RÜYA SIZINTISI

Posted: 26 Mart 2009 Perşembe by bülent usta in
0

Hélène Cixous’nun “Rüya Dedim Sana” adlı, rüyalarını yazdığı kitabı, YKY’den çıktı ya, bugünlerde keyfime diyecek yok. Cixous’yu postyapısalcılıkla özel olarak ilgilenenlerin dışında pek kimse bilmez. Cezayir asıllı bu Fransız yazarın Prag’ta Kafka’nın mezarını arayışını anlatan bir yazısını 2005 yılında Siyahi dergisinin 2. sayısında yayımlamıştık. O yazıyı okuduktan sonra, “neden Türkçe’de Cixous yok!”, “neden kimse Cixous çevirmiyor!” diye hayıflanmıştım çok. O yazıda bir yer vardı ki, hâlâ aklımda: “Prag’ınız Prag’ta değil, gayet iyi görebildiğiniz gibi. Vaat edilmiş Prag yerin altındaki gökte.”

Şimdi bugünlerde İstanbul’a baktıkça, ben de şöyle diyorum içimden: “İstanbul’unuz İstanbul’da değil. Vaat edilmiş İstanbul, yerin altındaki gökte.” Çünkü kediler ve martılar gibi diğer canlılar dışında kimse İstanbul’da yaşamıyor artık. Izmir’de de yaşayan yok, hele Gökçek’in Ankara’sı, yerin altında bile değil… Peki neden bu şehirler, yerlerinde yok? Çünkü bu şehirlerde yaşayanlar, nerede olduklarından habersizler… Aslında sadece nerede olduklarını değil, kim olduklarını da bilmiyorlar. Daha doğrusu, kim oldukları unutturulmuş bir halk yaşıyor bu ülkede. Eğer gerçekte kim olduklarını bilseler, ne denizler kirlenirdi böyle, ne de böylesine solardı ruhları şehirlerin...

Bu gerçeği öğrenmem, üç kulaklı büyülü bir kedi olan İvam’ın anlattıkları sayesinde mümkün oldu. Çünkü İvam, geceleri insanların rüyalarında geziniyormuş. Onun anlattığına göre, bu topraklarda yaşayan insanların çoğu, sadece rüyalarında kendileri olabiliyormuş. Sıradan gözüken pek çok insanda, öyle sıradışı rüyalara tanık oluyormuş ki, İvam her seferinde şaşkına dönüyormuş. Bu insanların, birgün kendilerine “ben kimim” diye sormaları halinde ya da nerede olduklarını ve nelerin peşinde koşup kısacık ömürlerini nasıl birilerinin çıkarları için heba ettiklerini anladıkları anda, Spartaküs gibi rüyalardan gerçek hayata açılan kapıyı bulma ihtimali doğacakmış. Karın tokluğu için istemedikleri işlerde, yetersiz koşullarda çalışmaya zorlanan, kandırılan, yoksun bırakılan bu insanların rüyalarından kalkmaları halinde, gerçek hayatta birileri için kâbusun başlayacağı kesin. Çünkü biriken günahların sığabileceği bir yer kalmadı bu dünyada. İvam’ın dediğine göre, ancak başka bir dünyada mümkün olabilirmiş, o kutsal barış!
Albert Camus, “İnsan, yazdıklarından daha fazla bir şeydir” demişti ya, ben de “İnsan, yaşadıklarından da yaşamadıklarından da fazla bir şeydir” diye düşünürüm hep. O fazla şey, sanatı, devrimi, aşkı, imkânsızı mümkün kılar. O “fazla şeyler”in farkında olmanın anahtarı da, sanattan başka bir yerde bulunamaz. Ama mühim olan şey nasıl bir sanat? Insanları kabullenişe alıştıran sanat ile eleştirmeye ve farkındalığa kışkırtan sanat arasındaki farklar, o “fazla şeyler”i, azaltması ya da çoğaltmasıyla ölçülebilir ancak.

İşte bu yüzden Cixous’nun kitabı, salt bir rüya kitabı değil benim için, her ne kadar sadece rüyalarının kaydı, rüyalar uykudayken tutulmuş olsa da. Cixous’nun kitabı, YKY’den çıkan ilk rüya kitabı da değil. Adorno’nun “Rüya Kayıtları” ya da Michel Butor’un “Baudlaire’in Bir Rüyası Üzerine Deneme” alt başlığıyla çıkan “Sıra Dışı Öykü” adlı kitabını özellikle belirtmekte fayda var. Butor, bir tür hafiyelik yaparak Baudlaire’in yazdığı bir rüyasından, şairin şiirine ve hayatına dair çeşitli ipuçları topluyor ki, sıradışı bir çalışma olduğu kesin. Bir de benim bu tür bir kitap deneyimim oldu yakınlarda. Gülseli İnal’ın Komşu Yayınevi’nden çıkan “Rüya Divanı” adlı mensur şiirlerden oluşan kitabının editörlüğünü yaparken, aslında hayatın akışı içinde ruhumuza çarpan şeylerin bıraktığı izlerin karmaşıklığı ve derinliğine en iyi tanık olabileceğimiz yerin rüyalar olduğunu bir kere daha görmüş oldum. Ama rüyaları, rüya dışı gerçekliğe ait bir akılla anlamak da mümkün değil. Sanırım rüyaları, düşünürler ve edebiyatçılar için cazip kılan da, imgelerle çalışan aklın bu çok boyutluluğu. Arzuların karmaşık doğasını anlamak için rüyalardan çıkarılacak o kadar çok ders var ki… Örneğin, rüyalarda arzuların denetimli denetimsizliği gerçekten de şaşırtıcı geliyor bana. Kimse, sevdiği bir insanın ölümünü görmek istemez. Ama ona çok acı verecek bu deneyimi, rüyasında tüm çıplaklığıyla yaşar. Çünkü ölesiye korkulan şey, Cixous’nun kitabında da sık sık rastladığımız gibi, bastırılmış ya da kaçılan şeyle yüzleşme isteği, gizliden gizliye kişi tarafından gerçekte arzulanmaktadır. Cixous, rüyasını denetlemeye çalıştıkça, denetimi daha çok kaybederek kaçtığı şeyi çağırdığına tanık olur her defasında.

İnsan, yaşadıklarından fazla bir şey olsa da, insan hayatında asıl hükmü geçen şeyin, Çinli yazar Cang Şianliyen’in dediği gibi, “insanın yüreğine çöken duygular” olduğunu biliyoruz aslında. 1996’da Can Yayınları’ndan çıkan ve baskısı maalesef tükenmiş olağanüstü romanı “Erkeğin Yarısı Kadın”da Cang Şianliyen şöyle anlatıyordu o duyguları: “Yaşamın akışı içinde duygular kalburdan geçip eleniyor; tanımlanamayan duygular, ayrışacak kemiklerden yoksun olan duygular. Onlar insan yüreğinin bir yerinde pıhtılaşarak çökeliyor. Onların suda erimeyen çekirdeğini nasıl açıklamalı? Insanlar kendilerini bile tanımakta zorlanıyor. Ama o açıklanması olanaksız duyguların ölümsüz bir anlamı var. Bir ömür boyu dalgaları yedikten sonra geriye kalan ve sonsuza kadar kalacak olanlar, işte o duygular.”

Geriye kalan ve sonsuza kadar kalacak olan o duyguları anlamaya başladığımız zaman, kim olduğumuzu öğreneceğiz. Bir rüya sızıntısından başka bir şey değiliz aslında…

Bülent Usta (Birgün, 25 Mart 2009)

DEVRİMCİ İÇGÜDÜ

Posted: 18 Mart 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Seçim afişleri altında ve seçim otobüslerinin yarattığı gürültü kirliliği içinde yürüyorduk üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’la… Bangır bangır marş çalan bir seçim otobüsü geçti yanımızdan. Ardından beyaz eşya ve kömür dağıtan kamyonların geçtiğini gördük. Biraz ileride bir aday, kürsüye çıkıp uzay yolculuğundan bahsediyordu meydandaki kalabalığa. Kendisine oy verenleri uzaya çıkaracağını, büyük düşünmek gerektiğini söylüyordu. Hemen arkasında mafya kılıklı adamlar, komisyoncular ve kirli para sahiplerinin sırıtan yüzleri gözüküyordu. Bu sırıtışın anlamını bilmiyor olamazdı halk… Ama bilmiyorlarmış gibi davranıyorlardı. Bir oyundu demokrasi onlar için. Güçlü olanların kurallarını koyduğu bu oyuna alışmışlardı. Bu oyunda, kömür dağıtarak ya da postal siyaseti yapıp birilerini öcü olarak göstererek oy kazanmak mümkündü. Halkın bünyesi, rüşvete, korkuya, baskıya ve yalana alıştırılmışsa, bunun suçlusu kimlerdi?

İvam’la, otuz yıl öncesine gidip Terzi Fikri ve Fatsa deneyimini konuşmaya başladık. Fatsa’da halkın nasıl doğrudan demokrasiye geçtiğini, devletin bu durumdan nasıl rahatsız olduğunu, Fatsa’ya giden bir MSP milletvekilinin arabasında tesadüfen bomba ve silahların nasıl ele geçirildiğini, askerlerin Fatsa’yı düşman toprağı gibi kuşatıp bir ilkokul binasını nasıl karakola çevirdiğini… Çorum katliamı yaşanırken, demokratlığıyla övünen Süleyman Demirel’in, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” diyerek Terzi Fikri ve arkadaşlarını nasıl hedef gösterdiğini… Anımsamanın sonu gelmiyordu bir türlü. Bugün yaşadığımız tüm sorunların kökenini sadece otuz yıl öncesine giderek bile görebilirdik.

İvam’la bulunduğumuz meydandan çıkmıştık ki, ellerinde “Su hayattır satılamaz” pankartı taşıyan küçük bir kalabalığın polis lincine uğradığına tanık olduk. Dünya Su Forumunu protesto ediyorlardı. Adam Smith’in, “ahlak ve ekonomi bir tek ve aynı bilimin konularıdır” sözünü anımsadım o an. Çünkü, saldırılan şey, “Su hayattır satılamaz” pankartıydı ve o pankartta yazan şey, öncelikle ahlaki bir önermeydi. Bu dünyada canlı olarak sadece insanlar yaşamadığı için, susuzluk sadece insanların da meselesi değildi. Kapitalizm, insanlığın acilen çözmesi gereken ahlaki bir meseleden başka bir şey değildi, tıpkı faşizmin insanlık için bir utanç olması gibi.
Kapitalizmi ve devleti, öncelikle ahlaki bir mesele olarak gören Bakunin’le ilgili ilginç bir kitap çıktı bugünlerde. Edward Hallett Carr’ın, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Michael Bakunin” adlı biyografi yapıtı… Carr, Dostoyevski ve Marx’la ilgili de biyografiler yazmıştı. Umarım İletişim Yayınları, o yapıtları da Türkçe’ye yakın zamanda kazandırır. Carr’ı, Türkçede üç cilt halinde Metis Yayınları’dan çıkan “Bolşevik Tarihi” ve Çiziyazıları’ndan çıkan “Romantik Sürgünler” adlı kitaplarından da anımsayacaksınız muhtemelen.

Şimdi neden İvam’la aklımıza bu kitap gelmişti durduk yere. Çünkü kitabın bir yerinde Bakunin, “Dünyayı ne bir teori, ne basmakalıp bir sistem, ne de bugüne kadar yazılmış bir kitap kurtaracak. Hiçbir sisteme bağlı değilim, gerçek bir arayışçıyım ben” diyordu. Ve ardından devrimin, düşünceden çok içgüdüye dayandığını iddia ediyordu ki, Terzi Fikri gibi, halktan gelen insanların, bir filozof gibi düşünüp hareket etmesinin altında yatan neden, Bakunin’in bahsettiği o içgüdünün serbest bırakılmış olmasıydı muhtemelen. Bergama’daki köylülerin isyanında da, Brezilya’daki Topraksızlar hareketinin kökeninde de o içgüdünün varlığı görülebilir. Eğitimsiz bırakılmış insanların, vicdanlarının seslerini dinleyerek başkaldırmasını başka türlü açıklamak mümkün olmasa gerek. Bergamalı köylüler, yaşadıkları topraklarla ilgili ahlaki bir tercihte bulunmuşlardı. Çokuluslu şirketlerin ya da devletin ahlakı olan yasaların baskısına karşı, kendi ahlaki tercihlerini dayatmışlardı. Zaten bütün mesele de, başkasının ahlakına göre yaşayıp yaşamamakta aranmalı. Şirketlerin ve devletlerin ahlakını, ekonomik krize, savaşlara, yok edilen doğaya ve sömürü sistemlerine bakarak görmek mümkünken…

Aslında tam da insanın ahlakı ve toplumsallığına dair farklı bir düşünme imkânı için, Dost Kitabevi Yayınları’ndan Bulgar asıllı Fransız göstergebilimci Todorov’ın “Ortak Hayat” adlı kitabı yayımlandı çok yeni. Todorov’u Metis Yayınları’ndan çıkan “Fantastik Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım” ve “Poetikaya Giriş”, YKY’den çıkan “Yazın Kuramı -Rus Biçimcilerinin Metinleri” adlı kitaplarından anımsayanlar olabilir. Todorov bu kitabında, bir tür antropoloji yapıyor ve bunu yaparken de Bataille, Nietzsche gibi düşünürlerle tartışmalara giriyor. Ve bu kitabıyla, alışıldık biçimde yapılanın tersine, insanın toplum içindeki yerini değil de, insandaki toplumu mercek altına alıyor. Ve yine alışıldık olanın tersine, bu araştırmasını psikanalitik, psikolojik ya da sosyolojik verilerden daha çok edebiyattan yola çıkarak gerçekleştirmesi. Romain Gary’nin ya da Proust’un romanındaki diyalogları yorumlayarak aralıyor insan gerçeğini yazar. Sadece bu açıdan bile heyecan uyandırıcı bir çalışma. Örneğin “herbirimizin içinde birçok merci işbaşındadır” diyen Todorov’un, bu önermesini Proust’un romanlarındaki bir sahneden yola çıkarak kanıtladığını görüyoruz kitapta. Kitabın çevirmeni Mehmet Emin Özcan’ın kitaba yazdığı önsöz de, Todorov’a ve kitapta kullandığı yönteme dair mükemmel ipuçları sunuyor.

Todorov, insanların toplum içinde yaşamasının tek nedeninin, bunun olası tek varoluş biçimi olduğunu iddia ediyor ki, Hobbes gibi düşünürlerin, erdemler ve zorlayıcı başka etkenlerle insanların birarada yaşadığı iddiasına karşı çıkmış oluyor. Todorov, aslında bu iddiasıyla kapitalizmin toplum modeline de kökten bir karşı çıkış gösteriyor bir bakıma. Kitabın sonlarına doğru Rousseau’nun “diğerleri olmadan mutluluk yoktur” sözüne atıfta bulunarak “Hayatımızın buhranı ihtiyaçlarımızdan çok sevgilerimizden kaynaklanır” diyor ki, sanırım Bakunin’in bahsettiği o devrimci içgüdünün kaynağı da bu “sevgi”de gizli.

Bülent Usta (Birgün, 18 Mart 2009)

İÇİMİZDEKİ KUYULAR

Posted: 11 Mart 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Silopi’de kuyular açıldıkça hatırladığım şeyler de artıyor. Çoğu zaman bir rüyaya, daha doğrusu bir kâbusa benziyor hatırladıklarım. Evlerinden alınıp götürülenlerin, işkenceyle öldürülenlerin kopkoyu sessizlikleri… Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, açılan o kuyulardan sadece kemiklerin çıkmayacağını söylerken haklı mıydı? Ölenlerin ruhları da mı çıkıp hayata karışacaktı, kuyular açıldıkça? Korku filmlerinde filan olur böyle sahneler. Ölülerin ruhları işgal eder kentleri, kasabaları… Sonra da intikam almaya başlarlar kendilerini öldürenlerden.
Ruhların gömülü olduğu kuyular sadece Silopi’de yok… Adım başı bir kuyuya rastlayabiliriz. Yüzlerce yıl öncesine ait kuyulara rastladığımız gibi, hemen bugün açılan kuyular da çıkabilir karşımıza. Hatta bu topraklarda yaşayan herkesin bir kuyuya dönüştürüldüğünü bile iddia edebiliriz. Açılmayı bekleyen, sırlarla, acılarla, hayal kırıklıklarıyla, arzularla dolu kuyular…

John Steinbeck’in “Bir Savaş Vardı” adlı, savaş gözlemlerine dair yazılarından oluşan bir kitabı çıktı bugünlerde Remzi Kitabevi’nden… Steinbeck, kitapta cephedeki askerlere dair kendisini şaşırtan bir gözleminden bahsediyor: “Çeşit çeşit olaylar geçmişti başlarından; yine de ağızlarını açıp savaşla ilgili tek kelime söylemezlerdi. Söyleseler de çok genel şeyler anlatırlar, siperlerden, cephelerden hiç söz açmazlardı. Çoğu da aslında geveze insanlardı bunların.” Steinbeck, korkunç olaylara tanık olan askerlerin, yaşanılan korkunçluğun derecesine göre unutmaya meyilli olduklarını gözlemlemişti. Ama bu unutuş, sıradan bir unutuş değildi. Bedenleri canlı da olsa, çoğunun ruhları ölmüştür aslında.

Faşizmi, fantastik romanlarda rastladığımız ruh yiyicilere benzetebiliriz. Devletlerin, şirketlerin, orduların ruh yiyerek büyüdüğü bir dünyada, neden savaşların, işkencelerin, katliamların sona ermediğini anlatabilir bu benzetme belki. Çünkü savaşlar, ruh yiyicilerin festivalleri olarak, tüm şatafatıyla sürüp gidiyor yeryüzünde yüz yıllardır.

Freud, insanların savaşları arzulamasının nedeni olarak ölüm dürtüsünden bahsediyordu kitaplarında. Ki bugünlerde, Mark Edmunson’un çok ilginç bir kitabı yayımlandı Encore Yayıncılık tarafından. Bir tür roman lezzetinde yazılmış olan “Freud’un Son Yılları”nda, yaklaşık aynı zaman diliminde yaşamış olan Freud’un ve Hitler’in yaşamlarından kesitler vererek, faşizmin ve köktenciliğin yükselişini 2. Dünya Savaşı yıllarına bakarak anlamaya çalışmış Edmunson. Bir yandan aslında bir sanatçı olmak isteyen yeteneksiz Hitler’in, adım adım diktatörlüğe nasıl yükseldiğini izlerken, bir yandan da mesleki kariyerinin zirvesindeki Freud’un, bir Yahudi olarak faşizmle çıplak bir biçimde karşılaşmasını ve bu karşılaşmanın iç dünyasında yarattığı etkilere tanık oluyoruz. Bu tür kitapların, ülkemizde yayımlanıyor oluşu bana çok önemli geliyor. Aynı şekilde Çitlembik Yayınları’ndan çıkan Arno Gruen’in kitapları da, faşizmin nedenlerini ve sonuçlarını anlamak için çok mühim. Faşizmi, sadece sosyolojik ya da siyasi boyutuyla tanımlamak yetmiyor çünkü. Insanların faşizmi, otoriteyi ve savaşları arzulamasının altında yatan nedenler anlaşılamadığı sürece, ruh yiyicilerin bizi birer ölüm kuyusuna çevirmesini engelleyemeyeceğimiz ortada. Ve sanat, ruh yiyicilerin güçlerini engelleyecek bir kalkana dönüşmediği sürece…

Edmunson, Freud’un faşizme bakışaçısını yorumlarken, faşist bir liderle uygar insan arasında bir karşılaştırmada bulunuyor: “Genel iradenin cismanileşmiş hali olan faşist lider ne istediğini bilir ve alır; istediğini almak için uygun zamanda harekete geçer. Iç çatışmaları yoktur, en azından dünyaya göstermez: İstediğini ister. Uygarlık kahramanı ise anlık arzularını daha iyi bir şey için dizginlemeyi bilir. Zıt ve tatmin edilmemiş arzuların kaygısıyla yaşamayı bilir ve bu kaygıyı kişisel ya da kültürel bir çözüm bulması gereken bir şey değil, hayatın bir koşulu olarak kabul eder. Belki asla çok mutlu olmaz, ancak özfarkındalığıyla getirdiği kısıtlama başkalarına cazip gelir…” Eğer birey olmanın sorumluluğunu üstlenmemiş olan insanlardan oluşan bir toplum varsa, orada her zaman için faşist bir liderin ortaya çıkması da muhtemeldir. Yaşadığımız topraklar, Rusya’dakine benzer faşist bir Putin’in doğması için her tür koşula sahip gibi geliyor bana. Çatışmalardan yorulmuş, yoksul düşmüş, ruh yiyiciler tarafından çeşitli kuyulara hapsedilmiş bu insanların, bir kurtarıcıyı arzulamaları kaçınılmaz gözüküyor. Çatışmaları olmayan, ne istediğini bilen, eleştiriye tahammülsüz, herkese haddini bildiren, kabadayı bir lider… Umarım yanılıyorumdur. Ama Edmunson’un kitabına bakarsak, başımıza gelenler henüz başlangıç… Çünkü ruh yiyicilerin doydukları hiç görülmemişti.

Dışarıda yağmur yağıyor ve ben, orada olmadığım halde Silopi’deki kuyuların başındaymışım gibi olup biteni izliyorum. Yanımda bugünlerde Metis Yayınları’ndan çıkmış Ursula K. Le Guin’in “Güçler” adlı bir romanındaki Gavir var. Gavir, olağanüstü güçleri olan bir köle çocuk… Ne kadar sevimli bir şey olduğunu anlatamam. Güçleri arasında, geleceği görme gibi bir yeteneği de var. Henüz ruhlarını yitirmemiş olan ezilenlere has bir görme gücünden bahsediyor bana. Bu gücün varlığını efendiler anlayamazmış. Anlamaları için ezilenlerinkine benzer kaygılara sahip olmaları gerekirmiş. Gözaltında kaybolma, işkence, işsiz kalma, aç kalma, hapsedilme korkusu gibi… İşte o gücü, ezilenlerin geleceği görme gücünü harekete geçirince, değişecekmiş her şey... Ama nasıl diye sorunca, ezilenleri birbirine düşman eden efendilerden bahsetti bana. O konuştukça, yağmur daha da şiddetini arttırıyordu…

Bülent Usta (Birgün, 11 Mart 2009)

GERÇEKLERLE UZLAŞMAKSIZIN

Posted: 5 Mart 2009 Perşembe by bülent usta in
0

Bazen aceleye geliyor yazılar, aceleye geliyor hayat… Öyle ya bir süredir romanımın derinliklerinde yaşıyorum ve başımı o derinliklerden çıkarıp hayata baktığım zaman, birikmiş görevler, ekmek parası derdi, unutulmuş dostların öfkesi bakıyor oluyor bana. Yetişmesi gereken yazılar, bitirilmesi gereken kitaplar, dergiler ve en önemlisi yaşanması gereken bir hayat var. Mecliste ana dilde konuşmalı mı, konuşmamalı mı tartışmalarından tutun, yolsuzluklar, Engin Çeber’in savcıya ulaşamamış mektubu, ırkçıların helva dağıtıp fink attığı bir ülkede yaşıyor olduğumu fark ediyorum sonra. Birden bir isteksizlik doğuyor içimde. Yaşama-yazma isteksizliği…
Sonra Julio Cortazar’ın YKY’den çıkan “Son Raunt” adlı kitabını alıyorum elime. Cortazar’ın anlatıları, günlükleri, şiirlerinden oluşuyor kitap. Orada “Şiir Sokağa İndi” adlı şiirindeki dizeler gözüme çarpıyor: “Öğrenciler zamana baskın veriyor koşarak / Deri giymiş hayvanların sopaları altında / Ve hiçbir şey karşı duramaz buğday tarlalarının dizemine / Ve karşı duramaz hiçbir şey senin gülümsemene, ah sevdiceğim / Ve yaşamına oynayarak silip götürür gözyaşı bombaları!”
Cortazar’la umutsuzluğun karanlığında konuşmak mümkün değil. Birden pencereden bir ışık doluyor bana doğru haykırırken: “Asit kuyularına atılan cesetleri ya da Engin Çeber’in işkencede katledildiğini öğrenemiyorsa o kişi varsıllaşmayı aklından çıkarsın. Yinelemek gerekir mi bilmem, gerçeklerle uzlaşarak ve onları süsleyip püsleyerek kaçılıp sığınalacak ayrıcalıklı bir alan değildir yazın.”
Cortazar’ın haykırışlarıyla kendime gelmem kısa sürüyor. İçimde büyüyen karşı konulamaz bir yazma ve yaşama isteğiyle birlikte, soğuk ve yağmurlu havaya rağmen dışarı çıkmak istiyorum. Cortazar’ın öğütlediği gibi, sevgilimi bulup, onu her köşe başında öpmek, sevişmenin kendisini bir isyanın kalbinde örgütlemek istiyorum. Çünkü aşk da, isyana dahil…

PORNOLAŞAN HAYAT
Pornolaşan bir çağda sevişmekten bahsetmenin bir yükü de var elbette. Cortazar’ın yaşadığı zamanlardaki gibi yaşanmıyor artık aşklar… Ama gene de cinselliğin düpedüz bir siyaset alanı olduğu gerçeğini değiştirmiyor hiçbir şey. Pornolaşan bir çağda yaşıyor olmamıza rağmen korkulan, saklanılan bir bölge cinsellik, edebiyatımız için. Cemal Süreya ya da İlhan Berk gibi şairlerin şiirde yaptığını, edebiyatın ve sanatın diğer türlerinde görmek pek mümkün olmuyor. Halbuki edebiyat, seksi insanileştirecek, ete ruh katacak önemli bir güç olmaya devam ediyor. O gücün gerekliliği, en az bir teorik kitabın varlığı kadar gerekli, çünkü cinsellik, insan yaşamının önemli bir bölümünü kapsayan dönüştürücü bir etkinlik…
Slavoj Zizek, Encore Yayıncılık’tan çıkan “David Lynch” adlı kitabında bir sinema klasiği olan Casablanca’dan bahseder. Richard Maltby’nin filmle ilgili bir makalesinden yola çıkarak tartıştığı yazısında, Scott Fitzgerald’ın senaryo yazarlarına verdiği bir talimatla karşılaşırız: “O kadın ne zaman ekranda görünürse görünsün, hep Ken Willard’la yatmak istiyordur… Ne yaparsa yapsın, yaptığı şey Ken Willard’la yatmanın yerine geçer. Eğer caddede yürüyorsa Ken Willard’la yatmaya yürüyordur, eğer yemek yiyorsa Ken Willard’la yatmak için güç toplamak üzere yiyordur. Ama onlar tam olarak kutsanmadan önce Ken Willard’la yatmayı aklından geçirebileceği izlenimini hiçbir şekilde vermemelisiniz.”
Zizek, en sıradan günlük olayların bile fazlaca cinselleştirildiğinden bahsediyor ki, paparazzi tarzı programlarıyla televizyonların lanse ettiği gerçekliğin, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde rastladığımız trajedilerin çoğunlukla cinsellikle bir biçimde ilişkili olması da bunun bir göstergesi. Can Dündar, “bilinçlenme teşhirin hızına yetişemediği için” toplumun seksin altında kaldığını iddia ediyordu bir yazısında. Aslında amaçlananın tam da bu olduğunu, bahsettiği o bilinçlenme ve eğitim yokluğunun kapitalizm tarafından bilinçli olarak üretildiğini görmek gerek. Yoksa, cinsellik çeşitli endüstrilerin bir parçası, hatta gücü haline gelemezdi. Foucault, “Cinselliğin Tarihi” adlı yapıtında “Modern toplumların özgüllüğü, cinselliği gölgede kalmaya zorlamaları değil, onu ‘tek giz’ olarak öne çıkarma yoluyla, kendilerini sürekli cinsellikten söz etmeye zorlamalarıdır” diyordu ki, bugün derinlemesine yaşıyoruz bu gerçekliği.
Sel Yayınları, yeni bir diziye başladı: “Cin Sel”… Bu dizinin ilk kitapları da çıkmaya başladı: Juan Manuel De Prada’nın “Kukular Kitabı”, Vatsyayana’nın “Kama Sutra”sı, Guillaume Apollinaire’nin “Genç Bir Donjuan’ın Maceraları” ve en önemlisi Ben Mila takma adıyla bir yazarımızın yazdığı “Perinin Sarkacı”… Ben Mila’nın kim olduğuna dair bazı tahminler yürütmek mümkün olsa da madem kitabın yazar kendisini gizlemek istiyor, saygı duymak lazım. Sonuçta gittikçe muhafazakârlaşan bir ülkede yaşıyoruz. Ama emin olun, muhafazakârlaştıkça pornolaşacak hayat ve pornolaştıkça daha da muhazakârlaşacağız. Bu yüzden Sel Yayınları’nın klasik ve çağdaş erotik edebiyattan örnekler yayımlaması ve bu seriyi çeşitli araştırma ve incelemelerle destekleyecek olması çok mühim. En azından bu sayede Ben Mila’nın kitabı gibi, bu alanda başka yetkin yapıtların da önü açılabilir. Erotik ve pornografik edebiyatımızda bir canlanma olur da, cinsellik bir sömürü alanından çıkarak özgürleşebilir…
Yinelemek gerekir ki, “gerçeklerle uzlaşarak ve onları süsleyip püsleyerek kaçılıp sığınalacak ayrıcalıklı bir alan değildir yazın.”

Bülent Usta (Birgün, 4 Mart 2009)