LODOSTA PERFORMANS VE İRONİ

Posted: 28 Ocak 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

GARAJ İSTANBUL 2 YAŞINDA!

İstanbul, birkaç gündür lodosun etkisinde… Belki de bu yüzden gözü yaşlı… Bizans zamanında lodos estiğinde mahkemeler çalışmazmış, lodosun kararları etkileyeceği düşünülerek… Çünkü cinnet ve melankoli taşır denizlerden lodos, fırtına ve yağmur taşıdığı gibi…

25 Ocak günü, Garajistanbul’un 2. yılını kutlamak için, müzik ve tiyatronun iç içe geçtiği, 12 dilde 25 Anadolu türküsünün seslendirildiği “Ashura” adlı müzikli oyundan çıktığımız zaman, lodosun da etkisiyle iyice melankolik bir havaya bürünmüştük. Mustafa ve Övül Avkıran’ın performansları, Sema, İhsan Kılavuz ve Harun Ateş’in sesleriyle ruhumuza işleyen göç şarkılarının hüznünden ya da lodostan daha çok, Anadolu’da konuşulan dillerin nasıl yıllar geçtikçe yavaş yavaş yok edildiğine tanık olmaktı, yaşadığımız hüznün asıl nedeni. Performans sürer ve birbirinden güzel hüzünlü şarkılar içimize akarken, sahnedeki perdenin üzerinde de yıl yıl, Türkiye’de nüfus sayımına göre konuşulan dillerdeki çeşitliliğin nasıl azaldığına ve Türkiye’nin homojenleştirilme çabalarının geri planında müziğin içine işlemiş trajik insan hikâyelerine tanık oldukça, gözlerimizin yaşlara teslim olması kaçınılmazdı, İstanbul’un gözü yaşlı lodosa teslim olması gibi...

Garajistanbul, çok önemli bir boşluğu, oldukça önemli işlerle başarılı bir biçimde dolduruyor ve ikinci yılını geride bırakan bu projenin kültür ve sanat dünyamıza etkilerini, zaman geçtikçe çok daha iyi anlayacağımızdan emin olarak, bu projede emeği geçenleri tebrik etmek istiyorum. İyi ki varsınız!


PERFORMANS TOPLUMU

Garajistanbul’da izlediğim performanslar üzerine düşünürken, performans üzerine yayımlanan iki kitap dikkatimi çekti bugünlerde. Aslında sadece sahnede izlemiyorduk performansları, hayatın kendisinin de gittikçe bir performansa dönüştüğünü düşünürsek… Bu kitaplardan biri Ayraç Yayınları’ndan çıkan ve Yaşar Çabuklu’nun denemelerinden oluşan “Toplumsal Performanslar”, diğeri de Metis Yayınları tarafından Barış Cezar’ın çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Erving Goffman’ın “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu”… Goffman’ın kitabını, sosyal antropolojiyle ilgilenenler çok iyi bilir. Kitabın ilk olarak 1959’da yayımlanmasından bu yana çok şey değişse de, kitabın güncelliğini koruması ve ilk yayımlandığı zamana göre, bugün bize daha çok şey anlatıyor olması, dikkate değer bir durum. Özellikle, günümüzde “performans”ın sosyal bilimlerde anahtar kavramlardan birisi haline geldiği düşünülürse…

Goffman, sanki hayatın içinde olan bitenlerle ilgili değil de, bir tiyatro sahnesinde geçiyormuşçasına, sahne dilini kullanarak yazdığı bu kitapla, “toplumsal karşılaşmaların, toplumsal yaşamda kişiler doğrudan birbirlerinin huzuruna çıktığında oluşan durumların yapısını” anlamaya çalışıyor. Örneğin tiyatro oyunlarından birisinde oyuncu, dolandırıcı rolünü başarılı bir biçimde sahneye yansıtabiliyorsa, gerçek hayatta bir dolandırıcının nasıl davranacağını belirleyen bazı ortak kodların varlığı anlamına gelir bu durum. Eğer bu türden kodlar olmasaydı, tiyatro işlevsiz bir hale gelirdi. Peki bir askeri, öğretmeni, anneyi vb. kişileri ayırt eden bu davranışsal kodlar, nasıl bir süreç içerisinde gerçekleşiyor ve benliğin sunumunu belirliyor?

Yaşar Çabuklu ise “Toplumsal Performanslar” adlı kitabında, gittikçe hayatımızı işgal eden “reality tv” gerçekliğinden metroseksüelliğe, stand-up komedilerden idama kadar, insanın bedeniyle, ölümle, cinsellikle, iktidar ve simülasyonla ilişkisini irdelemiş. Hatta 1990’lı yıllardan sonra, Batı’da “performans kültürü”nün hızla güçlendiğini, toplumsal yaşamın birçok alanının performans atmosferi çerçevesinde yeniden şekillendiğini iddia ediyor ki, kurgusal dünyanın, gerçek dünya üzerindeki gücünü arttırdığı ve daha da arttıracağı anlamına geliyor bu durum. Çabuklu’nun kitapta yer alan denemeleri, bu süreci anlamamız için önemli ipuçları sunarken, birbiriyle alakalı görünmeyen birçok konunun sahip olduğu ortak özellikleri göstererek, gündelik hayata farklı bir gözle bakmamıza da olanak sağlıyor.


İKİ DERGİ BİR DOSYA

YKY tarafından yayınlanan Cogito ve Kitap-lık dergileri de, son sayılarını “ironi”ye ayırdılar ki, iki derginin de aynı konuyu mercek altına alması ilk değil ve bence birbirleriyle etkileşerek oldukça başarılı dosyalar oluşturuyorlar. “İroni”, “performans” gibi günümüzün anahtar kavramlarından birisi… Modern yazında yaygın bir tutum olan “ironi”ye yazarların neden ihtiyaç duyduğundan tutun, nostalji ve postmodernizmle ilişkisine kadar, ironinin geçmişten günümüze aldığı seyir ve temel meselelerine yoğunlaşıyor yazılar. Kitap-lık dergisinde yer alan yazısında William Van O’Connor, “Dinsel ve toplumsal kanıların görece tekörnek olduğu dönemlerde, kuşkucu ve ironici bir zihinsel yapıya daha az gereksinim duyarız” diyor. Asıl böyle dönemlerde ironiye ihtiyaç duyulduğunun da altını çizmekten geri durmuyor. Ama önemli olan “ironi”nin hangi amaçla, kim tarafından kullanıldığıdır. Çünkü ironi, nihilizme vardığı gibi, yaratıcı ve devrimci bir sürece de dönüşebilir, kullanan kişinin niyetine bağlı olarak…

Cogito’da yer alan yazısında Oğuz Demiralp, Schlegel’den yola çıkarak ironiyi tartışırken, ironinin, usçuluğun birlik, bütünlük, düzen kavramlarına meydan okumasının önemi üzerinde duruyor ki, bu meydan okumanın bize pek çok imkân sunduğu bir gerçek. Ya da Oğuz Cebeci, yine Cogito’da yer alan yazısında dediği gibi, “İroni insanın varoluşuna ilişkin dengesizlikleri ve tutarsızlıkları sergileme yeteneğine sahip olduğu için, değişime giden yolu da açabilme özelliğine sahiptir.” Dogmatikler ve katı ahlakçılar, ironiden bu yüzden hiç haz etmezler. Bu arada, Oğuz Cebeci’nin yakınlarda İthaki Yayınları’ndan çıkan “Komik Edebi Türler (Parodi, Satir ve İroni)” adlı kitabını da hatırlatmakta fayda var.

Ve Cogito’da Linda Hutcheon’un ironi ile nostalji arasında ilişki kurduğu yazısı, önemle üzerinde durulması gereken ve pek çok tartışma alanı yaratacak bir yazı… Özellikle Hutcheon’un solun nostalji ve ironi ile kurduğu ilişkiye değindiği yer, çok mühim…

Bülent Usta (Birgün, 28 Ocak 2009)

0 yorum: