ANAHTAR ve ENGİNAR

Posted: 25 Şubat 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir öykü kitabını okumaya başlayınca kendimi bir öykü koridorunda bulurum. Her öykü bir anahtardır ve her anahtar o koridordaki bir kapıyı açar. Ama açmayabilir de… Bu biraz anahtarcının-öykücünün maharetine, biraz da öyküyü okuyan, yani anahtarı kullanan kişinin kabiliyetine bağlıdır. Açılır diye umduğunuz kapılar, duvar olabilir önünüze…
Murat Yalçın’ın bugünlerde YKY’den çıkan “Kesik Hava” adlı öykü kitbında yirmi kapılı bir koridor karşıladı beni önce… Okuma tecrübelerim ve Yalçın’ın diğer öykü kitapları hakkında sahip olduğum bilgi, bu kapıların açıldığı odaları birbirine bağlayan başka kapıların olabileceğini, hatta girdiğim her odada beni başka başka odalara açılan kapıların da karşılayabileceğini düşündüm ki, sanırım öykü okumanın kendisini heyecanlı kılan şey de bu olsa gerek. Ayrıca Yalçın’ın kendisinden daha çok edebiyatı ciddiye alan birisi olması da, okuduğum öykülerde gevezeliklerle karşılaşmayacağım anlamına geliyordu ki, öyküde ve romanda beni en çok korkutan şey, geveze yazarların kendilerini fazla ciddiye alan iç dökmeleridir; birden bulunduğum oda, şehir, dünya küçüle küçüle nefes alınamaz bir hale gelir çünkü.

Murat Yalçın’ı, bir öykücü-anahtarcı olarak damıtılmış sözcüklerden ve imgelerden ürettiği anahtarlarıyla tanıdığım için “Kesik Hava”nın sayfalarını güvenle çevirip ilk öyküden girdim içeri. Kapının üzerinde “Ecel Teri” yazıyordu ve “ikindi güneşi altında” uzanan bir cadde çıktı karşıma. “Kış karanlığı çökecek, cadde puslanacak sandım” önce. Ama “hayır, gökkuşağı gibi insanı hayran bırakan bir karasarı renk indi gökten.” Bunun anlamı, “az önce güneşte kavrulan cadde”nin “hardal rengine, daha da güzeli, tavada köpürmüş sapsarı tereyağı buğusuna” dönüşmesi ve yağmurun “şelale tozu gibi” incelip “soğuk ter” gibi akması anlamına geliyordu ki biraz sonra çiseleyen yağmurun altında yürümem kaçınılmazdı. Işte o caddede bulunan züccaciye mağazasında çalışıyordu öykü kahramanımız. Öylesine kestirmeden ve derinlemesine girmiştim ki dünyasına bu tezgâhtarın, ikide bir bana dönüp “Pişman mısınız?” diye sormasını bile garipsememiştim. Çünkü ben de onun gibi “polislerin arasında” “kim bilir kaç tutuklu oldum” öykü boyunca. Ama sanmayın eğlenmediğimi… Kafkaesk bir atmosferin içinde sırıta sırıta dolaştığım da oldu kahramanımızın peşinden.

Murat Yalçın’ın hiçbir öyküsü tek kapılı değildir ve bu da her öyküye farklı kapılardan girme ve çıkma imkânı verdiği için özlediğim bir öykü lezzetiyle ve en önemlisi iyi bir öykü okumanın insana verdiği o tuhaf esrimeyle ayrıldım odadan. Size tavsiyem, bir öykü kitabını, roman gibi okumayınız. Her öyküden sonra, bir süre o esrimenin tadını çıkarınız. Çünkü bir öykü, hiçbir zaman okunurken yeterince anlaşılamaz ya da yaşanamaz...

Strindberg Enginarı

“Dünya gerçekliği çoğul, dikenli, üst üste binmiş sık katmanlar halinde belirir gözümüze. Tıpkı bir enginar gibi” der ya Calvino. Edebiyat yapıtında bizim için önemli olanın her zaman yeni okuma boyutları keşfederek yapıtın sayfalarını sonsuz bir enginar gibi karıştırmak olduğunun da altını çizer. Eğer bir yapıt, ancak enginar görümündeyse, onun klasik bir yapıt olduğundan bahsedebiliriz. Ben de bu aralar, Everest Yayınları’ndan çıkan August Strindberg’in “Açık Deniz Kenarında” adlı romanının sayfalarını sonsuz bir enginarmış gibi karıştırıp duruyorum bir süredir. Işin güzel tarafı, bir çeviri roman okuyormuş hissiyatından uzak yapıyorum bunu, çünkü kitabın çevirmeni Behçet Necatigil…

Bir balıkçılık uzmanı olan Axel Borg’un, Baltık denizinde bir adaya yaptığı yolculukla başlıyor roman ve o adadan ayrılışıyla sona eriyor. Bu süre içerisinde, Borg’un ada halkıyla, kendisiyle ve âşık olduğu Maria adlı kadınla yaşadığı çatışmaların, açık deniz kenarında süren kıyasıya bir hesaplaşmanın içinde buluyoruz kendimizi.

Strindberg, bu romanı yazdığında sene 1890… Yani karmakarışık bir Avrupa ve düşünce ikliminde, Nietzsche’den ve Darwin’den etkilenmiş biri olarak sert sorular sormaktan çekinmeyen bir yazar. Yazarın bu romanı, yapıtlarının yeterince ilgi görmediği, başarısız evlilikler ve dibe çöken aşk hayatının etkisiyle yorgun düşmüş bir halde kendisini bir adaya atarak yazdığını da düşünürsek, aslında Balıkçılık Uzmanı Borg’un adaya yaptığı yolculuk gibi, biz de bu roman aracılığıyla yazarın çatışmalarla dolu iç dünyasına bir yolculuk gerçekleştirmiş oluyoruz.
Klasik bir yapıtı, diğer yapıtlardan ayıran bir özellik de, güncelliğini hiçbir zaman yitirmemesidir. “Açık Denizin Kenarında”, modern insanın gözünden topluma, doğaya, aşka bakarken, modernizmin ve onun ürünü olan bireyciliğin eleştirisiyle de karşılaşıyoruz. Üstelik bu, yazarın bir amacı değilken, ona rağmen gerçekleşen bir durum. Yazar, aslında romanda ortaya attığı fikirleri savunma gayretindeyken, öyle aşırılıklar sergiliyor ve öyle paradokslar yaratıyor ki, romanın kahramanı Axel Borg’la kıyasıya bir tartışma içine girerek romanın sürükleyiciliğine kapılmamak imkânsız bir hale geliyor.

Muhsin Ertuğrul, neden onca tiyatro yazarı arasından Strindberg’in oyununu seçip sahnelemişti? Ya da Behçet Necatigil, onca roman arasında neden bu romanı 1951’de Türkçeleştirmişti? Sanırım bunun cevabı, bireyleşmenin toplum kadar sanat için de büyük bir ihtiyaç olması ve Strindberg’in bireyi yapıtlarının ana eksenine oturtmuş olmasıydı. Muhsin Ertuğrul da, Behçet Necatigil de, birey olamamış insanlardan oluşan bir toplumda ne sanatın, ne de siyasetin zenginleşip özgürleşemeyeceğini biliyor olmalıydılar. Ama ne var ki, hâlâ cemaatleşme ekseninde hareket eden bir toplumuz ve bugün kitap okuma oranının düşük olmasının bir nedeni de, yaşadığımız toplumda birey sayısının çoğalmasının, kültür ve devlet ekseninde sistemli bir biçimde engellenmesi. Bu engelleme, kapitalizmin tüketici birey anlayışını da güçlendiriyor bir yandan. Üreterek değil, tüketerek birey olmaya çalışan insanların, çağımızın temel sorunu olduğu bir gerçek. Birey olabilmiş kişiler soru sorar, varoluş kaygısıyla baş etmeye çalışır ve bunun neticesinde sanata yönelir, kitap okur. Max Stirner’in “Der Einzige und sein Eigentum” adlı ünlü yapıtı bile henüz Türkçe’ye aktarılmamışken, işimiz gerçekten de zor. Halbuki tam da Stirner okunacak zamanlardan geçiyoruz.

Bülent Usta (Birgün, 25 Şubat 2009)

0 yorum: