YAŞAM DOLU YANGINLAR

Posted: 2 Ocak 2009 Cuma by bülent usta in
0

Yılın son yazısını yazmak üzere masama oturduğumda, içimde bir burukluk vardı. Bu burukluğun en önemli nedeni, Gazze’de yaşanan katliamda ölenleri ve doğası gereği kriz üretmeye devam eden kapitalizm yüzünden yeni yıla işsiz girecek olanları düşünmemdi. Yunanistan’daki anarşist ayaklanma ve Iraklı gazetecinin sihirli pabucu da olmasa…

İçimdeki burukluğun bir diğer nedeni de, otuzundan sonra zaman hızlanır diyenlere inanmazken, şimdi o hıza kendi yaşamımda da tanık olmam. 2008’in ilk günü, yani 1 Ocak 2008’de, yılbaşı gecesi gördüğüm rüyamı anlattığım yazımdan sonra, ne zaman 2008’in son gününe gelmiş ve yılın son yazısını yazıyordum, hiç anlamamıştım.

Yeni bir yıla girerken, benim gibi zamanın hızlandığını düşünenler ile zaman ve bellek arasındaki ilişkiyi merak edenler için Metis Yayınları, Douwe Draaisma’nın “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer” adlı kitabını yayımladı.

Draaisma, insanları bir kum saatine benzetiyor. Içine zamanla izlenimlerin, deneyimlerin, anların dolduğu bir kum saatine… Kumların akarken birbirine sürtünmesinin ve hunideki yığılmanın azalması, sonlara doğru akışı ister istemez hızlandırır. Hatta Fransız felsefeci Paul Janet’in bir tespitini de dile getiriyor yazar: “on yaşındaki bir çocuk bir yılı hayatının onda biri, elli yaşındaki bir adam ise ellide biri uzunluğunda yaşayacaktır.” Tabii mesele böyle küçük bir hesapla çözülecek bir şey değil. Zaman dediğimiz şey, aslında tamamen belleğin işleyişiyle ilgili… Yaşlandıkça belleğin geçirdiği değişimler, psikolojik zaman, içsel saat vb…

Draaisma, sadece yaşlandıkça zamanın hızlanmasına da değinmiyor kitabında. Bize büyülü gelen dejavu anları, ölümle karşılaşıldığında insanın gözünün önünden kendi hayatının bir film şeridi gibi akıp gitmesi ya da koku ile bellek arasındaki ilişkiye kadar pek çok meseleye de eğiliyor. Bilimsel bir kitap olarak sanatla ve felsefeyle kurduğu ilişki de bana keyif veren bir başka ayrıntı. Bilimin sanat ve felsefeyle ilişki kurması ve meselelere disiplinlerarası bakabilmesi oldukça önemli. Psikoloji bilimiyle uğraşan birisinin Dostoyevski ya da Proust’tan haberdar olmaması bende hep bir şaşkınlık yaratır. Bir sosyolog, bence Weber’i bildiği kadar, Balzac’ı da bilmelidir ki, eğitim sistemi sadece uzmanlar yetiştirmeye şartlandığı için, bu mesele sürekli göz ardı edilir. Daha doğrusu sistemin işine yarar, herkesin sadece meslek edindiği şeyle bütünleşip başka şeyleri görmemesi. Halbuki bilim insanı olmak, sadece kendi konusunda uzmanlaşmış kişi anlamına gelmemeli.

“Without a Trace” adlı bir televizyon dizisinde, genç bir biliminsanıyla sevgilisi arasındaki bir konuşmaya tanık olmuştum. Genç bilimadamı, büyük bir iştahla geliştirdiği bir proje sayesinde bir şirketi nasıl daha fazla kâra geçirdiğini anlatıyordu, tahtaya çeşitli formüller yazarak. Sevgilisi, bilimadamının tahtaya yazdığı rakamlardan birisini sordu merakla: “Bu 400 ne?” “İşten çıkarılacak işçilerin sayısı. Bu proje sayesinde şirket 400 işçi daha az çalıştıracak.” Genç kız, öfkeyle bağırmaya başladı bunu öğrendikten sonra “Şimdi sen bana, o muhteşem zekânı, birileri daha fazla zengin olsun diye kullanıp, 400 işçinin yeni yıla işsiz girmesine neden olduğunu mu söylüyorsun?”

Kapitalizm içerisinde çözülmesi zor bir mesele, genç kızın bu haklı isyanı. Çünkü kapitalizm, daha fazla güç ve kâr elde etmesi için fırsatları değerlendirmekle meşguldür her zaman. Savaş çıkması silah sanayini geliştirir, çevrenin kirlenmesi ilaç sanayini…

“Her şey gelir geçer” diye yazmış Salvador Dali, bugünlerde Everest Yayınları arasından çıkan “Saklı Yüzler” adlı romanında. Romanda ilgi çekici pek çok şey var. Daha doğrusu, bir roman okumaktan çok gerçeküstücü bir ressamın iç dünyasından 2. Dünya Savaşı’nı ve sonrasını izleme fırsatı yakalıyor insan. 2. Dünya Savaşı günlerinde aristokratlar arasında geçen romandaki bir diyalog oldukça ilgimi çekti: “Çağımızı yakalayamıyoruz, olup bitenler muhayyilemizin sınırlarını aşmaya başlıyor… Ama ben buna boyun eğdim! Bir an kadınlarımızın herhangi bir sebepten kollarımızda ölmeye hazır olduklarına inanıyoruz… Ve bir anda dirilip, dans ederek uzaklaşıyorlar! Ve politikada da aynı şey söz konusu: Bir çatışmanın eşiğine geliyoruz ve iç savaş borazanlarının çaldığını duyar gibi oluyoruz… Oysa bir de bakıyoruz ki bir balo duyurusu yapılıyor. Gerçekten de, insanın ruhuna en derinden işlemiş nosyonlardan biri, sağ ve solun anlamı, çağdaşlarımızda tümüyle karman çorman olmuş bir durumda.”

Eminim Mösyö Cordier’in bu tespiti, size çok tanıdık gelecektir. Değerlerin alt üst olduğu bir zamandan geçiyor olmak için artık Dünya savaşlarına ihtiyaç yok. Sağ ve solun anlamı, çağdaşlarımızın kafasında tümüyle karman çorman olmuşken, bir yandan iç savaş borazanları, bir yandan balo duyuruları etrafımızı sararken, Mösyö Cordier gibi olup bitene boyun mu eğeceğiz, yoksa bir çıkış yolu mu arayacağız?

Ulusalcı ya da liberal rüzgârlara kapılarak bu sürece boyun eğenler, çoğunluktaymış gibi gözüküyor. Ama bu değerler karmaşası, yeni değerlerin de gün yüzüne çıkmasına neden olacak. Çünkü eskimiş değerlerin Seattle’da ya da Yunanistan’da çıkan yangınlarda yanıp kül olmaya başladığına uzun süredir tanık oluyoruz. Önemli olan bu yangınların nereye, ne zaman, nasıl sıçrayacağı.

2009’un Gazze’deki gibi ölüm kusan karanlık yangınlarla değil de, aydınlatan yaşam dolu yangınlarla geçmesi dileğiyle…

Bülent Usta (Birgün, 31 Aralık 2008)

0 yorum: