UNUTUŞUN İZLERİ

Posted: 30 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
2

Çoğu zaman nostaljik birisiyimdir. Bu yüzden zamanın geçmesinden nefret ederim. Geçmiş, geçmişte kaldığı ve ona bir daha ulaşmanın mümkün olmadığı için üzüntü kaynağımdır hep. Mesela siz bu yazıyı okuduktan sonra, bu yazı geçmişe ait olacak… Yazıyı okurken, pencerenizin önünden kuşlar uçmuş, yağmur dinmiş olacak… Yani geçip gitmiş olacak zaman, bir daha tekrarı olmaksızın… Her şey, bu yazı dahil, zamanla unutulacak… Ama bu unutuş, yani geçmiş, arkasında bir iz bırakarak unutulan bir şey olduğu için hüzünlüdür aynı zamanda. Tıpkı Ahmet Muhip Dıranas’ın “Olvido” adlı şiirindeki gibi…

Bu iz, maddi olmak zorunda da değildir. Doğduğunuz o ahşap ev, bir apartmana; oynadığınız o sokak, pahalı mağazalarla dolu bir caddeye dönüşse de… Ya da çocukluğunuzu geçirdiğiniz o köy, içinde sadece ihtiyarların yaşadığı terk edilmiş bir köye dönüşmüş olsa da, hafızanızın gizli köşelerinde saklı o kokular, renkler, sesler, yüzler kolay kolay silinmez… Bir sigara tabakası, kına kokusu, eski püskü bir battaniye ya da siyah-beyaz bir fotoğraf, birden sizi o zamana götürüp bırakır. Hafızanızın müzesinde gezinir durursunuz hüzünle…

Halbuki gelecek öyle değildir… Henüz olmamış olduğu için, bir izi yoktur geleceğin. Bu yüzden hüzünden daha çok, umuda dairdir gelecek… Üstelik, geçmiş gibi ulaşılmaz da değildir…

Yeni bir yıla giriyoruz ve benim gibi nostaljik tipler, doğum günlerinde olduğu gibi, yılbaşılarını da bir parça hüzünle karşılayacaklar muhtemelen. Mesela ben şimdi Neşe Karaböcek’in sesinden bir Azeri şarkısı olan “Sen Gelmez Oldun”u dinliyorum art arda… Ve bu hüzün dolu şarkıdan, acayip bir keyif alıyorum… Peki neden? Aslında biz toplum olarak nostaljik bir toplumuz… Bakın TV dizilerine, sol jargona, şarkılara… Çok da matah bir şey olmasa da geçmişimizi özlüyoruz gizliden gizliye… Örneğin babamı düşünüyorum, kışın ortasında ayağında lastik ayakkabıyla okula giden babamı… Nasıl da özlemle anar çocukluğunu, yaşadığı o yoksulluk ve yoksunluk günlerine rağmen… Ya da tüm o çatışmalara, işkencelere, acılara rağmen devrimcilik günlerini özlemle ananlar geliyor hatırıma… Nasıl özlenebilir ki o günler? Onlar da, o günlerde yaşanan dostluklardan, aşklardan, umuttan bahsederler uzun uzun… Ve sonra bir kadeh daha doldurup, o günlerin anısına kaldırırlar… Üzüldükleri şey, yitirilen gençlikleri midir, dostları mıdır, umutları ya da pişmanlıkları mıdır, bilinmez… Ama yaşadıkları üzüntüye rağmen, gizli bir özlem vardır geçip giden zamana…

Yeni bir yıla girerken çok mühim bir kitap yayımladı Metis Yayınları… Ferit Burak Aydar’ın çevirisiyle, Svetlana Boym’un “Nostaljinin Geleceği” adlı kitabı… Nostalji üzerine yazılmış, felsefi deneme, tarihsel analiz ve edebiyat eleştirisinin harmanlandığı, nostalji üzerine yazılmış en kapsamlı eserlerden birisi… 2009’un son günlerini, bu kitabın derinliklerinde kaybolarak geçirmek; nostaljik birisi olarak aynı zamanda ölümcül bir yanının olduğunu öğrendiğim nostaljinin nedenlerini anlamaya çalışmak büyük bir keyif... Çünkü nostaljik bir toplumda yaşıyor, nostaljik bir siyasi geleneğin içinde yol alıyor, nostaljiyi her daim soluyan bir edebiyat geleneği içinde yazıyor, yaşıyorum…

Svetlana Boym, Sovyetler Birliği’nden ABD’ye göç etmiş birisi olarak, hem kendi deneyimleri, hem de kendisi gibi zorunlu ya da gönüllü olan göçmenlerin yaşadıkları nostaljiyi derinlemesine gözlemleme imkânı bulmuş. Nostaljik kişilerin tarihi silerek özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürmek istediklerini, zamanı mekân gibi yeniden ziyaret etmek istedikleri için modern zaman fikrine, tarih ve ilerleme kavramlarına yönelik gizli bir isyanı yaşadıklarından bahsediyor kitabında.

Beni en çok etkileyen saptalamalarından birisi de, nostaljiyi iki ayrı grup içerisinde değerlendirmesi oldu. “Yeniden kurucu nostalji, ‘nostos’u vurgular ve yitirilmiş evin tarihaşırı bir tarzda yeniden inşasına teşebbüs eder.” Bu yüzden, “yeniden kurucu nostalji”, “son dönemdeki ulusal ve dinsel canlanmaların özünü oluşturur.” “Düşünsel nostalji” ise, “tek bir olay örgüsünü takip etmez, aksine aynı anda birden çok mekânı işgal etmenin ve farklı zaman alanlarını tahayyül etmenin yollarını arar; sembolleri değil, ayrıntıları sever. Düşünsel nostalji, gece yarısı melankolikleri için basit bir bahane değil, olsa olsa etik ve yaratıcı bir meydan okuma” sunar diyor Boym. Bu ayrıma göre, ben kesinlikle “düşünsel nostaljik” birisiyim ve “yeniden kurucu nostalji”nin ulusalcılık ve dincilik ekseninde gerçekleştirdiği zararı, yakından gözlemleyebiliyorum. İster sol, ister dini ya da milli olsun, “yeniden kurucu nostalji”, modernizmin bir laneti olarak üzerimizde dolaşıyor. Nostaljiye dair bu ayrım, bence bugünkü siyasi düzlemimiz için gözden kaçırılmayacak çok mühim bir nokta… Ama “düşünsel nostalji”nin kazandıracağı eleştirel bakış ve yaratıcı sıçramalarla, ancak bu tehlikelerin önüne geçilebilir kanımca… Nostaljiye karşı nostalji…

Kitapta, nostalji sözcüğünün ilk nasıl, nerede ve niçin kullanıldığına dair tarihi tespitler ve hikâyeler de mevut. Örneğin, nostalji sözcüğü ilk olarak İsviçreli bir doktor olan Johannes Hofer tarafından, 1688’de yazdığı bir tezde geçiyormuş. Yani nostalji, şiirde ya da siyasette değil, tıp alanında ortaya çıkmış ilk olarak. Bu hastalığın ilk kurbanları olarak da memleketlerinden uzakta yaşayan özgürlük sevdalısı öğrenciler, büyük şehirlere göç ederek oralarda hizmetçilik yapanlar ve en önemlisi yurtlarından uzakta savaşan askerlermiş… Nostalji, o yıllarda öldürücü bir hastalık olarak görülüyor, özellikle askerler arasında bu yüzden büyük kayıplar verildiği gözleniyormuş… Hatta Ruslarda olduğu gibi, bir salgın hastalık olarak görülen nostaljinin önüne geçmek için, hastalanan ilk asker toprağa diri diri gömülüyor, bunu hem bir tehdit, hem de önlem olarak yapıyorlarmış. Ya da Napolyon’un ordusu Rus topraklarından geri çekilirken, Fransız askerleri arasında nedensiz ölümler gözükünce, otopsiler yapılmış ve yapılan otopsilerde, beyinde nostaljiden kaynaklı iltihaplanmaların olduğu görülmüş. Bir askerin nostalji hastalığına yakalandığının belirtisi ise, kendisiyle konuşan kişinin sesini, özlediği bir insanın sesine benzetmek… Halk ezgileri ise, bu hastalığı tetiklediği için yasakmış askerler arasında… Ben ise, bu yasağa inat, “Senede bir gün” şarkısını açıp, dalıyorum geçmiş zamanın duyguları arasına… Herhalde ölmem…

Bülent Usta (Birgün, 30 Aralık 2009)

ÇORAP SÖKÜĞÜ

Posted: 23 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bütün dikkatimiz “Kürt Açılımı” etrafında yaşanan gelişmelere çevriliyken, hayat, bir yöne doğru akmaya devam ediyor. Hiç bitmeyecekmiş hissini veren bir geçiş süreci içinde siyaset, toplum… 12 Eylül’ün bu ülkenin başına yün bir çorap ördüğü söylenebilir. Cumhuriyeti ben 29 Ekim ve 12 Eylül olarak iki ayrı devrede değerlendiriyorum. 12 Eylül Cumhuriyeti, 29 Ekim Cumhuriyeti gibi, ama tamamen farklı bir amaçla her şeyi kökten değişime uğratmış, toplumda yarattığı travmanın etkisiyle oluşan kültürel atmosfer, 12 Eylül kurumlarının ihtiyaç duyduğu ortamı tüm ihtişamıyla oluşturmuştu. Piyasa ekonomisinin getirdiği bazı özgürlükler, siyasi özgürlüklerin yerini alarak, daha önce konuşulmayan pek çok şeyi konuşulur hale getirirken, bir yandan da bir kesim sıkı sıkıya susturulmuştu. Ortada gürültülü bir sessizlik vardı. Bir reklam repliğinde yer aldığı gibi “ağzı olan konuşuyor”du artık. Birbirinin kopyası olan özel televizyonlar, radyolar, ağzı olanın konuşması için geniş imkânlar sunuyordu. Sunulan bu imkânlar, tamamen olumsuz bir etki de yaratmamıştı elbette. Kadınlar, eşcinseller gibi, daha önce pek sesleri çıkmayan kesimler de, oluşan bu kakofoni içinde yer bulabilmişlerdi. Ama ağza alınmayacak meseleler de vardı. Kürt meselesi bunlardan birisiydi. Kürt sorunu, bastırıldığı yerden ortaya çıkmıştı çünkü.

Soğuk savaşın yerini, kısa sürede sıcak bir mesele, Kürt meselesi almış ve tüm siyaset neredeyse bu mesele etrafında örgütlenmişti. Bu meseleyle, kedinin fareyle oynanması gibi yıllarca oynanmış ama otuz yıllık bir çözümsüzlük ve meselenin büyümesiyle artan maaliyet ve umutsuzlukla mücadele etmek zorlaşmıştı. Çünkü dünya, iki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu dünyaya dönüşmüş, uluslararası stratejiler, siyasetler değişmişti ve bu şartlar altında, Kürt meselesine yaklaşım da eskisi gibi olamazdı. İşte tüm bu yaşanan süreç, 12 Eylül’ün kafamıza ördüğü çorabı eskitti… Çorap, öyle eskidi ki, lime lime olmuş yerlerinden dışarıyı görme fırsatı bulanlar çoğaldı. Üstelik, yaşamın tüm alanlarını ele geçiren kapitalizm, vaat ettiklerini de bir türlü gerçekleştiremiyordu, gerçekleştiremezdi. Bir kesim hızla zenginleşirken, bir kesim hızla yoksullaşıyordu çünkü. Eğer ki, İngiltere vb. zengin bir kapitalist ülkeye dönüşebilseydi Türkiye, eminim ki Kürt meselesinin hazmedilmesi de kolaylaşabilirdi. Ama ülkenin doğusu fakirleştikçe, GAP ve benzeri projelerle kendilerine vaat edilenlerin gerçekleşemediğini gören halk, umudunu sistemden kesmişti. Bir de üstüne üstlük, ülkenin doğusu, 1980’lerdeymiş gibi sıkı yönetimle idare ediliyor, upuzun bir 12 Eylül gününü yaşamaya mahkûm ediliyordu. Aynı sıkıyönetim, ülkenin batısında uygulansaydı, feodalitenin baskısı olmadığı için, bu kadar uzun bir 12 Eylül günü yaşanması mümkün olamazdı.

Bu çorapta Kürt meselesi en büyük deliklerden birisi olarak kaldı ve oradan uç veren iplik, azar azar sökülmeye devam etti. Musa Anter gibi pek çok aydının ve gencin ölümüyle çorabı yamamak isteyenler, ne yaptılarsa başarılı olamadılar. Orada yaşanan kirli savaş, kanserli hücreler gibi her tarafa yayılıyordu. Peki “Demokratik Açılım” bu çorabı söküp atabilecek mi? Yoksa, kafamıza geçirilen çorabın markası mı değişecek? Daha az sıkan, daha rahat nefes alınan bir çorap mı örülüyor başımıza? Az daha Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılacak olan bir parti, 12 Eylül çorabını çıkartabilir mi başımızdan? Keşke çıkartabilse… Ama çorap yukarıdan aşağıya doğru çıkartılmaz. Başa geçirilen çorap, ancak aşağıdan yukarıya doğru çekilerek çıkartılabilir. Başa geçirilen çorapları, ayağa giydirecek olanın ne olduğu da tarihe bakarak görülebilir ayrıca…


Başlangıçlar

Metis Yayınları’nın “Metis Eleştiri” dizisinden çıkan kitapları, benim başucu kitaplarım arasında yer alır her zaman. Bu diziyle, edebiyat eleştirimize yapılan katkının çok değerli olduğu açık. Bahtin, Paul de Man, Todorov, Barthes gibi yazarların eserlerinin bulunduğu bu diziye, Edward Said’in Ferit Burak Aydar tarafından çevrilen “Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem” adlı kitabı da eklendi bugünlerde. Edward Said, daha çok oryantalizm ve Filistin sorunu hakkındaki çalışmalarıyla tanınıyor bizde… “Başlangıçlar”ın yayımlanmış olması, bu açıdan çok mühim. Benim için bir başka mühim nokta da, Edward Said’inVico, Foucault gibi düşünürlerle girdiği tartışmalar ve Proust, Kafka gibi yazarları yorumlayışı oldu. İlahi, mitik “köken” kavramının karşısına, seküler, insan ürünü “başlangıç” kavramını koyuyor yazar. Anlatı ile metinsellik arasındaki bağı, tahakküm eleştirisinden bastırılmış tarihin ya da geleneklerin analizini bu kavram etrafında yeniden okuyor.

Kitabın bir yerinde, İslâmiyet ve roman ilişkisini irdeliyor Edward Said. “Modern Arap edebiyatında roman vardır, ama Arap romanlarının hemen hepsi bu yüzyıla aittir” diyor. Türk edebiyatı da, Arap edebiyatıyla aynı kaderi paylaşıyor bu konuda. Nasıl ki, bizde yazarlarımız Avrupa edebiyatını tanıdıktan sonra roman yazmaya başladıysa, Araplar da aynı yolu izliyor. Çünkü roman, “alternatif dünya yaratma”, “gerçek dünya”yı yazarak değiştirme, genişletme amacına hizmet eden bir tür. Yazara göre İslâmiyet, dünyayı daralan ya da genişleyen bir doluluk olarak görmez. Peygamber, bir dünya görüşünü tamamlamış kişidir. Yeni, alternatif bir dünya yaratmak, tamamlanmış bir dünya görüşü içinde bir ihtiyaca dönüşmez. Sanat, ancak bu tamamlanmış dünyayı süslemeye yarar, yeniden yaratmaya değil. Aslında tek tanrılı dinlerin hepsinde, bu tamamlanmış dünya görüşünün yer aldığını söylemek mümkün bence. Bu yüzden meseleye, modernleşmeyle kültür arasındaki ilişkiden bakmak daha anlamlı gözüküyor.

Bülent Usta (Birgün, 23 Aralık 2009)

TÜRKİYE ROMANI

Posted: 16 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir sürü şey olmak zorundayız hayatta… Bu bir zorunluluk… Ama tüm bu zorunluluklar arasında kayıp bir ruh gibi yaşamaya zorlandığımız da bir gerçek. İmge Yayınları’ndan Cemil Büyükutku’nun çevirisiyle çıkan Neil McKenna’nın ‘Oscar Wilde’ın Gizli Yaşamı’ adlı kitabında, “Sanatı en üstün gerçeklik, yaşamı ise sadece bir kurgu olarak gördüm” diyordu Oscar Wilde… Sırf eşcinsel olduğu için iki yıl kürek cezasına çarptırılan Wilde’ın bu tespitinde bir haklılık payı bulduğumu söylemeliyim.

Yaşadığımız hayatı bir roman gibi okusaydık neler görebileceğimizi düşünürken buldum kendimi, Wilde’la ilgili bu devasa yapıtı okurken. Neil McKenna’nın neredeyse sekiz yüz sayfayı bulan ve yayımlandığı ülkelerde büyük ses getiren bu kitabı, nihayetinde bir biyografi çalışması... Ama “benim en büyük yapıtım hayatım”dır diyen birisi söz konusu olunca, bu kitabı okurken, bir biyografi kitabından çok, roman okuyormuş duygusuna kapılıyor insan...

Peki kendi hayatımızı bir romanmış gibi okusaydık, neler hissederdik acaba? Mesela kendisini bir roman kahramanı olarak beğenen kaç kişi çıkardı bu hayatta? Ya da romanın kendisini? Peki ya Türkiye’yi bir roman gibi okuyabilseydik? Bir tarafta taş attığı için yargılanan çocuklar, diğer tarafta göstericilere silah çekenlerin serbest bırakıldığı bir manzara... Teknolojinin tavan yaptığı bir çağda, her eve 3G’li görüntülü telefonların girdiği, uzay seyahatlerinin planlandığı bir çağda, Bursa’daki bir madende grizu patladığı için 19 işçi ölebiliyor. Bir değil, iki değil, on dokuz hayat... Etten kemikten, candan canandan oluşan on dokuz hayat... Ne Tuzla tersanelerdeki ölümler durdurulabiliyor, ne grizu patlamaları, ne de dağlardaki gencecik ölümler... Bilge Köyü’nde katliam, bağıra çağıra gelmişti neredeyse... Katliam olduktan sonra herkesin dikkati, bölgenin ağırlaşan sorunlarına yöneldi bir müddet, sonra unutuldu çabucak... Şimdi tıpkı Afrikalı açları ziyaret eden Hollywood ünlüleri gibi, bazı şarkıcılar, ünlüler köye gidip fotoğraf çektiriyor, öksüz ve yetim kalmış çocuklarla... Deprem karşısında hiçbir önlem alamayan devletin yaşadığı âcizliğin çabucak unutulması gibi, Bilge Köyü de unutulacak zamanla... Bursa’da, kapitalizmin midesine indirdiği o işçiler de unutulacak... Darbe anayasası, koruculuk sistemi, iş güvenliği olmayan işletmeler, derin devlet yerinde dururken, daha kim bilir kaç kişi ölecek, daha kim bilir kaç parti kapatılacak, daha kim bilir neler gelecek başımıza...

Türkiye romanı, okurken insanı çıldırtacak ayrıntılarla dolu... Mesela 12 Eylül’ün yargılanamaması, hangi akla vicdana sığabilir ki?.. Olmadı, olmuyor... Neden olmuyor biliyor musunuz: Grizu patlamasından işçiler öldüğü için olmuyor. Bir darbeyi yargılamak için, özgüveni yüksek bir toplum gerektiği için olmuyor hiçbir şey... Örgütsüz bir toplum, özgüveni eksik bir toplumdur çünkü... Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemeyen, kendi gemisini kurtarmaya çalışan insanların oluşturduğu bir toplumdur, örgütsüz toplum... 12 Eylül’ün miras bıraktığı bu örgütsüz toplum gerçeği, daha canımızı yakmaya devam edecek anlaşılan...

Türkiye romanını yazan derin ellerin yazarlığı berbat... Öncelikle tekrarlarla dolu bir roman, kötü bir romandır. Darbe tekrarları, katliam tekrarları, hiç bitmeyen yolsuzluk maceraları... Hem asit kuyularını cesetlerle dolduracaksın, hem de demokrasinin teminatıyım diyeceksin. Hangi okur inanır buna? İnandırıcılığı olmayan bir roman, nasıl alternatif bir gerçeklik duygusu uyandırabilir ki? Peki, bu koca romanda yer alan küçücük romanlar gibi sürdürdüğümüz hayatlar... Bunca absürdlüğün içinde, nasıl anlamlı bir hale gelebilir ki? Peki bu koca romanın içinde dönüp dolaşıp bir şeyler yazmaya çalışanlar, Oscar Wilde gibi, hayatın bir kurmaca olduğunu düşünmeyip de ne yapsın? Foucault demişti ya, “Devletin işi totaliter olmaktır. Totaliter bir devlet, içinde siyasi partilerin, devlet aygıtlarının, kurumsal sistemlerin, ideolojinin yukarıdan aşağıya denetlenen bir tür birlik içinde, çatlaksız, boşluksuz ve sapma ihtimali olmaksızın birleştikleri bir devlettir.” Totaliterliği, bir tür yazarlığa benzetebiliriz. Her şeyi denetleyen, her şeye şekil vermeye çalışan, her şeyi bir fikir ve inanç etrafında toplamaya çalışan, kısacası hayatı kurgulamaya çalışan, yazarlığın tüm olumsuz hallerini üzerinde taşıyan bir güçtür devlet. İşte bu yüzden, devletçi olan birisi halkçı olamaz. Bize devletçiliği halkçılık diye yutturanların, kötü birer okur olduklarını unutmamak gerek. Yaşadığımız kavga, teksesli roman yazanlarla, çoksesli roman yazanların kavgasıdır. Hayatı, kimin kurgulayacağı kavgası... Kurgusuz bir hayat da bir kurgudur nihayetinde...

Bülent Usta (Birgün, 16 Aralık 2009)

GÖRÜLMÜŞTÜR

Posted: 9 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Birgün’de 6 Aralık’ta çıkan Ercan Coşkun’un “Victor Jara Hiç Ölmeyecek!” adlı haberini okurken, bir sanatçıya karşı bu denli büyük bir öfkenin nedenleri ne olabilir diye düşündüm. Önce dipçikle elleri kırılan, ardından 43 el ateş edilerek öldürülen Jara’ya yapılanlar, gerçekte Jara’nın temsil ettiği değerlere yönelikti. Victor Jara Vakfı’nın ısrarlı takibi sonucunda, Jara’nın cesedi üzerinde otopsi yapıldı ve kulaktan kulağa anlatılan ölüm hikâyesini gerçekliği ortaya çıkarıldı: Evet, elleri dipçikle kırılmıştı, bir daha gitar çalamasın diye...

Şanlıurfa’da Belediye Meclisi, Şanlıurfa’daki 12 Eylül Caddesi’nin adını, Demokrasi Caddesi olarak değiştirmiş. Bizim yapabildiğimiz şeyler de bu kadar. En fazla cadde adını değiştirebiliyor ve bu da gazetelerde “12 Eylül’ün İzleri Siliniyor” manşetiyle yer alabiliyor örneğin. Caddelerin adını değiştirerek mi 12 Eylül’ün izleri silinecek? Hiç sanmıyorum. O kanlı darbenin tüm failleri, hesap sorulmaksızın, hatta toplumun kıymetli figürleriymiş gibi ortalıkta gezerken, 12 Eylül’ün yarattığı tüm kurumlar ayaktayken mi, 12 Eylül’ün izleri silinecek?..

Geçenlerde tesadüfen, bir televizyon kanalında, eski DGM savcılardan Mete Göktürk’ü, Veysel Güney’in idam ediliş anını anlatırken gördüm. İdamın infaz savcısı olarak olay yerindeymiş Göktürk... Daha önce kitabından da okumuştum o ânı... Ama tekrar onun ağzından yaşananları duymak, yeniden tüylerimi diken diken etti... İdamı sırasında, dönemin emniyet müdürünün alkollü olması, sıkı yönetim komutanına “paşam bu çocuk asılırken bize küfrederse ne yaparız” sorusuna, komutanın “ipten alır, tekrar asarız” diye karşılık vermesi gibi ayrıntıları nasıl değerlendirebiliriz? Suçsuz bir genci idam etmekle kalmayıp, ailesine işkence yapan, cesedi tutanakla teslim edilmesine rağmen kaybeden kişiler ve onların temsil ettiği değerler, cadde adı değiştirilerek mi silinecek?

12 Eylül’ün izleri, yaşamın her yerinde görülebilir. Ve o izleri silecek tek şey de, o günlere dair tüm olayların, duyguların, fikirlerin izini sürerek ve sorumlularından hesap sorularak, yani tüm ayrıntıların gün yüzüne çıkartılıp gerçekte ne olup bittiğine çıplak gözlerle bakılarak mümkün olabilir ancak. Eğer bu yapılamıyorsa, bunun gerçekleşmesini engelleyen zihniyetin ifşa edilmesi gerekir ki, siyasi partilerin çoğunun, bu zihniyetin bir parçası olduğu açık. Hatta Baykal ve Erdoğan’ın 12 Eylül’ün yargılanmasına dair sözleri de olmuştu. Ama ortada hiçbir icraat yok. 12 Eylül’ün Danışma Meclisi’nde yer alan isimler, televizyon kanallarına çıkıp 12 Eylül’ü savunabiliyorlar hâlâ...

Türkiye’de siyaset ve devlet, her zaman manipülasyon derdinde oldu... Tüm darbeler, göstermelik demokrasiler, her şeyin içinde bir kandırmaca, gerçek niyetin gizlendiği süslü icraatlar ve söylemlerle “görülmüştür” damgalı paketler halinde indirildi yukarıdan aşağıya... Acaba “Demokratik Açılım” da böyle bir paket mi olacak, ya da Ergenekon davası... Göreceğiz... Belki de “görülmüştür”...

Lavinia

Ursula K. Le Guin’in Lavinia adlı romanı, Gürol Koca’nın çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı ya, keyfime diyecek yok bugünlerde. Lavinia denilince, Özdemir Asaf’ın şiiri gelir aklıma: “Sana gitme demeyeceğim. / Üşüyorsun ceketimi al. / Günün en güzel saatleri bunlar. / Yanımda kal.” diye başlıyordu şiir... Elbette Le Guin’in romanındaki Lavinia ile, Asaf’ın şiirindeki Lavinia farklı. Asaf’ınki, Gülenay Börekçi’nin yazısından öğrendiğimiz gibi, pek çok şairi kendisine âşık eden Mevhibe Beyat... Le Guin’in Lavinia’sı ise, Vergilius’un şiirinde savaşçı Aeneas’ın karısı, Latium kralının kızı... Aeneas, Lavinia ile evlenerek Roma İmparatorluğu’nun temellerini atmış... Romansa, Vergilius’un destanında ihmal edilen bu kadın karakter üzerine kurulu... Le Guin, Lavinia üzerinden savaşın doğasını ve erkek-egemen toplumu sorgulayan güçlü bir yapıt ortaya çıkarmış. Neredeyse bizi o yılların dünyasına götürmeyi başaracak kadar ayrıntı ve duygu zenginliğiyle dolu bir yapıt Lavinia... “Bir zamanlar kimdim, biliyorum; kim olabilirdim, onu da biliyorum, ama artık yazmakta olduğum şu satırlardayım yalnızca” diye yazmış kendisini Lavinia... Ah, kim olduğunu ve olabileceğini bilmek, nasıl da büyük bir yüktür insan için...

Bülent Usta (Birgün, 9 Aralık 2009)

YAŞAMA AZMİ

Posted: 8 Aralık 2009 Salı by bülent usta in
0

Kurban Bayramı’nda, akrabalara bayram ziyareti yaparken, bir tür Anadolu turu da gerçekleştirmiş oldum. Köy ve kasabalarda dikkatimi çeken pek çok şeye rağmen, tanık olduğum şeyler arasında hiçbir şey, eşimin dedesinin köyünde gördüğüm ihtiyar eşek kadar etkilemedi beni.

Bir bacağı yaralıydı hayvanın. Öyle böyle bir yara değil, neredeyse yaranın içinden kemiği görünüyordu. Üstelik ağzı da yaralıydı ve ona verilen samanı çiğneyemiyordu bu yüzden. Eşeği yattığı yerden kaldırıp bahçeye çıkardık. Yeşilliği görür görmez ayağa kalkmak istedi. Muhtemelen açtı ve yaralı ayağına rağmen doğrulmak ve önünde uzanan çimlere doğru koşmak istiyordu. Ne yazık ki, her ayağa kalkma teşebbüsü, yıkılışıyla sonuçlanıyordu. Ama hiç pes etmiyor, başını yere çarpıyor olsa da, önünde uzanan o çimlere ulaşmak için çırpınıyordu. Onun yaşama azmi karşısında şaşırdığımı itiraf etmeliyim. O ana kadar, iyileşemeyeceğini öngörüp onu öldürmeyi düşünenlere itiraz etmemiştim. Ama onun yaşama azmi ve coşkusu karşısında diyecek hiçbir şey kalmıyordu.

O ihtiyar eşeğe ne oldu ya da ne olacak hiç bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, o hayvanda gördüğüm yaşama azminin ve coşkusunun akıl almazlığıydı... Ve onu gördüğüm gün, binlerce hayvan dini sebebler yüzünden bıçak altına yatırılıyordu. Dereler, nehirler kan olup akıp gitmişti o gün...

Siz de gazetelerde okumuşsunuzdur, sakinleşmeyen boğanın arka ayaklarını kesen kasabı... Kasap yakalandı ve cezası verildi: 969 TL... Burada sorun kasaba verilen ceza değil, bu ve benzeri olaylara tanık olup olağan bir şeymiş gibi kabullenen insanlar...


Antika Sandık Odası


John Fowles, Süha Sertabiboğlu’nun çevirisiyle 2004’te Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Zaman Tüneli” adlı kitabında milliyetçiliğin eleştirisini yaparken, Garcia Marquez’den bahseder: “Marquez’in öyküsündeki gerçek hainler, gönülsüz intikamcılar değil, gözlerinin önünde, kolayca önlenebilecek bir cinayet işlenmiş olan kasaba halkıdır. Halk bu cinayeti engellemez, duyarsızlık, gelenekler, toplumsal söylenceler ve yerleşmiş alışkanlıklar, onur, görev, gurur vs. gibi lafları etmeden önce durup bir düşünmekten acizlik, ellerini kollarını bağlamıştır.” Fowles, bu elleri kolları bağlanmış halk gerçekliğini, tarihsel bir miras olarak değerlendiriyor. O miras da, totemlerle, fetişlerle, cahillik ve korkularla, bencillikler ve mantıksızlıklarla tıka basa dolmuş antika sandık odasına benzetiyor ki, savaşlara, katliamlara, yoksulluklara, acılara karşı halkın duyarsızlığını başka türlü açıklayamıyor.

Bugünlerde çok çarpıcı bir kitap yayımlandı Everest Yayınları’ndan: “Affet Bizi Marin”... Orhan Miroğlu’nun kitabı, Süryanilerin dününü ve bugününü anlatıyor. Çeşitli tanıklıklar, anlatılar, söyleşilerle bir tarih kitabı ya da incelemeden daha çok, bir ağıda benziyor kitap… Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice dilini konuşmakla övünen, zengin kültürü ve tarihiyle bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan Süryaniler, başka bir gezegende yaşamış meçhul bir halka dönüştürülmüşse, bunun bir nedeni vardı elbette. Onlara yapılan haksızlıklar, katliamlar, sürgünler, unutulacak gibi değil… 1915 Ermeni tehciri sırasında, işgüzar bir valinin Süryanileri de Hıristiyan oldukları için o korkunç tehcire dahil ederek yaşadıkları topraklardan sürmeye kalkışması ve onların mallarına, mülklerine el konulması gibi ayrıntılar, insanın vicdanını kanatıyor. Sadece o mu? Kıbrıs’a asker çıkartılması sırasında bile bu azınlık, 6-7 Eylül Olayları’nın bir benzerinin yaşanacağını düşünüp evlerini barklarını terk etmek zorunda kalmış. Yani sürekli tedirgin ve ürkek yaşamışlar bu topraklarda… Hrant Dink’in “tedirgin güvercin”i misali… Tamam, askerler geldi götürüyor onları… Peki ya halk?.. O Süryanilerin konu komşusu… Miroğlu, Kürt aşiretlerinden bazılarının Süryanilere yaptığı zulümden bahsediyor kitabında… Ermeni tehciri sırasında da, müslüman olanlar, gayrimüslümlere eziyet etmemiş miydi? Daha düne kadar komşusu olan, alışveriş yaptığı kişilerin zulmüne uğramaktan ya da yapılan zulme seyirci kalınmasından daha kötü ne olabilir ki? Fowles’un bahsettiği o miras, yani cahillikler ve korkularla dolu o “antika sandık odası”nı temizleyip kan ve kinden arındırmadan, nasıl müreffeh bir hayat sürülebilir ki bu topraklarda…

Karpuz kabuğundan yaptığı gemiye binip bizleri terk eden sinemacı dostumuz Ahmet Uluçay’ı saygıyla anıyorum… Sinema ve sanat coşkusunu unutmak mümkün değil…

Bülent Usta (Birgün, 2 Aralık 2009)

ABİLER ve CENAZELER

Posted: 25 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Camus’nün naaşını, Panthéon’a taşıma tartışmaları yaşanıyor bugünlerde Fransa’da. Halk desteğini yavaş yavaş yitiren Sarkozy’nin Camus’nün naaşı üzerinden siyaset yaptığı iddia ediliyor. Tıpkı bizde vatandaşlıktan çıkarılan Nâzım Hikmet’e AKP hükümeti tarafından vatandaşlık hakkının geri verilmesi gibi. Camus’nün ölümünün 50. yıldönümünde, mezarı Panthéon’a taşınacak mı bilemiyorum ama, oğlu Jean Camus, varoluşçu ve anti-otoriter bir yazar olan babasının debdebeli bir törenle yeniden gömülmesi fikrine karşı çıkıyor. Üstelik, şan ve şerefi küçümseyen birisi için, devlet töreni düzenlenmesinin tiksindirici olduğunu da eklemeden edemiyor. Albert Camus, gerçekten de şan ve şeref gibi şeylerden nefret etmiş bir yazar. Üstelik devlet denilen örgütlenme biçiminin bireyin varoluşu için aşılması gereken büyük bir engel olduğunu da dile getirmiş bir isim...

Aklıma Ece Ayhan’ın cenaze töreni geldi, Camus tartışmalarını okurken. Onun cenazesine de, sınırlı da olsa devlet erkânından kişiler katılmış, İzmir Belediye Başkanı konuşma yapmış, zamanın başbakanı Ecevit’in de mesajı okunmuştu cenazede… Ecevit’in mesajı şöyleydi: “Ece Ayhan çağımızın büyük ozanlarındandı. Şiirleriyle gönlümüzde yaşayacaktır. Türk şiirinin bu müstesna insanına Allah'tan rahmet diliyorum”. Ecevit’in aynı zamanda bir şair olması, hatta Ece Ayhan’ın arkadaşı olması, bu ilgiyi elbette anlaşılır kılıyor. Ama bir şair ve arkadaşı olarak, Ece Ayhan’ın devlete ve şiire nasıl baktığını da biliyor olmalıydı. Ece Ayhan diyordu ya: “Şiirimiz karadır abiler”… Neden karaydı şiiri? Abiler diye seslendiği kişiler kimdi, bir düşünmek lazım.

Ya da, Nâzım’a yıllar sonra vatandaşlık hakkının geri verilmesini kutlayan siyasiler ya da şairler de, Nâzım’ın şiirini ve siyasi görüşleri yüzünden yaşadıklarını bilmiyor olabilirler miydi? Onu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaparak, hem büyük bir utancı ortadan kaldırmak, hem de onu evcilleştirip salt Türk şiirinin ve kültürünün bir motifine dönüştürmek miydi asıl niyetleri? Yoksa amaç, Nâzım üzerinden bir mesaj mı vermekti? Bakın, bugüne kadar devletin zulmüne uğramış herkesin sözcüsü olacağız. Peki, bu mümkün müydü? Abiler, abiliklerini bırakabilir miydi? Yoksa, abilik mücadelesini kazanmış yeni abilerin, mahallede caka satmak için, önceki abilerin hışmına uğramış olanlara kol-kanat germesi gibi bir jest miydi sözkonusu olan. Böyle bir jeste Nâzım’ın ihtiyacı var mıydı? Hayalini kurduğu, uğruna hapisler yatıp acılar çektiği fikirlerine uygun bir devrim olmadan, ona bir lütuf gibi verilen bu vatandaşlık hakkı için, Nâzım yaşasaydı, ne derdi acaba? Kabul eder miydi bu lütufu?.. Ya da Albet Camus, ezilenlerin azılı bir düşmanı olan Sarkozy’nin yaptığı bu kıyağı, nasıl değerlendirirdi?

Şöyle olsaydı anlardım: Fransa’da edebiyatçılar ve Camus’nün okurları toplanıp eylem yapsa, imzalar toplasa, Fransa’nın önde gelen yazarları “Camus’nün mezarı neden Panthéon’da değil” diye açıklamalar yapıp, bunun çok gerekli olduğuna dair argümanlar geliştirseydi, belki oğlu Jean da, böyle bir tepki göstermeyecekti. Ya da Nâzım’ın vatandaşlık hakkını, Nâzım’ın hayalleri ve fikirleri uğruna mücadele edenler tartışıp, bunun çok gerekli olduğunu iddia edip harekete geçseydi, yine anlaşılabilir bir şey olacaktı. Yani mesele, ele alınan sorunun gerçek öznelerinden bağımsız hareket edilmesi ve bunun yaygın bir tavır haline getirilerek, abilerin kendi aralarındaki hesaplaşmalarda kullanılması... Tıpkı Kürt sorunu etrafında yaşadığımız tartışmalar gibi...

Tutkuların Dansı

Metis Yayınları, bugünlerde Ludwig Wittgenstein’ın “Kesinlik Üstüne – Kültür ve Değer” adlı kitabını yayımladı, Doğan Şahiner’in çevirisiyle... Aslında iki ayrı kitabın tek bir kitap halinde yayımlanması sözkonusu... “Kültür ve Değer”, Wittgenstein’ın 1951’de ölümünden sonra geride bıraktığı folyolar halindeki elyazması notlarından derlenmiş. Bu notlar sayesinde, Wittgenstein’ın sanat ve kültür üzerine fikirlerini öğrenme fırsatını yakalamış oluyoruz. Örneğin ünlü filozof, Shakespeare için şöyle diyor, bir notunda: “Shakespeare’in insan tutkularının dansını sergilediği söylenebilir. Bu sebeple nesnel olmak zorunda, aksi halde insan tutkularının dansını sergilememiş –bunlar hakkında, diyelim ki, konuşmuş- olurdu. Ama o bunları bir dans içinde gösteriyor, doğalcı bir şekilde değil.”

Shakespeare’i ölümsüz yapan da, tutkuların bu dansı değil midir zaten? Ama bizim edebiyatımızda, nesnellik denilince, tutkuların dansı anlaşılmıyor pek. Kenarda durup dans edenler hakkında konuşmayı, nesnellik zannediyorlar hâlâ.

Wittgenstein, başka bir notunda da, “Bugünlerde insanların bilimcilerin onlara bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin, vb. ise onları eğlendirmek için var olduğuna inanıyor. Berikilerin onlara öğretecek bir şeyleri olduğu hiç akıllarına gelmiyor” diyor. 1939’da Wittgenstein’ın şikayet ettiği bu durum, bugün neredeyse sanatın algılanışını tamamen ele geçirmiş gibi gözüküyor. Özellikle sanatın piyasa koşullarına göre şekillenmesiyle birlikte...

Bilim, genellikle yanıtlar peşinde, sanatsa sorular peşinde koşar... Doğru soruyu sormanın, doğru yanıtı bulmaktaki önceliğini insanlar genelde pek bilmedikleri için, böyle bir yanılgının yaşandığı kesin...

Bülent Usta (Birgün, 25 Kasım 2009)

ŞİŞKO BİR ZENCİ KADIN

Posted: 18 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Ünlü romancı Marcel Proust, 87 yıl evvel bugün, yani 18 Kasım 1922’de ölmeden önce “şişko bir zenci kadın” gördüğünü iddia etmiş. Olağanüstü yapıtlar kaleme almış, modern romanın kurucuları arasında yer alan bir yazarın şişman bir siyah kadın halüsinasyonu görmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüm uzun uzun. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan henüz çıkan Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak kitabının yazarı Mehmet Rifat, kitabın biyografi bölümünde, Proust’un bu son sözüne yer vermesinin de bir anlamı olmalıydı. Belki de tuhaflık, Proust’un ölmeden evvel böyle bir söz söylemesi ya da böyle bir halüsinasyon görmesi değil de, benim bu söze takılmış olmamdır. Neden “şişko bir zenci kadın”?..

Marcel Proust’un romanlarından Swann’ın Bir Aşkı’nı okurken (Can Yayınları’ndan çıkmıştı o yıllarda), hiç ara vermemiş ve bir roman okumanın gerçek lezzetini tüm yönleriyle tadmıştım. Beni o kitapta neyin bu kadar çektiğini, sonradan YKY tarafından yayımlanan ve 7 ciltten oluşan Kayıp Zamanın İzinde’nin tüm ciltlerini okumuş olmama rağmen, tam olarak anlamış değilim henüz. Anladığım elbette çok şey var, ama anlamadığım şey, daha lise öğrencisiyken o kitabı bir çırpıda okuyuşumdaki tutku… Mehmet Rifat’ın "Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak" kitabını okurken, o ilk tutkumun kökenlerini de araştırmaya koyuldum. Sonra kitapta Proust’un Yakalanan Zaman adlı romanından alıntılanan şu cümlelere rastladım: "Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar her insanın içinde de her an mevcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez."

Bu köşede yapmaya çalıştığım şeyin bir yönü de, edebiyatın bu özelliğinin altını çizmek oldu genellikle. Çünkü edebiyatın, edebiyatçılarımız tarafından bile yeterince ciddiye alınmadığı duygusunu almışımdır hep… Edebiyatçılar, edebiyattan çok kendilerini ciddiye alıyorlardı sanki. Ya da ciddiye aldıkları başka şeylerin bir aracıydı edebiyat… Yoksa, kendi yapıtlarına yönelik eleştirileri kişiselleştirmelerini başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki...

Mehmet Rifat’ın bir ‘Proust Kitabı’ hazırlamasını, açıkçası uzun zamandır bekliyordum. Hem Boğaziçi’nde verdiği dersler, hem Kitap-lık ve Sanat Dünyamız gibi dergilerde yer alan Proust hakkındaki yazı ve çevirileri, bu kitabın doğuşunu adım adım yaklaştırmıştı bize. Üstelik kitabın, tam da Proust’un ölüm yıldönümüne denk gelen günlerde çıkması, gerçek bir sürpriz oldu benim için. Kitap, ‘Proust Evreni’ başlığı altında, kronolojik olarak ayrıntılı bir biyografiyle başlıyor. Mehmet Rifat, Proust’un romanda ‘kronolojik olay örgüsü’nün hâkimiyetini yıkmasına gönderme yaparak, hazırladığı biyografiye, ‘Kronolojiyi Yıkan Bir Romancının Biyo-Bibliyografyası’ adını vermiş. Tabii burada ‘biyo-bibliyografya’ kavramını kullanmasının da incelikli bir tarafı var. Bibliyografya, bildiğiniz gibi ‘bir konu hakkındaki yayınların tamamı’ anlamına geliyor. Yani, biyografiden tamamen farklı. Rifat, ‘biyo-bibliyografya’ diyerek, Proust’un yaşamını ve eserlerini birbirinden ayrı değerlendirmenin imkânsızlığını göstermek istemiş. Gerçekten de Proust’un, tüm hayatını yedi ciltten oluşan tek bir eseri yazmaya adamış olması bir yana, bu eser, kendi hayatının bir yansıması da… Daha doğrusu, Mehmet Rifat’ın tabiriyle yazdığı bu eserlerle bir ‘Proust Evreni’ yaratmış yazar. Tıpkı tüm ihtişamıyla duran ‘Balzac Evreni’ gibi…

‘Proust Evreni’ bölümünde biyo-bibliyografya dışında, ‘Kendi Anlatımıyla Marcel Proust’, ya da ressam Blanche’ın ‘Marcel Proust Portresi’ ve Proust’un roman karakterlerini ele alan yazılarla yavaş yavaş ‘Proust Evreni’ içinde bir yolculuğa çıkartıyor bizi Mehmet Rifat… Ardından ‘Proust’un Yazma Serüveni’ bölümü ve ‘Proust Albümü’nde yer alan çok özel fotoğraflarından sonra, ‘Eleştirileriyle Proust’u Yaşatanlar’da Barthes, Kristeva, Deleuze gibi düşünür ve eleştirmenlerin çalışmaları ve tespitlerine dair kısa yorumlar karşılıyor bizi. ‘Bir Tanıklık’ bölümünde, Proust’un en yakınındaki kişi olan hizmetçisi Céleste Albaret’le yapılan söyleşi ve yapıtlarından oluşan alıntılarla tamamlanıyor kitap. Ve elbette, Mehmet Rifat’ın titiz çalışmasının bir ürünü olan ‘Kaynakça’ ve ‘Özel Adlar Dizini’de, Proust hakkında çalışma yapacak olanlar için bulunmaz bir fırsat sunuyor.

Mehmet Rifat’ın, Proust’un anlatısına ve dünyasına dair yaptığı incelikli analizler ve keşfettiği ipuçlarını burada tek tek sıralamak kitabın sürprizini bozabilir. Ama romanlardaki anlatıcı ile karakterler arasındaki ilişki ve Proust’un romanlarını bir elbise diker gibi oluşturmasının arka planını okumak, sanırım roman türüyle ilgilenenler için keyifli bir okuma ve keşif süreci olacaktır.

Yazımın başındaki ‘şişko bir zenci kadın’ muammasına dönmek istiyorum. Neden şişko bir zenci kadın? Bu halüsinasyonu düşünürken, aklıma ‘Six Feet Under’ adlı TV dizisindeki bir sahne geldi. Dizinin kahramanlarından Nathaniel, sık sık ölü babasını görür. Yine babasını görüdüğü bir gün, babası şişman bir zenci kadın ve beyaz, zayıf, solgun bir adamla Çin daması oynuyordur. O sahnede, şişman zenci kadın yaşamı, beyaz adam ise ölümü simgeliyordu. Ve yanlış anımsamıyorsam, birbirleriyle sevişiyorlardı da… Yaşamın ve ölümün sevişmesinden oluşuyordu hayat ve tabii ki edebiyat…

Proust’un gördüğü bu halüsinasyonun anlamını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Ama 51 yaşında fiziksel olarak ölen bu yazarın, pek çok dilde yaşadığını ve yaşayacağını biliyorum. Hani kendisi, Rembrandt ve Vermeer gibi sanatçıları, sönseler bile aydınlatmaya devam eden gezegenlere benzetiyor ya, onun Proust gezegeni de, daha uzun süre kendisine has ışınlarıyla hayatımızı aydınlatmaya devam edecek.

Proust, sanatçının ölümsüzlüğüyle ilgili olarak Yakalanan Zaman’da şöyle yazar: "Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açılan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür; bu dünyalar, adı ister Rembrandt olsun, ister Vermeer, ışıklarının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendilerine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ederler.”

Bülent Usta (Birgün, 18 Kasım 2009)

SAVAŞA KARŞI SANAT

Posted: 11 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Nasıl ünlü müzik grupları AIDS ile mücadeleye destek olmak için konserler veriyorlarsa, başını Nobel ödüllü yazar Nadine Gordimer’in çektiği 21 yazar da, “Telling Tales” adıyla kendi seçtikleri öykülerden oluşan bir kitap yayımlamışlardı 2004’te.

Arthur Miller’dan Kenzaburo Oe’ye, Salman Rushdie’den Woody Allen’a kadar pek çok ünlü yazarın öyküsünün bulunduğu kitap, ÇEVBİR, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu UNFPA ve Pan Yayıncılık’ın katkılarıyla Türkiye’de “Dile Kolay” adıyla yayımlandı bugünlerde. Kitaptan elde edilecek gelir ise, AIDS’le Savaşım Derneği ASD’ye gidecek.

Bu türden çabalarda edebiyatçıların da yer alması, bana oldukça mühim geliyor. Mesela bizim edebiyatçılarımız da, Kürt sorununun konuşulduğu bugünlerde bir “Barış Öyküleri Seçkisi” ya da “Savaş Karşıtı Öyküler” seçkisi hazırlasa... Geliri, insan hakları kuruluşlarına gitse... İyi de diyeceksiniz, bir seçkiyi dolduracak kadar savaş karşıtı öykü bulabilir miyiz edebiyatımızda. “Eşik Cini” öykü dergisini çıkardığımız zamanlar, bu türden bir dosya hazırlamaya kalkışmıştık ve öykücülerimizin bu konulara yeterince eğilmediğini, doğrudan savaş karşıtlığını ele alan öykülerin edebiyatımızın en kısır alanlarından birisi olduğunu üzülerek görmüştük. Neden diye sorduğumuzdaysa, savaşarak kurulmuş bir cumhuriyetin, iki dünya savaşı ve soğuk savaşın etkisinde oluşan bir edebiyat gerçeği karşımıza çıkmıştı. Mesela Halikarnas Balıkçısı mahlazıyla tanınan Cevat Şakir’in, “Resimli Ay” dergisine asker kaçaklarını savunan bir yazı yazdığı için, İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılandığını, son anda cezasının sürgüne çevrilerek Bodrum’a gönderildiğini biliyor muydunuz? Şimdi biz, Cevat Şakir’den nasıl siyasi içeriği olan öyküler yazmasını bekleyebiliriz ki... O da, Bodrum’u, balıkçıları ve doğa sevgisini konu edinmiş öykülerinde doğal olarak... Nâzım Hikmet’in başına gelenleri, zaten biliyorsunuz. Askeri öğrencilerin yataklarının altından şiirleri çıktığı için, “ordu içinde kışkırtma çıkartmak istediğine” kanaat getirilerek 15 yıl hapis cezası verilmişti. Bu örnekler çoğaltılabilir... Ama savaş karşıtı öykü örneklerini çoğaltamayız. Belki bundan sonra, hem sinemada, hem edebiyatımızda savaş karşıtı ürünler, kahramanlık hikâyelerinin önüne geçebilir. Daha doğrusu, eğer sanat ve edebiyattan bahsediyorsak, geçmelidir de... Çünkü edebiyatın, ölümün karşısında hayatı savunmaması düşünülemez...

Nadine Gordimer’in Mozambik’teki bir çocuğun gözünden iç savaşın dehşetini anlattığı öyküsü, “Dile Kolay”ın en çarpıcı öykülerinden birisi... Tam anlamıyla savaş karşıtı bir öykü... Annesinin ve babasını savaşta kaybeden bir çocuğun, ninesi ve kardeşiyle birlikte yaptığı yolculuğu anlatıyor. Aklıma “Come and See” filmi geldi, öyküyü okurken. Filmde bir Rus çocuğunun gözünden 2. Dünya Savaşı’nın vahşetini, köylülerin bir kiliseye doldurulup yakılması gibi pek çok sahneyi çıplak bir biçimde gösteriyordu.

“Dile Kolay”da, oğlunu polis kurşunlarıyla kaybeden bir annenin iç dünyasına, Njabulo S. Ndebele’nin “Bir Oğul Yitirmek” adlı öyküsüyle tanık oluyoruz. Oğlunun cesedini almak için para ödeyen, yani oğlunun cesedini satın alan bir annenin öyküsünü... İnsanın aklına bu topraklara dair pek çok anı geliyor ister istemez... Irkçı Güney Afrika polisinin yaptığı şeylere bakarak, ırkçılığın aslında evrensel bir boyutunun olduğunu görüyor insan. O öyküyü, zaman-mekân ve karakterlerinin adlarını değiştirerek, pek çok kültüre ve yaşantıya uyarlamak mümkün. Ve o annenin yaşadığı acıyı, çocuğunu kaybeden her annenin yüreğinde bulmak mümkün.

İnsanın aklına şu basit soru takılıyor, bu türden filmleri izleyip öyküleri okuduktan sonra: Neden hâlâ savaşlar oluyor yeryüzünde? Neden hâlâ ordulara, silahlara ihtiyaç var? 2. Dünya Savaşı’nın vahşetini anlatan yüzlerce film, binlerce roman, şiir, öyküden sonra, neden hâlâ 3. Dünya Savaşı’nın yaşanmasından korkuyoruz, üstelik dünyanın pek çok bölgesinde, televizyonların canlı yayınladığı savaşlar sürerken?.. Bu sorunun elbette yüzlerce yanıtı var... O yanıtları, önem sırasına göre sıralamak da mümkün... Ama bu yanıtlar, yaşadığım bu şaşkınlığı azaltmıyor hiç. Bir insanın nasıl ırkçı olabildiğini hiç mi hiç anlayamıyorum örneğin. Ne kadar Adorno’nun, Serol Teber’in ya da bu konu üzerine yazan yazarların kitaplarını okusam da... Bu yüzden ırkçılığı, domuz gribine benzer bir virüs gibi düşlüyorum daha çok. Ve bu virüs, gündelik yaşamın içinde gelişip büyüyor gitgide... Bu yüzden, gündelik hayat, sanat için ihmal edilecek bir alan olmamalı hiçbir zaman.

Bu arada, bahsettiğim bu öykülere bakarak, “Dile Kolay”ın sadece savaş ve ırkçılık karşıtı öykülerden oluştuğu sanılmasın. Woody Allen’ın o hınzır öyküsü “Reddediliş”, Saramago’nun bir at-adamın etrafında kurguladığı masalsı öyküsü “Sentor” ya da Salman Rushdie’nin ezilen kadınların kurtuluşunu anlattığı “Ateş Kuşunun Yuvası” gibi, ölümün karşısında hayatı savunan ve insanlık hallerini pek çok yönden irdeleyen öykülerle dolu. Üstelik ÇEVBİR’in çok değerli çevirmenlerinin başarılı çevirileriyle, gerçek bir edebiyat zevki de sunuyor kitap...

Bülent Usta (Birgün, 11 Kasım 2009)

KARINCALAR BİLMEDEN SEVERLER

Posted: 4 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bazı kitaplar vardır, hayatınızın bir dönemiyle özdeşleşir, hatta hayatınızın o dönemine şekil verdikleri bile söylenebilir. Geçmişteki bir ânı anımsadığınızda, o âna dair fotoğrafın bir yerinde o kitap gözünüze ilişir. Belki o ana dair çok şey anımsamazsınız, ama fotoğrafın bir köşesinde sessizce duran o kitap, birden konuşmaya başlar. Okuduğunuz her cümle, sizi kayıp anılarınızın başka bir boyutuna götürür ve her şeyi anımsamaya başlarsınız. İşte, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı, benim için öyle bir kitap. Yaşadığım dönemin özelliklerine uygun olarak o kitaba başka kitaplar da ekleyebilirim. Örneğin Paul Nizan’ın “Fesat”ı, Philippe Djian’ın “Betty Blue”su, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı, Hermann Melville’in “Katip Bartleby”si, Hulki Aktunç’un “Bir Çağ Yangını” romanı... Liste böyle uzar gider. Arada, “Bulgaristan Sendikacılık Tarihi” gibi, gerçekte alakasız gibi görünen kitaplar da vardır o listede... Ya da Roland Barhes’ın “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”ı okuduğum zamanları düşündüğümde, içime sevinçle karışık bir hüzün dolar...

YKY, “Aylak Adam”ın 50. yılını, özel bir baskıyla kutluyor bugünlerde... Yeni baskısını alıp eve döndüğümde, edebiyat tarihimizin belki de en ilginç ve gizemli yazarlarından birisi olan Yusuf Atılgan’ın bu özel kitabının sayfalarını çevirdikçe, bir anılar denizinde kayboldum... Bu kitabı okuduğum zamanlar, Beyoğlu, henüz şu an yaşadığı değişimi tamamlamamıştı. Fransız Kültür Merkezi’nin çay ocağı herkese açıktı o zamanlar. Genç edebiyatçılar olarak orada toplanır, çay ve tost eşliğinde yazdığımız ya da yazacağımız yapıtları konuşurduk. Ya da Boğaz’a nâzır “Cennet Bahçesi” de halka açıktı o zamanlar. Özellikle sonbaharda, dökülen yaprakların masa ve sandalyeleri örttüğü o sessizlikte buluşur, hayaller kurardık. İşte “Aylak Adam”, o günlerin bir parçasıydı benim için. Öğrenci olduğumuz için, yarı-aylak sayılırdık ve hepimizin aklında büyük ve gizemli bir soruydu “gerçek aşk”...

Barthes, “yazarların ve yazmanların” sıklıkla birbirine karıştırıldığını, ama gerçekte birbirinden tamamen farklı olduğunu söyler bir yazısında. Örneğin, yazarlar için, “öğreti” ve “tanıklık”, yasaklı bölgelerdir. Onlar, düşünce pazarlamak ya da bir düşünceyi yaymak için çabalamazlar. Dünyanını “niçin”ini, “nasıl yazılmalı”da eritmek isteyen kişilerdir yazarlar. Yazmanlar ise, bir ideolojiye ya da bir şirkete kolayca bağlanabilir varlıkları, bağlandıkları o şeyin var olduğu dönemle sınırlı kalırken, yazarlarsa varoluşlarını yapıtlarının dünyaya sorduğu soruların gücüyle sürdürürler. Barthes, yazmanlığı küçümsemez; hem yazar, hem de yazman olmak zorunda kalınabilir çünkü... Hatta bu, bazen bir zorunluluk da olabilir. Ama Barthes, bu iki yazma ediminin birbirinden farklı olduğunu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğinin altını çizer. Özellikle piyasa şartlarında yazarların daha çok yazmanlığa zorlandığı günümüzde, bu ayrım üzerinde belki de daha çok durmak gerek.

Yusuf Atılgan, bir yazardı. Arkasında sadece üç roman, üç öykü kitabı ve çeviriler bırakan biri olarak, edebiyat tarihimizde kendisine güçlü bir yer edinmiş olmasını, yapıtlarının sorduğu sorularda ve anlatımının gücünde aramak gerek.

“Aylak Adam” için, “romanın kahramanı C.’nin gerçek aşkı arama serüveni etrafında, gündelik hayatın eleştirisini yapmaktadır” diyebiliriz. Ama sadece öyle midir? Sadece bu mudur “Aylak Adam”? Güçlü yapıtları güçlü yapan, onları sadece tek bir boyuta sığdırmanın olanaksızlığıdır aslında. Hiçbir zaman tam olarak açıklanamaz oluşları, onları zamanın içine yayar. Her okuma, başka bir okumaya dönüşür, ve her yanıt bir soruya...

Her sinemadan çıkışımda, “Aylak Adam”ın şu tespitini anımsarım: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor: Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Sonra da, bu durumu değiştirmek için bir öneri yapar “Aylak Adam”: “Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün, dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hepbirden çıksınlar...”

Gerçekten işe yarar mıydı bu, bilmiyorum. Ama o “beş-on dakikalık” canlıları gördükçe, olabilir diye içimden geçirmedim değil. Aslında o “beş-on dakikalık” canlıların daha uzun ömürlü olanları da var. “Beş-on yıllık”, “yirmi-otuz yıllık” ve az da olsa “bir ömürlük”... Sanki devasa bir sinema salonu içinde yaşamış gibi olan bu insanları, “bir ömürlük” canlı yapan iksirin ne olduğu ise bir muamma... Yoksa değil mi?

“Aylak Adam”ın takıldığı bir cümle vardır romanda, uyuyamadığı gecelerde gelip kendisini bulan bir cümle: “Karıncalar bilmeden severler.” Bilmeden sevmeyi başaramadığı için mi, bu soruya takılıp kalıyordu “Aylak Adam”... Bilmeden sevmek mümkün müydü? Belki de, bunu söylerken, hayatın akışına kendisini kaptıran insanları karıncalara benzettiği için böyle söylemiştir. Onların bilmeden sevdiklerini düşünerek... Peki ya bilseler?..

Bülent Usta (Birgün, 4 Kasım 2009)

OKUMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Posted: 1 Kasım 2009 Pazar by bülent usta in
0

Virgül dergisinden bir açıklama geldi e-postama… 12 yıldır yayımlanan Virgül, kapandığını açıklıyordu editöryal bir notla. Şöyle deniyordu açıklamada: “Okumakta olduğunuz, Virgül’ün son sayısı. Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz tahmin edilebilecek ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor.”

Dergiciliğimizin zor günler yaşadığı bir gerçek. Hadi ilan bulmayı, internet ve televizyonun etkisiyle ya da siyasi ve sosyal gerekçelerle yaşanan okur kaybını bir köşeye bırakalım, dağıtım sorunu gibi devasa bir sorunla baş etmek zorunda kalıyor dergiler. Bu sorunu dergilerin kendi başına aşması zor. Bir araya gelip aşmaları da, teoride mümkün, pratikte imkânsız. Özellikle kültür-sanat dergilerinin dağıtımında, bu sorunu aşacak çareler bulunamazsa, pek çok dergi de benzer bir kaderi paylaşacak gibi görünüyor.

‘Virgül’ün kapanması, evet içimi kararttı biraz. Düşünce dünyamızın bir damarı daha eksildi. Çünkü düşünce dünyası denilen şeyin nefes aldığı, kendini yarattığı mecraların başında gelir dergiler. Üniversite öğrencilerinin bile düzenli olarak, ilgi alanlarına uygun dergileri yeterince takip etmediğini düşünürsek, nerede hata yapıldığına dair pek çok soru uyanabilir zihnimizde. Hatta üniversitelerde ders veren hocaların arasında bile, evine hiç aylık dergi almayanlar var. Sadece gazete ve kitap okumak, bir entelektüel için yeterli bir okuma faaliyeti olamaz. Böyle şeyler söyleyince, dergileri suçlayanlara da rastlayabiliyorum. Nerde o eski dergiler diyerek geçmişe özlem duyanlardan, dergilerin içerik olarak yeterince zengin olamadığını söyleyerek editörlerin yetersizliğinden dem vuranlara kadar… En kötüsü, bir dergiden, olamayacağı bir şeyi talep ederek sırtını dönenler… Mesela ‘Varlık’ ya da ‘Kitap-lık’ gibi dergileri, yeterince siyasi, güncel ya da avangard olmamakla suçlayabiliyorlar. Böyle durumlarda benim yanıtım, o bahsettiğin avangard dergiyi sen çıkar oluyor. Çünkü bu dergilerin uzun yıllara dayanan bir geçmişleri, edebiyat anlayışları var ve üstelik kendilerini merkezde tanımlıyorlar. Ama bu durum, onların zaman zaman avangard ya da siyasi boyutu olan dosyalar hazırlamasına da engel olmuyor. ‘Varlık’ dergisi son sayısında ‘Cumartesi Anneleri’ni ele almıştı örneğin. ‘Kitap-lık’ta da Barthes gibi düşünürleri ele alan kapsamlı dosyalara, deneysel öykülere ya da avangard özellikler taşıyan yazılara rastlayabiliyoruz. Ama bu, onların her kesimden okurun ihtiyacını karşıladığı anlamına da gelmez elbette. Üstelik, kendim de bir derginin editörü olduğum için biliyorum ki, hazırlanan her sayı, her zaman aynı zenginliğe sahip olmaz. Ama bu, o derginin önemini ve düşünce dünyamıza kazandırdığı şeyleri de azaltmaz…
Bir diğer eleştiri de, dergi ve kitapların, hatta gazetelerin fiyatlarının yüksekliği meselesi… Cep telefonu ya da başka bir şeye yapılan harcamalar göze batmazken, dergi ve kitaba harcanan paralar, nedense göze batabiliyor. Okumanın bir lüks olarak algılanması, acı bir şey gerçekten de… Okumanın, yemek yemek gibi bir ihtiyaç olduğu anlaşılmadığı sürece de, hayat sıradanlaşmaya devam edecek…

Roman Neyin Çöplüğü?

Konu dergilerden açılmışken, ‘Kitap-lık’ın 131. sayısında, Gürgenç Korkmazel’in ‘Şiir ve Öykünün Çöplüğüdür Roman’ adlı bir yazısı var. Bir romancı olarak, sadece bu başlık bile, yazıya itiraz etmem için yeterli. Ama yazının sonuna doğru yer alan “aslında roman, doğayı yok eden bir sistemle, kapitalizmle başlayan bir şey ve onun bir parçası” sözü, herhalde şaka yapıyor diye düşünmeme neden oldu. Nasıl yani, anti-kapitalist olmak için roman okumamak mı gerekiyor? Özellikle, ‘şairler, gazeteciler, öğretmenler, beş on roman okumuş, eli kalem tutan herkes roman yazmaya soyunuyor artık’ yargısına gülümsemeden edemedim. Evet doğru, roman yazanların sayısında bir artış var. Ama halihazırda yüz elliyi bulan şiir dergisi ve şair bolluğunu düşününce, yazarın bu yargısı hava da kalmıyor mu acaba? Bu topraklarda şiir mi daha çok yazılıyor, roman mı? Ayrıca yazılmasında ne sakınca var… Yazılanlara süzgeçlik yapacak bir eleştiri ortamının var olup olmadığı, çok daha mühim bir mesele değil mi?

Bir de şu var: Yazar, kime denir? Hani, birileri küçümser ya, o da yazar mı, şair mi diye? Sanki bir kutsallık atfedilir yazar ya da şair olmaya… Barthes’ın tabiriyle “Yazar, yazar olmak isteyen kişiye denir.” Yine Barthes’ın dediği gibi, “Yazarı tüketen toplum, tasarıyı iççağrıya, dil çalışmasını yazın yeteneğine, uygulayımı sanata dönüştürür” ki, yazarlık ve yazarın ürettiği yapıtın ilahi değil de bir tasarım ürünü olduğu gözden kaçırılmış olur. Aslında bu, toplumun sanat ve sanatçıya yüklediği anlamla, o anlama duyduğu ihtiyaçla ilgili bir durum. Yoksa, insan edebiyatçı ya da sanatçı olarak doğmaz, yaygın kanının aksine. Ve sanat, yaşanan zamandan, sistemden ve toplumdan bağımsız, başka ‘oluş’a ait de değildir.

31 Ekim-8 Kasım tarihleri arasında İstanbul Kitap Fuarı’nda pek çok yayınevi, yazar ve okur bir araya gelecek. Yüz binlerce kitabın devasa bir alanda sergilendiği böylesine büyük bir etkinlik, kitap tutkunları için, bir tür cennet olsa gerek.

Okumanın, yemek yemek gibi bir ihtiyaç olduğu günlerin özlemiyle…

Bülent Usta (Birgün, 28 Ekim 2009)

SAKLI GELECEK

Posted: 21 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Chris Marker’ın 1962’de çektiği ‘La jetée’ adlı filmindeki o adam gibi, kendimi yeraltında bulunan bir sığınaktaymış gibi hissediyorum bir süredir. Aslında ‘La jetée’ bir tür fotoroman olarak çekilmişti. Fotoğraflar vardı sadece filmde. Anlatıcıya eşlik eden bir müzik ve fotoğraflardan oluşan bu filmi, bir metin örneği olarak üniversitede derste öğrencilere izletmiştim. Filmde anlatılan şeyden çok, nasıl anlatıldığı önemliydi. Aslında tüm filmler, fotoğraf karelerinden oluşan bir metindir nihayetinde. Ve bir film eleştirmeni, o metni okuyarak yorumlayan kişidir. Bu filmi benim için önemli kılan ise, sinemanın en ilkel teknolojisiyle çekilmiş distopik bir bilimkurgu olması. Bir havaalanı, uçaklar, bombardımanda yok edilmiş bir şehir, yeraltında bulunan bir sığınağa saklanmış insanlar ve bir insanın üzerinde gerçekleştirilen deney…

Filmin ayrıntısına girmeyeceğim. Ama o ayrıntılarda gizli olan şeyler, sürdürmekte olduğum tren yolculuğunun kaderini de belirledi. Çünkü aylar evvel, yine bu köşede yaşadığım ve gizli kalmasının iyi olacağını düşündüğüm bir olaydan bahsetmiştim. 26 Kasım 2008 gününe aitti o yazı. Ve o yazıda, kahvehaneye gittiğim bir gün, oturduğum masadaki gazeteleri karıştırırken, 26 Kasım 2018 gününe ait bir gazeteyle karşılaşmamdan bahsediyordum. 10 yıl sonrasına ait bir gazeteyle... Önce bunun bir şaka olduğunu düşünüp kahvehanedeki diğer insanlardan kuşkulanmış, gizlenmiş bir kamera aramıştım etrafımda. Ama sonra, bunun ciddi ciddi 10 yıl sonrasına ait bir gazete olduğuna emin olduktan sonra, büyük bir telaşla evin yolunu tutup, korkudan kapıyı pencereyi kilitlemeyi ve gazeteyi bulabildiğim en gizli yere saklamayı da ihmal etmemiştim. Neler yazmıyordu ki gazetede… Kapitalizmin son kalesinin de yıkıldığından tutun, Fenerbahçe’nin Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandığına kadar bir dolu haber ve yorum vardı içinde. Peki, neden gizlemiştim o gazeteyi? Okuduğum komplo teorilerinden etkilenerek, istihbarat örgütlerinin gazetenin peşine düşeceğini düşünmüştüm çünkü.

Chris Marker’ın filmini izledikten sonra, o gazeteyi sakladığım yerden çıkardım ve bu gazetenin büyülü bir nesne olup olmadığını, bu gazete aracılığıyla, filmdeki o adam gibi geleceğe ve geçmişe yolculuk yapıp yapamayacağımı araştırmaya karar verdim. İşin tuhaf tarafı, gazeteyi en son 26 Kasım 2008’de okumuş ve o gün gazetenin basım tarihinin 26 Kasım 2018 olarak kaydetmiş olmama rağmen, elimde tuttuğum gazete 21 Ekim 2019 gününe aitti. Bunu daha önce nasıl olup da fark edemediğime anlam veremedim önce. Bu, müthiş bir şeydi… Gazete, sürekli olarak kendisini yeniden yazıyor ve her gün, on yıl öncesine ait haberler ve yazılarla dolduruyordu sayfalarını…

Ânı Yaşamak

Asıl mühim nokta, büyülü bir nesne olan bu gazetede yazılanların doğru olup olmadığıydı. Belki de bir fantezi olarak geleceği tasarlıyordu bu gazete, günümüzdeki ‘boyalı basın’ın yaptığına benzer. Belki de 10 yıl sonra, Dünya yok olacaktı. Chris Marker’ın filminde olduğu gibi, bir avuç insan yeraltında bir sığınağa sığınıp, nerede hata yaptık diye düşünecek, çareler arayacaktı. Çünkü, gazetenin yazdığına benzer olumlu gelişmelere günümüzde pek rastlamıyordum. Şüpheci bir gözle gazeteyi okumaya başladım ben de… Acaba yazılanlar doğru olabilir miydi? Sonra gazetedeki bir yazı dikkatimi çekti. Şöyle diyordu yazıda: “Uzunca bir süre, insanlar geçmiş ve geleceğin olmadığı bir hayat sürdüler. Kapitalizm insanlara ânı yaşamalarını telkin ediyordu. Geçmişin ve geleceğin olmadığı bir hayat… Bu sayede, insanın performansının ve özgüveninin artacağı ima ediliyordu. Ânı yaşamak, tüketmek demekti çünkü. Bir ilişki mi yaşıyorsun, ânı yaşa… Öncesi ya da sonrasının önemi yok. Gelecek, sadece kaygı verici bir şey olarak algılanıyordu, geçmişse sıkıcı ve eski… Ütopyaların itibarı azalmış, partiler günü kurtarmaya yönelik politikalar üretiyor, kapitalistler doğaya ve insana verdikleri zararın nelere yol açacağını düşünmeden sadece kâr hesapları yapıyorlardı. Apolitiklik, politik bir refleks olarak toplumun her kesiminde yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. Çünkü politika demek, geçmiş ve gelecek demekti. Politika, şirketlere dönüşmüş partilerin hayal ve fikir pazarladıkları bir piyasaya dönüşmüştü zamanla. Kimin daha çok parası varsa, ürettiği politik ürünlerin o kadar çok reklamı yapılıyordu. İşte tüm bu olup bitenlerden sonra, bildiğiniz gibi…”

Yazının geri kalanından bahsetmeyeceğim. Çünkü, gelecekten vereceğim her haber, geleceğin gerçekleşmesini engelleyebilecek bir kırılma yaratabilir. Ama gelecekten bakarak günümüzü yorumlamak ve ne yaptığımızı görmek için o gazetede yazan yorumlar çok daha mühim… Ama bunun için, sadece geleceği yazan bir gazete de gerekmiyor elbette. Pek çok roman, öykü, şiir, geçmişten olduğu kadar gelecekten de haber getirmiyor mu zaten? Ne kadar farkındayız, onların gerçekte büyülü birer nesne olduğundan?

Aslında gazete dediğimiz şey, ‘boyalı basın’ diye tabir edilen gazetelerin tam tersine, günümüze bakıp gelecekten haber veren bir aygıta dönüşebildiği oranda, hayata etkide bulunan büyülü bir nesne olacaktır. Ama bunun için, Chris Marker’ın ‘La jetée’ adlı filmindeki anlatıcının dediği gibi, ‘başka bir zamanı tasavvur veya hayal edebilecek insanlar’ olması gerekiyor. Kendisini, ânı yaşamanın büyüsü ve rahatlığından koparmış insanlara… Sanatın, bilimin, felsefenin içinde, geleceğe dair gizli mesajlara ulaşacak insanlara…

Bülent Usta (Birgün, 21 Ekim 2009)

NASIL BİRLİKTE YAŞANIR?

Posted: 14 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir süredir üniversitede ders vermek için haftada bir gün, üç ayrı taşıta binip yolculuk yapmak zorunda kalıyorum. Uzun zamandır böylesine otobüslerde vakit geçirmediğim için, İstanbul’un trafiğini unutmuşum. Otobüsler, vapurlar tıkış pıkış… İnsanlar inanılmaz gergin… Öyle ki, bir yolculuk sırasında –tesadüf olsa gerek- üç ayrı kavgaya tanık oldum.

Etrafımı saran kalabalıktan kendimi korumak için, eğer oturma şansı bulmuşsam bir kitabın sayfaları arasında kaybolmaya çalışırım. Bu çoğunlukla bir roman ya da öykü olur. Bedenim, o otobüste, ama ‘ben’ başka bir yerdedir artık. Böyle yapmamın nedeni, insanlardan hoşlanmadığım için değil. Tüm bu yabancı insanların bedenleriyle bedenim arasında mesafenin fazlaca kısa olması… Bilimsel makalelerden birisinde okumuştum: İnsan beyni, yabancı olarak duyumsadığı varlıkların bedene fazlaca yaklaşmasıyla birlikte alarm durumuna geçiyormuş. Bir tür kendini koruma çabası… İnsanların kulaklığını takıp müzik dinlemesi bile, aslında kalabalıkla bir mesafe yaratmak içindir bir bakıma. Çünkü nasıl insanlarla birlikte olma ihtiyacı duyuyorsak, yalnız kalma, kendi içimize dönme, başkalarının varlığını duyumsama ihtiyacımız gibi, kendi varlığımızı da duyumsama ve yaşama ihtiyacı duyarız nihayetinde.

İşte bu otobüs yolculuklarımdan birisinde, tesadüf olsa gerek, Roland Barthes’ın Sel Yayıncılık’tan çıkan ‘Nasıl Birlikte Yaşanır’ adlı kitabını okuyordum. Şöyle diyordu Barthes: “Evlerde, apartman dairelerinde, trenlerde, uçaklarda, derslerde, seminerlerde lükse sahip olmak demek, çevresinde yer olması demektir.”

Kritik uzaklığı bulmadan ve düzenlemeden birlikte yaşamak, bence de pek mümkün gözükmüyor. Panik atağın ve stresin neredeyse modern yaşamın bir parçası haline gelmesi, bu kritik uzaklığı düzenlemeye ihtiyaç duyulmamasıyla alakalı gibi geliyor bana. Daha da önemlisi Barthes, yaşamak için zorunlu olan bu kritik uzaklığı, birlikte yaşayan öznelerin mesafe ahlakıyla açıklıyor. Ama bu ahlak, ahlaka dair her şeyde olduğu gibi çeşitli sorunları da taşıyor içinde: Bedenlerimizi zırhlarla mı kaplayarak kendimizi koruyacağız? Yoksa, zırhları tamamen kaldırmanın yollarını mı arayacağız? En önemlisi, o kritik uzaklığı, neye göre belirleyeceğiz?

Barthes, kitapta ortaya bir kavram atıyor: ‘idyoritmi’… İdyoritmi, her bireyin kişisel ritminin yerini bulduğu birlikte yaşama anlamına geliyor. Özerkliğini kaybetmeden topluluk üyesi olanlara örnek olarak da, ilk Hıristiyanların keşişlerinden Seylan’ın ılımlı Budist keşişlerine kadar bir dizi örnekten yola çıkarak bu kavramı görünürleştirmeye çalışıyor. Thomas Mann, Emile Zola ya da Daniel Defoe gibi yazarların romanlarından yola çıkarak idyoritmi meselesine farklı boyutlar kazandırıyor. Ama amaç, idyoritmiye dair tanımlamalar yapmak, hazır reçeteler sunmak değil. Daha çok yöntemli sorular sordurmak ve çeşitli dizgeler içerisinde idyoritmiyi göstererek tartışmak… Ayrıca, Barthes’ın ‘idyoritmik birlikte-yaşama ütopyası’nı araştırması toplumsal bir boyut da taşımıyor, Fourier gibi düşünürlerde gözlemlediğimiz gibi. Barthes, bu kitapta yer alan derslerine, ‘kişisel kullanıma yönelik ütopya’ olmamasına duyduğu açlıkla başlıyor zaten. Derslerinde romanlara bu kadar çok yer vermesi de, kişisel ütopyalar dediğimiz şeyin daha çok romanlar aracılığıyla mümkün olmasından kaynaklanıyor bir bakıma.

İdyoritmi bozulmuş bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Bu ritmi, devletten kapitalizme kadar pek çok şey bozuyor. Herkesin gergin olmak için öyle çok nedeni var ki… Mesela, otobüste bu kitabı okur ve birlikte nasıl yaşayabileceğimizi hayal ederken, otobüs şoförü yolculardan birisiyle kavgaya tutuştu. İkisinin de gergin olma nedeni anlaşılabilirdi.

Birbirlerine yumruk atacak, hakaretler yağdıracak kadar onları geren, strese sokan o kadar çok şeyden bahsedebiliriz ki… Bu olayın ardından kadın yolculardan birisi tacize uğradı ve olaya müdahale eden bir erkek, tacizci erkeği yumruklamaya başladı. Olay orada da kalmadı. Kavga edenler otobüsten indiğinde, taciz edenin arkadaşları birikti ortalıkta ve kısa süreli bir linç girişimi de yaşandı bu arada. Kalabalığın büyük bir kısmı, televizyondan izler gibi izlemişti yaşanan linç girişimini…

Prozac toplumu diyerek günümüz insanını eleştirmek kolay gözüküyor. Ama bu koşullarda, insanların o kritik uzaklığı yaratmak için çeşitli araçlara ihtiyaç duyması kaçınılmaz. Ama bu sorunun farkına varmak ve nedenleri üzerine düşünmek çok daha mühim olsa gerek. Yani işin içine sadece psikologları sokmak, sosyologların tespitlerinden, siyasetbilimcilerin yorumlarından faydalanmak yetmiyor.

Bir göstergebilimci olan Roland Barthes’ın bu çalışması, soruna bir başka gözle bakmamız için oldukça mühim. Ama Barthes’ın kitabı, Barthes’ı ilk kez okuyacaklar için zorlayıcı bir kitap. Üstelik kitabın, derslerin ses kayıtlarından hazırlanmış olması ve Barthes’ın ‘parçacıklar’ adını verdiği şeyler uyarınca düzenlenmiş olması da, alışıldık okuma etkinliğinden daha fazlasını talep ediyor okurdan, kaçınılmaz olarak.

Ricœur’ün kitaplarında da gördüğümüz gibi, Barthes, bu dersler aracılığıyla okura düşünce mutfağını açıyor bir bakıma. Oluşturduğu dizgeler içerisinde bir düşünce akışı içinde deviniyor insan. Aslında alışık olduğumuz şey, yazar ve düşüncelerin mutfağı değil, o mutfaktan çıkanlardır genellikle.

Beni, bu kitapta en çok kışkırtan şeylerden birisi de, Barthes’ın ‘kişisel kullanıma yönelik ütopyalar’ tespiti oldu… Ütopya değil, ütopyalar… Sadece toplumsal değil, bireysel ütopyalar… Sanırım roman türünün günümüzde sırtını yaslayacağı yer de bu kişisel ütopyalara duyulan ihtiyaç olacak… Çünkü insanın sadece toplumla değil, kendisiyle de arasına mesafe koyacağı yaşamsal ve düşünsel araçlara duyduğu ihtiyaç, her geçen gün daha da artıyor.

Bülent Usta (Birgün, 14 Ekim 2009)

HER GÜN CUMARTESİ

Posted: 7 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Varlık” dergisinin son sayısında, edebiyatçı kadınlara “Cumartesi Anneleri” sorulmuş. Belki de “Cumartesi Anneleri”nin acısını, kadın olarak onların daha iyi hissedebileceği düşünülerek… Erendiz Atasü, Zeynep Aliye, Gülseli İnal, Oya Uysal, Nalan Barbarosoğlu, Deniz Durukan, Müge İplikçi, Şebnem İşigüzel ve Betül Dünder, “Cumartesi Anneleri”nin acısını paylaşan, kendilerini nasıl etkilediğini anlatan çarpıcı yanıtlar vermişler bu soruşturmaya.

Soruşturmanın girişinde, “Sosyalist olmak, sendikacı olmak, muhalif olmak, Kürt olmak, Korucu olmayı reddetmek kaybedilme nedeni oluyordu” diye yazıyor. Ve İHD’nin kayıtlarına göre, kayıp sayısı 1251 olarak gözüküyormuş. 1251 insan, 90’lı yıllardan bu yana, cesetleri bile bulunmayacak şekilde kaybedilmişti. Ve bu kaybedilen insanların anneleri, 27 Mayıs 1995’ten itibaren tam 200 hafta boyunca, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde toplanmaya başladı. Her geçen hafta, gözaltında kayıplarla birlikte, toplanan annelerin sayısı da artıyordu.
“Cumartesi Anneleri”nin sayısı arttıkça, polisin müdahalesi ve baskıları da artmaya başladı. Zaten acı içinde olan bu anneler, bir de saçlarından tutulup yerlerde sürükleniyordu. Her şeye rağmen onlar orada toplanmaya devam ettikçe, onların varlığından duyulan korku da arttı. Sonunda “Cumartesi Anneleri”ne Galatasaray Lisesi’nin sadece önü değil civarı da yasaklanır hale gelmişti.

Bir yazımda şöyle yazmışım o günlere dair: “Onların yanına oturduğum bir gün, tellerin üzerine konmuş kargalardan ya da güvercinlerden birisi üzerime pislemişti. Cumartesi Anneleri’nden birisi, belki gözyaşını silmek için yanında getirdiği kâğıt mendille omzumdaki kuş pisliğini silmişti. Ama öyle bir silmişti ki, sildiği şeyin bir kuş pisliği olmadığını anlamıştım o an. Bende kendi oğlunu gördüğünü hissetmiştim dokunuşundan. O temasla birlikte onların acısı bana da geçmişti sanki. Ellerinde tuttukları resimlere daha bir dikkatli baktım bu defa. Baktıkça baktım, baktıkça baktım ve o resimlerdeki kayıp insanların gözlerinde onlarla birlikte kaybolan şeyleri hatırladım birer birer.”

On yıl aradan sonra, 31 Ocak 2009’dan itibaren “Cumartesi Anneleri”, Galatasaray Lisesi önünde yeniden görülmeye başladılar. Sanırım onların tekrar ortaya çıkması, unutturduk diyenlerin korkularını yeniden canlandıracak. Ama canlanacak olan sadece katillerin korkusu olmayacak elbette…

“Varlık” dergisinin soruşturmasına dönecek olursak, edebiyatçı kadınların yanıtlarının, daha çok annelerin acılarını paylaşmaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Kimse, bu kayıpların nedenleri üzerine eğilmemiş. Sanırım bu da, edebiyatçılara biçilen “vicdan” göreviyle alakalı. Şebnem İşigüzel, “bu ülkenin bir vicdan sorunu olduğunu düşünüyorum” diyor örneğin yazısının başında.
Ama “vicdan” dediğimiz şey, kendi başına bağımsız ele alınabilecek bir şey değil ki… O “vicdan sorunu”nu yaratan nedenler, “vicdan sorunu”ndan çok daha mühim bence… Sanatçılar, toplumun sadece vicdanı değil, aklı da olabilmeli… Ve o akıl, içinde vicdanı da, duyguları da, sezgileri de barındıran bir akıl olduğu için, çok daha değerli ve işlevli bir akıl olacaktır…

Kadınlar Dile Gelince

“Kadınlar Dile Gelince” adlı bir kitap yayımlandı bugünlerde Amargi Yayınevi tarafından… “Amargi”, bildiğiniz gibi feminist bir dergi… Pınar Selek, kitaba yazdığı önsözde, “Amargi”yi “bir özgürlük atölyesi” olarak tanımlıyor ve bu atölyenin varlık nedenini de, “sadece cinsiyetçiliğe karşı değil, tüm varlıkları mutsuz eden içiçe geçmiş bütün iktidar ilişkilerine karşı politik özneler haline gelmek” olarak tanımlıyor. “Bilgi üretiminin toplumsal yaşam ve politikadan koparak ayrı kompartımanlarda kurumsallaşmasını” ataerkil örgütlenmeye bağlayan Selek, "bağlantılı olduğunu da gördüğümüz için hem eyliyoruz, hem düşünüyoruz” diyerek, Amargi’nin faaliyet alanını da göstermiş oluyor.

Aslı Güneş’in hazırladığı, Nurcan Bayraktar, Zeynep Demirsü, Figen Öcal, Güliz Özarslan, Özlem Denli, Gülru Dede, H. Ezgi Doğru, Sanem Güner, Suzan Karaibrahimoğlu, Nil Perçinler, Yurdagül Sayıbaş, Neşe Ceren Tosun, Berna Turhan, Ayda Baloğlu, Deniz Bekdemir, Gülhan Davarcı, Başak Güntekin ve Çiğdem Mater’in yazılarından oluşan “Kadınlar Dile Gelince”, Amargi çatısı altında oluşturulan “Küçük Hanımefendi’nin Edebiyat Atölyesi”nin bir ürünü…

Flaubert’in “Madam Bovary” adlı romanından Virgina Woolf’un yapıtlarına, Sevgi Soysal’ın “Tante Rosa”sından Adalet Ağaoğlu’nun “Üç Beş Kişi” adlı romanına kadar, bir dizi yapıtın içinde kadın kahramanların bıraktığı izleri takip ederek, edebiyatın erkek egemen yüzünü açığa çıkarıyorlar. Hatta kadın yazarların bile, yapıtlarını oluştururken nasıl erkekleştiklerini, yine edebiyatın içinden eleştiri getirerek sorgulamaları, oldukça dikkat çekici…

Bülent Usta (Birgün, 7 Ekim 2009)

OKUMANIN ULVİYETİ

Posted: 30 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Son zamanlarda gerçekleştirilen uyuşturucu operasyonlarına ve yakalananların kimliklerine bakınca, ortaya çıkan manzara kimseye ilginç gelmeyecektir. Ya da üçüncü boğaz köprüsünün iştahları kabartan rant hesapları ve hesaplaşmaları… Çürümek ve çürütmek kapitalizmin doğasında olan bir şey. Nasıl olmasın ki tüm bunlar, böyle bir sistem içerisinde. Sistem bataklık, bu yakalananlar da sinekten başka bir şey değil sonuçta. Fredric Jameson’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Ütopya Denen Arzu” adlı kitabında, ütopyaları umursayanların azaldığından yakınması boşuna değil. Jameson, "Bizi düşmanın varlığı değil, genel inanış elden ayaktan düşürüyor," diyor ama, bu “genel inanış”ın kendiliğinden doğmadığını da belirtmekte fayda var. Kapitalistler, bu genel inanışı yaratmak için öylesine uzun ve sistemli bir mücadele uyguladılar ki, bu “sanki” bir genel inanışa dönüştü. Sadece herkes, bugün uygulanacak mücadelelerin eski araç ve yöntemlerle ve elbette inanışlarla mümkün olamayacağını biliyor. Solun, artık yeterince hayal kuramadığı, alternatif bir dünya sunmak konusunda isteksiz davrandığı da çok açık… Herkes sistem içerisinde çareler düşünüyor ya da sürekli bir yakınma ve eleştirel bir çaresizlik içinde söz alıyor. Kapitalizmin kriz müptelası varlığı bile yeterince anlatılamıyor bu yüzden. Üstelik bir de, ulusalcılık, liberallik gibi solu dejenere eden söylemlerle boğuşulmak zorunda kalınıyor.

Daha önceki yazılarımda, solun geleceği düşünmeyi bırakmasının sakıncalarından bahsetmiştim. Eğer geleceğe dair bir öngörünüz yoksa, yolunuzu şaşırmanız ya da çıkmaz sokaklara takılıp kalmanız çok kolay. Belki Jameson’ın ciddi bir ütopya savunusu olan “Ütopya Denen Arzu” adlı kitabı bize bir fikir verebilir. Bir tür ütopya arkeolojisi yapmaya çalışan yazarın bilimkurgu yapıtlara yönelik yaptığı tespitler de oldukça önemli ipuçları sunuyor.


Korkunç Eleştirmenler


Futbol maçı izlemekle kitap okumak arasında bir fark var mıdır, olmalı mıdır, neden?
Bu soruyu bana sordurtan, romanlarını zevkle okuduğum, yazdığı her şeyi yakından takip etmeye çalıştığım Nick Hornby’nin Sel Yayınları’ndan çıkan “Shakespeare Para İçin Yazdı” adlı kitabı oldu. Aslında itiraf etmem gerekirse, “Hece Cümbüşü” adlı kitabından sonra biraz hayal kırıklığına da uğramadım değil. Özellikle, onun tabiriyle “ciddi dergilerden birinde yazan bir eleştirmen”e verdiği yanıttan sonra… Eleştirmen, “ihtiyacımız olan şey, kötü kitaplar hakkında daha açık sözlü olunmalı” demiş. Hornby, “korkunç bir kadın” dediği bu eleştirmeni, ironik üslubuyla öyle bir aşağılıyor ki... Ona göre, dünya “korkunç eleştirmenler”den arındırılmalı ki, insanlar diledikleri gibi rahatça okuyabilsinler… Hornby’nin bu tespitine bakarak, en azından İngiltere’de hâlâ “korkunç eleştirmenlerin” yaşadığını anlıyoruz. Bunun İngiliz edebiyatı için büyük bir şans olduğu ortada… Çünkü bizim edebiyatımızda “korkunç eleştirmenler” maalesef yeterince yok.

Peki, “korkunç eleştirmenler”den kimler hoşlanmaz… Bu “korkunç eleştirmenler” ne diye durduk yere korkunç olurlar da, böylesi aşağılama ve nefretle karşılaşırlar? Öncelikle, eleştirmenleri korkunç yapan şey, kitabın alınıp satılan bir nesne olmasıdır. Ve eğer, bir eleştirmen bir kitap hakkında olumsuz bir şey yazacak olursa, kitabın satışını olumsuz etkileyeceği için, o eleştirmen korkunç olur. Piyasa, edebiyatı, herhangi bir endüstrinin konumuna indirmek için eleştirmenliği reklamcılıkla takas etmeyi istiyor artık. Aynı durum, sinema için de geçerli… Sık sık sinema eleştirmenlerine de “korkunç” diyenlere rastlayabiliyoruz.

Aslında bir kitabın kötü eleştiriler almasının, o kitabın satışını etkilediğini söylemek de her zaman doğru değildir. “Korkunç eleştirmen”in yapmak istediği şey, eleştirdiği kitabın satışını engellemek değildir ki zaten. İsteyen istediği kitabı okuyabilir. Bugünlerde gırla satan komplo kitapları, hangi eleştirmenden övgü almıştır. Ya da bestseller dediğimiz türün eleştirmenlerin övgüsüne ihtiyacı yok ki zaten… Ama birisi çıkıp da, iyi edebiyatçı pozlarında, yazdığı kötü bir yapıtı eleştirmenlere iyi edebiyat diye yutturmaya çalışıyorsa, o “korkunç eleştirmenler”in de söyleyeceği bir şeyler olacaktır muhtemelen. Çünkü edebiyat, piyasa koşullarına teslim edilemeyecek kadar değerli bir şeydir o “korkunç eleştirmenler” için. Bir başka yazımda o “korkunç eleştirmenleri” şöyle tarif etmiştim: “Eleştirmen, okuru yani o ‘ideal okur’u düşünerek yazarı eleştirir. Üstelik sadece tek taraflı değildir. Okur nezdinde değeri anlaşılamamış bir yazarı da ‘okur’a karşı savunur, ‘okur’a açıklamalarda bulunur, o yazarın değerinin gün yüzüne çıkmasına yardımcı olur, iyi edebiyat yapmayı teşvik ederek edebiyatın çıtasını yükseltir.” Ama ‘okur’un ‘müşteri’ye dönüştüğü bir ortamda, iyi eleştirmenlerin de “korkunç eleştirmenler”e dönüştürülmesi ve mümkünse piyasa dışına atılması kaçınılmazdır.

Nick Hornby, aslında oldukça iyi bir okur. İyi bir yazar oluşu da, iyi bir okur oluşuyla alakalı zaten. Ama her iyi yazar, iyi bir eleştirmen olmak zorunda değildir. Eleştiri, başka bir şeydir, okur olmak ya da beğeni sahibi olmak başka bir şey… Ben, Hornby’nin kitaplar arasında gerçekleştirdiği serüveni başka bir gözle okuyorum bu yüzden. Onun o neşeli ve ironik üslubundan ve yaratıcı tespitlerinden aldığım keyif başka, “korkunç eleştirmenler”den öğrendiğim şeyler başka… Hornby, kitabın bir yerinde o ay çok fazla futbol maçı izlediği için neredeyse hiç kitap okuyamadığından şikayet ediyordu. Ve bu yüzden yaşadığı suçluluk duygusundan bahsediyordu. Kitap okumakla futbol maçı izlemek arasında nasıl bir fark vardı ki, Hornby, suçluluk duygusu hissetti diye düşündüm o an. Kitap okumak, daha ulvi bir şey miydi futbol maçı izlemekten. Üstelik bunu Arsenal fanatiği bir yazar söylüyordu. Bir futbol hastası olarak, böyle bir duyguyu hiç yaşamamıştım. İnsanın, kitap okumak yerine seviştiği için suçluluk duygusu yaşamasına benziyordu bu durum. Şimdi birileri, futbol ve seks aynı şey mi ki, diye sorabilir… Futbol ve kitap okumak da aynı şey değil… Kitap okumak, insanın yaşamında ne zamanki yeme-içme gibi bir etkinlik konumuna gelir ve sahip olduğu o ulvi yerden indirilirse, işte o zaman futbol maçı izlemek ya da sevişmek kadar keyif verici bir ayrıntı haline gelir ve daha çok yer kaplar yaşamımızda…

Bülent Usta (Birgün, 30 Eylül 2009)

KORKUYORUM LİDİA!

Posted: 23 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Siirt’te ‘zırhlı’ bir askeri araca taş atanlara, elindeki otomatik silahla yedi kurşun sıkan ve göstericilerden birinin ölümüne neden olan askere ceza verilemeyeceğini hükmetmiş… Sebep olarak da ‘bölgenin özellikleri’ gösterilmiş. Demek ki, bölgeden bölgeye farklılıklar gösteriyor yasalar. Bu karara bakarak, eğer Güneydoğu’da görev yapıyorsanız taş atana kurşun sıkabileceğiniz anlamı çıkmıyor mu? Sık sık kitlesel nümayişlerin düzenlendiği o topraklarda, demek ki daha pek çok gösterici can verecek bundan böyle. Çünkü eğer, ortada bir zırhlı araç ve silahlı adamlar varsa, o zırhlı araca mutlaka birileri taş atacaktır. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Taş atılacağı içindir ki, o araçlar zırhlıdır. Asayişçilerle nümayişçileri karşı karşıya getiren gösterilerde, zırhlı araçlara mutlaka birileri bir şey atar. Ve o zırhlı araçlarda bulunanlar da ya su sıkar ya da göz yaşartıcı bomba atar ve oyun böyle sürer gider. Eğer birisi, aracından çıkıp otomatik silahla göstericilerin üzerine ateş açabiliyor ve yasalar onun yargılanmasını engelliyorsa, bilin ki bu katliamlara davetiye çıkarmaktır. Taş atan çocukları hapse atmamız yetmedi, şimdi hepsini teker teker mezara gömeceğiz anlaşılan.

Yolculuk ettiğim trenin penceresinden bakarken, aklıma Pessoa’nın Ricardo Reis imzasıyla yazdığı bir şiirin dizeleri geldi: “Yazgı korkutuyor beni, Lidia. Hiçbir şey kesin değil” diye başlıyordu şiir ve şöyle bitiyordu: “Yeğleriz bildiğimiz yetersiz hayatı / Yeniliğe, o uçuruma.” Pessoa’nın şiirlerinden seçmelerin bulunduğu ‘Uzaklıklar, Eski Denizler’ adlı kitap, Cevap Çapan çevirisiyle Can Yayınları’ndan daha yeni çıktı. Daha önce, Işık Ergüden’in çevirisinden okumuştum bu şiirlerin bazılarını. Tren yolculuğum devam ederken, yanıma Fernando Pessoa’nın oturması bu yüzden. Elimde kitabı, şiirlerini mırıldanıp duruyorum, taş atan çocukları düşünürken.

Neden yeğleriz bildiğimiz hayatı, yeniliklere? Başka türlü yaşayabilecekken, neden bu yetersiz hayatları yaşamaya zorlarız kendimizi? Pessoa’nın dediği gibi korkarız çünkü. “Her an bir şey olabilir ne isek onu değiştirecek.” İşte ondan korkarız, ne isek onu değiştirebilecek şeylerden. Bu bir şiir bile olabilir ya da sanata ve siyasete getirilen yeni bir bakış… Bu bir aşk da olabilir, yaşadığınız her ne varsa, tümden geçersiz ve değersiz kılacak…

Lidia, beni de yazgımız korkutuyor, ama korkumun nedeni başka… Korkum, bu değişimden korkanların korkusunun yol açacağı şeyler… Ben, onların korkusundan korkuyorum. Yaşadıkları o korku, onlara çok fena şeyler yaptırıyor ve daha da yaptıracak... Çünkü artık zamanı durduracak silahları yok ellerinde. Her şey değişiyor ve daha da değişecek… Siyasetten sanata hiçbir şey olduğu gibi kalmayacak. Ve bir şeyler değiştikçe, onların bizi yetersiz bir hayata mahkûm eden anlayışları yavaş yavaş teşhir olacak. Ama bu kolay olmayacak Lidia… Hiç kolay olmayacak…

İçimizdeki Sayısız Varlık

Pessoa, Lidia’ya yazdığı o şiiri başka düşüncelerle yazmıştı muhtemelen. Ama her şiir, okunduğu yere ve kişiye göre farklı anlamlar kazanıyor ister istemez. Kafka’nın bu topraklarda okunuş şekliyle, İsviçre’de okunuşu aynı olabilir mi? Hatta insanın okuduğu zamana ve ruh haline göre de şekil alır okuma dediğimiz şey. Pessoa’nın bir başka şiirini anımsıyorum, orada şöyle diyordu: “Sayısız varlıklar yaşar içimizde, / Düşünsem de, hissetsem de, bilemem / Kim ne düşünür, ne hisseder. / Yalnızca hissedilen ve düşünülen / Bir mekânımdır ben.” Edebiyatı ve dolayısıyla hayatı mümkün kılan da, içimizdeki sayısız varlıklardır. Ve bu sayısız varlıklardan en çok haberdar olan ve başkalarını haberdar eden de sanatçılardan başkası değildir. İşte bu yüzden edebiyat ve sanat, özü gereği politiktir. Politik sanat diye dayatılan şey ve sanata politik müdahaleler de, bu yüzden sanatın sahip olduğu bu özü yok etme amacından başka bir şeye hizmet etmez. Onlar, içimizde yaşayan sayısız varlıktan korkuya kapılarak, kendileri için makbul olmayan varlıkları yok etmek istedikleri için bunu yaparlar.

Murat Gülsoy’un yeni bir kitabı çıktı bugünlerde Can Yayınları’ndan. ‘602. Gece’ adını taşıyan bu kitap, Gülsoy’un edebiyat ve sanat üzerine düşüncelerini aktarıyor. Kitabın bir yerinde, Nazilerin zulmüne uğrayan modern sanat eserlerinden de bahsediyor Gülsoy. Alman ruhuna aykırı olan eserlerin büyük bir kampanyayla nasıl yok edildiğinden… Ve yazarların nasıl Alman ruhunu övecek eserler yazmaya zorlandıklarından… Aklıma Nâzım Hikmet’e yapılanlar, 12 Eylül’de yakılan kitaplar ve filmler de geliyor. İster sol olsun, ister sağ, her türlü totaliter anlayış, içimizdeki o sayısız varlığa düşman kesilmiştir her zaman. Mesela Brecht’in oyunlarının yıllarca Sovyetler’de yasaklandığını biliyor muydunuz?

Gülsoy’un postmodernizme ve modern sanata yaklaşımında katılmadığım bazı noktalar olsa da, beni bu kitapta hoşnut eden ve heyecanlandıran şey, bir edebiyatçımızın edebiyat üzerine düşünen bir yapıt ortaya koyması. Öylesine az ve sınırlı ki bu türden çalışmalar. Romancı ve öykücülerimiz, tamamen edebiyat eleştirisi sahnesini terk etmiş gibi gözüküyor. Yazdıkları şeyin kendilerini bağlamasından korktukları kadar, aslında edebiyat üzerine çok da düşünmediklerini gösteren bir manzaraya işaret ediyor bu durum. YKY’den toplu yazılarının ‘Kitaplar ve Muharrirler’ başlığı altında üçüncü cildi çıkmış olan değerli romancımız Abdülhak Şinasi Hisar’ı okurken, hayıflanıyordum kendi kendime, neden bu türden yazılar bugün yeterince yazılmıyor diye. Bu sene, benim de ders vermeye başlayacağım Boğaziçi Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veren Murat Gülsoy’un bu katkısı, aslında gecikmiş bir katkı olarak da düşünülebilir. Kitabın sonunda bahsettiği gibi, bu çabasını sürdürecek olması ise sevindirici bir gelişme.

Abdülhak Şinasi Hisar, kitabının bir yerinde edebiyatçılara nasihatte bulunuyor. İnanılmaz zevkli bir bölüm. Şöyle diyor nasihatlerinden birisinde: “Sözlerin dinleyen kulaklara göre değişir. Sen düşünmek hakkını kullanırsın. Biri kendi hukukuna tecavüz ettiğini sanır. Bir edebin vazifesi, kafasının inandığı fikirleri, ruhunun hisleri haline yükseltmektir” diyor Abdülhak Şinasi Hisar… Yani vazgeçmek yok… Bildiğin doğruyu ne pahasına olursa olsun söyleyeceksin… Sözlerin, dinleyen kulaklara göre değişse de…

Bülent Usta (Birgün, 23 Eylül 2009)

KARA BÜYÜ

Posted: 16 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Hasan Hüseyin, bir şiirinde “sonu baştan görmenin yalnızlığı”ndan bahseder. Sonu, baştan görmek, hele ki bizim gibi ülkelerde büyük bir maharet de değildir. Yağmur yağınca selin olacağını, kar yağınca yolların kapanacağını bilir herkes… Üretmenin değil de, tüketmenin ve köşe dönmeciliğin baş tacı edildiğine bakarak, sürekli bir ekonomik kriz içinde yaşanacağı da söylenir durur. Her şeyi daha baştan biliyor olmamıza rağmen, sel ya da deprem yaşandıktan, yoksul bir ülke olarak onca maddi hasar ve can kaybından sonra, yarım yamalak tedbirler almamızı nasıl açıklıyoruz kendimize? Yoksa bu beceriksizliklerimizin altında başka bir şey mi var? Dış mihraklar, bize kara büyü yaptığı için mi, bile bile yoksulluğa ve ölüme koşuyoruz? Sele kapılan kamyonetin içinde ölüme terk edilen o yedi emekçi kadın bile, üzerimizdeki kara büyünün önemli bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. Kara büyü, darbelerle, baskılarla, yalanlarla, ihanetlerle örgütsüz ve bilinçsiz kılınmış halklardan başkasına işlemediği içindir ki, bu denli etkili oluyor üzerimizde…

Gecenin içinde tren ilerlerken, aklıma tüm bu yaşadığımız olayların nedeni olarak “kara büyü”den başka bir şey gelmiyordu. İnsanı, pisliğin içinde olsa bile, sanki çiçek bahçesindeymiş gibi hissettiren güçlü bir büyüden bahsediyorum… Eğitim sistemimiz, sağlık sistemimiz, ekonomimiz, demokrasimiz bu hallerde olsa bile, kendimizi büyük bir ülkede yaşıyormuşuz gibi hissedebiliyorsak ve geniş yığınlar, hâlâ tüccar zihniyetiyle politika yapanları destekliyor ve onların ihale komsiyoncusu milletvekillerinden medet umuyorsa, “kara büyü”den başka bir neden gelmiyor aklıma.

Belki anımsarsınız, üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ı… Uzun zamandır ortalıktan kaybolduğu için, yazılarımda bahsedemiyordum ondan. Hatta çıktığım bu tren yolculuğunun bir nedeni de onu bulmak… Çünkü o da, benim gibi tren yolculuklarına bayılır. Sadece şehirler arası bir yolculuk gerçekleştirmez çünkü trenler… İnsanın kendi kendisine yaptığı gizemli bir yolculuğun da başlangıcıdır. İvam, eğer Honduras’taki darbe karşıtlarına destek olmak için Güney Amerika’ya gitmediyse, mutlaka buralarda bir yerde, “kara büyü”nün etkisiyle zarar görmüş ruhları iyileştirmeye çalışıyordur.

Bana “kara büyü”den ilk bahseden oydu… Dediğine göre, lüks otellerde, çokuluslu şirketler tarafından gönderilen büyücüler sık sık toplantı yaparmış. Toplantı yapacakları yerin yüksek bir bina olması gerekiyormuş. Mantar gibi türeyen gökdelenlerin nedeni de buymuş. İşte o gökdelenlerin tepesinde, bir tür ayin gerçekleştirirmiş o büyücüler. Büyüler için çek defterleri, borsa hisseleri, Filistin, Irak gibi yoksul ülkelerin çocuklarından alınan kanlar kullanılırmış. Ve daha pek çok şey… Sonra bu “kara büyü”yle bir tür iksir yapar, o iksiri de IMF ve Dünya Bankası’ndaki büyücülerin yaratığı olan mutantlara verirlermiş. Verdikleri iksirin “acı” olmasına şaşıranları anlamıyordu hiç İvam. Hani IMF’nin meşhur “acı reçeteleri”nden bahsediyorum. O iksirin içine ölü çocukların ruhları doldurulduğu sürece, nasıl acı olmaz içirilen şey…

İşte bu yüzden arıyordum İvam’ı şehir şehir… Belki bu “kara büyü”yü sonlandırmanın yolunu öğrenmiştir çoktan.

Gecenin karanlığında ilerleyen trenin penceresinden dışarıya bakarken, gözüme uçuşan beyazlıklar çarpıyor. Hayır, kar taneleri değildi bu uçuşan beyazlıklar. Eylül ayında kar yağdığına tanık olmadım hiç. Sonra sonra, baktıkça fark ediyorum ki, bir tür kelebeğe, hayır, daha doğrusu, masallarda görülebilecek türden perilere benziyorlardı bunlar. İnsana benzeyen bu küçük canlıların, birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde yer aldığını, yetenekleri arasında geleceği görmek ve büyü yapmak olduğunu anımsadım birden. Tam da ben “kara büyü” üzerine düşünürken, trenin etrafının perilerle sarıldığını görmek irkiltti beni. Elim ayağım heyecandan titremeye başlamıştı ki, o uçan perilerden birisi, yavaşça trenin penceresine yaklaşıp, sanki arada cam yokmuş gibi içeriye giriverdi hemen. “Korkma” dedi girer girmez, “ben bir düşüm. Ama düş olmam, gerçek olmadığım anlamına gelmez. Beni, bu trende senden başka kimse göremez.” “Peki ben nasıl seni görebiliyorum?” “Çünkü sen, sana dayatılan gerçekliğin dışında da bir gerçeklik olduğuna inanıyorsun.”

Aslında, o küçük perinin söylediği bu söz, “kara büyü”nün etkisinin nerede başlayıp bittiğini de gösteriyordu… Bize dayatılanların dışında başka türlü de yaşayabileceğimizi anlayabilirsek eğer, “kara büyü” etkisini yitirecekti kolaylıkla… İşte ben, bu yüzden sanatı ve siyaseti birbirinden ayıramıyorum başkaları gibi. Ama sanata doğrudan siyasi müdahaleleri de anlayamıyorum. Özellikle, “sol” kültürün içindeki bazı nüveler, neden bilmiyorum, sanatı sadece pankartlarda, sloganlarda, parti tüzüklerini andıran didaktik yapıtlarda görmek istiyor. Eğer böyle olmazsa, o sanat, sanki politik olmayacakmış, sanki dünyanın değiştirilmesine katkıda bulunmayacakmış gibi… Bu duruma dair halihazırda pek çok örnekten bahsedilebilse de, asıl önemli olan, özgürlükçü solun bir kısmının neden sanatı lüzumsuz bir aktivite olarak algıladığı?

Önümde açık duran kitabın üzerine konan periyle sohbet ederken, uyuyakalmışım. Rüyamda da devam ettim perilerle yolculuğuma… Ta ki, kondüktör uyandırana kadar…

Haftanın Kitapları

Lenin’in yakın çalışma arkadaşı Aleksandr Bogdanov’un “Kızıl Yıldız” adlı bilimkurgu romanı, Yordam Kitap’tan çıktığından beri, “kara büyü”nün etkisi biraz daha azaldı sanki. 17 Ekim Devrimi’ni örgütleyen bir devrimcinin, geleceğin sosyalizmini Mars gezegeninde nasıl yarattığına bakarak, hem sosyalizme dair meseleleri tartışmak, hem de devrimci olmanın nasıl bir hayal gücü gerektirdiğini görmek mümkün… En önemlisi, bilimkurgu alanında bir başyapıt…

Abdülhak Şinasi Hisar’ın YKY’den çıkan “Kitaplar ve Muharrirler”in 1943-1963 yılları arasındaki yazılarını kapsayan üçüncü cildi çıktı ki, özellikle roman üzerine düşünenlerin kaçıramayacağı bir kitap. Zaman zaman, Hisar’ın bu kitapta yer alan yazılarına dönerek, edebiyatın unutulan özel gündemlerini hatırlatmak güzel olacak…

Bülent Usta (Birgün, 16 Eylül 2009)

ŞİİRSEL GERÇEKÇİLİK

Posted: 9 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

25 yıl evvel bugün, Yılmaz Güney aramızdan ayrılmıştı. 9 Eylül 1984… Ünlü Fransız şair Mallermé, düşünür Lacan ve daha nicelerinin de ayrılık günüydü 9 Eylül… Tolstoy’dan Tezer Özlü’ye kadar pek çok yazarın, düşünürün de doğum günü… Ve 29 yıldır varlığını yaşamın her alanında sürdüren, yarattığı vahşet ve akıl almaz kötülükleriyle siyasal tarihimizin zirvesinde yer alan 12 Eylül darbesinin yıldönümüne üç gün kalmışken, tren yolculuğuma kaldığım yerden devam ediyordum.

Trenin penceresinden uzayıp giden dağlara, ovalara bakarken, düne göre daha umutlu hissediyordum kendimi... Üstelik yarın, daha da umutlu olacağıma dair ihtimaller de vardı. Bana tuhaf tuhaf baktığınızı görür gibiyim. Belki de dünyanın en kanlı, sonuçları en karanlık darbesinden 29 yıldır hesap soramayan bir ülkenin yazarı olarak, nasıl olur da umuttan bahsedebilirdim ki? Ama umutluydum… Umudum, her şeyin güllük gülistanlık olacağına dair değildi. Ne acılar bitecekti kolay kolay, ne de bu sömürü dünyasının sıradanlaşmış vahşetleri… Ama biten bir şeyler vardı… Biten ve yeni doğacak bir şeyler…

Arjantinli bir felsefeci olan Diego Tatian’ı anımsıyorum da, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Spinoza-Dünya Sevgisi” adlı kitabında, Hobbes’a radikal bir biçimde karşıt olan Spinozacılığın politik felsefesini birkaç cümle içinde özetleyerek, bu kökten değişimin ipuçlarını vermişti: “Politika, gücün kurulmuş (ya da oluşmuş) bir biçimi aracılığıyla uyuşmazlığın çözülmesi olarak değil, oluşturucu ya da kurucu güçlerin kendiliğinden dile gelmesi olarak ortaya çıkar; kendisine ve etkilerine ilişkin her somutlaştırma işlemini peşinen bozan üretici bir güç olarak.” Bu üretici güç, kendi kendini yaratmaya kışkırtan edebi bir açılımı işaret eder ki, o da “şiirsel gerçekçilik”ten başka bir şey değildir…

“Şiirsel gerçekçilik” içinde, uyuşmazlıkları ortadan kaldırmanın hiçbir anlamı ya da önemi yoktur, günümüz siyasi anlayışının tam tersine… Efendilerle kölelerin uzlaşabilmesi ne kadar mümkün olabilir ki? Uzlaşma ve uyuşma gibi gözüken her şeyin, gerçekte gücü elinde bulunduranın bir illüzyonu olduğu, günümüz radikal politik hareketlerinin ortak görüşü haline gelmesi, onları egemen güçlerin politik görüşünden ayıran temel özelliklerden en önemli olanıdır. Politika, uyuşmazlıklarla vardır ve “şiirsel gerçekçilik”, var olan uyuşmazlıkların “sosyal varlıkların oluşturucu tutkularından ortaya çıktığı” gerçeğinden hareket ederek, bu “tutkuların ortak yayılımı”na dikkat çeker.

İşte benim umudum, “sosyal varlıkların oluşturucu tutkuları”nda gizli… Efendilerle kölelerin gerçekte uzlaşamayacak oluşları, birgün kölesiz efendilerin de olabileceği anlamına geliyor çünkü. Tıpkı solu liberalizme uzlaştırmaya çalışarak “liberal-sol”, devletle uzlaştırmaya çalışarak “devletçi-sol”, milliyetçilikle uzlaştırmaya çalışarak “ulusalcı-sol”, dincilikle uzlaştırmaya çalışarak “yeşil-sol” yaratmaya çalışanların yaşadığı hezimet gibi… “Şiirsel gerçekçilik”, ezilenlerin kendi kendilerinin sözcüleri ve eylemcileri olması sayesinde doğan küreselleşme karşıtı hareketlerde buluyor karşılığını. Yani Spinozacı manada, dünyanın ancak “şiirsel gerçekçilik” tarafından yeniden yaratılacağı inancıyla…

Hayalet Avcıları

12 Eylül’ü, bir hayalete benzetirdim eskiden… Hani şu korku filmlerindeki, masum insanların hayatlarını kâbusa çevirmek için elinden geleni yapan hayaletler vardır ya, işte onlara… Ama bu benzetme, bugünlerde gerçeğe dönüşmeye başladı benim için. Özellikle 12 Eylül günü yaklaştıkça, gördüğüm, okuduğum, duyduğum her şeyde bu hayaletin izlerine rastlar oldum. Televizyonda konuşan bir politikacıyı izlerken, birden o politikacının yüzü canavara dönüşebiliyor örneğin ya da bir köşe yazarının yazısının satır aralarından hayaletin pis kokular saçan kanlı elleri ortaya çıkıp, boğazımı sıkabiliyor öldürmek istercesine… İşin kötü tarafı, bu hayaletin, geçen zaman içerisinde, değişen koşullara kolayca uyum sağlayan virüsler gibi davranabilmesi… İşkencecilerin, bu sayede demokrat geçinen politikacılara dönüşebilmesini başka türlü açıklamak mümkün olmasa gerek. Ama bu hayalet, emin olun ki, siyasi ve sosyal kültürel yapımızın dokularına öyle bir sinmiş ve kendisini öyle kamufle etmiş ki, onu kazıyıp yok etmek için sistemli ve örgütlü bir mücadele dışında başka bir seçeneğimiz yok…
Birer hayalet avcısına dönüşerek, onları hayalet kutularına kapatamasak bile, en azından deşifre ederek, masum insanları onların şerrinden koruyabiliriz belki…

Trenin penceresinden uzayıp giden dağlara, ovalara bakarken, düne göre daha umutlu hissediyordum kendimi... Gözlerimi kapatınca, bir köy yolunda tesadüfen karşılaştığım yaşlı bir Yörük kadınının, sihirli bir haritayı andıran elleri canlanıyordu gözümün önünde… Her kıvrımının sihirli bir şeyler anlattığı o ellere bakarak, bu toprakların geleceğini görebiliyordum çünkü… Ve gördüğüm şeyler, o Yörük kadının yaşadığı tüm zorluklara rağmen neşeli ve hayat dolu oluşu gibi, pırıl pırıl akıyordu hayatın içine… O ellerden bakınca, çok uzak değildi dünyanın “yeniden” yaratılması…
Hem de bu defa işin içine ne Tanrı’yı, ne de devleti katarak…

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 9 Eylül 2009)

SİHİRLİ BARDAK

Posted: 2 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Anadolu’da bir tren garının çay ocağındaydım... Sabahın dördü… Buraya neden geldiğimi yola çıkarken biliyor olmalıydım. Ama garın kenarında bulunan eski taş bir binadaki bu çay ocağına girdiğimden beri, bildiğim her şeyi unutmuştum sanki. Adımı bile… Bu harab olmuş tarihi yapının içinde, yıllar boyu içinden geçip giden yolculardan bir iz bulmak mümkündü. O izleri okuyarak Cumhuriyet’in başka bir tarihi, içsel ya da ruhsal bir tarihi de okunabilirdi kuşkusuz.
Önümde yarısı dolu bir bardak vardı. Bu bardağı, çay ocağını işleten kör bir adam getirip koymuştu. Adamın kör olması, nedense bana hiç tuhaf gelmemişti. Tüm bu çay ocağını, kendi bedeni gibi tanıyordu muhtemelen. Bardağa dolan çayın sesinden, bardağın dolup dolmadığını, ocaktaki kaynamaya koyulan suyun kaynayıp kaynamadığını, suyun sesinden anlayabilirdi nihayetinde. Gündüzleri ona yardım eden birileri de olmalıydı. Ya da sadece geceleri duruyordu burada. Gece vardiyası…

Önümdeki bardaktan bakışlarımı alamıyordum bir türlü. Bardak, sanki yıllardır yıkanmamış gibiydi. Parmak izleriyle doluydu etrafı. Bardağın içindeki su da bir tuhaftı. Sanki su değil de başka bir şeydi. Daha dikkatlice bakınca, suyun içinde bazı görüntüler belirmeye başladı. Pimi çekilmiş bir el bombasını sımsıkı tutan bir askerin bakışları vardı sanki suyun içinde. Bardağın dolu ve boş kısmına baktıkça, birbirinden farklı yüzlerce görüntü belirip kayboluyordu bir anda... Bardak, medyumların kullandığı türden sihirli bir küreydi sanki. Bardağın dolu kısmında, birbirinden lüks dairelere ait gökdelenler yükseliyor, son model arabalar vızıldayıp duruyordu. Bardağın boş kısmındaysa, işe girmek için uzun kuyruklar oluşturan insanlar, taş atan çocuklara silah sıkan adamlar görünüyordu. şatafatlı ve acımasız bir hayata dair çeşitli manzaralar.
Ocaktaki ihtiyar adama dönüp bardağın sihirli bir nesne gibi davrandığını söylemem saçmaydı. Çünkü adam, benim gördüğüm şeyleri göremezdi. Belki de bu bardak onu körleştirmişti. O ihtiyar adam, gözlerini bardaktan bir türlü alamamış ve gördüğü şeyler onu zamanla kör etmiş olabilirdi. Okuduğum fantastik romanların etkisiyle, aklıma öyle tuhaf şeyler geliyordu ki... Belki de, o ihtiyar adam bilinçli olarak önüme koymuştu bu bardağı. Bu bir tuzaktı...

Tuzak olsa dahi, bardak, olup biten her şeyi gösterdiği sürece, ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Ama şu kesindi: Bardağın dolu kısmında gördüğüm her şey, bardağın boş kısmıyla alakalıydı. Eğer birileri zenginleşiyorsa, bu, birilerinin yoksullaştığı anlamına geliyordu. Yani, bardağın dolu kısmında da, boş kısmında da gördüğüm şey aynıydı. Savaş uçaklarına bakınca, o uçakların öldürdüğü insanları görüyordum örneğin. Parçalanmış cesetlere bakınca da, silah tüccarlarının kazandığı milyon dolarlar ve onların şatafatlı hayatları beliriyordu bardağın dolu kısmında… Ve bardakta, birilerinin her zaman bardağın dolu kısmını, birilerinin de boş kısmını görmek için çırpınıp durduğunu da görüyordum. Halbuki baktıkları bardak, gördüklerini sandıkları, ama gerçekte olmayan bir bardaktı… Zaten devletleri devlet, iktidarları iktidar yapan güç, olmayan bardakları varmış gibi göstermekle kalmayıp, bir de o bardakların dolu kısmını gösterme becerileri değil midir?

Örneğin Kürt sorunu, çeşitli yönleriyle tartışılıyormuş gibi yapılıyor. Sanki bir lütufmuş gibi algılanan bu durumun, gerçekte on yıllarca süren bir toplumsal mücadelenin kazanımlarıyla varılan bir nokta olmasını, hatta o toplumsal mücadeleyi manipüle etme gayretinin bir sonucu olmasını, görmezden gelmemiz isteniyor. Peki ya yerel seçimlerde, Diyarbakır bir AKP şehri olarak belirseydi, bugün Kürt sorunu nasıl tartışılırdı acaba? Ne devlet şiddeti, ne de dağıtılan erzak ve beyaz eşyalarla verilen rüşvetler kâr etmeyince, ortaya birden “Kürt açılımı” diye bir şeyin çıkıvermesini, bu açılımın MGK bildirisiyle tasdik edilmesini de görmezden gelelim… Kim tartışıyor bu meseleyi? Bugüne kadar tartışmamış olanlar… Ve bardak, dolup dolup boşalıyor. Sonra bir bakıyorsun bardak dolu, bir bakıyorsun boş… Gerçekteyse, ortada bardak filan yok. Sadece gerçekler var. Ölen, sakat kalan binlerce insan... Silah tüccarlarına verilen milyon dolarlar… Siyasal şiddeti bahane edip, yıllar boyu ezilenlerin haklarını gasp eden iktidarlar, bölgedeki siyasi boşluktan ve baskı ortamından faydalanıp zenginleşen bürokratlar, devlet adamları, holding patronları, uyuşturucu baronları, ağalar, şeyhler... Onlara da sormak lazım Kürt sorununu… 12 Eylülcülere de sormalı, kart-kurt seslerinin nereden geldiğini? Yoksa korku filmlerinde bile rastlanmayacak olaylara sahne olan Diyarbakır zindanlarından mı duydular o sesleri? Tüm ülkeyi tımarhaneye çevirmekte sakınca görmeyen 12 Eylül generalleri, siyasetçileri ve 12 Eylül sayesinde halkı daha bir iştahla sömürmeye devam eden sermaye sahiplerine de sormalı…

İşin tuhaf tarafı, devlet, ne zamanki bir sorunu çözmeye kalkışsa, o işin altında bir iş oluyor her zaman. 60 darbesi, buna güzel bir örnek… 60 darbesi, çeşitli özgürlüklerle birlikte gelmişti. Darbenin sol tınısı da, bazı solcularımızın gönlünü fethetmişti. Ama ne oldu sonra? Darbeyle verilen her şey ve daha fazlası, darbelerle geri alındı. Bu yüzden, 60 darbesini, toplumsal mücadeleyi manipüle ederek solu devletleştirmenin bir aracı olarak düşünmek mümkün. Tıpkı AB’nin dayatmalarıyla tepeden inen bazı demokratik hakların, toplum tarafından içselleştirilememesi ve haklar için mücadele etmek yerine, her şeyi AB’ye havale ederek çözmeyi istemesinde gördüğümüz gibi. Kapitalist ülkelerin birliğinden oluşan bir güç, bizim gibi darbelerle sakatlanmış ve geri bırakılmış bir ülke için kurtarıcıymış gibi algılanıyorsa, bundan en çok, kendisini toplumsal mücadelelerle meşrulaştıran solun kendisi zarar görür.

O ihtiyar kör adamın, ocaktaki işini bitirdikten sonra, kendisine çay koyup yanıma oturduğunu bile fark edememiştim, bunları düşünürken. “Bardağa bakıp ne düşünüyorsun öyle?” diye sormasına da şaşırmadım hiç. Gözleri görmediği halde, nereye baktığımı biliyor olması, önümde duran sihirli bardağın varlığından daha tuhaf değildi çünkü. “Hiç” dedim, “bardağın dolu ve boş kısımlarını düşünüyorum.” İhtiyar adam, ne demek istediğimi anlamış gibi, “Bütün bardaklar, boş yaratılır. Neyle dolu olduğu, dolu ya da boş olmasından daha önemlidir her zaman” dedi...

Bülent Usta (Birgün, 2 Eylül 2009)