TURİZMDEN ÖPÜŞMEYE KADAR

Posted: 20 Ağustos 2009 Perşembe by bülent usta in
0

Tatil denilen şeyi kısa süreliğine ben de yaşadım. Ne internet, ne telefon… Sadece kitaplar, deniz ve sessizlik… Bir insanın kendisinden ve yaşamından hoşnut olması için aslında çok da fazla şeye ihtiyaç olmadığını düşündürten birkaç gün… Peki bu mümkün mü gerçekten de? Yani teknolojik ürünler olmadan hayat nasıl olurdu bugün? Mesela internet birdenbire hayatımızdan kaybolsa, eminim ortalık epey karışırdı. Hatta isyanlar bile çıkardı. Ya da bir sabah uyandığımızda cep telefonların tümünün bir hayal olduğunu, sokak başlarında eskisi gibi jetonlu telefon kulübelerinin belirdiğini görsek…

Tatil yerlerinde bile, “playstation cafe”lerin tıklım tıklım dolu olduğunu görünce, insanın teknolojiyle arasındaki sorunlu ilişkinin bilimkurgu yazarlarının hayal ettiğinden öte bir şey olduğunu daha iyi anladım. Keşke, teknolojik ürünler gibi insanlar da gelişebilse… Yeni model insanlar türese mesela… Vicdan ve akıl kapasitesi artmış, daha eşitlikçi ve özgür insan modelleri… Ama etten ve kemikten kültürel bir canlı olarak insanın değişimi, pek de öyle kolay olmuyor. Hatta teknolojik gelişmelerle birlikte insanın doğa üzerindeki hâkimiyeti ve gücünün artmasının, insanın aleyhine işleyen bir sürece dönüştüğü kesin.

Nobel ödüllü Güney Afrikalı bir yazar olan J.M. Coetzee’nin Can Yayınları’ndan çıkan Kötü Bir Yılın Güncesi adlı romanını okudum tatilde. Anlattığı konular kadar kurgusu da alışılagelenin dışında bir kitaptı bu. Her sayfada alt alta yazılmış üç ayrı kısım bulunuyordu. Birinci kısımda, Avustralyalı yaşlı bir yazarın siyasetten gündelik hayata kadar değişik konulardaki çarpıcı fikirleri, ikinci kısımda o yazarın iç dünyası, üçüncü kısımda ise çarpıcı fikirlerini yazdığı kitabı daktilo eden kadının düşünceleri yer alıyordu.

Bir yayınevi, hazırladığı bir dizi için bu yaşlı yazardan “çarpıcı fikirleri”ni kitaplaştırmasını isteyince, yazar da kitabını dijital ortama aktarması için, çamaşırhanede karşılaştığı ve oldukça seksi olan Anya adlı kadını işe alır. Anarşizmden virüslere, turizmden öpüşmeye kadar pekçok konuya dair “çarpıcı fikirler”e, Anya’nın kocasının da dahil olduğu tuhaf bir aşk hikâyesi de eşlik ediyor ki, kitabı bir deneme kitabından romana dönüştüren de bu aşk hikâyesi… Aslında tam da bir aşk hikâyesi değil anlatılan. Kadın-erkek ilişkileri, seks, aldatma, arzular…

Keşke bu fikri bizim yayıncılarımız da ödünç alıp uygulasa diye düşündüm. Yani belli başlı yazar ve düşünürlerimizden, olabilecek en aykırı ve çarpıcı fikirlerini, otosansür uygulamaksızın yazmaları istense… Öpüşmekten militarizme, müzikten havadaki kuşlar üstüne kadar, akıllarına gelebilecek her şey… Sanırım çok zengin bir fikir çeşitliliğiyle karşılaşamazdık. Orhan Pamuk’un, Ermeniler’e dair yaptığı açıklamalara gösterilen tepkileri düşününce, insan ister istemez karamsarlığa kapılıyor. Coetzee ise, yarattığı kahramanın ağzından Batı uygarlığına yönelik öyle sert fikirler dile getiriyor ki, Türkiye’de yaşasaydı terörizmi övdüğü için, ya da pornografiye dair fikirleri yüzünden hapse bile girebilirdi. Çünkü Türkiye’de romancılar, roman kahramanlarının yapıp ettiği her şeyden sorumlu tutulabiliyor. Elif Şafak’ın başına gelenleri düşünürsek, Coetzee’nin hiç şansı olmazdı muhtemelen.

Kitaptaki gündelik hayattan bilime ya da sanata kadar pek çok şaşırtıcı fikirle karşılaşabilirken, siyaset hakkında “çarpıcı” ya da “aykırı” diye sunulan fikirlerin ise bana pek de “çarpıcı” ya da “aykırı” gelmedi açıkçası. Herhangi bir gazetenin herhangi bir köşe yazarı, eminim Coetzee’den daha fazla çarpıcı siyasi fikre sahiptir muhtemelen. Zaman zaman öyle uçuk kaçık, akıl ve mantıktan yoksun köşe yazılarıyla karşılaşıyorum ki, bu yazıları yazdıklarına göre delirmiş olma ihtimalleri yüksek diye düşünebiliyorum o yazarlar için. Ortalık olağanüstü hayal gücü gerektiren komplo teorileriyle doluyken, çoğu kişi için Coetzee’nin siyasi fikirleri biraz hafif kaçabilir...

Sokaktaki Adama İtiraz

Romandaki yaşlı yazar, kendisini “kötümser dinginci anarşist” olarak tanımlıyor. Kötümserliğini, “gidişatın kökten değiştirilebileceğine ikna olamamasına”, anarşist olmasını ise, bütün kötülüklerin insanın “erk”le kurduğu ilişkide ortaya çıktığını görmesine bağlıyor. Hatta kitabın başlarında Akira Kurosawa’nın Yedi Samuray filmine gönderme yaparak, devleti, insanları başıboş haydutlardan koruyan hiyerarşik bir düzene sahip haydutlar olarak tanımlayabiliyor. Bildiğiniz gibi film, siyasi bir kargaşa döneminde bir köyün ve köylülerin haydutlarla olan ilişkisini anlatır. Köylüler, köylerini basıp mallarını talan eden, kadınlarına tecavüz eden haydutlara karşı, “zorlu adamlar”dan oluşan bir çete kurar ve o çete haydutları yenilgiye uğratır. Ve sonra bu çete, köylülere bir bedel karşılığında sürekli koruma teklif eder. Ama Kurosawa, belki filminde mutlu bir son istediği için ya da ve siyasi bir mesaj verme kaygısıyla, köylülerin bu teklifi reddettiğini gösteriyor filmde. Gerçekte durumun hiç de böyle yaşanmadığını söylüyor romanda yazar. Bu silahlı çetelerin hükmetmek için ulusçuluğu nasıl kullandığından, siyaseti, hatta demokrasiyi bile kendi çıkarlarına göre nasıl şekillendirip insanları seçeneksiz bıraktığından uzun uzun bahsediyor kitabında. Sık sık Hobbes’tan faydalanarak ortaya attığı bu görüşler, bilinen şeyler olsa da, günümüzde yaşanan süreçten örnekler vererek bunu yapması, ufuk açıcı olabiliyor…

Ve bir de yazarın önerileri var ki, benim için asıl ilgi çekici kısımları bunlar oluşturuyor. Örneğin sokaktaki adama itiraz etmek için, ahlak ilkelerini öne sürmenin anlamsız olduğunu dile getirdiği bölüm, oldukça dikkat çekici… "Günlük hayat çelişkilerle dolu; insanlar onlarla yaşamaya alışkınlar” diyerek, asıl yapılması gerekenin insanın “metafizik, deneyüstü konumunu sarsmak ve onun hileli olduğunu göster”mek gerektiğini iddia ediyor ki, aslında edebiyatın işlevi ve gücü de burada gizli bence… Sarsmak ve hileli olduğunu göstermek… Coetzee’nin yaptığı şey de bu… Romanın sonunda, Tolstoy ve Dostoyevski için söylediği gibi: “Onlar sahte tavırları yok ediyorlar; görüşü berraklaştırıyorlar; eli güçlendiriyorlar.”

Bülent Usta (Birgün, 19 Ağustos 2009)

SANATIN BUNALTISI

Posted: by bülent usta in
0

Havalar sıcak, gündem sıcak… Durmaksızın bir şeyler oluyor hem içimizde, hem dışımızda. Ama bu çağın insanı daha çok seyreden olmak zorunda bırakıldı, bırakılıyor. Bu da ‘bunaltı’yı ister istemez daha bir körüklüyor. Turgut Uyar’ın dediği gibi, “Bunaltı, çağımıza çok uygun bir duygu.” Ama bu duyguyla baş edilmezse, ‘bunaltı’ bir duygu durumundan ya da felsefi bir sonuçtan çok daha başka bir şeye, yadsımaya ve umursamazlığa sürükleyebilir insanı.

Turgut Uyar, 1963’te Dost dergisinde yazdığı yazıda, bunaltıyla baş etme yolları üzerine düşünürken, edebiyatçıların ‘yaşamsal bunaltı’yı ‘düşünsel bir bunaltı’ya dönüştürmesi gerektiğinin de altını çiziyordu bu yüzden...

YKY, Edip Cansever’in yazılarını Şiiri Şiirle Ölçmek adıyla toplu olarak yayımladığı gibi, Turgut Uyar’ın da tüm yazılarını, söyleşilere ve soruşturmalara verdiği yanıtlarını Korkulu Ustalık adıyla kitaplaştırdı. Bu kitaplar, elimden düşmez oldu bir süredir. Ve bu kitaplardaki yazıları okudukça, edebiyat gündemimizin aslında pek de matah bir şey olmadığını daha iyi anlar oldum. Çünkü Edip Cansever’in de Turgut Uyar’ın da gündemi öylesine yoğun ki… Sanırım, Turgut Uyar’ın bahsettiği o ‘bunaltı’, şair ve yazarlarımızın pek çoğunu yadsıma ve umursamazlıkla iyice sarmış olmalı. Başka türlü, insanların kendisiyle bu denli meşgul olmasını açıklayamayız herhalde.

Ama o günlerde de Turgut Uyar bu durumdan yakınıyormuş. Bu yüzden, ‘toplum içinde sebepsiz, karşılıksız ve sonuçsuz kalıyoruz’ diiyor yazısının bir yerinde. Yine aynı yazıda, sanatın toplumsal işlevini yitirişinin arka planını da araştırıyor. Neden sanat, spor kadar toplumda ilgi görmüyor diye soruyor örneğin. Sporun insanoğlunun komplekslerinden faydalanıp birinin diğerini yendiği bir müsabaka şeklinde yaşanması mı onu bu denli günümüzde etkili ve yaygın kılıyor? Ya da, sporun sanata göre daha kolay izlenebilir olması mı? Futbol düşkünü birisi olarak Uyar’ın bu konudaki tespitlerine tam olarak katılmasam da, amfi tiyatroların yerini stadyumların aldığı bir çağı yaşadığımız da bir gerçek. Sanatın fabrikasyon üretimi olamayacağı ve entelektüel bir çabayı hem üretenden, hem de tüketenden beklediği için, ister istemez yaşamın kıyısına sürüldüğü de bir gerçek. Çoğu gazetede küçük küçük haberlerle geçiştirilen, televizyonlarda ancak geç saatlerde yer bulan, küçük bir çevrenin ilgisiyle yetinmek zorunda kalan sanatı layık olduğu yere taşımak, var olan şartlar göz önüne alındığında mümkün de gözükmüyor pek.

Peki, neden böyle oldu? Sanatı toplumsallıktan uzaklaştıran şey gerçekte neydi? Neden bir şair, bir futbolcu kadar ilgi görmüyor geniş yığınların nezdinde? Bunun böyle olmasının elbette yüzlerce, binlerce nedeni var. Ekonomiden siyasete, kültürden eğitime pek çok neden gösterilebilir. Gelmiş geçmiş en büyük kitap kıyımını yapan 12 Eylül darbesi bile, suçlu sandalyesine rahatlıkla oturtulabilir. Ama yine de, dış etkenlere yönelmeden sanatın kendi içindeki ‘toplumsallaşma’ meselesi de oldukça mühim.

Örneğin, Roland Barthes, Tahsin Yücel çevirisiyle YKY’den çıkan Yazının Sıfır Derecesi -Yeni Eleştirel Denemeler adlı kitabında, ‘çağdaş sanat’ın kaçınılmaz olarak toplumsallıktan uzaklaşmak zorunda kaldığını iddia ediyor. Bunun için de, sanatın özü diyebileceğimiz şiirin kendisinden yola çıkıyor Barthes: "Klasik ozanın işlevi daha yoğun ya da daha parlak sözcükler bulmak değildir, eski bir kurallar bütününü düzenlemek, bir bağıntının bakışımlılığını ya da özlülüğünü kusursuzlaştırmak, bir düşünceyi bir ölçünün tam sınırına getirmek ya da indirgemektir." Klasik ozanın tersine, çağdaş şairse, dilin bağlarını yıkmaya çalışır, dili nesnelleştirirken nesneler birer imgeye dönüşerek başkalaşır. Bu da ister istemez bir ‘bunaltı’ya, yalnızlığa sürükler insanı. Barthes’ın sözcükleriyle söylersek, “çağdaşlığın şiirsel insancılığı yoktur.” Yine onun sözcükleriyle, "insanı başka insanlarla değil, Doğa’nın en insan dışı imgeleriyle bağlantıya sokar" çağdaş şiir… Dolayısıyla ‘çağdaş sanat’…

Barthes ile Turgut Uyar arasındaki düşünsel paralellikler, benim için şaşırtıcı bir keşif oldu. İkinci Yeni’nin ortaya çıkış serüveninin, modernizmin Türk şiirindeki en güçlü karşılıklardan birisi olduğu, zaten bilinen bir şey olsa da…

Tüm bu okumalar, Barthes’ın ve Turgut Uyar’ın tespitleri, aslında günümüzde yazılan şiirin günümüze ait olmadığını da düşündürttü bana. Yazılan şeyler geleceğe, gelecek de bu yazılanlara ait… Bir söyleşisinde ya da yazısında Gülseli İnal, geleceğin dilinin ‘şiir dili’ olacağını söylerken bunu kast ediyordu sanırım. Ya da sitüasyonistlerin şiire yükledikleri anlamı düşününce, şiirin, dolayısıyla sanatın kıyıya köşeye itilmiş olmasının pek de önemli olmadığını, insanın özüne dair bir ‘bunaltı’dan söz edildiği sürece sanatın da her koşulda varlığını sürdüreceğine, kendi adıma eminim.

Vladimir Makanin’in, Everest Yayınları’ndan çıkan Underground adlı romanını okuyunca, aslında yaşadığımız bu sürecin bir geçiş süreci olduğu da iddia edilebilir. Çünkü Makanin’in bu romanı, Gorbaçov’un başa geçişiyle birlikte dağılan Sovyetlerin geri planını anlatıyordu. Ve elbette bu çağın insanını… Bu tür geçiş süreçlerinde, her şey işlevini yitiriyormuş gibi geliyor insana. Sanatın, siyasetin, gazetelerin, yazmanın, okumanın ve daha pek çok şeyin işlevi gittikçe azalıyor. Ama bu sadece bir yanılsama… Çünkü tüm bunlar, bir başka şeyin, bir başka sanatın, bir başka siyasetin doğuşuna hazırlıyor insanı… Kapitalizm, teknolojiyi ve arzular üzerindeki hâkimiyetini en iyi biçimde kullanarak insanları ne kadar meşgul ederse etsin, insanın varoluşundan kaynaklı ‘bunaltı’yı yok edecek güce sahip değil. Ve elbette, özünde adalet ve özgürlük olan ‘şiiri’…

Bülent Usta (Birgün, 12 Ağustos 2009)

SİS PERDESİ

Posted: 5 Ağustos 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Şu bir gerçek: İnsanların gözlerinin önünde belli belirsiz bir sis var… Birbirlerine çarpmayacak kadar önlerini görebiliyorlar sadece… Eğer gözlerinin önündeki o yaratılmış sis olmasaydı, ekonomik krizin nedenlerini de, gerçekte Kürt sorununun ne anlama geldiğini de görebilirlerdi belki… Ya da kim bilir kaç kişi, karşı kaldırımdan geçip giden hayatlarının aşkını, belki de o sis perdesi yüzünden fark edememiştir… Neydi bu sis perdesi? Kim yaratıyordu bu sisi? Bunca korku, kaygı, saplantı nasıl olup da şekillendiriyordu hayatları?

İşte edebiyatçıları edebiyatçı yapan o sis perdelerini dağıtma becerileridir bir bakıma… Bu yüzden insanlar onların yazdıklarını okur. Kendi hayatları dışında da hayatların olduğunu fark ederler. Ve en önemlisi, başka türlü de yaşanabileceğini öğrenirler bu sayede…

Ama gelin görün ki, edebiyatçılarımızın çoğu, bırakın sis perdelerini dağıtmayı, adeta birer sis makinesi gibi çalıştırıyorlar kalemlerini. ‘Varlık’ dergisinin Ağustos sayısı bu açıdan şaşırtıcı ipuçları sunuyor okurlara… Edebiyatçılarımızın bir kısmının Ergenekon davasına nasıl baktığını toplu halde görme şansını veriyor ‘Varlık’ dergisi. Ben kendi adıma, soruşturmaya verilen yanıtları okurken hem çok eğlendim, hem de bir parça hayal kırıklığına uğradım. Ister Ergenekon meselesini ciddiye alsınlar, ister almasınlar, verilen yanıtların çoğunda bir devlet adamı edası vardı. Çeşitli iktidar hesapları, korkular, kaygılarla yanıt vermişlerdi sorulara, koyu bir sis perdesi arkasından…

Sabit Kemal Bayıldıran gibi birkaç ismin, devlet adamı edasından uzak kalabilmeyi başarması ise umut verici bir ayrıntı olarak yer alıyor dosyada. Bayıldıran, yazısının bir yerinde ‘Cumhuriyet, korkular üzerine kurulmuş, nedense Yunus Emre’ler, Pir Sultan’lar, Fuzuli’ler, Mimar Sinan’lar yetiştirmiş bu halka teslim edilmez de ya silahlı kuvvetlere ya da polise teslim edilir’ derken, bir devlet adamı olarak değil de bir edebiyatçı olarak söz aldığının altını çizmiş oluyor. Kendi tabiriyle, “ne ‘devrisaadet’ özlemi içindeki İslamcıların, ne de tek parti özlemini yaşayan Kemalistlerin” etkisinde kalmadan…

Türkali'nin Öfkesi

‘Varlık’ dergisinde, bir başka dikkatimi çeken yazı da ünlü romancımız Vedat Türkali’nin polemik yazısı oldu. Benim çeşitli ortamlarda sürekli şikâyet ettiğim bir şeydir, romancılarımızın romanları hakkında konuşmaktan ve yazmaktan kaçınmaları. Genel geçer laflarla geçiştirirler kendileriyle yapılan söyleşileri. Vedat Türkali, ‘Evrensel Kültür’ dergisinde Barış Yıldırım’ın kendisi hakkında yazdığı bir yazıya öyle sinirlenmiş ki, Barış Yıldırım’ın yazısına ‘Varlık’ dergisinin son sayısında sayfalar dolusu yanıt verirken, kendi romancılık serüveninin ve roman tekniğinin ipuçlarını da vermiş bol bol… Demek ki, bol bol romancılarımızı sinirlendirecek yazılar yazılmalı ki, roman üzerine böylesine güçlü yazılarla karşılaşabilelim. Ama beni bu türden polemik yazılarında iğreti eden şey, yazarın muhatabının adını anmamaya çalışması, adını anacağı zaman da kısaltmalar kullanması. Örneğin Türkali, Barış Yıldırım’dan yazısı boyunca B.Y. olarak bahsediyor. Bunu da, son romanı ‘Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni Barış Yıldırım’ın Y.T.K. olarak kısaltmasına bir tepki olarak yaptığını söylüyor.

Genel olarak polemik yazılarında rastladığımız bir durum bu. Karşı tarafı yok sayma, aşağılama, adını anmaya bile değer bulmama hali, daha baştan diyalog kurma ihtimalini yok ederek, tartışmanın kendisini anlamsızlaştırıyor. Vedat Türkali’nin, yazısının sonunda fıkrayla karışık yaptığı hakaret ise, belden aşağı vurmanın artık son noktasına varıyor ki, şaşırmamak mümkün değil. Ama ben bu yazıyı, Türkali’nin romancılığını anlatan en güçlü yazılardan birisi olarak bir köşeye ayırdım.

Türkali, yazısının bir yerinde Nâzım Hikmet’in cezaevinden Memet Fuat’a yazdığı mektuplardan da bahsediyor. Türkali’nin yazdığına göre Nâzım, Kafka, Proust, Falkner gibi yazarlardan uzak durulması gerektiğini öğütlüyormuş. Bu tür yazarların devrimcilik ruhuna zarar vereceğini düşündüğü için. Hatta bir Türkolog bu mektupları İngilizceye çevireceği zaman, Türkali engellemiş bu çabayı. Yurtdışında Nâzım yanlış tanınmasın diye yapmış bunu… Ben, Nâzım gibi avangart yanları olan bir şairin böyle şeyler yazmış olmasına epey şaşırdım açıkçası. Solun içerisinde, zaman zaman bu türden bağnazlıklara rastlasam da, Nâzım’a yakıştıramadım bu durumu. Ama neden olmasın ki… Daha sonra, Nâzım’ın bu vulgar yaklaşımı terk ettiğini başka başka yazılarından biliyoruz zaten.

‘Varlık’ dergisinde, bir başka dikkatimi çeken yazı da, Mehmet Rifat’ın her ay düzenli olarak yazdığı ‘Bakış Açısı’ köşesindeki ‘Anlatı Hızı ya da Entelektüel Anlatıyı mı Savunuyorum’ yazısı oldu. Edebiyatın içinden edebiyatı tartışan bu türden yazılara büyük bir ihtiyaç olduğu kesin. Mehmet Rifat, her ay düzenli olarak ‘Bakış Açısı’ köşesinden akıcı ve anlaşılabilir bir dille, edebiyatın özel meselelerini gündeme getiriyor. Bu sayıda da öykü ve romanlardaki ‘anlatı hızı’nı mercek altına alarak, Güven Turan’ın YKY’den çıkan ‘Zemberek’ adlı kitabındaki bir öyküsünü, ‘Çember’i incelemiş. Bir yazarın anlatısını nasıl ördüğünü göstermesi açısından örnek bir yazı ve örnek bir öykü bence…

Daha ne kadar sis perdesi içinde yaşayacak, daha ne kadar başımıza gelenleri sonradan fark edeceğiz bilemiyorum ama, Güney Afrikalı bir yazar olan Ken Barris’in Nuran Yavuz çevirisiyle YKY’den çıkan ‘Nasıl Bir Çocuk’ adlı romanında tanıdığım beş yüz yaşındaki Bay Diaz’la tanıştığımdan beri, etrafımızı kuşatan sisin gerçekte içimizde olduğunu biliyorum artık… Onu dağıtacak şey de, orada gizli… Ve oraya ulaşmak için gerekli olan da, keşfedilmeyi bekleyen sanatın gizli tünelleri…

Bülent Usta (Birgün, 5 Ağustos 2009)