UNUTMAK İÇİN SANAT

Posted: 6 Kasım 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Sokakları yanan şehirlerden geçtim. Yüreğim alevle, genzim dumanla doldu. Öfke çukurlarının üzerinden atlarken duyduğum çığlıklar, çınlayıp duruyor hâlâ kulaklarımda. Belirsizliklerle doluymuş gibi gözüküyor gelecek. Ama gelişmelerin önüne set çekilmesi, gelişmeleri durdurmak yerine biriktiriyor her şeyi. Korku duvarlarının biriken sorunlara uzun süre dayanamayacağı bir gerçek. Bunu, o duvarları inşa edenler de biliyor olmalı. Yoksa, bizim bilmediğimiz şeyler mi var? O korku duvarları, sadece kendi korkularını mı simgeliyor? Bu yüzden mi korkularıyla birlikte yargısız infazlar, işkenceler artıyor her geçen gün? Her işkence haberi, kendi işkence tarihimi hatırlatıyor bana. Bu ülkede çoğu kişinin bir işkence tarihine sahip olduğunu düşünüyorum. Ve bazı şeyleri unutmanın, bazı şeyleri hatırlamak kadar gerekli olduğunu... Hatırlamadan yaşanamayacağı gibi, unutmadan da yaşayamaz insan. Unutmak bazen, insanın kendisini özgürleştirmesi için bir araca da dönüşebilir.

Aklıma, Barthes’ın ‘Sapientia’sı geldi bunları düşünürken. Biraz bilgi, biraz bilgelik ve en çok da tat barındıran ve iktidara hiç yer olmayan ‘Sapientia’... Mehmet Rifat ve Sema Rifat’ın çevirisiyle, YKY’den çıkan ‘Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi’ adlı kitabın sonunda ortaya atar bu yaşama öğretisini Barthes. Aslında Bataille, Blanchot gibi düşünürler de unutmanın faydalarından bahsederler sıklıkla. Ama neyin, niçin ve nasıl unutulduğu elbette önemlidir. Bataille, ‘İç Deney’ adlı kitabında öğrenilmiş bilgiyi unutmaksızın, insanın iç dünyasını yaşayamayacağını söyler. Dil aracılığıyla yaşanılan şey, öğretilmiş olanın imkânı ve sınırları içinde kalmaya mahkûmdur çünkü. İnsanı kuşatan ve dönüştüren söylem durdurulmadan ve bilgiden arınmış bir sessizlik olmadan, insanın kendi gerçekliğine ulaşacağı içsel bir yolculuğa çıkılamayacağını...

Unutmaktan ve içsel yolculuktan bahsederken, yaşanılan toplumdan soyutlanarak insanın kendi içindeki çöllerde kaybolmasını kast etmiyordu elbette bu düşünürler. Zaten öyle de yaşamadılar. Aralarındaki en asosyal gözüken Blanchot bile, çeşitli siyasi eylemliklere katılmıştı. Ama bizi kuşatan ve hayata karşı yabancılaştıran dış gerçekliğin, önyargıların, korkuların örtüsünü üzerimizden atmamızın da ancak içsel bir yolculuk yaşamamızla mümkün olabileceğini de biliyorlardı. Ve sanat, bu içsel yolculuğun olmazsa olmaz kaynaklarından birisi oldu benim için de. Hatta sanattan başka da elimizde bir şey yokmuş gibi geliyor bana.

Bataille, felsefenin ‘dil’den dışarı çıkamadığı için, insanın kendi gerçekliğine yaklaşmasını engellediğini söylerken, Barthes’ın “dil, faşisttir” yargısıyla, ‘iktidar’ kavramına yaptığı vurguya işaret ediyordu sanki. Şöyle diyor Barthes: “Dil, öznenin en derin mahremiyetinde bile olsa, açıkça ortaya konduğu andan itibaren bir iktidarın hizmetine girer.” Dili kullanan herkes, hem efendidir Barthes’a göre hem de bir köle. Üstelik, Barthes da Bataille gibi, insanın dilin dışına çıkamayacağını söyler. Söyler ama ne Bataille ne de Barthes, bu gerçeği öne sürüp dile ve dile şekil veren iktidara boyun eğmeyi düşünmezler hiç. Barthes, bir çıkış yolu olarak ‘edebiyat’ı öne sürer örneğin. Dilin sürekli devrimini talep eden, ‘eşsiz bir kandırmaca’yla dili atlatmaya ve dille oynayarak iktidar-dışı bir dil yaratmaya çabalayan bir edebiyat... Meselenin özü de burada gizli aslında. Edebiyattaki tüm tartışmaların ve mücadelelerin kaynağını, “nasıl bir edebiyat?” başlığı altında özetleyebiliriz belki. Yani, edebiyatın sahip olduğu bu gücün kimler tarafından nasıl kullanıldığının mücadelesinin tarihi gizli, edebiyat tartışmalarında. Dilin iktidarını aldatmayı başaran edebiyat, insanı aldatmak için de kullanılabiliyor çünkü. Piyasa ya da herhangi bir kutsal amaç için araçsallaştırılmış bir edebiyatın, kendisine neler kaybettirdiğine dair önümüzde pek çok örnek de var ayrıca.

İşte bu noktada Barthes, aslında edebiyatın içinde yer alan yazarın sahip olduğu ideoloji ya da siyasi tercihinin bir önemi olmadığını iddia ediyor. Siyaseti küçümsediği için değil, edebiyatı ve dili fazlaca önemsediği için. Çünkü edebiyat, bir bakıma bilimin karşısında bir yerde duruyor. Edebiyat, bilim gibi bir şey bildiğini iddia etmez ama yine de insanlarla ve hayatla ilgili çok şey bildiğini iddia eder ve bunu büyük bir ‘dil karışımı’yla yapar. Yani edebiyat, tamamlanmamış bir bilgi sunar ve onunla etkileşime geçenler, bu tamamlanmamış bilgiye bir şeyler ekleyerek o bilgiyi zenginleştirmeye devam ederler. Blanchot’nun bahsettiği gibi, her okuma, yeni bir okumadır ve her okuma, okunan metni yeniden üretip bir yere taşır. Herhangi bir biyoloji kitabı hakkında, Kafka’nın ya da Proust’un bir romanı hakkında olduğu kadar yazı yazılmaz örneğin.

Edebiyatın bu gücü tartışılmaz ama gerçekten de yazarın ya da edebiyatın şekillendiği ortamın hiç mi bir önemi yok? Sanatın araçsallaştırıldığı noktada çok şey kaybedeceğini ve sanatın piyasa koşullarına teslim edilmesi meselesinin günümüzde gittikçe yoğunlaştığını, alternatif yayınların ve üretimlerin kendilerine bu piyasa koşulları altında yer bulmakta zorlandığını söylemek yanlış olmaz sanırım.

“İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” diyor ya Nietzsche, işte o zincirleri kırmanın bir yolu da hatırladıklarımızda gizli bana göre. Belki de doğru hatırlayamadığımız için unutamıyoruz? Ve doğru hatırlayarak unutmak için de sanata mecburuz...

Bülent Usta(Birgün,5 Kasım 2008)

“KART, KURT”?

Posted: by bülent usta in
0

Bu aralar sürekli “kart, kurt” sesleri duyuyorum. Sanki birisi karda yürüyormuş gibi “kart, kurt”... Ne yapsam, etsem bu sesten bir türlü kurtulamıyorum bir süredir. Bu ses, beynime öyle bir yerleşmiş ki geceleri rüyamda bile duyar hale geldim bu sesi. Örneğin dün gece rüyamda deniz kenarında bir yerdeydim. Hava inanılmaz güzel, deniz pırırl pırıl... Biraz ileride ihtiyar bir adamın resim yaptığını gördüm. Adamla tanışmak ve yaptığı resmi görmek için yanına gittim. Yanına yaklaşıp tuvaline bakınca bir deniz manzarası göreceğimi sanmıştım ama sanki tuval kanıyordu ve tuvalden akan kırmızı boyalardan başka bir şey göremedim önce. Adam, yüzüme bile bakmamıştı ve elindeki tek renkli palete fırçasını sanki birisini öldürüyormuş gibi daldırıyordu. Ve fırçasını tuvale her değdirişinde o kahrolası ses yankılanıyordu: “kart, kurt”...

Sesle birlikte irkilip adamdan uzaklaşmak istedim. Ama bir yandan da gözümü tuvalden alamıyordum. Tuvalin üzerinde idamlar ve işkencelerden oluşan bir manzara vardı sanki. Ve tuval, kitap yanığı kokuyordu buram buram. Kaçıp gitmek istedim oradan. Daha arkamı dönmüştüm ki bu defa korkunç bir kalabalık çıktı karşıma. Kimler yoktu ki... Televole ünlüleri, şarkıcılar, politikacılar, tarikat şeyhleri... Herkes sıraya dizilmiş, anlam veremediğim bir hırs ve şevkle, o ihtiyar adamın elini öpmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Ama adamın elleri, tuvalden akan kırmızı boyaya bulanmıştı ve her el öpenin dudakları ruj sürmüş gibi kırmızıya boyanıyordu bu yüzden.

Karşılaştığım manzara, eski çağlardan kalma dinsel bir ritüeli andırıyordu. Ama bir şey dikkatimi çekti yine o hengâme içinde. El öperlerken “şapır şupur” sesi çıkacağına, yine o kahrolası “kart, kurt” sesi çıkıyordu ve her öpücükle o ses daha da artıyordu sanki. İşte o an bir kâbusun içinde olduğumu anlayıp, kan ter içinde yataktan fırladım. Oda, gecenin içinde sessizdi ve o sessizlikte kâbustan kalma “kart kurt” seslerinin beynimin içinde çınlayıp durduğunu duyabiliyordum. Sırf gürültü olsun diye, televizyonun kumandasına sarılıp rastgele bir kanal açtım vakit kaybetmeden. Bir haber kanalı belirdi karşımda. Spiker, konuşurken iki de bir durup “kart, kurt” diye ses çıkarıp, sonra sözüne kaldığı yerden devam etmesin mi? Üstelik “kart, kurt” derken dişlerini gösterip ısırır gibi yapıyor, hemen sonra yine o tatlı tebessümünü takınıyordu suratına. Şizoid bir gerçekliğin içine tıkılmış olduğumu hissettim o an. Bir ülkede birbirinden farklı kaç gerçeklik olabilirdi ki? Bir insan, aynı anda kaç gerçekliği yaşayabilirdi? Televizyonları karşısında yavaş yavaş deliriyor ya da ölüyor olmalıydı insanlar.

Japon yazar Abe Kobo’nun eskiden Remzi’den çıkmış olan o harikulâde ve tuhaf romanı ‘Kutu Adam’daki bir sahneyi anımsadım o an. Tokyo’da gün içinde tam yüz bin kişinin kullandığı bir geçitte yürürken ölen bir adamın öldüğünü gün boyunca kimse fark edememişti. Yanından yüz bin kişi geçmişti o adamın... Kimsenin o adamın yavaş yavaş öldüğünü görememesi gibi, biz de öldüğümüzü göremiyor muyuz diye derin bir kuşkuya kapıldım “kart, kurt” sesleri arasında? Aslında birileri için zaten birer ölü değil miydik? Ölüler, öldürülebilir miydi? Tersanelerde ölen işçiler, birileri için yaşıyormuydu ki ölümlere karşı sessiz kalanlara kızıyorduk. Naziler, yüz binlerce kişiyi öldürürken muhtemelen katil olduklarını düşünmemişlerdi hiç. Çünkü Yahudiler, Romanlar, muhalifler onlar için zaten birer ölüydüler. Falanjistler İspanya’da eşcinselleri katlederken, en fazla evlerindeki fareleri öldürürken yaşadıklarına benzer bir his yaşamış olmalıydılar. Yoksa, nasıl mümkün olabilir ki devlet eliyle ve gücüyle bunca cinayet ve katliam... İşte önce bununla mücadele edilmeli... Ölümü yüceltip meşrulaştıran anlayışlarla, güç ve iktidarlarla diye düşündüm. Düşündüm düşünmesine ama aklıma yine eskiden Metis’ten çıkmış ‘Açık Düşman’daki Jean Genet geldi. İsrail’in Filistin’e uyguladığı şiddetle, Filistinli direnişçilerin İsrail’e uyguladığı şiddetin aynı kefeye konulamayacağını söylüyordu o kitapta. Muhtemelen Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ni okumuştu Genet, böyle kendinden emin konuştuğuna göre. Genet’nin, “kart, kurt” sesleri çıkartanların suratına “kart da sizsiniz, kurt da” diye haykıracağına eminim linç edilme ihtimalinden çekinmeksizin. Çünkü “kart, kurt” seslerinin içinde, bastırılmış çığlıkların, kopkoyu acıların, yalanlarla gizlenen gerçeklerin ve daha pek çok şeyin saklandığını bilirdi. Saklanan bu şeylerin sadece Kürtlerin meselesi olmadığını da bilirdi. Çünkü “kart, kurt” sesleri, sadece Kürt sorununu gizlemedi.

SİLİVRİ

Beynimin içinde çınlayıp duran “kart, kurt” seslerinden ve o seslerin düşündürdüğü şeylerden yorulmuş olmalıyım ki baba ocağım Silivri’ye gitmeyi istedim çok. Silivri’deki Balıkçılar Kahvehanesi’nin tam arkasında, denize sıfır bir kuytuluk vardır. Birkaç masa ve sandalye bulunur orada. Kahvehaneden fıçı biranızı alıp oraya oturduğunuz zaman, biranızı yudumlayarak ufuk çizgisine bakarken beyninizin içindekiler dahil tüm seslerden arınabilirsiniz rahatlıkla.

Çocukken Silivri’nin yoğurduyla ya da ödüllere doymayan folklor ekibiyle filan övündüğümüzü hatırlıyorum. Artık cezaeviyle, Ergenekon davasıyla, yolsuzluklarla, uyuşturucu ve fuhuş baskınlarıyla gündemde olması, bir kıyı kasabası olan Silivri’yi nasıl etkileyecek acaba?

Bütün sokaklarını, bütün kıyısını, ağaçlarını, hiç dinmeyen rüzgârını kendi bedenimi tanır gibi tanıdığım Silivri’nin bir kişiliği olduğuna inanırım hep. Biraz neşeli, biraz hüzünlü ama her koşulda sıcak kanlı birisi... Dinlemekten usanmayan ama nadiren konuşan... Örneğin yüksek bir yarın üzerine kurulu bir Kale’si vardır Silivri’nin. Oradan bakınca, Marmara bir deniz değil de okyanus gibi gözükebilir size.

Üstelik, Silivri Kalesi’nin yakınlarında bulunan ‘Şenlik Mahallesi’nde Romanlar yaşar ve özellikle yazları çaldıkları klarnetin sesine hayali korsan gemilerinin yanaştığına tanık olabilirsiniz rahatlıkla. İçinde sadece sevdiklerinizin ve sevip kaybettiklerinizin bulunduğu bir korsan gemisi... “Yelkenler fora!” diye bağıran kaptanın sesiyle içiniz ürperebilir o an. Peki ya neden ‘korsan gemisi’?..

Bülent Usta (Birgün, 22 Ekim 2008)