İÇİMİZDEKİ KUYULAR

Posted: 11 Mart 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Silopi’de kuyular açıldıkça hatırladığım şeyler de artıyor. Çoğu zaman bir rüyaya, daha doğrusu bir kâbusa benziyor hatırladıklarım. Evlerinden alınıp götürülenlerin, işkenceyle öldürülenlerin kopkoyu sessizlikleri… Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, açılan o kuyulardan sadece kemiklerin çıkmayacağını söylerken haklı mıydı? Ölenlerin ruhları da mı çıkıp hayata karışacaktı, kuyular açıldıkça? Korku filmlerinde filan olur böyle sahneler. Ölülerin ruhları işgal eder kentleri, kasabaları… Sonra da intikam almaya başlarlar kendilerini öldürenlerden.
Ruhların gömülü olduğu kuyular sadece Silopi’de yok… Adım başı bir kuyuya rastlayabiliriz. Yüzlerce yıl öncesine ait kuyulara rastladığımız gibi, hemen bugün açılan kuyular da çıkabilir karşımıza. Hatta bu topraklarda yaşayan herkesin bir kuyuya dönüştürüldüğünü bile iddia edebiliriz. Açılmayı bekleyen, sırlarla, acılarla, hayal kırıklıklarıyla, arzularla dolu kuyular…

John Steinbeck’in “Bir Savaş Vardı” adlı, savaş gözlemlerine dair yazılarından oluşan bir kitabı çıktı bugünlerde Remzi Kitabevi’nden… Steinbeck, kitapta cephedeki askerlere dair kendisini şaşırtan bir gözleminden bahsediyor: “Çeşit çeşit olaylar geçmişti başlarından; yine de ağızlarını açıp savaşla ilgili tek kelime söylemezlerdi. Söyleseler de çok genel şeyler anlatırlar, siperlerden, cephelerden hiç söz açmazlardı. Çoğu da aslında geveze insanlardı bunların.” Steinbeck, korkunç olaylara tanık olan askerlerin, yaşanılan korkunçluğun derecesine göre unutmaya meyilli olduklarını gözlemlemişti. Ama bu unutuş, sıradan bir unutuş değildi. Bedenleri canlı da olsa, çoğunun ruhları ölmüştür aslında.

Faşizmi, fantastik romanlarda rastladığımız ruh yiyicilere benzetebiliriz. Devletlerin, şirketlerin, orduların ruh yiyerek büyüdüğü bir dünyada, neden savaşların, işkencelerin, katliamların sona ermediğini anlatabilir bu benzetme belki. Çünkü savaşlar, ruh yiyicilerin festivalleri olarak, tüm şatafatıyla sürüp gidiyor yeryüzünde yüz yıllardır.

Freud, insanların savaşları arzulamasının nedeni olarak ölüm dürtüsünden bahsediyordu kitaplarında. Ki bugünlerde, Mark Edmunson’un çok ilginç bir kitabı yayımlandı Encore Yayıncılık tarafından. Bir tür roman lezzetinde yazılmış olan “Freud’un Son Yılları”nda, yaklaşık aynı zaman diliminde yaşamış olan Freud’un ve Hitler’in yaşamlarından kesitler vererek, faşizmin ve köktenciliğin yükselişini 2. Dünya Savaşı yıllarına bakarak anlamaya çalışmış Edmunson. Bir yandan aslında bir sanatçı olmak isteyen yeteneksiz Hitler’in, adım adım diktatörlüğe nasıl yükseldiğini izlerken, bir yandan da mesleki kariyerinin zirvesindeki Freud’un, bir Yahudi olarak faşizmle çıplak bir biçimde karşılaşmasını ve bu karşılaşmanın iç dünyasında yarattığı etkilere tanık oluyoruz. Bu tür kitapların, ülkemizde yayımlanıyor oluşu bana çok önemli geliyor. Aynı şekilde Çitlembik Yayınları’ndan çıkan Arno Gruen’in kitapları da, faşizmin nedenlerini ve sonuçlarını anlamak için çok mühim. Faşizmi, sadece sosyolojik ya da siyasi boyutuyla tanımlamak yetmiyor çünkü. Insanların faşizmi, otoriteyi ve savaşları arzulamasının altında yatan nedenler anlaşılamadığı sürece, ruh yiyicilerin bizi birer ölüm kuyusuna çevirmesini engelleyemeyeceğimiz ortada. Ve sanat, ruh yiyicilerin güçlerini engelleyecek bir kalkana dönüşmediği sürece…

Edmunson, Freud’un faşizme bakışaçısını yorumlarken, faşist bir liderle uygar insan arasında bir karşılaştırmada bulunuyor: “Genel iradenin cismanileşmiş hali olan faşist lider ne istediğini bilir ve alır; istediğini almak için uygun zamanda harekete geçer. Iç çatışmaları yoktur, en azından dünyaya göstermez: İstediğini ister. Uygarlık kahramanı ise anlık arzularını daha iyi bir şey için dizginlemeyi bilir. Zıt ve tatmin edilmemiş arzuların kaygısıyla yaşamayı bilir ve bu kaygıyı kişisel ya da kültürel bir çözüm bulması gereken bir şey değil, hayatın bir koşulu olarak kabul eder. Belki asla çok mutlu olmaz, ancak özfarkındalığıyla getirdiği kısıtlama başkalarına cazip gelir…” Eğer birey olmanın sorumluluğunu üstlenmemiş olan insanlardan oluşan bir toplum varsa, orada her zaman için faşist bir liderin ortaya çıkması da muhtemeldir. Yaşadığımız topraklar, Rusya’dakine benzer faşist bir Putin’in doğması için her tür koşula sahip gibi geliyor bana. Çatışmalardan yorulmuş, yoksul düşmüş, ruh yiyiciler tarafından çeşitli kuyulara hapsedilmiş bu insanların, bir kurtarıcıyı arzulamaları kaçınılmaz gözüküyor. Çatışmaları olmayan, ne istediğini bilen, eleştiriye tahammülsüz, herkese haddini bildiren, kabadayı bir lider… Umarım yanılıyorumdur. Ama Edmunson’un kitabına bakarsak, başımıza gelenler henüz başlangıç… Çünkü ruh yiyicilerin doydukları hiç görülmemişti.

Dışarıda yağmur yağıyor ve ben, orada olmadığım halde Silopi’deki kuyuların başındaymışım gibi olup biteni izliyorum. Yanımda bugünlerde Metis Yayınları’ndan çıkmış Ursula K. Le Guin’in “Güçler” adlı bir romanındaki Gavir var. Gavir, olağanüstü güçleri olan bir köle çocuk… Ne kadar sevimli bir şey olduğunu anlatamam. Güçleri arasında, geleceği görme gibi bir yeteneği de var. Henüz ruhlarını yitirmemiş olan ezilenlere has bir görme gücünden bahsediyor bana. Bu gücün varlığını efendiler anlayamazmış. Anlamaları için ezilenlerinkine benzer kaygılara sahip olmaları gerekirmiş. Gözaltında kaybolma, işkence, işsiz kalma, aç kalma, hapsedilme korkusu gibi… İşte o gücü, ezilenlerin geleceği görme gücünü harekete geçirince, değişecekmiş her şey... Ama nasıl diye sorunca, ezilenleri birbirine düşman eden efendilerden bahsetti bana. O konuştukça, yağmur daha da şiddetini arttırıyordu…

Bülent Usta (Birgün, 11 Mart 2009)

0 yorum: