PABUÇLAR, ZARFSIZ KUŞLAR VE LORNA!

Posted: 2 Ocak 2009 Cuma by bülent usta in
0

KAHRAMANIMSIN MUNTASAR EL ZEYDİ

Sanırım ‘kahraman’ olmak böyle bir şey… Ayrıca bir gazeteci olarak tek bir hareketle binlerce mesaj vermek, ezilenlerin duygularına tercüman olmak böyle bir şey olsa gerek. Ama bu hareketi gazetecilik etiği açısından sorgulayanlar da var. Örneğin Çağdaş Gazeteciler Derneği yaptığı açıklamayla, gazetecinin görevinin pabuç atmak değil soru sormak olduğunun altını çizdi. Ama Bush’un, Ortadoğu halkları için özel bir durumu olduğunu, on binlerce insanın ölümüne neden olan ABD politikalarını temsil eden kişi olduğunu da göz ardı etmemek gerek. Üstelik yapılan pabuçlu saldırı, Irak’a işgal kuvveti yollayacağını açıklayan Danimarka Başbakanı Rasmussen’e yönelik boyalı saldırıdan daha zararsız.

Bir de olayın insani boyutu var. Ben, Irak’a hiç gitmedim. Ama televizyon ve gazetelerden tanık olduğum şeyler bile beni insanlığımdan utandırmıştı. İşgal altındaki bir ülkede gazetecilik yapan Muntasar El Zeydi, kim bilir ne korkunç şeylere tanık oldu bu işgal süresince. Ebu Garib’i filan düşünmek bile insanın kanını donduruyor. Tecavüze uğrayan kadınlardan, ölen çocuklara kadar pek çok manzara, Bush’un konuşması sırasında Muntasar El Zeydi’nin gözünün önünden geçmiş olabilir. Ve eminim, o pabuç havada uçarken, pek çok insanın gözünün önünden de benzer manzaralar geçiyordu. Ama Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti’nin yaptığı açıklamadaki “bugün pabuç atan, yarın bomba atar” sözüne karşı, halihazırda bomba atan birisine pabuç atarak karşılık vermenin bir tür gazetecilik duyarlılığı olabileceği de söylenebilir belki.


ZARFSIZ KUŞLAR

“Senza speme, vivemo in disio” (Umutsuz bir özlemle yaşarız) demiş Dante ‘Cehennem’inde. Ben de umutsuz bir özlem yaşıyorum Yunanistan’daki kalkışmadan kendi yaşadığım topraklarda biriken acılara bakarken. 2008’de yirmi üç Alexis ölmüş bizde ve Yunanistan’daki tepkinin yirmi üçte biri olmamış nedense.

Belki de bu yüzden Ece Ayhan’ın ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’ adlı şiiri, Alexis’in öldüğü gün zarfsız bir kuş olarak pencereme kondu:

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

-Maveraünnehir nereye dökülür?

En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:

-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.”

Yunanistan’da solgun bir halkın çocukları ayaklanınca, umutsuz bir özlemle yaşamaya alışmış olan bu topraklarda da arka sıralardan parmak kaldıranlar çoğalmaya başladı. Kalkan her parmakla birlikte, soruların çoğalması da kaçınılmaz. Ama bu çocuklar, devletlerin her zaman yanlış soruların cevabı olacağını da biliyorlar artık…


LORNA

Son dönem yerli filmleri izleme imkânı bulabildiniz mi bilmiyorum. ‘Osmanlı Cumhuriyeti’, ‘A.R.O.G’, ‘Destere’ gibi bayram filmlerinden birkaçını izleme fırsatı buldum. Vasat sözcüğü bile yeterli gelmiyor artık bu filmleri tanımlamak için. Nedeni de çok basit: Senaryo… Çünkü oyuncular, görsel efekt gibi faktörler iyi olsa da senaryonun vasat olması yüzünden, sinema tadı almak mümkün olmuyor. Sadece iyi bir fikir bulmak da yetmiyor senaryo için. O fikri senaryoda da en iyi şekilde dile getirmek gerekiyor ki günümüz yerli sinemanın zayıf olduğu yer de maalesef burası. TV dizilerine senaryo yazanların, sinemada da aynı mantığı kullanmaya çalışması ya da yönetmenlerin senaryo dışındaki faktörlere daha çok önem vermesi yüzünden bir sürü emek heba olabiliyor. Televizyon ve reklamcı mantığıyla yapılan filmler, ne kadar gişe başarısı elde etse de sadece gişe başarısıyla bir yere varılamayacağı da bilinmeli. Ticari filmlerin de kötü ve iyi örnekleri de var sonuçta. ‘Dövüş Kulübü’ ya da ‘Matrix’ gibi filmler de gayet ticari başarılar elde etmiş ama bir yandan da sinemaya başka boyutlar da kazandırmışlardı. Senaryonun salt sinema bilgisiyle değil, edebiyat bilgisiyle de ilişkili olduğunu unutmamalı. Sadece ün ve para sayesinde şarkıcı ya da şovmenlerin yönetmenliğe, hatta senaryo yazarlığına soyunmasının yerine, para ve ünlerini sinemacı ve senaristlerin kaliteli yapımlarında kullanmaları, hem ticari, hem de sanatsal açıdan sinemamızı yükselişe geçirebilir. Yani herkes kendi işini yapsa, daha iyi olmaz mı?

Örneğin geçen sezon gösterime giren ve Cannes’da senaryo ödülü alan “Lorna’nın Sessizliği” adlı bir filmi izleme imkânı buldum. Belçikalı Dardenne kardeşlerin “Lorna’nın Sessizliği”, bu anlamda, iyi bir senaryonun neleri başaracağını gösteren güzel bir örnek…

Film, tıpkı bu aralar beğenerek okuduğum Bulgar yazar Dimitré Dinev’in Kanat Kitap’tan çıkan ‘Melek Dili’ adlı romanı gibi göçmen meselesine eğiliyor. Ama öyle böyle bir eğilme değil. Modern yaşama dair öylesine kuşatıcı sorular ve açıklamalar getiriyor ki… Arzular dahil, her şeyin kilit altında tutulduğu daracık bir dünyadan Lorna’nın çıkış serüvenini izlerken, insan kendi çıkış arayışlarıyla da yüzleşiyor…

Bu filmi başka bir yazıda, belki Dinev’in romanıyla karşılaştırarak değinmek daha iyi olacak. Ama filmi izledikten sonra, iyi bir senaryonun bir filme neler katabileceğini daha iyi anladım. Öyle ki filmin ‘umutsuz bir özlemle’ yaşayanlara bir umut verdiğini bile söyleyebilirim.

Bu da az şey mi?

Bülent Usta (Birgün, 17 Aralık 2008)

0 yorum: