olmalı mutlaka. Kast ettiğim bildik bir oda değil ama. Ursula K. Le Guin’in Metis’ten çıkan "Sesler" adlı romanındaki Memer adlı çocuğun Seferbeyi’nin malikânesinde keşfettiği tarzda büyülü bir gizli oda. O oda, ağzına kadar kitap doluydu, üstelik tümü de yasak olan kitaplar. Çünkü Memer’in yaşadığı ülke olan Ansul, Aldların işgali altındadır ve Aldlar yazıdan korkmaktadır. Bu yüzden ülkede kimse evinde kitap bulunduramadığı için bütün kitaplar Seferbeyi’nin evindeki o gizli odada saklanır. Ve adı üstünde gizli olan bu odayı Seferbeyi dışında sadece Memer bilmektedir.

Aslında Ursula K. Le Guin, bir başka kadın romancı Virginia Woolf’un aksine yazar olmak için illa da bir insanın kendine ait bir odası olmasının gerektiğine inanmayıp, kâğıt ve kalemin yeterli olduğunu iddia etse de, "Sesler" adlı romanında yer alan gizli oda, onun bir özlemini de açığa vurur sanki. Ama gizli oda, kendisine ait bir oda değildir Memer için. Ona, annesinden kalan bir sırdır ve bu sır, sadece kendisini değil, yaşadığı toplumu da kurtaracak bir öneme sahiptir. Çünkü, orası düşlerin, bilgilerin, fikirlerin biriktirildiği ve korunduğu bir yerdir. Dış dünya acımasızdır. Aldlar, kadınlara tecavüz etmekte, kendilerinden olmayanları işkence ederek öldürmekte ve insanları baskı ve zulüm altında yaşamaya zorlamaktadır.

Çetelerin, savaşların, cinayetlerin, yolsuzlukların, ırkçılığın kol gezdiği bu topraklarda, tıpkı romandaki Memer’inkine benzer gizli bir odam olmasa, ne yazabilir ne de yaşayabilirdim. Demiyorum ki herkes gizli odalarına kapansın ve bir daha dışarıya çıkmayıp düşler aleminde sahte mutluluklarla avunsun. Ama bir gizli oda olmalı mutlaka. İnsan vicdanıyla, hayalleriyle, düşünceleriyle kitaplar aracılığıyla başbaşa kalabilmeli. Yorulunca, boğulunca kaçıp saklanabileceği bir gizli oda...

Geçen gece bombalar patladığında, gizli odamdaydım. Ama orada bile duydum patlamanın şiddetini. Sokaklar dolusu cesetlerin anlattığı şeyler, en iyi gizli odalarda duyulur aslında. Kitapların arasından baktım yine, tıpkı Sivas ya da Ulucanlar katliamlarına da baktığım gibi. Bakarken gözüm yaşardı, nefesim tıkandı. Ama baktım. Sokaklar dolusu cesetler her zaman bir şeyler söyler ve bu söylediği şeyler, Nazi toplama kamplarının ya da Irak’ta yaşanan vahşet sürecinin söylediği şeylerden farklı değildir aslında. Faşizm virüsü, en çok korku yüzünden bağışıklık sistemi zayıflamış toplumlarda etkisini gösterir. Yavaş yavaş ele geçirir bu virüs vicdanları, fikirleri, algıları... Şiddet süreci, faşizmin acıkan karnını doyurması anlamına gelir ve şiddetle beslenip büyür toplumlarda. Hele ki kültürel kodlarınız Serol Teber ya da Adorno’nun bahsettiği gibi otoriteryen özellikler taşıyor, itaat ve tahakkümle terbiye ediyorsa ruhları.

Gizli odamda Memer’le buluştum yakınlarda. Bu buluşma, elbette gizli odanın büyüsü sayesinde kitaplar aracılığıyla mümkün oldu. Yorgun ve hırpalanmış gözüküyordu benim gibi o da. Bana Ursula K. Le Guin’in "Sesler" adlı romanından bahsetti uzun uzun. Ama Le Guin’den hiç bahsetmiyordu konuşurken. Bunun sebebi, romanın Memer’in anılarını kaleme almasından oluşması, yani Le Guin’in Memer aracılığıyla romanını yazmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden "Sesler" için kitabım diyordu hep Memer. “Kitaplar, yazdığım bu kitabın kalbi sayılır. İçinde bulunduğumuz tehlikeyi, yaşadığımız riskleri kitaplar yaratmış, bize elimizdeki gücü kitaplar vermişti. Aldlar onlardan korkmakta haklıydı” Bizim de onların Aldlarına benzer düşmanlarımız olduğundan bahsettim ona. Kitap düşmanlarımızdan... Okuyana ve yazana düşman olan, onları öldüren, hapseden... 12 Eylül’de yakılan kitap adedinin Nazilerin yaktığından fazla olduğunu okumuştum bir yerde. Kitlelerin bilinçaltına işlenen kitap korkusunu silmek için daha kaç kuşak geçecekti kimbilir. Hâlâ yazdığı kitaplar yüzünden yargılanan yazarlar yok muydu? Aslında bizim Aldlarımız da gizli odalardan her zaman ürkmüşlerdi. Çünkü faşizm, paranoya demektir ve Aldlar sadece kendi pis işlerinin gizli kalmasını ister. Onlar, kendi gizli odalarında toplanıp istedikleri kadar suikast planları yapabilir, katliamlar örgütleyebilirler.

Memer, kitaplığımdan bir kitap aldı eline. Ve şöyle dedi: “Biliyor musun, kehanet kitaplar aracılığıyla konuşur. Bunu herkes bilmez. Ben de çok sonra öğrendim” “Nasıl bir şey bu kehanet” diye sordum merakla Memer’e. Çünkü ben de yıllardır okur ve yazarken bu kehanetin izini sürüyordum. “Kehanetin” dedi Memer, “okura, yani onu bulana hiçbir faydası olmaz. Hatta ölümcül zararları bile olabilir. Okur, kehanet için sadece bir araçtır. Çivi bir kez vurur, çekiç binlerce… Kehanet, hiçbir zaman açıkça konuşmaz. Karmaşık hayallere ya da anlaşılmaz sözlere benzer. Kehanet, emir vermez, düşünmeye davet eder sadece”

Memer ile konuşurken, aslında bütün sanat yapıtlarının ortak bir dili olduğunu, bazen zıt şeyler söyleseler de bir kehanetin izini sürdüklerini ve belki de o kehanetin taşıdığı umutsuzluk yüzünden karşımıza daha çok karamsar bir manzara çıkardıklarını düşündüm. Neler oluyordu insanlığa? Faşizm virüsü, hani şu her tür ısıya ve koşula dayanıklı bakteriler gibi, bunca anti-faşist yapıta karşı nasıl oluyor da böyle direnç gösterebiliyordu yıllardır? Faşizmi yok edecek formülü bulabilmek için daha çok resim, heykel yapmalı, filmler çekmeli, okumalı ve yazmalıyız anlaşılan. Ama bunlar da yeterli değil. Üretilen antivirüsleri yayacak örgütlenmeler, araçlar, yayınlar, yapıtlar çoğalmadığı sürece işimiz çok zor.

Romandaki Seferbeyi’nin şu sözlerini anımsadım bunları düşünürken: “Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.”

Memer’le gizli odadan ayrılıp sokağa çıktık. Yapacak çok önemli işlerimiz vardı.

Bülent Usta (Birgün, 30 Temmuz 2008)