Gizli Ateş

Posted: 29 Nisan 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Cortazar’ın bahsettiği, gençlerin derisinde yazan, “çıplak ve yepyeni, gerçek olana, yaşanası olana yapışık / Yüz binlerce ağızdan yükselen” 1 Mayıs seslerini şimdiden duymaya başladı üç kulaklı kedi İvam. Ama hissettiği şey sadece coşku değildi meydanların kalbini dinlerken. İşçiler ne zaman meydanlara dökülse, vampirler de ortalıkta gözükmeye başlıyordu. 3 Mayıs 1886’da, McCormick Harvester Makina Şirketi’ndeki grev gözcülerine ya da 1 Mayıs 1977’de Taksim’de işçilerin üzerine ateş açanların aynı vampirler olması bir tesadüf değildi. Bu, tarihsel bir zorunluluktu. Ama başka tarihsel zorunluluklar da vardı. August Spies’ın “gizli ateş” olarak tanımladığı güç, büyük yangını da hazırlıyordu bir yandan. Dünya, o büyük yangınla aydınlandığı zaman, ışıktan korkan vampirlerin kaçıp saklanacağı bir yer kalmayacaktı. İşte vampirleri, kan emicileri, her türlü işkenceyi, ahlaksızlığı ve katliamı yapmaya zorlayan da dünyayı aydınlatacak o “gizli ateş”ten başkası değildi.

August Spies, “Chicago Sekizleri” olarak anılan, 1 Mayıs’ın İşçilerin dayanışma ve mücadele günü olarak anılmasına vesile olan “Haymarket Olayı” içinde yer alan, 11 Kasım 1887’de idam edilen dört anarşistten birisiydi. İdam edilmeden evvel mahkemede “gizli ateş”in varlığından bahsetmişti: “Eğer bizi asarak, haksızlığa uğrayan tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde ölesiye çalışan ve kurtuluşu arzulayan milyonların bu hareketini, işçi hareketini yok edebileceğinizi, ezebileceğinizi umuyorsanız –eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurda, burda veya orada, arkanızda, önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz!”

Böyle demişti August Spies, işçilerin 8 saatlik çalışma süresi için hayatını feda ederken. Onunla birlikte Albert Parsons, George Engel ve Adolph Fischer da idam sehpasına çıkmış, Louis Lingg adlı arkadaşları da idam sehpasına çıkmayı reddetmiş ve kendisini öldürmüştü. Anarşistlerin cenaze törenine 600.000 işçi katılmış, 1893’te de, Illinois Valisi, yargılamanın adil yapılmadığını itiraf ederek, idam edilenlerden ve ailelerinden özür dilemiş, hapiste tutulan diğer iki anarşisti de serbest bırakmıştı.

Onun bu sözlerinden 23 yıl evvel, Birinci Enternasyonal’ın Basel Kongresi’nde konuşma yapan Francau, işçilere şöyle sesleniyordu: “Çok uzun zamandan beri diplomalı düklerin ve bilim krallarının himayesi altındaydık. Artık, kendi işimizi kendimiz görelim; ne kadar beceriksiz olursak olalım, hiçbir zaman başkalarının bizim adımıza yaptıklarından daha kötüsünü yapamayız.”

Daha kötüsünü, istesek de yapamayız gerçekten. Savaşlarla, sömürüyle, adaletsizliklerle dolu bu dünyada, karın tokluğuna çalışan milyonlarca işçinin 1 Mayıs’ta meydanlara çıkarken, Francau’nun bu sözlerini anımsaması gerek. Ve her tür milliyetçiliğin, ırkçılığın, sadece ezilenleri bölmeye yaradığını, August Spies ve arkadaşlarının, çalışma saatini sekiz saate indirmek için ilk 1 Mayıs’ı örgütlediklerinde, siyah ve beyaz ırktan yüz binlerce işçinin aynı coşkuyla meydanları doldurduğunu da unutmamaları gerek. Üstelik onlar bunu yaparken, ABD’de ırkçılık en parlak dönemlerini yaşıyordu. Ezilenlerin siyah derilisi, beyaz derilisi olmazdı. Ezilenlerin rengi, yedikleri lokma, çektikleri acı ve onları saran “gizli ateş”in alazıyla aynıydı aslında. Her tür milliyetçilik, ırkçılık, işçilerin mücadele gücünü bölerek vampirleri uzun ömürlü yapmaktan başka bir işe yaramayacaktı.

Raoul Vaneigem, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Gündelik Hayatta Devrim” adlı kitabında ezilenlerin talebini ve amacını şöyle özetler: “Yargıç olmak istemiyoruz, sadece köleliğin yıkılmasının dışında, yeni bir masumiyeti, erdemli bir hayatı yeniden keşfeden kölesiz efendiler olmak istiyoruz.” 

Masamın üzerinde, 2006’da yitirdiğimiz anarşist tarihçi Paul Avrich’in kitapları duruyor. Onun Doruk Yayınları’ndan çıkan “Anarşist Portreler”, Sel Yayınları’ndan çıkan “Amerikalı Anarşist Voltairine de Cleyre’in Yaşamı”, Metis Yayınları’ndan çıkan “Rus Devriminde Anarşistler” ve Versus Yayınları’ndan çıkan “Kronstadt 1921” adlı kitapları… Avrich’in “Haymarket Trajedisi” adlı kitabı Türkçe’ye aktarıldı mı bilmiyorum. Ama 1 Mayıs’ın başlangıcı olan Haymarket Olayı’na dair en güvenilir eserlerden birisi olduğu kesin. Avrich’ten bahsetmişken, 13 Nisan 2009’da kaybettiğimiz bir başka değerli tarihçi-yazar Abel Paz’ı da anmak gerek. İspanya İç Savaşı’nda Durutti’nin yanında çarpışan Abel Paz’ı, Kaos Yayınları’ndan çıkan “Halk Silahlanınca - Durruti ve İspanya Anarşist Devrimi” adlı kitabından hatırlarsınız belki.

Gecenin karanlığında yanıp sönen gizli ateşlerden anlıyor İvam, 1 Mayıs’ın yaklaştığını… Vampirleri yok edecek o büyük yangının, gençlerin derisinde yazan “çıplak ve yepyeni, gerçek olana, yaşanası olana yapışık / Yüz binlerce ağızdan yükselen” sözcüklerin büyüsüyle başlayacağını…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Nisan 2009)

KADIN BAKIŞI

Posted: 22 Nisan 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir kır kahvesinde oturup, nargilelerimizi tüttürerek kitaplardan konuşurduk. Gerçekte konuştuğumuz kitaplar değildi. O, çayını karıştırırken Turgut Uyar’dan bahsediyorsa, elma yerken Cemal Süreya’dan bahsetmesi kadar apaçıktı söylediği şey.

Ayrı şehirlerde de olsak, sabahleyin aynı saatte alırdık gazetemizi. Böylelikle, bakışlarımızın aynı satırların üzerinde gezindiğine, bunun bizi buluşturan büyülü bir an olduğuna inanırdık. Okuduğumuz yazıya birbirimizin vereceği tepkileri düşünerek gezinirdik sayfaların arasında. O yüzden okuduğumuz gazete, gazete olmaktan çıkar, bir buluşma yeri olurdu bizim için.

“The Reader” (Okuyucu) adlı filmi izlerken, okuma eylemine dair böyle bir aşk ilişkisi canlandı zihnimde. Anlatılan başka bir şeydi elbette. Okuma-yazma bilmeyen bir Nazi suçlusu kadının kitaplarla kurduğu tutkulu ilişkiyi anlatıyordu film. Bir Nazi suçlusunu sempatik gösterdiği için, filmin eleştiriliğini anımsıyorum. Bu eleştiride de haksız sayılmazlardı hani. Ama okuma tutkusu ve o tutku etrafında gelişen aşk hikâyesi, yine de insanı içine çekiyor ister istemez.
Filmde genç bir adam, âşık olduğu kadına kitap okuyordu. Bu okuma edimi, gerçekte bir tür çeviriydi aslında. Yüz hareketleriyle, ses tonuyla, metni kendi arzusuna göre yansıtıyordu âşık olduğu kadına genç adam. Octavia Paz’ın da altını çizdiği gibi, bir dilden başka bir dile aktarmaya benziyor aslında her okuma, düşünme, dünyayı anlama ve anlatma çabası.

Bu çeviri meselesine kafa yormam, Mehmet Rifat’ın hazırladığı ve Sel Yayınları’ndan iki cilt olarak çıkan “Çeviri Seçkisi” kitabıyla başlamıştı. Hem yerli, hem de yabancı düşünürlerin çeviri hakkındaki fikirlerini, bir çerçeve içerisine oturtup derli toplu bir biçimde yöntemli bir okuma imkânı sunuyordu kitap. Bugünlerde YKY’den çıkan Esra Akcan’ın “Çeviride Modern Olan” adlı çalışması da, eşine kolay kolay rastlanmayacak bir kitap olarak yerini aldı kitapçı raflarında. Modernleşme tarihinin bir çeviri süreci olarak yazılabileceği iddiasıyla yola çıkan Akcan, mimari alanı temel alarak yazdığı bu kitapta, çevirinin doğasını anlamamız için önemli ipuçları sunuyor. Alman mimarların, Türkiye’deki yerleşke ve konut kültürünü dönüştürürken, kendi pratiklerinin de nasıl değişime uğradığını ayrıntılı bir biçimde anlatarak, kültürel dolaşımın çarpıcı bir tarihsel sürecini de gözler önüne sermiş oluyor. Akcan, çeviri ortamını, kültürler arasındaki farkların keşfedildiği, tartışıldığı, uzlaştırıldığı ve zıtlaştırıldığı bir temas alanı olarak tanımlıyor kitabında. Özellikle küreselleşen ekonomi ve teknolojik dönüşümlerin hızlandırdığı kültürel dolaşımı anlamak için, çeviri sürecinin dinamikleri üzerine düşünmenin bir zorunluluk haline geldiği günümüzde, bu kitaptan alabileceğimiz çok şey var. Çünkü sermaye ve göçler aracılığıyla insan akışıyla birlikte, bilgi ve imgelerin de bu dolaşıma katıldığı ve dünyayı şekillendirdiği bir gerçek. Ve en önemlisi Türkiye’nin modernleşme sürecinin gelişimini, mimari açıdan inceliyor ki, özellikle “İstanbul’un Melankolisi”ni ele aldığı bölüm muhteşem…

Çeviriden söz açılmışken, dünyanın önde gelen feminist edebiyatçılarından Anne Carson’un Metis Yayınları’ndan çıkan “Kocanın Güzelliği” adlı manzum romanına değinmeden edemeyeceğim. Türkçede pek bilinmeyen bu güzide yazarın romanını uzun zamandır bekliyorduk aslında. Ama daha önemlisi, Aslı Biçen’in Carson gibi zor bir yazarın manzum romanını Türkçeye aktarmadaki özeni ve başarısı, beni en az kitabın yayınlanması kadar heyecanlandırdı. Biçen’in romancılığını bilmeyenler bile, onun sıkı bir edebiyatçı olduğunu rahatlıkla tahmin edebilirler bu çeviriye bakarak. Anne Carson, Türkçede az rastladığımız bir biçimde, şiir şeklinde kurgulamış romanını. “29 tangoda kurgusal bir deneme” alt başlığıyla çıkan romanda, tükenen bir evliliğin hikâyesini, işin içine Bataille, Levi-Strauss gibi düşünürleri katarak, en önemlisi ünlü İngiliz şairi John Keats’ten alıntılara başvurarak baş döndürücü bir dille yazmış. Mesela romanın bir yerinde şöyle fısıldıyor okura: “Her yara kendi ışığını saçar / der cerrahlar / Bütün lambalarını söndürsen evin / pansuman yapabilirmişsin yaraya / kendinden ışıyanla” Ya da romanın bir yerinde evliliğin tanımını yapar Carson: “derdin eskiden. ‘Arzu çarpı iki eşittir aşk ve aşk çarpı iki eşittir delilik.’ / Delilik çarpı iki eşittir evlilik / diye eklemiştim”. Bir kadının iç dünyasından ayrılığa, cinselliğe, evliliğe dolaysız bir şekilde bakarken, kocasını bir cinsel obje olarak ele almayı da ihmal etmiyor yazar.

Carson’u okurken feminizmin artık başka bir şey olduğunu, başka bir şeye dönüştüğünü ve aslında bu dönüşümün nasıl büyük imkânlar sunduğunu gördüm yeniden. Cixous, Butler ya da Irigaray gibi yazar ve düşünürlerin ürünleri, sadece feminist bakış açısını değil, felsefeyi, sosyal bilimleri, siyaset felsefesini de dönüşüme uğratmıştı zaman içerisinde. Bu dönüşümü ve etkilerini görmek için “Cogito” dergisinin, feminizm konusuna eğildiği son sayısını hararetle tavsiye edebilirim. Yerli ve yabancı birbirinden değerli kadın yazarların ve düşünürlerin yazılarının çizdiği çerçeve, feminizmin nasıl çok yönlü ve derinden hayatı kuşattığını görmek için önemli bir fırsat. Aslında şu bir gerçek: Dünyayı kadınlar değil, kadın bakışı kurtaracak… Ve erkeklerin de, en az kadınlar kadar, bu bakıştan mahrum kalmaması çok mühim.

Örneğin yine yakınlarda Metis Yayınları, Cynthia Cockburn’ün “Buradan Baktığımızda” adlı, alt başlığı “Kadınların Militarizme Karşı Mücadelesi” olan kitabını yayımladı. Savaşlardan aslında en büyük zararı gören, toplu tecavüzlere maruz kalan kadınların, militarizme karşı mücadelelerini hangi koşullarda ve bakış açısıyla oluşturduklarını ve Filistin’den Hindistan’a yaşadıkları deneyimleri öğreniyoruz kitaptan. “Devletin inşasıyla birlikte savaş kurumunun, insanlık tarihinde ilk defa sınıf hiyerarşisi ve patriyarkal bir cinsiyet / toplumsal cinsiyet sistemiyle ortaya çıktığını” söyleyen Cockburn, aslında savaşların nasıl sona erdirilebileceğinin işaretlerini de vermiş oluyor. R. W. Connel’ın dediği gibi: “Bir demilitarizasyon ve barış stratejisi, erkekliğin değişimine yönelik bir stratejiyi de içermelidir.” Başka türlü, dünyanın değişmeyeceği malum…

Bülent Usta (Birgün, 22 Nisan 2009)

SABAHIN KIZILLIĞI

Posted: 15 Nisan 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Uçsuz bucaksız düz bir ovanın ortasında ilerleyen bir trenin içinde açıyorsunuz gözlerinizi. Gözlerinizi açtığınız andan itibaren yaşadığınız her şey, bir rüyadan başka bir şey değildir aslında. İşiniz, sevgiliniz, aileniz, dostlarınız, çocukluğunuz, her şey…
Ölüm denilince, aklıma böyle bir yolculuk ve uyanış gelir genellikle… Yaşamı hissetmek, ölümden korkulmadığı sürece mümkündür çünkü.

Stefan Zweig’ın Can Yayınları’ndan çıkan “Dünün Dünyası” adlı kitabını okurken, böyle bir tren yolculuğu içinde kendimi bulmam kaçınılmazdı. Çünkü Zweig denilince aklıma hep, 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı günlerde, ülkesinden ayrılıp Brezilya’ya gitmek zorunda kalan, orada karısı Lotte ile intihar eden ve cesetlerinin yanı başında bulunan o veda mektubu gelir. Mektup şöyle bitiyordur: “Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Zweig öleli 67 yıl geçmiş ve o uzun gece, dünyanın çoğu yerinde tüm karanlığıyla sürüyor olsa da sabahın kızıllığını görme umuduyla her sabah pencereye koşanlar da var olmaya devam ediyor. O da yazdıklarıyla, beklenen sabaha ortak oluyor aslında. Çünkü, Avrupa’nın yakın tarihini kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak anlattığı bu kitap, öylesine büyük derslerle dolu ki… 440 sayfalık kitabın her sayfasını, yaşamı olağanüstü derecede ciddiye alan büyük bir yazarın nasihatlari gibi okumak mümkün. Kitabın daha başlarında anımsattığı şey, belki de pek çok şeyin yanıtını içinde barındırıyor: “Bugünümüz, dünümüz ve önceki günümüz arasındaki tüm köprüler yıkıldı.” Zweig, genç dostlarıyla konuşurken yaşadığı bu ürpertiyi, aslında kendi kendisine kaldığında da hisseder. “Hayatım” derken, “Hangi hayatım?” diye sormadan edemez kendisine. 1. Dünya Savaşı öncesi mi, yoksa 2. Dünya Savaşı’ndan önceki hayatı mıdır söz konusu olan? Peki Türkiye’de yaşayanlar için kaç hayat vardır acaba? 12 Eylül’den öncesiyle sonrası arasındaki farklara bakmak bile yeter.

Benim asıl merak ettiğim şey ise, bazılarının nasıl olup da hayatı, sadece kendi hayatlarından ibaret gördükleri. Zweig, intihar ederken bile, dostlarına uzun uzun açıklamalarda bulunan bir mektup bırakmıştı arkasında. O mektup bile, hayatı, kendi hayatından ibaret görmediğinin bir kanıtıydı. Ya da Balzac gibi yazarlar hakkında yaptığı çalışmalar, yazdığı kitaplar… Hayatı, salt kendi hayatından ibaret görmeyenlerin yaşamlarında, Zweig’ın bahsettiği o sabahın kızıllığından izlere rastlamak mümkün her zaman.

Belki de bu sabah erkenden uyanıp pencereden güneşin doğuşuna bakarken, Zweig’ın o ışıltılı ve sevecen bakışlarıyla karşılaşmamın nedeni buydu. Yanımda kedi dostum İvam da vardı ve güneşle yüzümüzü yıkarken hiçbir zaman bir şeyler için geç kalınmadığını biliyorduk. Bizi götürecek o trene bindiğimiz zaman, ne hissedeceğimiz, neler için mücadele ettiğimizle ilgili olacaktı sadece. Çünkü her rüyanın geride bıraktığı bir duygu vardır ve o duygu götürür bizi gitmemiz gereken yere.

Bu aralar, okuduğum ve içinden bir türlü çıkamadığım, eğlenceli olduğu kadar düşündürücü de olan bir biyografi çalışması daha var. İthaki Yayınları’ndan çıkan “Jules Verne - Eleştirel Bir Biyografi” adlı kitapta Volker Dehs, çocukluğumdan beri hayranı olduğum, “80 Günde Devri Alem”, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” gibi kitapların yazarı Jules Verne’in hayatını, kapsamlı bir çalışmayla gün ışığına çıkarmış. Kendi türü içerisinde örnek olabilecek özellikler taşıyan bu kitabın varlığı, gerçekten de çok mühim. Ithaki Yayınları, bildiğiniz gibi Jules Verne’in romanlarını da yayımlıyor.

Birbirinden değerli o romanların yazarını da, şimdi bu kitap aracılığıyla daha bir görünür kılmış oldu. Verne’in çocukluğundan aşklarına kadar pek çok detayı uzun uzun araştıran ve tartışan bu kitabı okurken, tüm o romanların hangi koşullarda ve nasıl duygularla yazıldığını da öğrenmiş oluyor insan. Bu müthiş bir şey… Ama beni kitapta şaşırtan şey, romanlarında gördüğümü hissettiğim Verne ile, bir biyografi yazarının titizlikle araştırıp gösterdiği Verne arasındaki derin farklar oldu. Örneğin, böylesine hayal gücü zengin bir yazarın muhafazakâr yanlarının olması, beni hayal kırıklığına uğrattı bir parça. Bu da ister istemez, edebiyatta yazar ve yapıtı arasındaki ilişkinin nasıl geliştiğine dair sorular uyandırdı zihnimde.
Gerçekte faşist bir bilimkurgu yazarı olan Robert Anson Heinlein adını duydunuz mu hiç bilmiyorum. Peki bu faşist ve militarist yazarın 2003’te Artemis Yayınları’ndan çıkan “Yaban Diyarlardaki Yabancı” adlı romanının, savaş karşıtları için kült kitaplar arasında yer aldığını biliyor muydunuz? Aslında Heinlein’in bu durumu, bilimkurgu çevrelerinde epey tartışılan bir konu. Birileri, Heinlein’in diğer yapıtlarını ve siyasi tercihlerini göz önünde bulundurarak, romanı bu türden bir okumaya tabi tutarken, başkaları da romanı yazarından bağımsız ele almayı tercih edebiliyor. Aslında bu durumun tek bir ayırıcı göstergesi var. O da Barthes’ın da altını çizdiği gibi, araçsallaştırılmamış bir sanat yapıtı söz konusu olduğunda, yazarın siyasi tercihlerinin bir önemi olmadığı.

Stefan Zweig ve Jules Verne ile yaptığım yolculuktan yorgun düşünce, İvam’la Can Yayınları’ndan çıkan Sam Stall’ın “Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi” adlı eğlenceli kitabın içine daldık. Birbirinden şirin, hırçın ve gizemli yüz kedinin tuhaf serüvenlerini okuyup epey bir eğlendik. Ama kitapta bir hikâye vardı ki, İvam’dan kuşkulanmama neden oldu. Londra Kulesi’ne hapsedilen Wyatt’ı, işkence gördüğü hücresinde ziyaret eden ve ona dışarıdan yiyecek getiren kedi, acaba İvam olabilir miydi?

Bilim insanlarına, sanatçılara ilham veren tüm kedilerde İvam’dan bir şeyler buldum ister istemez. Ama İvam, kedi dostlarından pek gurur duyan bir kedi değil. Özellikle, Stephens Adası’ndaki nadir bir kuş türünü yok eden, deniz feneri bekçisinin kedisi Tibbles’ten ikimiz de pek hoşlanmadık. Kedilerin insanlara benzeyen pek çok özelliği var. İnsan gibi, hiçbir zaman çözülemeyecek gizemli yaratıklar olan kedilere düşkünlüğümün bir nedeni de bu olsa gerek.

Bülent Usta (Birgün, 15 Nisan 2009)

KOVULAMAYAN EDEBİYAT

Posted: 8 Nisan 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Günümüzde edebiyata duyulan ihtiyaç gitgide artarken, toplumun, hatta edebiyatçıların edebiyattan kaçıyor olması tuhaf bir şey olsa gerek. Tuhaf ama anlaşılmaz değil aslında. Michel de Certau’nun Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Gündelik Hayatın Keşfi” adlı kitabını okurken anımsadım bu gerçeği. Edebiyatı mühim yapan şey, aslında bu kaçışın varlığıyla alakalı. Elbette yeni bir cep telefonu markasına duyulan ilgi kadar olmasa da, bazı sanat ürünlerine de bir ilgi var günümüzde. Çok satan romanlar da var, ama talep edilen edebiyatın kendisi değil, edebiyatın yan ürünleri genellikle… Bestseller romanlar, romanın bir yan ürünü olarak düşünülebilir, TV dizilerinin sinemanın yan ürünleri olması gibi. Ama gerçek edebiyat, kendi akarsuyunda, o akarsuyun bulanıklaşmış sularında akmaya devam ediyor. Ve bu haliyle, edebiyatçıların kendisi için bile pek cazip değil. Çünkü bu bulanık sular, zenginlik, şan, güç vaat etmiyor. Ve o akarsuyun aktığı yer, merkezdeki zengin bataklıklara değil, açık denizlerin gizemli ve tehlikeli sularına doğrudur her zaman… Boğulmadan ve karaya vurmadan açık denizlere ulaşanların yaşayacağı mutluluk ise, bataklıklardaki yaşanan mutluluklarla kıyaslanamaz muhtemelen.

18. Yüzyıldan itibaren, evrensel olduğunu iddia eden uygarlıkla roman sanatının doğuş serüveninin birarada gelişmesi tesadüf değildi. İlk fabrikalar inşa edilirken, ilk romanların da yazılıyor oluşu, sanatın ve felsefenin büyük sıçramalar gerçekleştirmesinin şaşılası şeyler olmadığı, hepsinin birbirini tetikleyen ve hazırlayan gelişmelerle bağlantılı olduğu yazılıp çizilmişti uzun uzun. Hatta bu bir bakıma zorunluluktu, yeni “tin”in doğuşu için. Ama gerçeküstücülüğün, varoluşçuluğun, sitüasyonizmin, avangard sanatın gelişmesi de, uygarlığın yaşadığı krizler, çatışmalar, hayal kırıklıkları düşünülürse, olması gereken, bir ihtiyaç dahilinde olan şeylerdi.

Edebiyatın serüveni, bazı ortak yanlarına rağmen bilimsel söylemin serüveninden farklı özellikler taşıdığı için, “bilimsel söyleme” hakim olanlar, edebiyatın yüzlerine tuttuğu eleştirel aynadan tedirgin olmaya başlayınca, edebiyatı Michel de Certau’nun tabiriyle “kendine ait” alandan dışarıya kovalayarak “öteki”leştirdi.

Uygarlıklar, uygarlık eleştirisiyle varlıklarını sürdürdükleri için, bu ötekileştirme ister istemez uygarlık krizini derinleştirerek edebiyatın varlığını daha da mühim bir hale getirdi. Certau’nun Nietzsche’den Bataille’a, Sade’dan Lacan’a uzanan bir “edebiyat”tan bahsettiğini düşünürsek, bu “edebiyat”ın, sadece edebiyat türlerini kapsamadığı da söylenebilir.

Ama, edebiyatı daha büyük bir ihtiyaç haline getiren uygarlığın eleştiri yoksunluğu, edebiyatın kendisi için de sözkonusu bir hale geldi. Çünkü edebiyatın da kendisine eleştirel bir ayna tutması, kendi ötekileştirdikleriyle yüzleşmesi, sorunlarını açık yüreklilikle tartışması, kendi varlık koşulu için büyük bir ihtiyaç günümüzde. Bu yüzden edebiyat eleştirisi olmaksızın edebiyatın kovulduğu yerden geri gelmesi, içinde aktığı bulanık suların berraklaşması düşünülemez.

Bugünlerde İletişim Yayınları’ndan çıkan Laurent Mignon’un “Ana Metne Taşınan Dipnotlar” adlı kitabı, bahsettiğim türden bir eleştirel ayna görevini görüyor edebiyatımız için. Mignon’un adını “Birgün Kitap”taki yazılarından anımsayacaksınızdır muhtemelen. Mignon, Türkçe Yahudi edebiyatın doğuşundan, Türkçe şiirdeki siyahiliğin izlerine kadar, her tür kültürel özcülük ve milliyetçilikten uzak bir bakışla edebiyatımıza bakmayı deniyor. Bir bakıma, edebiyat tarihinin dipnotlarına itilmiş edebiyatçı ve düşünürleri, dipnotlardan alıp metne taşımaya çalışmış bu kitabıyla. Yahudi kökenli şairimiz İsak Ferara’yı bu sayede yeniden anımsamış oldum ya da Osmanlı’nın özgürlükçü düşünürlerinden Baha Tevfik’i… Yine aynı yayınevinden çıkan Murat Belge’nin “Genesis” adlı kitabını da anımsatmakta fayda var bu bağlam içinde. Murat Belge, Türk kimliğinin tarihi romanlar aracılığıyla, ‘büyük ulusal anlatı’ çerçevesinde nasıl işlendiğini araştırmıştı Genesis’te. Başka bir eksenden, tarihi romancılığımızı sorgulayarak, ‘milliyetçiliğin ortaklaşa bilinçdışı’na bakmıştı. Edebiyat, iktidar mücadelelerinden bağımsız bir alan olmadığı için, bu türden eleştirel bakış açıları adeta bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

2. Dünya Savaşı yıllarında, kendisine gebe annesinin gözünden savaşın vahşetini tüm çarpıklığıyla anlatan Friedrich Christian Delius’un İthaki’den çıkan “Annenin Genç Kadın Olarak Portresi” adlı romanını okurken, aklıma ya 2. Dünya Savaşı olmasaydı diye bir düşünce takıldı. Toplama kampları, yakılıp yıkılan kentler olmasaydı, milyonlarca insan ölmeseydi, o yılları anlatan romanlara ne olurdu acaba? O zaman ne yazacaktı Delius? Belki 1. Dünya Savaşı’nı ya da yerel bir savaşın vahşetini… Delius, mutlaka yazacak bir şey bulacaktı. Ama 2. Dünya Savaşı olmasaydı, dünyanın şimdiki dünya olmayacağı kesin. Tıpkı 12 Eylül askeri darbesi olmasaydı, Türkiye’de her şeyin bambaşka olacağı gibi. şiirimiz, romancılığımız, siyasete bakışımız, her şey farklılaşacaktı. Bu gazetede okuduklarınız dahil. Ama oldu. Tüm o acılar yaşandı ve yaşanan tüm o olaylar, bugün yaşanan süreci belirledi.

Peki bu sürecin edebiyatta belirleyemediği ve hiçbir zaman belirleyemeyeceği şey ne? Bir edebiyatçı olarak beni edebiyata bağlayan şey, edebiyatın, hiçbir zaman kendisine verilmeyecek, verilmesi mümkün olmayan bir söze doğru gitme eğilimidir. Edebiyat dışında, o söze ulaşabileceğimiz başka bir araç da yok. Işte bu yüzden, edebiyat ne kadar kovulursa kovulsun, geri gelecektir.

Bülent Usta (Birgün, 8 Nisan 2009)