İÇİMİZDEKİ BONOBO MU, ŞEMPANZE Mİ?

Posted: 10 Aralık 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Çocukken bayramlık alınırdı bana da… Çünkü anneme göre bayramda yeni bir şey giyilmezse olmazdı. İlk bayramlığımı anımsıyorum da annem-babam çok gülmüşlerdi halime. Bayram nedir bilecek yaşta olmadığım için, bayramlıklarımı giyip dışarı çıkmışım. Annem de sormuş, “oğlum nereye gidiyorsun?” “Bayram’a…” demişim ben de. Bayram, bizim bakkalın adı. Giyinip Bayram’a gidiyorum işte. Ne diye böyle şaşırıp gülüyorlar diye düşünüyorum o an. Annem, her bayram anımsatır bana bu şaşkınlığımı.


Bayramlar arasından sadece Kurban Bayramı’nda sevinç duyamadım hiçbir zaman. Özellikle eve dönerken gördüğüm bir koç var, yolun kenarında. Aylardır, yazın sıcağında, kışın soğuğunda bir barakanın önünde tabelaymış gibi bekler durur, alnında yazılı ADAK yazısıyla… O hayvanı, orada o halde teşhir etmenin korkunçluğu, insanın yaşayan en tehlikeli canavar olduğu gerçeğini zihnime kazıyıp durur. Zizek’in kendisi için yapılan belgeselde, “ben kendimi her zaman bir canavar olarak görürüm” demesi gibi. Zizek, acıktığı için belgesel ekibini bir lokantaya davet ediyor filmde. Davet ettiği yer de bir et lokantası. Ama film ekibinin tamamının vejetaryen olduğu ortaya çıkıyor bu davetle birlikte. Bunu öğrenen Zizek: “Bu bir yozlaşma… Siz yakında maymunlar gibi muz yiyerek yaşamaya başlarsınız.” diyor.

İnsanların maymunlarla dalga geçmesi ya da onları aşağılaması tuhaf. İnsanlar, biyolojik olarak maymunlarla aynı kökenden geliyor çünkü. Yani, Metis Yayınları’ndan çıkan Frans De Waal’in ‘İçimizdeki Maymun’ adlı kitabının işaret ettiği gibi, maymunluktan kurtulmamız mümkün değil. Ama önemli olan şempanze gibi öfkesini zapt edemeyen maymunlara mı yakınız, yoksa özgür ruhlu ve barışçı bonobolara mı? Yoksa içimizde hem şempanzelik hem de bonoboluk var da hangisinin belirleyici olduğu yaşanan kültüre ve bireysel tercihlere göre mi değişiyor? Mesela kadınları döven erkekler, kesinlikle şempanze kategorisine giriyor. Çünkü erkek şempanzeler, sırf zevk olsun diye dişileri dövmekle ünlü. De Waal, herkesin anlayabileceği bir dilde, maymunlardan ilginç örnekler vererek insanlığın temel sorunlarını tartışan, antropolojiye meraklı olanların ayrıca ilgisini çekebilecek bir kitap ortaya koymuş.

Zizek, kendisini bir canavar olarak görürken muhtemelen içindeki şempanzelikten bahsediyordu. Çünkü De Waal, benim de zaman zaman “ne kadar da canavarız” isyanıma katılmadığını, insanın tümüyle bencil ve kötü olmadığını, ahlakımızın değiştirilmeye muhtaç bir yanılsama olduğu gerçeğinin altını çiziyor kitabında. Çünkü hiçbir hayvan insan kadar canavarca şeyler yapamadığı gibi, insan kadar empati de geliştiremez ve sevgiyi yüceltemez. Nasıl bir dünya istediğimiz, aynaya (yani kendimize) dürüstçe bakabilmemiz ve daha iyi bir dünya inşa etmek için insanın yardıma hazır baş müttefikini tanımamızla mümkün olabileceğini belirtiyor. Yani bonoboları tanıdığımız ölçüde, şempanzeliklerden kurtulabileceğimizi iddia ediyor yazar.

Bir antropolog olduğum için, De Waal’in önermesine katılmamam imkânsız. Örneğin bizim ilk atalarımız pirimatlara dair yapılan deneylerden de bahsediyor De Waal. Diyor ki “Pirimat deneyleri, kazanımların bütün katılımcılar arasında paylaşılamaması halinde işbirliğinin nasıl ortadan kalktığını göstermiştir; insan davranışı da muhtemelen aynı ilkeyi takip eder.” Bugün yaşadığımız sorunun temeli de tıpkı pirimatlarda olduğu gibi, kazanımların eşit olarak paylaşılamamasından kaynaklanmıyor mu?

Mesela bonobolar, şempanzelere göre daha geniş bir habitat içinde daha örgütlü bir biçimde toplayıcılık yaparak daha iyi beslenirken, şempanzeler, kapitalist toplumlardaki gibi daha küçük gruplara ayrılıp kendi dertlerinin peşine düştükleri için daha kötü besleniyor ve dayanışma eksikliğinden dolayı da daha zor bir hayat sürüyorlar. Örneğin bonobo dişileri arasında, bebek yetiştirme konusunda bile ciddi bir dayanışma gözlenmiş. De Waal, bunun ‘hemşirelik’ ilişkisi olduğunu ve bir bonobo yavrusunu doyurmak söz konusu olduğu zaman, tüm dişilerin ortak hareket edebildiğini söylüyor, şempanzelerin tersine. Öyleyse eşitliği savunan solcular için bonobolar, sağcılar için de şempanzeler diyebiliriz. Tabii, bu işin espirisi… Ama biz ukala insanların, maymunlardan öğreneceğimiz çok şey olduğu bir gerçek. Ve hiçbir zaman ne tam anlamıyla bonobolar ne de şempanzeler gibi davranamayacağımız da... Çünkü insan doğası, her zaman sürprizlerle dolu çok boyutlu bir yapıya sahip.

Antropolog olduğum için bana en sık sorulan soru: “Söyle bakalım, biz maymunlardan mı geliyoruz”dur genellikle. Ben de “Hayır, maymunlardan gelmiyoruz ama maymunların geldiği yerden geliyoruz” derim hep. Bu yanıt, hem maymunlardan geliyoruz anlamına gelir, hem de maymunlarla aynı kökten ama farklı bir türün evrimleşmesinden geliyoruz anlamına… Ama insanların atalarımızın maymunlar olması gerçeğinden neden bu kadar alındığını anlamam hiçbir zaman. Hadi dindarların evrim teorisine karşı çıkma gerekçelerini, din ile bilimin arasındaki tarihsel mücadeleden dolayı anlıyorum da tuhaf bir alınganlıkla bu gerçeği inkâr edenleri, hatta maymundan gelmeyi hakaret olarak kabul edenleri hiç anlayamıyorum.

De Waal, kült filmlerden birisi olan ‘Maymunlar Cehennemi’nden de bahsediyor kitabın bir yerinde. Filmde maymunları canlandıran oyuncuların, maymun taklidi yaparken hiç zorlanmadıklarından...

Bülent Usta (Birgün, 10 Aralık 2008)

GELECEĞİN İZİNDE-2

Posted: by bülent usta in
0

New Left Review’ dergisinin 2007 Türkiye Seçkisi, Agora Kitaplığı yayınları arasından çıktı. Dergiyi karıştırırken Bolivya dağlarında Che Guavera ile birlikte çatışmalara girmiş Régis Debray’ın ‘Sosyalizm: Bir Hayat Döngüsü’ adlı makalesi oldukça ilgimi çekti. Belki gazetelerden takip etmişsinizdir, Debray, RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu-Rote Armee Fraksion) üyelerini evinde sakladığı için de suçlanmıştı son zamanlarda. Evinde sakladığı kişilerden Bernd Andreas Baader’ın 1972’de kaldığı hücresinde vurularak öldürüldüğünü ve bir dönemin efsane isimlerinden birisi olduğunu, bilmeyenler için belirtmekte fayda var.

Debray, makalesinde ilginç bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Matbaa ile devrimin arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Hatta ‘sosyalizm’ kelimesinin mucidi Pierre Leroux’un, tıpkı ‘anarşizm’ kelimesinin mucidi olan Proudhon gibi matbaacı olduğuna değiniyor. Gazete ve dergi çıkarmanın, kitap yayımlamanın sol için vazgeçilmez unsurlar olduğunu, hatta Londra’da kurulan Birinci Enternasyonal’in matbaacılığın gelişmesi sayesinde mümkün olduğunu iddia ediyor. Anarşistler ve sosyalistlerin aynı ailenin savaşan kardeşleri olarak, broşürler, dergiler, gazeteler ve kitaplarla hayatlarını doldurduklarını, ‘okumak ve başkalarına okutmak’ sözünü kutsal bir söz olarak benimseyip yol aldıklarını unutmamak gerektiğini de belirtiyor Debray...

Eğer bir ülkede dergi ve gazete okuyan insan sayısı düşükse, o ülkede solun canlı olduğunu düşünmemiz de zordur. Televizyonun ve internetin kitap ve dergi satışlarını azalttığı söylense de bir ülkede matbaalar harıl harıl çalışmıyorsa, o ülkede televizyon ve internetin entelektüel gelişmeyi, dolayısıyla solun büyüyüp hayatın içinde dal budak sarmasını sağlayabileceği düşünülemez bence.

Pierre Bruno’nun da altını çizdiği gibi sol, cehaletle ve yoksullukla mücadele etmekle yükümlü olmuştur her zaman. Ve cehaletle mücadele etmenin en önemli araçları da kitaplar, dergiler ve gazetelerden başka bir şey değildir. Eskilerin sözlü kültür gücü de televizyon ve radyo gibi iletişim araçlarının eline geçti ki yazılı kültür kadar olmasa da sözlü kültürün de belirleyici olduğu bir gerçek. Hatta bugün görsel medya, yazılı medyayı köşeye sıkıştırmış ve kendisine bağımlı kılmış olsa da bir televizyon kanalı hiçbir zaman matbaanın yerini tutamaz. Çünkü televizyon karşısında izleyici edilgen bir pozisyondadır ve bir konu üzerine derinleşerek düşünme fırsatını yakalayamaz. Elbette bu durum, görsel medyanın gücünü azımsamamıza da neden olmamalı. Ayrıca, bu tür iletişim araçlarının ihtiyaç duyduğu sermaye yüzünden daha çok egemen güçlerin kontrolüne geçmesi ve radyoya göre televizyonun toplumsal hayattaki ağırlığı, solu bu seçeneğin kıyısında köşesinde bırakıyor ister istemez. Yani elimizde hâlâ matbaalar var...

Matbaalar derken de matbaaların eskisi gibi olmadığını da unutmamak gerek. Çünkü yayıncılığın temel değerleri ve unsurları, 12 Eylül’den sonra ciddi bir biçimde değişti. Piyasa koşulları, solun örgütsüz ve güçsüz bırakıldığı bir dönemde kendisini hâkim kıldı ve sol, piyasa koşullarına yeterince etkide bulunamadı. Nazi Almanya’sında bile, 12 Eylül dönemindeki kadar kitabın yakılmadığını düşünürsek, belki bu ortamın nasıl bir temel üzerinde şekillendiğini anlayabiliriz. Eskiden kitap basmak, kitapçı açmak gibi çok da kârlı gözükmeyen işleri solcular yapardı. Kitapçılar, solcuların toplandığı yerlerdi. Örgütlü bir sol, kitabın dağıtımına da satışına da önemli katkılarda bulunurdu. En azından benim okuduğum kaynaklardan ve o yıllarda yaşayanlardan aldığım izlenimler böyle. Yaşanan süreçteki bu değişim, okunan kitapların niteliğini de değişime uğrattı. Örneğin, Dostoyevski, Balzac gibi yazarlara ait olan ve klasikler olarak tanımladığımız yapıtlar, bugünün bestseller’larının yerini alıyordu. İnsanlar okumaya önce klasikleri okumakla başlardı. Aslında bir parça hâlâ öyle olduğunu söyleyebiliriz ama eldeki veriler, okurların klasik yapıtlardan uzaklaşıp bestseller ürünlere yöneldiğini gösteriyor. Jules Verne’in o harikulade kitaplarının yerini Dan Brown’ların kitapları aldı örneğin. Televizyon bağımlısı kitlelerin, sayfaları rengârenk, asparagas haberler ve popülist yorumlarla dolu bir gazeteyi tercih etmesi, garipsenecek bir şey de değil. Peki sol, kitlelerin bu talebini karşılamaya mı çalışacak, yoksa yayıncılık anlayışına ve kültürüne bağlı kalarak belirli bir kalitede yayın yapmaya devam ederek, seslendiği dar çevreyi genişletmek için mi çabalayacak? Bu sorunun cevabı, Debray’ın makalesinde yok.

Şunu söylüyor Debray: “Matbaa öncülüğünü yitirince, eleştirel entelektüel kendi çevresini, sosyalist politika referansını yitirmiş, üçü de krize girmiştir.” Hani ne olacak bu solun hali filan diye tartışıyoruz ya, hani özü enternasyonal olan solun bir kısmının, anti-emperyalist mücadelenin geçmişteki aşamalarından birisi olan ulusalcılığa nasıl böyle saplanıp kalır diye üzülüyoruz ya (ben üzülüyorum), belki Debray’ın bu yorumunu ciddiye almamız gerekiyor.

Sorduğum soruya geri dönersek, sol, nasıl bir yayıncılık anlayışı sergileyecek ki Debray’ın kriz olarak adlandırdığı bu sorunu aşabilecek?

Geçen haftaki yazımda, on yıl sonrasına, yani 26 Kasım 2018 yılına ait bir gazetenin doğaüstü yollarla elime geçtiğini duyurmuştum. O gazete, bu soruya yanıt vermemi kolaylaştıracak şeylerle dolu...

Bülent Usta (Birgün, 3 Aralık 2008)

GELECEĞİN İZİNDE-1

Posted: by bülent usta in
0

Pencereden bakarken görür gibi oldum onu. Halbuki yağan yağmuru izlemek için bakıyordum pencereden. Hızla dışarı koştum. Onunla konuşmak istiyordum. Ama az evvel pencereden görür gibi olduğum halde, sokakta yoktu. Yağmurdan ıslanmış, aramaktan vazgeçip bir kahvehanenin pencere kenarındaki bir masasına oturdum ben de.

Çayımı söylemiş, oturduğum masadaki gazeteleri karıştırıyordum ki okuduğum gazetenin tuhaf bir gazete olduğunu fark ettim. Tuhaftı, çünkü 26 Kasım 2018 gününe ait bir gazeteyi tutuyordum elimde. Yani tam 10 yıl sonrasına ait bir gazete... Bunun bir şaka olduğunu düşünüp kahvehanedekilerin suratlarına baktım dikkatle. Birisinin benim şaşkınlıktan çarpılmış yüzümü görüp kahkaha atmasını bekledim. Kimsenin güldüğü filan yoktu. Ya televizyon izliyor, ya okey oynuyor ya da boş boş etraflarına bakınıyorlardı. Sonra gazeteyi incelemeye koyuldum. Şaka olduğuna dair küçük de olsa bir ipucu aradım.

Şöyle başlıklar yer alıyordu gazetede: ‘Kapitalizmin Son Kalesi De Yıkıldı!’ Bu başlığın altında da şöyle yazıyordu: “ABD’de son on yılda gerçekleşen ekonomik krizler sonucunda işsizlerden oluşan yüz binlerce kişi Beyaz Saray’ı işgal etti. ABD Ordusu, kendi halkına karşı silah kullanmayacağını açıkladı. Son olaylardan sonra Havana’da acilen toplanan Yeni Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD’ye yönelik gerçekleştirilen ambargoyu kaldırdığını açıkladı.”

Sonra bir başka başlık: ‘Nükleer Santral Yapılmasına Onay Verenler Yargılanıyor!’ Yine bu başlığın altında şöyle yazıyordu: “Üç yıl evvel nükleer santralda gerçekleşen radyoaktif sızıntıdan sonra ölenlerin yakınlarının açtığı dava Yüksek Mahkeme’ce kabul edildi. Nükleer Santral yapılmasına onay veren eski hükümet yetkilileri, inşaatını yapan firma ve o firmada çalışan mühendisler, çevrecilerin tüm uyarılarına rağmen halkın sağlığını tehlikeye attıkları için yargılanacaklar.”

Okudukça şaşırıyorum. Eğer bu bir şakaysa, dünyanın daha iyiye gideceğine dair yalanlar söyleyerek bana moral vermek istemiş olmalılar diye düşünüyorum. Ama gazeteyi okudukça, moral bozukluğumda bir değişiklik olmuyor. Nükleer santrallar, doğanın tahribatı ve binlerce kişinin ölmesiyle kapatılabilmiş ancak. Kapitalizm de onlarca krizden, Üçüncü Dünya Savaşı’na neden olduktan, yüz binlerce kişiyi öldürdükten, harap olmuş bir dünya yarattıktan sonra çekip gitmiş olacak, eğer bu gazete gerçekten on yıl sonrasına aitse. On yıl sonra bile olsa insanlığın uyanması, yine de çok iyimser bir ihtimal. Aslında mutlu olmam gerek.

Tam o sırada televizyonda bir haber spikeri, yaşanan ekonomik krize yönelik bazı öneriler dile getiriyordu: “Krizi atlatmak için herkes elini taşın altına koymalı. İşten çıkarmak yerine, herkesin maaşında kesinti yapılsın.” Sanki bu ekonomik kriz, deprem gibi, sel gibi doğal bir felaket. Sanki kapitalist düzenin hiç kabahati yok. Sanki bu krizde çalışanların da payı varmış gibi, bedel ödemesi isteniyor. Deprem gibi doğal bir felaketle karşı karşıya olduğumuz üzerinde durarak, yığınların krizlerle, savaşlarla, yoksullukla, sömürüyle, yozlaşmayla beslenen kapitalizmi sorgulaması engellenmek isteniyor. Eğer önümdeki bu tuhaf gazete doğruyu yazıyorsa, üstelik bu kriz daha başlangıç.

Kahveciyi çağırdım masaya telaşla. “Bu gazete kimin?” Kahveci, şaşkın ve ürkek: “Valla tıpkı sana benzeyen bir adamın elindeydi. Biraz evvel içtiği çayın bile parasını ödemeden çekip gitti. Yasak bir gazete mi? Neden sordunuz?” dedi. Bir yandan da elimdeki gazeteye bakmaya çalışıyordu. “Biraz tarif etsene o kişiyi” dedim merakla. “Sana benziyordu ama senden biraz yaşlıydı.” “Ne kadar yaşlı?” “On yaş filan galiba. Tanıyor musunuz?” “Evet. Abim olur benim” dedim, gazeteyi alabilmek için bir şey uydurmam gerekiyordu çünkü. “Onun içtiği çayın parasını da ödeyeceğim.” Kahveci sevindi ve gazeteyi yanımda götürmeme de sesini çıkarmadı.

Kahvehaneden hızla çıkıp eve doğru koşmaya başladım. Heyecandan ölecektim neredeyse. On yıl sonrasına ait olabilir miydi bu gazete? Bir tür zaman yolculuğu yaparak mı bana gelmişti? Peki ya o adam? Bana çok benzediğini söylemişti kahveci. Benim on yıl sonraki halime… On yıl sonraki halimle aynı masada oturup, aynı demliğe ait çaydan mı içmiştik? O kahvehane, bir tür zaman tüneliydi galiba. Ya da ben akıl sağlığımı yitirmiştim.

Eve varınca, bütün arkadaşlarımı arayıp gazeteden haberdar etmek istedim. Böyle bir nesne, eğer on yıl sonrasına ait olduğu ispat edilirse, kim bilir neleri değiştirecekti? Sonra içimi bir korku sardı. Eğer bu gazetenin varlığını istihbarat örgütleri de öğrenirse, bu gazetenin yaratacağı etkiyi yok etmek için bana bir komplo da kurabilirlerdi. Gazetenin sahte, benim de akıl sağlığımı yitirmiş birisi olduğumu söyleyerek gazeteye el koyup beni de bir tımarhaneye kapatabilirlerdi örneğin. Bu tür senaryoların işlendiği çok sayıda film izlemiştim. Ve ben sinemayı, hayat kadar ciddiye alırım. Hatta gerçeklik dediğimiz şeyin gerçeküstü hallerini düşünürsek, sanatı daha çok ciddiye aldığım bile söylenebilir.

Bu gazeteyi, bir tür hayal ürünü olarak yazarak tanıtma gereği duydum ben de. Böyle bir gazetenin varlığıyla ilgilenecek olan yetkililere, gazetenin hayal dünyama ait olduğunu söyleyecektim. Peki bu tuhaf gazeteden alıp yazdıklarım gerçekleşirse? O zaman da Kafka gibi yazarların yaptıkları edebiyat sayesinde bir medyummuş gibi geleceği gösterdiklerini delil olarak öne sürebilirdim.

Kapıyı iyice kilitleyip odama çekildim ve gazetenin sayfalarını çevirmeye başladım. Şu Havana’daki Yeni Birleşmiş Milletler Binası’nın fotoğrafını görünce, kahkaha atmaktan kendimi alamadım. Binanın önünde kocaman bir Che afişi vardı. Ezberlediğimiz gibi şöyle yazıyordu afişte: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”

Bülent Usta (Birgün, 26 Kasım 2008)

PESSOA’NIN ŞEYTANI

Posted: by bülent usta in
0

"Bugün hâlâ, her şeyin akrep yürüyüşüyle geri geri gitmesini hayal eden partiler var. Ama akrep olmak, hiç kimsenin elinde değil. Çaresi yok: ileriye, yani adım adım dekadansa doğru gitmek gerekiyor. Bu gelişmenin önüne set çekilebilir ve set çekilerek yozlaşmanın birikmesi, toplanması, daha şiddetli ve daha apansız olması sağlanabilir: Daha fazlası yapılamaz” demiş Nietzsche, İthaki Yayınları tarafından yayımlanan ‘Putların Batışı’ adlı kitabında.

Her türden yozlaşmanın biriktiği böyle bir zamanda, Nietzsche’nin kehanetinin gerçekleşmesi an meselesi mi? Değil elbette. Çünkü yeterince ayartıcı yok ortalıkta. Pessoa’nın Şeytanları çoğalmadıkça, yani ayartıcı şiirler yazılmadıkça, yıkıcı notalar buluşmadıkça bestelenen melodilerde... Devrimin işi, yozlaşmaya alıştırılan hayatı, baştan çıkararak tazelemek değil mi? Yoldan çıkmışların yeni yollar bulmaları, hatta birer yol olmalarını sağlamak... Sanatın ayartma gücü göz önüne alınırsa, bu baştan çıkarma mevzusunda, sanat mı devrime, yoksa devrim mi sanata hizmet eder diye bir soru takılıyor insanın aklına. Sitüasyonistler, şiirin devrime hizmet etmesini değil, devrimin şiire hizmet etmesini buyurmuşlardı, haklı olarak... Çünkü devrim, ancak bu sayede kendi tasarısına ihanet edemezdi. Ama araçsallaşan şiir, şiir olmaktan çıkar çabucak ve inandırıcılığını yitirir.

Ama hangi şiir, hangi sanat? Darian Leader, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Mona Lisa Kaçırıldı’ adlı kitabında, bir soru atar ortaya: Sanatçı, daha iyisini yapan kişi midir, yoksa farklı bir biçimde yapan kişi midir? Bir ressam ya da müzisyen düşünün... Yaptığı işte öyle ustadır ki hayran kalırsınız tekniğine... Ama milyonuncu defa bir manzara resmi daha yapmıştır sadece, tıpkı ustaları gibi... Ya da öyle bir şiir yazmıştır ki milyonuncu defa aşkı aynı şekilde tarif etmiştir size... Ustası bellediği ünlü bir yazarın konularını, ustası bellediği bir başka ünlü yazarın diliyle yazan yazarlara da rastlıyorum okuduğum romanlarda. Onaylanmış ve kabul görmüş bir konuyu, onaylanmış ve kabul edilmiş bir dille anlatmanın kolaycılığına kaçarak, kestirmeden bir yerlere ulaşmayı hedefledikleri için böyle yazıyor olmalılar. Piyasanın da risk barındırmayan böyle yazarları teşvik etmesi sayesinde... Bol bol nostalji yaparak, herkesin sevdiği konuları, herkesin anlayabileceği duygusal bir dille anlatarak bilinçleri uyuşturmanın bir maharet olduğunu kabul ederseniz, “ne güzel de yazmış” diyebilirsiniz...

Halbuki güzel yazmak değildir ki mesele... Milyonuncu defa aynı manzaranın resmini yaparak neyi değiştirebilirsiniz ki? Sanatçı, daha iyisini yapan kişiden çok, farklı bir biçimde yapan kişidir ve ancak onlar ayartırlar hayatı düşlerle, fikirlerle, sözcükler ve renklerle... Ancak onlar, yeni sorular ortaya atarlar ve uykudan uyandırırlar başkalarının hayallerini yaşamaktan usanmış hasta ruhları... Ve size şöyle derler: “Başka türlü de yaşayabilirsin. Başka türlü sevebilir, hatta başka türlü de ölebilirsin... Yeter ki iste!” İşte devrimin itici gücü de bu başka türlü yaşama isteğinde gizlidir.

Pessoa’nın Can Yayınları’ndan çıkmış ‘Şeytanın Saati’ adlı kitabındaki Şeytan şöyle der: “Ruh, direnmesine rağmen sürekli ayartıldığı için yaşar.” Ve sözlerine şöyle devam eder: “Benim büyülü silahlarım müzik, ay ışığı ve düşlerdir. Ne var ki müzik deyince sadece çalınan müzik değil, sonsuza dek çalınmadan kalacak müzik de anlaşılmalıdır.” Ay ışığı derken de sadece bildik ay ışığından bahsetmez şeytan. Kitapta, şeytanın bir kadınla konuştuğuna tanık oluruz ama aslında ayartmak istediği, kadının kendisinden çok, karnında taşıdığı çocuktur. O çocuğun herhangi biri olmasını değil de şair olmasını ister. Bütün sanatçılar, düşçüler, şeytan tarafından ayartılmış olanlardır Pessoa’ya göre. Ayartılmadan düşler kurulmaz çünkü ve düş kurmaksızın ruh canlılığını koruyamaz. Ölü ruhlarla dolu bir gezegende de ne devrim olur ne de aşk...

Sanatın ayartıcılığını sürdürebilmesi için, piyasa koşulları ve baskıcı iktidar mekanizmalarına direnmesi, yine ayartıcılığı ve düşçülüğüyle mümkün olabilir gibi geliyor bana. Ama bunu yapabilecek olan gençlerin, kendilerine örnek aldıkları usta sanatçıların yozlaştırıcı etkilerinden uzak durmaları gerekir. Çünkü her iktidar ve güç peşinde olan ustalaşmış yazar ve sanatçı, ölümsüz olma istenciyle ister istemez yozlaşır, yozlaştırır sanatı. Her genç sanatçı da yeni bir şey söyleyebilmek için, bu yozlaşmayla mücadele etmek zorunda kalır ve sanat kendi devinimini ancak bu mücadelelerle oluşturur, yeni düş ve düşünce alanları yaratarak. Bu durum, sanattan ayrı düşünülemeyecek olan siyaset için de geçerli. Yozlaşan ve yozlaştıran siyasetten silkinmeksizin, ne yeni bir şey söylenebilir ne de söylenen şeyin inandırıcılığı sağlanabilir.

Pessoa’nın derin ve bir o kadar kışkırtıcı bu incecik kitabı, elimden düşmüyor bir türlü. Odanın içinde bir ileri bir geri gidip duruyorum, kitaptan cümleler fısıldayarak. Sanırım Pessoa’nın Şeytanı, ruhumu ele geçirdi. Ve içinde dolanıp durduğum bu oda, artık sadece bir oda değil benim için. Bir şiiri okurken ya da bir resime bakarken, gördüğüm ve hissettiğim şey, sadece gördüğüm ve hissettiğim şey değil. Ayartılmış bir ruh, her şeyin ötesinde elle tutulur gibi duran ama bir türlü ele geçmeyen o anlamın peşinde koşar durur ve sanat bu koşunun hem aracı, hem de amacına dönüşür. Pessoa’nın Şeytanı, gezinip duruyor sinema ve tiyatro salonlarında, sergilerde, kitapçılarda, konser salonlarında, eylem alanlarında... Yozlaşmayı biriktiren siyasetteki ve sanattaki setleri yıkmaya çağırıyor insanları. Kendi başına yıkamaz o duvarları, çünkü insansız var olamaz Şeytan...

Bülent Usta (Birgün, 19 Kasım 2008)

YAVAŞ, DAHA YAVAŞ…

Posted: by bülent usta in
0

Bazen durmak istiyorum… O kadar çok şey, o kadar hızlı yaşanıyor ki… Ne okuduğum kitaplar, ne düşünmek için ayırdığım zaman yetmiyor yaşadığım şeyleri anlamlandırmaya… Gündelik hayatın telaşesi içinde kaybolduğumu hissettiğim zamanlar, büyük bir korku da kapılıyor içimi. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” adlı romanında bahseder, bir şeylere yetişememe endişesinden. Bu endişedir ki, gündelik hayatın hızına ayak uydurmaya zorlar insanı. Ama insan bir kere o hıza kendisini kaptırınca da, aslında yetişememe endişesi azalacağına büyüdükçe büyür içinde.

Kendimi yavaşlamaya zorlayarak, sakin sakin evde oturmuş kitapların ve dergilerin arasında geziniyordum ki, Tarkovski’nin bir sözüne rastladım, Norgunk Yayıncılık tarafından yayımlanan “mekân, tasarım, eleştiri” dergisi “Doxa”nın yedinci sayısında. Şöyle diyordu Tarkovski, ünlü filmi “Stalker”dan bahsederken: “Günümüz Rusya’sında fikri bunalım olgusundan niye bu kadar çok korkuluyor acaba? Benim gözümde fikri bunalım her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur. Zira bence, fikri bunalım kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır.” “Doxa”da yer alan bu yazı, aslında Tarkovski’nin Agora Kitaplığı’ndan çıkan “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabından alınmıştı.

Gelişen olaylara ve olaylar karşısındaki tepkilerimizi gözlemlersek, fikri bunalımlara ve o bunalımlardan çıkacak yeni fikirlere ve yaklaşımlara ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumuzu görebiliriz. Ve Tarkovski’nin de dediği gibi, mesele “fikri bunalım” içinde olmak değil, “fikri bunalım”larla yüzleşmekten kaçınmanın yarattığı bunalımın kendisi. “Fikri bunalım”ları aşmak için sürekli olarak bir reçete hazırlığı halinde olmayı, hatta kitlelere reçeteler önermenin yollarını aramayı bir köşeye bırakmalı ve kişisel ya da toplumsal fikri bunalımlarımızla yüzleşmeyi becerebilmeliyiz. Aksi halde savrulmalar daha da kaçınılmaz bir hale gelecek. Tutuculuğun da, şiddetin de artmasında, yaşanılan fikri bunalımlarla ne siyaset, ne de sanat düzeyinde yeterince yüzleşilememesi önemli bir etken. Ya da daha doğrusu, her ne kadar yüzleşme çabaları olsa da, bu çabalar, fikri bunalımların önünü açacak niteliğe bir türlü kavuşamıyor. Çünkü her şey, yüzeye kaydı. Tüm fikir tartışmaları, sanat üretimleri, acelesi olan insanların hızına yetişmek zorundaymış gibi dokunmadan geçip gidiyor hayatımızdan. Goethe’nin ölmeden önce söylediği o meşhur söz vardır ya: “Işık, daha fazla ışık…” Ben de “Yavaş, daha yavaş” diye sayıklamak istiyorum insanlara. Yavaşlamadan, hatta durup kendimize ve hayata bakmadan derinleşip kendi fikri bunalımlarımızın nedenleri ve sonuçları üzerinde düşünemeyiz çünkü.

Hollywood sinemasının, daha çok gerilim sineması örneklerinde gördüğüm yavaşlama hallerini anımsadım bunları düşünürken. Bu sene gösterime girmiş olan “No Country For Old Men” ya da “There Will Be Blood” gibi filmlerde, sahneler zaman zaman öyle yavaşlıyordu ki… Sinir bozucu bir hale gelen bu durgunluk, gerilim filmlerinin de aslında en önemli özelliklerinden birisi. O gerilimin asıl kaynağı da, durmanın verdiği tedirginlikten başka bir şey değil aslında. Ya da “The Assassination Of Jesse James” filmi de, başından sonuna kadar, bir ihanetin nasıl psikolojik bir süreç içinde geliştiğini gösteriyordu anımsarsanız ve sahip olduğu o yavaşlık olmasa, ihanetin psikolojik sürecine tanık olmamız mümkün olmayacaktı.

Tarkovski’nin filmlerinde de, yavaşlığın getirdiği gerilimin izlerini görmek mümkün.

Yavaşlamadan, durup bakmadan fikri bunalımlar canımızı acıtacak kadar yakınımıza gelmez çünkü. Biz hızla ondan kaçarız, o da peşimizden büyüyerek gelir ve hayat dediğimiz şey, ne olduğunu anlayamadan bir anda olup biten bir şeye dönüşür.

Tarkovski, yazısının başında Dostoyevski’den de bahsediyor. Çünkü Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan şey, yaşadığı çağın fikri bunalımlarını en iyi yansıtabilen romancı olmasında gizlidir. “Suç ve Ceza”dan tutun, olağanüstü bir siyasi roman olan “Ecinniler”e kadar tüm yapıtları, yaşadığı çağın fikri bunalımlarıyla örülüdür her zaman. Fikri bunalım içinde olmadan okumanın, yazmanın, örgütlenip dünyayı değiştirmeye kalkışmanın bir önemi var mıdır ki?

Günümüzde gündelik hayatın hızını arttırması ve fikri bunalımlardan duyulan rahatsızlık, uzmanlar ordusu gerçeğini de yarattı bir yandan. Çünkü kimse, Orta Doğu üzerine bir kitap okuyup fikir edinebileceği zamana sahip değil bugün. Bir Orta Doğu uzmanı, onun için okuyup, merak ettiği şeylerin yanıtını ona verebilir, meselelerin çözümü için hazır reçeteler hazırlayabilir. Evliliklerden depreme, savaşlardan ekonomiye, yaşamın her noktasını kaplayan bu reçete sahibi kişilerin varlığının kendisi ayrı bir tartışma konusu aslında. Ama asıl önemlisi, bu kişilerin varlığı tamamen bizim fikri bunalımlardan duyduğumuz korkuyla alakalı gibi geliyor bana. Ve biz, hazır reçetelerle yaşayıp düşünmeye başladıkça, gittikçe nasıl birbirimize benzemeye başladığımızı da görüyor olacağız zamanla. Bir kitabı okurken ya da bir filmi izlerken, bize nasıl yaşamamız gerektiğinin söylenmesini bekliyor olacağız hep. Kendi varoluşsal sorumluluğumuzu birilerinin sırtına atmadan, o hızlı hayatımızı sürdüremeyiz çünkü. Halbuki bir sanat yapıtı, sizde bir fikri bunalıma neden olabilirse, kendi varoluş kaygılarınızı harekete geçirerek sanatın ve hayatın sınırlarını genişletebilir ancak.

Bu yazıyı yazarken bile, kitaptan kitaba, fikirden fikire nasıl zıpladığımı, yazıyı gazeteye erkenden yetiştirme kaygısıyla nasıl acele ettiğimi görüp, yazdıklarımla çelişen halime gülümsemekten de kendimi alamıyorum açıkçası. Ve bir karikatürde, hep acele eden bir adamın kendisini sürekli olarak “yavaş, yavaş” diye telkin etmesi gibi, ben de tekrarlayıp duruyorum kendi kendime: “Yavaş, daha yavaş…”

Bülent Usta (Birgün, 12 Kasım 2008)