GAZETECİLİKTE EDEBİYAT

Posted: 27 Mayıs 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Avucundan akan kana bakarken, o güne dek yazmış olduğu biçimde yazmayı sürdüremeyeceğini, bambaşka bir şeyi bambaşka bir dille anlatması gerektiğini anladı.”

Cem Akaş’ın Everest Yayınları’ndan çıkan “19” adlı romanı, bu cümleyle başlıyordu. Bu cümle, hiçbir yenilik kaygısı duymadan yazanların umursamazlıklarını anımsattı bana. Bu tür yazarların, aradan otuz yıl geçse de hep aynı şeyleri, aynı şekilde yazmaktan usanmamalarına her zaman şaşırmışımdır. Hatta zaman zaman bazı usta köşecilerin, 20 yıl evvel yazdıklarını, yaşanan güne denk düştüğü için köşelerinde yayımladıkları da oluyor. Böyle yaparak, değişen bir şey yok demek istiyorlar sanki. Kısmen haklı da sayılırlar. Politikacılar yalan söyler, yoksullar ezilir, kâtip arzuhaller de yazar Pir Sultan’dan beri… Peki, yazılır da ne olur?

Kafka, günlüklerinden birisine şu notu düşmüş: “Bugün tüm sıkıntılı durumumu, yazarak, tümüyle kendi dışıma çıkarmak ve derinlikten geldiği gibi, onu kâğıdın derinliğine sokmak ya da yazılmış olan şeyi tümüyle kendi içime sokabileceğim biçimde onu yazıya dönüştürmek için büyük bir istek duyuyorum.”

Kafka’nın yazma istenci öyle bir noktaya gelir ki, “Her şeye karşın, bedeli ne olursa olsun yazacağım: Bu benim hayatta kalma savaşımdır” bile der…
Yazmanın, bir hayat-memat meselesi olması, yazan kişinin niteliği ve yazdığı şeylerle alakalıdır biraz. Para kazanmak, hayran edinmek ya da başka yapacak bir şey bulamadığı için yazanlar, yazmanın bir hayat-memat meselesi olduğundan habersizce, hep aynı şeyleri, aynı şekilde yazmaya devam eder.

Cem Akaş’ın romanında, “Gerçek’ten daha edebi, Edebiyat’tan daha gerçek” bir roman yazmak için yola çıkan M’nin başına gelenlerin kendisi, M’nin arzuladığı şekilde Cem Akaş’ın romanında gerçekleşir sanki. M’nin “küçük ruhlu” birisi olmasına rağmen, dünyaca ünlü bir romancı olmasının arkasındaki sırları ve yaşantıları okumak, insanın varoluşuna dair güncel soruları da peşinden getiriyor ister istemez. M’nin yarım kalan romanını T’nin sürdürmesiyle gerçekleşen bu yazarlık serüveni, yazarlığın çetin şartlarını da gözler önüne seriyor bir yandan. Işin içinde öyle çok hesap, ayrıntı ve acı var ki… Ve bir itiraf: “Küçük ruhlu bir yazar olduğunu idrak edince, çevresindeki diğer küçük ruhlu yazarları bir anda ayırt etmeye başladı; hepsinin ele veren, ruhlarından büyük kitaplar yazmaya kalkışmalarıydı.”

Küçük ruhlu olanların yazıyor olmalarında bir mesele yok. Ama küçük ruhluların sahip olduğu hırs, onların her fırsatı imkâna çevirmelerine neden olduyor ki, bu da edebiyatın düzeyini etkiliyor ister istemez. Çünkü meselesi yazmak değil de, yazar olmak olanlar için, her şey mübah... Şair olmak için şiir yazanlarla, şiir yazmak için şair olanlar arasındaki farkı, ortaya konulan ürünler ve yaşantılarda görmek mümkün her zaman.

Ama bu durum, M’nin “o güne dek yazmış olduğu biçimde yazmayı sürdüremeyeceğini, bambaşka bir şeyi bambaşka bir dille anlatması gerektiği” gerçeğini değiştirmiyor. Bu kaygıyı yazarlar hissetmediği, taklit ve tekrarlarla yetindikleri sürece, zaten zorda olan edebiyatın kendisine yeni alanlar açması zor.

Yazma edimi üzerine düşünürken, gazetecilik ve edebiyat arasındaki ilişkiyi es geçmek olmaz. Şimdi ne alakası var diyebilirsiniz gazetecilik ile edebiyatın. Ama öylesine derin bir ilişki var ki, benim bir edebiyatçı olarak gazetede yazıyor olmamın ve gazeteciliği, en az edebiyat kadar önemsememin bir nedeni de bu.

Ünlü İrlandalı şair Yeats’in, gazeteciliğin edebiyatın gücünü azalttığına dair bir öngörüsü vardır. Yeats, bu tespitinde pek de haksız sayılmaz hani. Kapitalizmin gelişmesi ve tüketim toplumuyla birlikte gündelik hayatın tek ve biricik hayata dönüşmesiyle, gazete okumak roman okumanın önüne geçmiştir ki, Victor Hugo zamanında, “Sefiller”in yeni ciltlerine ulaşmak için sabahın köründe matbaaların önünde uzun kuyruklar oluştuğuna dair rivayetleri düşünürsek, halkın edebiyattan uzaklaşmasıyla yazılı basının gelişimi arasında bir ilişkiden bahsedilebilir.
Gündelik hayat, ne kadar yüzeyselleşirse, gazeteler de o kadar yüzeyselleşir ve okumanın kendisi zahmetli bir süreç olduğu için yerini hızla televizyona bıraktığına tanık oluruz geçen zaman içinde. Artık gündelik hayat, televizyon sayesinde sokaklardan ekranlara taşınmıştır. Yemek programları, gelin-kaynana tartışmaları, yarışmalar... Ve bu yeni duruma uygun, yani gündelik hayatın hızına ve işleyişine uygun gazeteler çıkmaya, hatta edebiyat bile kendi bestseller’larını yaratarak bu yeni sürece ve gündelik hayatın hızına ayak uydurmak zorunda kalır.

Ama bu uyum sürecinin tam tersine Uruguaylı gazeteci-yazar Eduardo Galeano gibi, gazeteciliği, edebiyatın şiir ve öykü gibi bir türü olarak görenler de olagelmiştir her zaman. Gazetecilik, hayata çıplak gözlerle bakma fırsatı sunabildiği sürece anlamlıdır ve gündelik hayatın akış hızı içinde, bu türden bir gazeteciliğin, durup bir şeylere yakından bakma, insanlara, gündelik hayat içinde düşünmek zorunda olmadıkları şeyleri düşündürtme ve gözden kaçırdıkları gerçekleri bulup çıkartma gibi bir misyonu vardır. İşte bunun için de, Galeano gibi gazeteci-yazarların, edebiyatla ilişki kurması, sadece edebiyatla da değil, felsefeyle ve sanatın diğer türleriyle, hatta sosyal bilimlerle işbirliği yaparak gerçeği araştırması kaçınılmaz bir hal alır.
Edebiyatın gücünü azaltan gazetecilik, artık edebiyatla işbirliği yapmak zorundadır ve özellikle muhalif gazetelerin ve bu gazetelerde yazanların, gerçeği arama, bulma ve yazma sorumluluklarını sık sık gözden geçirmeleri kaçınılmazdır.

“Gerçek’ten daha edebi, Edebiyat’tan daha gerçek” yazmak, gazetecilikte mümkün olabilir ancak…

Bülent Usta (Birgün, 27 Mayıs 2009)

DİYALOG MEZARLIĞI

Posted: 21 Mayıs 2009 Perşembe by bülent usta in
0

Uyuyamıyorum bir süredir... Bu yüzden rüya da göremiyorum. Rüyalar, sadece yaşamam için gerekli olan uyumaya ait bir dünya değil, yazılarımın kaynaklarından birisi aynı zamanda.

Doktor House adlı bir televizyon dizisi vardır, belki bilirsiniz. O dizide, sürekli uyku sorunu yaşayan bir doktordur House… Uyuyamamasının nedeni, sakat bacağının dinmeyen ağrısıdır ve o ağrı, onu ağrı kesici bir hapa bağımlı kılmıştır. Bu bağımlılık tüm yaşamını ele geçirmeye başlar. Öyle ki, artık halüsinasyonlar görmeye, olmamış şeyleri olmuş gibi algılamaya başlar ki, bir doktor için bu, daha da büyük bir felaket olsa gerek.

Doktor House, hiçbir hastalığın teşhisine yardımcılarıyla uzun uzun tartışmadan karar vermeyen birisi. Özellikle karşı fikirlere büyük bir ihtiyaç duyması, onu gerçek anlamıyla, yani Gadamerci anlamda bir diyalogçu yapıyor. Doktor House’un bu diyalog takıntısı öylesine güçlü ki, uykusuzluk ve hapların etkisiyle gördüğü halüsinasyonlar, bilinçaltının ölmüş birisine ait bir bedenin içinde karşısına çıkmasına ve onunla doğrudan diyaloğa girmesine bile neden oluyor. Bu, elbette ürkütücü bir durum. Uykusuzluk beni henüz bu aşamaya getirmedi. Ama bu korkunç durumu, bir romancı olarak kıskanmıyor da değilim hani. Bir doktor olmadığım için, kimsenin hayatını tehlikeye atma riski de taşımıyorum üstelik.

Bu topraklarda yaşamın her yerini kuşatan ve nefes almamızı zorlaştıran diyalog eksikliğini düşününce, Doktor House’un yaşadığına benzer bir delilik deneyimi, düşünen ve üreten insanlar için, bu topraklarda kaçınılmaz bir durum gibi geliyor bana. Bir şey üretmek için, ister felsefeyle uğraşın, ister sanatla, kişiliğinizi parçalara ayırmak dışında başka bir şansınız yok. Kültürel yapı, monologçu edebiyatçılar, siyasetçiler üreten bir makineye benziyor. Otoriteryen toplumlarda, yani hükmetmeye ve hükmedilmeye müsait toplumlarda, diyalogçular hain ve bozguncu bir pozisyonuna itiliyor her zaman. Edebiyatımızda yaşanan polemikler de bu anlamda dar ve işlevsiz bir konuma sahip. En son ne tartışılmıştı: Boklu şiir yazılıp yazılamayacağı… Bu tartışma bir sonuca varabildi mi? Yoksa, bu konunun polemiğini bile yapmak gereksiz miydi? Bu konunun tartışılması gereksiz olmayabilir. Ama sadece bu tür şeylerin polemiği yapılıyor, fikirler değil de şahsiyetler çarpışıyorsa, ortaya samimiyetsiz bir manzara çıkıyor: Monologçuların, birbirlerini belden aşağı vurarak alt etmeye çalıştığı bir arena…

Diyalogçuluğuyla ünlü filozof ve yorumbilimci Paul Ricœur, bir söyleşisinde, eğer sonucunda bir fikir ortaya çıkmayacaksa, polemiğe girmenin anlamsızlığından ve bu konuda ne kadar seçici davrandığından bahsederken, kastettiği şey, sanırım monologçularla polemiğin sadece yıkıcı bir amaca hizmet ettiğiydi. Enis Akın’la “Varlık” dergisi için yaptığım bir söyleşide, şairlerin şiir için değil, kendileri için savaştığından yakınıyordu ki, sadece şairler değil, siyasi liderler de sadece kendileri için savaşarak her şeyi çözümsüzlüğe terk etmek konusunda oldukça kararlı gözüküyorlar bu topraklarda.

Söz, Paul Ricœur’e gelmişken, YKY’den Mehmet Rifat çevirisiyle çıkan ünlü yapıtı “Zaman ve Anlatı”nın ikinci cildi “Tarih ve Anlatı” dışında, Metis Yayınları’ndan ‹smet Birkan çevirisiyle çıkan, sinir biyoloğu Jean-Pierre Changeux ile beynin yapısı, işleyişi, etik ve insan doğası dahil pek çok konuyu, sağlam bir diyalog temelinde tartıştığı “Neden Nasıl Düşünürüz?” adlı kitabına değinmeden edemeyeceğim. Changeux ve Ricœur, Odile Jacob’un editörlüğünde karşı karşıya gelip iki zıt kutuptan insanı merkezlerine alarak kıyasa tartışıyor. Birbirlerini alt etme çabaları, kendi yanlışlarını kabullenme ya da iki zıt fikirden bambaşka bir fikre ulaşmalarına bir engel değil. Bir bilim insanıyla bir filozofun Darwin’i kendilerine eksen alarak gerçekleştirdikleri bu tartışmanın düzeyi, bir ders niteliği taşıyor adeta. Özellikle Ricœur’ün yöntemi, bir diyalog erbabı olarak yapıtlarının nasıl fikir çoğaltıcı olduğu konusunda inanılmaz ipuçları veriyor. Ricœur, sadece Changeux ile diyaloğa girmiyor, Spinoza’dan Hume’a kadar pek çok filozofla da diyaloğa girerek, kitabın sınırlarını daha da genişletiyor. Bu arada, bir bilim insanlarından beklenmeyecek derecede felsefe bilgisiyle Changeux da geri kalmıyor Riceour’den.

Aslında Metis Yayınları, 2009’un Darwin Yılı olması nedeniyle peş peşe Darwin’i temel alan yapıtlar yayımlıyor ki, bu kitaplar hem Darwin’i yakından tanımamıza, hem de farklı farklı açılardan Darwin’i güncel tartışmalar içinden görmemize neden oluyor. George Levine’in “Darwin Sizi Seviyor” adlı kitabı da bu yüzden gözden kaçmaması gereken bir kitap. Darwin’e dair yığınla önyargının dayatıldığı günümüzde, bu kitapların varlığı çok mühim. Çünkü Darwin, sadece “Evrim Teorisi”yle anlaşılacak ya da tartışılacak birisi değil. Ve Darwin’i anlamadan günümüzde hiçbir şeyin anlaşılamayacağı da çok açık. Changeux ve Ricœur’ün tartışmalarından ya da Levine’in tespitlerinden bunu görmek mümkün.

Diyalog üzerine “Siyahi” dergisinin 9. sayısında yer alan bir yazımda, Andre Breton’un “Nadja” adlı romanındaki bir “oyun”dan bahsetmiştim: “Bir oyun: Bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle. Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): ‹ki, iki ne? ‹ki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikâyeler anlatırım kendi kendime. Üstelik bomboş saçma sapan hikâyeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben.”
Aslında bu oyunu çoğaltarak yaşıyor ve yazıyorum ben de… Keşke, oyun oynamaya gerek kalmadan sahici diyaloglarla yaşıyor ve yazıyor olsaydım. Gözlerimi kapatıp Changeux ve Ricœur’le konuşuyorum. Nasıl bu adamlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir salonda... Peki ne yapıyorlar? Konuşuyorlar, tüm insan bilgeliğinin öğrettiklerini dikkate alan bir titizlik içinde. Biz ise, bir diyalog mezarlığında konuşuyoruz, kendi kendimizle…

Bülent Usta (Birgün, 20 Mayıs 2009)

BİR ÇARŞAMBA YÜRÜYÜŞÜ

Posted: 13 Mayıs 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Oehler’le karşılaşmam tamamen bir tesadüftü. Ama bu karşılaşmanın bende yarattığı etkiler, kesinlikle bir tesadüf değil. Özellikle bu topraklarda eli kalem tutan herkesin, ya da az-çok bir akla sahip olanların yaşadıkları boğuntuyu, Oehler’in bir akıl sıçramasına dönüştürmesi... Eğer bu akıl sıçraması abartılırsa, delirmek de mümkündü, tıpkı Oehler’in yakın dostu Karrer’in başına geldiği gibi. Ama bu topraklarda kim akıllıydı ki, delilik bir tehlike olsun.

Oehler’e, Thomas Bernard’ın YKY’den Sezer Duru’nun çevirisiyle çıkan “Yürümek / Evet” adlı, iki ayrı anlatıdan oluşan kitabında rastladım. Pazartesileri ve çarşambaları yürüyüşe çıkıyordu Oehler. Ben de Thomas Bernard’a olan yakınlığımı kullanarak bu yürüyüşlerden çarşamba günü olana katıldım. Ve birlikte daha ilk adımımızı atar atmaz, karşılıklı olarak yürüyüş ritmimize uygun bir düşünce akışının içinde bulduk kendimizi. Oehler’le yürümek cesaret isteyen bir iş. Ama Oehler, neden yürüdüğümüzü düşünmemize gerek olmadığını, çünkü o zaman yürümemizin olanaksızlaştığı konusunda ısrarlı. Tıpkı düşünmek gibi… “Bizim düşünmek diye adlandırdığımızın akılla bir ilişkisi yoktur” diyor Oehler ve dostu Karrer’in haklılığını bir kere daha yineliyor: “Bizde olan sadece yedek akıldan başka bir şey değil. Çünkü doğa, gerçek düşünmeyi dışlamak zorunda. Siz şimdi beni deli olarak görebilirsiniz. Ama gerçek, yani asıl düşünme bütünüyle dışlanmıştır.”

Oehler’le yürüyüş yapmanın tehlikesini anladınız mı? Yürümek ve düşünmek aynı anda gelişiyor onda, gördüğü ve düşündüğü şeylerle birlikte… Sokakta oynayan çocuklar bile, onda dünyanın olanaklılığı ve olanaksızlığı üzerine sorular sordurtabiliyor örneğin. Oehler’i bu denli umutsuzluğa ve boğuntuya düşürenin ne olduğunu, bu topraklarda yaşayanlar daha iyi bilir bence. Çünkü herkes, her tür yalanı akılla oynayarak gerçekmiş gibi gösterme olanağına sahip. Retorik her şey, akıl hiçbir şeydir bu topraklarda. Başbakan, “Kürt Sorunu”ndan bahsedince, bahsettiği şeyin “Kürt Sorunu” olmaması gibi. Ya da televizyonlarda, gazetelerde “devlet aklıyla” düşünenlerin, akıllarını ve vicdanlarını iktidar ve güce emanet etmiş akılsızlardan oluşması gibi. Oehler’in dediği gibi: “Çünkü bu ülkede yalnız darkafalılık ve çaresizlik ve acemilik korunur ve bu devlette sadece yeteneksiz ve gereksiz olana bütün araçların akıtıldığı kesindir.”

Mardin’de yaşanan katliam, bana başka başka katliamları hatırlatarak ruhumu derinden sarstığı ve düşündüğüm ya da okuduğum her şeye bu dehşetin izleri sindiği için, Oehler, yürüyüşümüzün bir yerinde şunları söylemeden edemiyor: “Kuşkusuzdur ki çekilmez olanı çekmek ve dehşet vereni, dehşet veren bir şey olarak algılamamak sanattır. Bu sanatı en zor olarak betimlemek doğaldır. Olgulara karşı varolma sanatı, en zor olan sanattır. Olgulara karşı varolmak, çekilmez olana ve dehşet verici olana karşı varolmak demektir. Biz, sürekli olgulara karşı değil de sürekli olgular ile varolursak, en kısa zamanda mahvoluruz. Gerçek şu ki, varoluşumuz çekilmez ve dehşet verici bir varoluştur, bu olgu ile varolursak, en zavallı ve en bayağı biçimde mahvoluruz…”

Mahvolduğumuzu görebiliyorum Oehler’in sözlerinde. Çünkü, olgulara karşı varolmamızı sağlayacak olan sanatı, olguların hakimiyetinden kurtaracak gücü ve kararlılığı kendimizde bulmak için yeterince çabalamadığımız ortada. Çünkü aklını ve vicdanını iktidara ve güce emanet edenlerin kuşatması altında şekilleniyor her şey. Ve en kötüsü, bu kuşatmayı artık doğal bir şey gibi algılayanların akıl ve vicdanlarını omuzlarında bir yük gibi taşıyor olmaları.

Ama her ne kadar umutsuz birisi olsa da Oehler, şu umut verici sözleri söylemeyi de ihmal etmiyor: “İnsanın içinde, olguların tümüne karşı varolma olanağı hep vardır.”

Oehler’le, sanatın, tarihin, doğanın, aklın ve deliliğin sınırlarında gezinirken, toplum olarak yaşadığımız akıl tutulması daha bir görünür hale geliyor gözümün önünde. Herkesin sanattan öğreneceği bir şeyler var ve sanata bu kadar uzak kalmış bir toplumun, her tür akıl-dışılığa yatkın olması bana oldukça anlamlı geliyor. İşin kötü tarafı, sanatçıların bile delilikten medet umup kendi varoluşlarını olgulara teslim etmeleri. Ya da olgulara karşı çıkmayı, olguları yok saymak olarak anlamaları… Toplumun akıl-dışılığına, topluma sırt çevirerek değil, tam tersine toplumun içinde kalarak mücadele edilmeli ki, hem yapılan sanat anlamlı, hem de sanatçının sanattaki varoluşu mümkün olsun.

Bir de her şeye umutsuzluk-karamsarlık penceresinden bakanlar var. Tamamen dehşet verici olgulara teslim olup, baktıkları her yerde acıyı ve umutsuzluğu görenler… Onlarınki, Oehler’in umutsuzluğu gibi değil. Çünkü Oehler, ne kadar umutsuz olursa olsun, ne kadar çıkışsızlığın ve çözümsüzlüğün içine düşerse düşsün, bu çıkışsızlık ve çözümsüzlükten zevk alan birisi değil. Umutsuzluktan zevk alan yazarların, kendi varoluşlarını bunalımlarıyla yaşamaları ve yazdıklarıyla umutsuzluğu örgütlemeleri, onların olgular karşısında yaşadıkları aczin bir ifadesi olabilir ancak. Baktıkları her şeyde, kendilerini, kendi iç sızılarını görmeleri ve bunu bir alışkanlık haline getirmeleri, onları ister istemez olguların esiri haline getiriyor ki, bir sanatçının yapabileceği en büyük hatalardan birisi de, kendisini, kendisine acıyacak kadar önemsemesi…

Thomas Bernard’ın bütün kitapları, bende bir başdönmesi etkisi yaratır. Oehler’le yaptığım bu yürüyüşten sonra da yaşadığım başdönmesi, yazarın tekrarlarla, kesintisiz bir anlatımla, hipnoz eder gibi kullandığı dille, tıkalı kalmış düşünce kanallarını açtığı için benzersizdi. Oehler’le yaptığım yürüyüş bitmiş ve odama dönmüş olsam da, yürümeye devam ediyordum. Bir gazete yazısına sığmayacak, sığdıramayacağım düşüncelerle…

Bülent Usta (Birgün, 13 Mayıs 2009)

DÜNYANIN ACISI

Posted: 8 Mayıs 2009 Cuma by bülent usta in
0

Gerçekte şizofren bir hayat sürdüğümüzün farkında mıyız acaba? Radyo bas bas bağırıyor: Mardin’de düğün basıldı! 44 kişi öldürüldü! Okuduğum ya da yazdığım her şey, önemsizleşiyor birden. Pavese’in yeni yayımlanan şiirlerinden ya da Henry James’in romanlarından bahsetmenin ne önemi kalıyor ki, böylesine akıldışı hadiselerle, katliamlarla, cesetlerle doluyken ortalık. Onlarca polisin ortalarına bir göstericiyi alıp öldüresiye dövmesine, her gün cepheden gelen ölüm haberlerine ya da arazilerde bulunan cephaneliklere alıştığımız gibi, her şeyi sineye çekebiliyor oluşumuzun elbette birçok izahı var. Bu izahlar da bir yerde tıkanıp kalıyor.
Şiddet antropolojisi üzerine çalışma yaparken, tecavüzün hiç gözükmediği, hatta dillerinde tecavüz kelimesinin bile bulunmadığı kültürlere rastlamış, şiddetin kültürel kodlar aracılığıyla aktarıldığı gerçeğiyle karşılaşmıştım. Mülkiyetçiliğin, doğal ya da yapay eşitsizliklerin şiddet kültürünü nasıl şekillendirdiği, en büyük şiddet uygulayıcısı olan devletin oluşumu ve şiddetle beslenen doğasıyla hesaplaşmaksızın, bu meseleye çare bulmanın imkânsız olduğu gerçeğiyle yüzleşmiştim. Bu topraklarda çocukların, işkenceler ve yargısız infazlardan, linç girişimlerine ya da namus cinayetlerine kadar, siyasal-sosyal-kültürel bir şiddet atmosferi içinde büyüdüğü gerçeği, sorunu daha da bir karmaşıklaştırıyor nihayetinde. Sonra da, bir düğün alanına gidip 44 kişiyi acımasızca öldüren, sevgilisinin kafasını kesip çöp kutusuna atan, kendisi gibi düşünmeyeni linç eden insanlar çıkıyor ortaya.

Şiddetin doğanın içinde olan ve tüm canlılar tarafından dolaylı ya da dolaysız yaşanan bir olgu olduğu gerçeği, “insan”ın şiddeti kültürel olarak biçimlendirdiği gerçeğini değiştirmiyor nihayetinde. Lorenz, şiddetin biyolojik gerçekliğini araştırmıştı. Freud, Fromm ya da Kovel de, şiddetin psikolojik ve sosyolojik izahlarıyla ilgilenmişti. Hatta genler üzerine araştırmalar da yapılmıştı. Ama Eskimolarda ya da Aborjinlerde şiddetin görülme sıklığının azlığı, her defasında kültürel yapıyı işaret ediyor bize. Ve elbette Foucault’nun altını çizdiği gibi, şiddetin güç ve iktidarla ilişkisini araştırmanın ve anlamanın önemini. Özellikle “erkeklik”meselesi ve sahip olduğu kültürel kodlar, bu topraklarda yaşanan şiddeti açıklamada kilit bir öneme sahip. Ve asıl altı çizilmesi gereken nokta ise, şiddeti meşrulaştıran ideolojik ve kültürel kodların teşhir edilmesi.

Ama ben, yazımın yörüngesini, her şeye rağmen Pavese’den ve onun şiirlerine kaydıracağım yine de. Çünkü tüm bu yaşanan olumsuzluklar, bizim kendi gerçekliğimizi yaşama ve inşa etme sürecimizi engellememeli. Edebiyatın ve sanatın yaşamın içindeki sınırları genişledikçe, yaşanan olumsuzlukları, çeşitli açılardan görme ve çözüm üretme imkânı da kendiliğinden gelişecek. Bu topraklarda, edebiyat üzerine konuşmak, Danimarka ya da İsveç’te edebiyat üzerine konuşmaktan daha anlamlı.

Cesare Pavese’in şiirlerinin, Kemal Atakay’ın çevirisiyle, YKY’den “Şiirler”adı altında geniş bir derleme olarak yayınlanması, Can Yayınları’ndan Behçet Necatigil Türkçesiyle Doğu edebiyatının “Binbir Gece Masalları”gibi temel kaynaklarından birisi olan “Tûtînâme”nin yayımlanması kadar mühimdi. Çünkü Pavese’i biz hep öykücü ve romancı yanıyla tanımış, bir şair olarak Dünya edebiyatında sahip olduğu yerden çok da haberdar değildik. Behçet Necatigil’in hazırladığı “Tûtînâme”ise, uzun süredir kayıp bir çalışma olarak anılıyordu ki, bu kökü Sanskritçeye dayanan ve Farsçadan Türkçeye aktarılmış eserin yayınlanması, son zamanlardaki en büyük edebiyat olayı olsa gerek.

Pavese, “Kâğıt İçiciler”adlı şiirinin bir yerinde şöyle diyor:

“Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya,
gün ışığıyla küfretmeye başlıyorsak:
İnsandı suçlu olan. Hiç olmazsa gidebilmeliyiz,
aç ama özgür olabilmeli, hayır diyebilmeliyiz
aşkı ve merhameti kullanan bir yaşama,
aileyi, toprak parçasını, bağlamak için ellerimizi.”

“Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya”…
Bunun bir yazgı olmadığını biliyor muyuz acaba?

Bülent Usta (Birgün, 6 Mayıs 2009)