UNUTUŞUN İZLERİ

Posted: 30 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
2

Çoğu zaman nostaljik birisiyimdir. Bu yüzden zamanın geçmesinden nefret ederim. Geçmiş, geçmişte kaldığı ve ona bir daha ulaşmanın mümkün olmadığı için üzüntü kaynağımdır hep. Mesela siz bu yazıyı okuduktan sonra, bu yazı geçmişe ait olacak… Yazıyı okurken, pencerenizin önünden kuşlar uçmuş, yağmur dinmiş olacak… Yani geçip gitmiş olacak zaman, bir daha tekrarı olmaksızın… Her şey, bu yazı dahil, zamanla unutulacak… Ama bu unutuş, yani geçmiş, arkasında bir iz bırakarak unutulan bir şey olduğu için hüzünlüdür aynı zamanda. Tıpkı Ahmet Muhip Dıranas’ın “Olvido” adlı şiirindeki gibi…

Bu iz, maddi olmak zorunda da değildir. Doğduğunuz o ahşap ev, bir apartmana; oynadığınız o sokak, pahalı mağazalarla dolu bir caddeye dönüşse de… Ya da çocukluğunuzu geçirdiğiniz o köy, içinde sadece ihtiyarların yaşadığı terk edilmiş bir köye dönüşmüş olsa da, hafızanızın gizli köşelerinde saklı o kokular, renkler, sesler, yüzler kolay kolay silinmez… Bir sigara tabakası, kına kokusu, eski püskü bir battaniye ya da siyah-beyaz bir fotoğraf, birden sizi o zamana götürüp bırakır. Hafızanızın müzesinde gezinir durursunuz hüzünle…

Halbuki gelecek öyle değildir… Henüz olmamış olduğu için, bir izi yoktur geleceğin. Bu yüzden hüzünden daha çok, umuda dairdir gelecek… Üstelik, geçmiş gibi ulaşılmaz da değildir…

Yeni bir yıla giriyoruz ve benim gibi nostaljik tipler, doğum günlerinde olduğu gibi, yılbaşılarını da bir parça hüzünle karşılayacaklar muhtemelen. Mesela ben şimdi Neşe Karaböcek’in sesinden bir Azeri şarkısı olan “Sen Gelmez Oldun”u dinliyorum art arda… Ve bu hüzün dolu şarkıdan, acayip bir keyif alıyorum… Peki neden? Aslında biz toplum olarak nostaljik bir toplumuz… Bakın TV dizilerine, sol jargona, şarkılara… Çok da matah bir şey olmasa da geçmişimizi özlüyoruz gizliden gizliye… Örneğin babamı düşünüyorum, kışın ortasında ayağında lastik ayakkabıyla okula giden babamı… Nasıl da özlemle anar çocukluğunu, yaşadığı o yoksulluk ve yoksunluk günlerine rağmen… Ya da tüm o çatışmalara, işkencelere, acılara rağmen devrimcilik günlerini özlemle ananlar geliyor hatırıma… Nasıl özlenebilir ki o günler? Onlar da, o günlerde yaşanan dostluklardan, aşklardan, umuttan bahsederler uzun uzun… Ve sonra bir kadeh daha doldurup, o günlerin anısına kaldırırlar… Üzüldükleri şey, yitirilen gençlikleri midir, dostları mıdır, umutları ya da pişmanlıkları mıdır, bilinmez… Ama yaşadıkları üzüntüye rağmen, gizli bir özlem vardır geçip giden zamana…

Yeni bir yıla girerken çok mühim bir kitap yayımladı Metis Yayınları… Ferit Burak Aydar’ın çevirisiyle, Svetlana Boym’un “Nostaljinin Geleceği” adlı kitabı… Nostalji üzerine yazılmış, felsefi deneme, tarihsel analiz ve edebiyat eleştirisinin harmanlandığı, nostalji üzerine yazılmış en kapsamlı eserlerden birisi… 2009’un son günlerini, bu kitabın derinliklerinde kaybolarak geçirmek; nostaljik birisi olarak aynı zamanda ölümcül bir yanının olduğunu öğrendiğim nostaljinin nedenlerini anlamaya çalışmak büyük bir keyif... Çünkü nostaljik bir toplumda yaşıyor, nostaljik bir siyasi geleneğin içinde yol alıyor, nostaljiyi her daim soluyan bir edebiyat geleneği içinde yazıyor, yaşıyorum…

Svetlana Boym, Sovyetler Birliği’nden ABD’ye göç etmiş birisi olarak, hem kendi deneyimleri, hem de kendisi gibi zorunlu ya da gönüllü olan göçmenlerin yaşadıkları nostaljiyi derinlemesine gözlemleme imkânı bulmuş. Nostaljik kişilerin tarihi silerek özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürmek istediklerini, zamanı mekân gibi yeniden ziyaret etmek istedikleri için modern zaman fikrine, tarih ve ilerleme kavramlarına yönelik gizli bir isyanı yaşadıklarından bahsediyor kitabında.

Beni en çok etkileyen saptalamalarından birisi de, nostaljiyi iki ayrı grup içerisinde değerlendirmesi oldu. “Yeniden kurucu nostalji, ‘nostos’u vurgular ve yitirilmiş evin tarihaşırı bir tarzda yeniden inşasına teşebbüs eder.” Bu yüzden, “yeniden kurucu nostalji”, “son dönemdeki ulusal ve dinsel canlanmaların özünü oluşturur.” “Düşünsel nostalji” ise, “tek bir olay örgüsünü takip etmez, aksine aynı anda birden çok mekânı işgal etmenin ve farklı zaman alanlarını tahayyül etmenin yollarını arar; sembolleri değil, ayrıntıları sever. Düşünsel nostalji, gece yarısı melankolikleri için basit bir bahane değil, olsa olsa etik ve yaratıcı bir meydan okuma” sunar diyor Boym. Bu ayrıma göre, ben kesinlikle “düşünsel nostaljik” birisiyim ve “yeniden kurucu nostalji”nin ulusalcılık ve dincilik ekseninde gerçekleştirdiği zararı, yakından gözlemleyebiliyorum. İster sol, ister dini ya da milli olsun, “yeniden kurucu nostalji”, modernizmin bir laneti olarak üzerimizde dolaşıyor. Nostaljiye dair bu ayrım, bence bugünkü siyasi düzlemimiz için gözden kaçırılmayacak çok mühim bir nokta… Ama “düşünsel nostalji”nin kazandıracağı eleştirel bakış ve yaratıcı sıçramalarla, ancak bu tehlikelerin önüne geçilebilir kanımca… Nostaljiye karşı nostalji…

Kitapta, nostalji sözcüğünün ilk nasıl, nerede ve niçin kullanıldığına dair tarihi tespitler ve hikâyeler de mevut. Örneğin, nostalji sözcüğü ilk olarak İsviçreli bir doktor olan Johannes Hofer tarafından, 1688’de yazdığı bir tezde geçiyormuş. Yani nostalji, şiirde ya da siyasette değil, tıp alanında ortaya çıkmış ilk olarak. Bu hastalığın ilk kurbanları olarak da memleketlerinden uzakta yaşayan özgürlük sevdalısı öğrenciler, büyük şehirlere göç ederek oralarda hizmetçilik yapanlar ve en önemlisi yurtlarından uzakta savaşan askerlermiş… Nostalji, o yıllarda öldürücü bir hastalık olarak görülüyor, özellikle askerler arasında bu yüzden büyük kayıplar verildiği gözleniyormuş… Hatta Ruslarda olduğu gibi, bir salgın hastalık olarak görülen nostaljinin önüne geçmek için, hastalanan ilk asker toprağa diri diri gömülüyor, bunu hem bir tehdit, hem de önlem olarak yapıyorlarmış. Ya da Napolyon’un ordusu Rus topraklarından geri çekilirken, Fransız askerleri arasında nedensiz ölümler gözükünce, otopsiler yapılmış ve yapılan otopsilerde, beyinde nostaljiden kaynaklı iltihaplanmaların olduğu görülmüş. Bir askerin nostalji hastalığına yakalandığının belirtisi ise, kendisiyle konuşan kişinin sesini, özlediği bir insanın sesine benzetmek… Halk ezgileri ise, bu hastalığı tetiklediği için yasakmış askerler arasında… Ben ise, bu yasağa inat, “Senede bir gün” şarkısını açıp, dalıyorum geçmiş zamanın duyguları arasına… Herhalde ölmem…

Bülent Usta (Birgün, 30 Aralık 2009)

ÇORAP SÖKÜĞÜ

Posted: 23 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bütün dikkatimiz “Kürt Açılımı” etrafında yaşanan gelişmelere çevriliyken, hayat, bir yöne doğru akmaya devam ediyor. Hiç bitmeyecekmiş hissini veren bir geçiş süreci içinde siyaset, toplum… 12 Eylül’ün bu ülkenin başına yün bir çorap ördüğü söylenebilir. Cumhuriyeti ben 29 Ekim ve 12 Eylül olarak iki ayrı devrede değerlendiriyorum. 12 Eylül Cumhuriyeti, 29 Ekim Cumhuriyeti gibi, ama tamamen farklı bir amaçla her şeyi kökten değişime uğratmış, toplumda yarattığı travmanın etkisiyle oluşan kültürel atmosfer, 12 Eylül kurumlarının ihtiyaç duyduğu ortamı tüm ihtişamıyla oluşturmuştu. Piyasa ekonomisinin getirdiği bazı özgürlükler, siyasi özgürlüklerin yerini alarak, daha önce konuşulmayan pek çok şeyi konuşulur hale getirirken, bir yandan da bir kesim sıkı sıkıya susturulmuştu. Ortada gürültülü bir sessizlik vardı. Bir reklam repliğinde yer aldığı gibi “ağzı olan konuşuyor”du artık. Birbirinin kopyası olan özel televizyonlar, radyolar, ağzı olanın konuşması için geniş imkânlar sunuyordu. Sunulan bu imkânlar, tamamen olumsuz bir etki de yaratmamıştı elbette. Kadınlar, eşcinseller gibi, daha önce pek sesleri çıkmayan kesimler de, oluşan bu kakofoni içinde yer bulabilmişlerdi. Ama ağza alınmayacak meseleler de vardı. Kürt meselesi bunlardan birisiydi. Kürt sorunu, bastırıldığı yerden ortaya çıkmıştı çünkü.

Soğuk savaşın yerini, kısa sürede sıcak bir mesele, Kürt meselesi almış ve tüm siyaset neredeyse bu mesele etrafında örgütlenmişti. Bu meseleyle, kedinin fareyle oynanması gibi yıllarca oynanmış ama otuz yıllık bir çözümsüzlük ve meselenin büyümesiyle artan maaliyet ve umutsuzlukla mücadele etmek zorlaşmıştı. Çünkü dünya, iki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu dünyaya dönüşmüş, uluslararası stratejiler, siyasetler değişmişti ve bu şartlar altında, Kürt meselesine yaklaşım da eskisi gibi olamazdı. İşte tüm bu yaşanan süreç, 12 Eylül’ün kafamıza ördüğü çorabı eskitti… Çorap, öyle eskidi ki, lime lime olmuş yerlerinden dışarıyı görme fırsatı bulanlar çoğaldı. Üstelik, yaşamın tüm alanlarını ele geçiren kapitalizm, vaat ettiklerini de bir türlü gerçekleştiremiyordu, gerçekleştiremezdi. Bir kesim hızla zenginleşirken, bir kesim hızla yoksullaşıyordu çünkü. Eğer ki, İngiltere vb. zengin bir kapitalist ülkeye dönüşebilseydi Türkiye, eminim ki Kürt meselesinin hazmedilmesi de kolaylaşabilirdi. Ama ülkenin doğusu fakirleştikçe, GAP ve benzeri projelerle kendilerine vaat edilenlerin gerçekleşemediğini gören halk, umudunu sistemden kesmişti. Bir de üstüne üstlük, ülkenin doğusu, 1980’lerdeymiş gibi sıkı yönetimle idare ediliyor, upuzun bir 12 Eylül gününü yaşamaya mahkûm ediliyordu. Aynı sıkıyönetim, ülkenin batısında uygulansaydı, feodalitenin baskısı olmadığı için, bu kadar uzun bir 12 Eylül günü yaşanması mümkün olamazdı.

Bu çorapta Kürt meselesi en büyük deliklerden birisi olarak kaldı ve oradan uç veren iplik, azar azar sökülmeye devam etti. Musa Anter gibi pek çok aydının ve gencin ölümüyle çorabı yamamak isteyenler, ne yaptılarsa başarılı olamadılar. Orada yaşanan kirli savaş, kanserli hücreler gibi her tarafa yayılıyordu. Peki “Demokratik Açılım” bu çorabı söküp atabilecek mi? Yoksa, kafamıza geçirilen çorabın markası mı değişecek? Daha az sıkan, daha rahat nefes alınan bir çorap mı örülüyor başımıza? Az daha Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılacak olan bir parti, 12 Eylül çorabını çıkartabilir mi başımızdan? Keşke çıkartabilse… Ama çorap yukarıdan aşağıya doğru çıkartılmaz. Başa geçirilen çorap, ancak aşağıdan yukarıya doğru çekilerek çıkartılabilir. Başa geçirilen çorapları, ayağa giydirecek olanın ne olduğu da tarihe bakarak görülebilir ayrıca…


Başlangıçlar

Metis Yayınları’nın “Metis Eleştiri” dizisinden çıkan kitapları, benim başucu kitaplarım arasında yer alır her zaman. Bu diziyle, edebiyat eleştirimize yapılan katkının çok değerli olduğu açık. Bahtin, Paul de Man, Todorov, Barthes gibi yazarların eserlerinin bulunduğu bu diziye, Edward Said’in Ferit Burak Aydar tarafından çevrilen “Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem” adlı kitabı da eklendi bugünlerde. Edward Said, daha çok oryantalizm ve Filistin sorunu hakkındaki çalışmalarıyla tanınıyor bizde… “Başlangıçlar”ın yayımlanmış olması, bu açıdan çok mühim. Benim için bir başka mühim nokta da, Edward Said’inVico, Foucault gibi düşünürlerle girdiği tartışmalar ve Proust, Kafka gibi yazarları yorumlayışı oldu. İlahi, mitik “köken” kavramının karşısına, seküler, insan ürünü “başlangıç” kavramını koyuyor yazar. Anlatı ile metinsellik arasındaki bağı, tahakküm eleştirisinden bastırılmış tarihin ya da geleneklerin analizini bu kavram etrafında yeniden okuyor.

Kitabın bir yerinde, İslâmiyet ve roman ilişkisini irdeliyor Edward Said. “Modern Arap edebiyatında roman vardır, ama Arap romanlarının hemen hepsi bu yüzyıla aittir” diyor. Türk edebiyatı da, Arap edebiyatıyla aynı kaderi paylaşıyor bu konuda. Nasıl ki, bizde yazarlarımız Avrupa edebiyatını tanıdıktan sonra roman yazmaya başladıysa, Araplar da aynı yolu izliyor. Çünkü roman, “alternatif dünya yaratma”, “gerçek dünya”yı yazarak değiştirme, genişletme amacına hizmet eden bir tür. Yazara göre İslâmiyet, dünyayı daralan ya da genişleyen bir doluluk olarak görmez. Peygamber, bir dünya görüşünü tamamlamış kişidir. Yeni, alternatif bir dünya yaratmak, tamamlanmış bir dünya görüşü içinde bir ihtiyaca dönüşmez. Sanat, ancak bu tamamlanmış dünyayı süslemeye yarar, yeniden yaratmaya değil. Aslında tek tanrılı dinlerin hepsinde, bu tamamlanmış dünya görüşünün yer aldığını söylemek mümkün bence. Bu yüzden meseleye, modernleşmeyle kültür arasındaki ilişkiden bakmak daha anlamlı gözüküyor.

Bülent Usta (Birgün, 23 Aralık 2009)

TÜRKİYE ROMANI

Posted: 16 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir sürü şey olmak zorundayız hayatta… Bu bir zorunluluk… Ama tüm bu zorunluluklar arasında kayıp bir ruh gibi yaşamaya zorlandığımız da bir gerçek. İmge Yayınları’ndan Cemil Büyükutku’nun çevirisiyle çıkan Neil McKenna’nın ‘Oscar Wilde’ın Gizli Yaşamı’ adlı kitabında, “Sanatı en üstün gerçeklik, yaşamı ise sadece bir kurgu olarak gördüm” diyordu Oscar Wilde… Sırf eşcinsel olduğu için iki yıl kürek cezasına çarptırılan Wilde’ın bu tespitinde bir haklılık payı bulduğumu söylemeliyim.

Yaşadığımız hayatı bir roman gibi okusaydık neler görebileceğimizi düşünürken buldum kendimi, Wilde’la ilgili bu devasa yapıtı okurken. Neil McKenna’nın neredeyse sekiz yüz sayfayı bulan ve yayımlandığı ülkelerde büyük ses getiren bu kitabı, nihayetinde bir biyografi çalışması... Ama “benim en büyük yapıtım hayatım”dır diyen birisi söz konusu olunca, bu kitabı okurken, bir biyografi kitabından çok, roman okuyormuş duygusuna kapılıyor insan...

Peki kendi hayatımızı bir romanmış gibi okusaydık, neler hissederdik acaba? Mesela kendisini bir roman kahramanı olarak beğenen kaç kişi çıkardı bu hayatta? Ya da romanın kendisini? Peki ya Türkiye’yi bir roman gibi okuyabilseydik? Bir tarafta taş attığı için yargılanan çocuklar, diğer tarafta göstericilere silah çekenlerin serbest bırakıldığı bir manzara... Teknolojinin tavan yaptığı bir çağda, her eve 3G’li görüntülü telefonların girdiği, uzay seyahatlerinin planlandığı bir çağda, Bursa’daki bir madende grizu patladığı için 19 işçi ölebiliyor. Bir değil, iki değil, on dokuz hayat... Etten kemikten, candan canandan oluşan on dokuz hayat... Ne Tuzla tersanelerdeki ölümler durdurulabiliyor, ne grizu patlamaları, ne de dağlardaki gencecik ölümler... Bilge Köyü’nde katliam, bağıra çağıra gelmişti neredeyse... Katliam olduktan sonra herkesin dikkati, bölgenin ağırlaşan sorunlarına yöneldi bir müddet, sonra unutuldu çabucak... Şimdi tıpkı Afrikalı açları ziyaret eden Hollywood ünlüleri gibi, bazı şarkıcılar, ünlüler köye gidip fotoğraf çektiriyor, öksüz ve yetim kalmış çocuklarla... Deprem karşısında hiçbir önlem alamayan devletin yaşadığı âcizliğin çabucak unutulması gibi, Bilge Köyü de unutulacak zamanla... Bursa’da, kapitalizmin midesine indirdiği o işçiler de unutulacak... Darbe anayasası, koruculuk sistemi, iş güvenliği olmayan işletmeler, derin devlet yerinde dururken, daha kim bilir kaç kişi ölecek, daha kim bilir kaç parti kapatılacak, daha kim bilir neler gelecek başımıza...

Türkiye romanı, okurken insanı çıldırtacak ayrıntılarla dolu... Mesela 12 Eylül’ün yargılanamaması, hangi akla vicdana sığabilir ki?.. Olmadı, olmuyor... Neden olmuyor biliyor musunuz: Grizu patlamasından işçiler öldüğü için olmuyor. Bir darbeyi yargılamak için, özgüveni yüksek bir toplum gerektiği için olmuyor hiçbir şey... Örgütsüz bir toplum, özgüveni eksik bir toplumdur çünkü... Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemeyen, kendi gemisini kurtarmaya çalışan insanların oluşturduğu bir toplumdur, örgütsüz toplum... 12 Eylül’ün miras bıraktığı bu örgütsüz toplum gerçeği, daha canımızı yakmaya devam edecek anlaşılan...

Türkiye romanını yazan derin ellerin yazarlığı berbat... Öncelikle tekrarlarla dolu bir roman, kötü bir romandır. Darbe tekrarları, katliam tekrarları, hiç bitmeyen yolsuzluk maceraları... Hem asit kuyularını cesetlerle dolduracaksın, hem de demokrasinin teminatıyım diyeceksin. Hangi okur inanır buna? İnandırıcılığı olmayan bir roman, nasıl alternatif bir gerçeklik duygusu uyandırabilir ki? Peki, bu koca romanda yer alan küçücük romanlar gibi sürdürdüğümüz hayatlar... Bunca absürdlüğün içinde, nasıl anlamlı bir hale gelebilir ki? Peki bu koca romanın içinde dönüp dolaşıp bir şeyler yazmaya çalışanlar, Oscar Wilde gibi, hayatın bir kurmaca olduğunu düşünmeyip de ne yapsın? Foucault demişti ya, “Devletin işi totaliter olmaktır. Totaliter bir devlet, içinde siyasi partilerin, devlet aygıtlarının, kurumsal sistemlerin, ideolojinin yukarıdan aşağıya denetlenen bir tür birlik içinde, çatlaksız, boşluksuz ve sapma ihtimali olmaksızın birleştikleri bir devlettir.” Totaliterliği, bir tür yazarlığa benzetebiliriz. Her şeyi denetleyen, her şeye şekil vermeye çalışan, her şeyi bir fikir ve inanç etrafında toplamaya çalışan, kısacası hayatı kurgulamaya çalışan, yazarlığın tüm olumsuz hallerini üzerinde taşıyan bir güçtür devlet. İşte bu yüzden, devletçi olan birisi halkçı olamaz. Bize devletçiliği halkçılık diye yutturanların, kötü birer okur olduklarını unutmamak gerek. Yaşadığımız kavga, teksesli roman yazanlarla, çoksesli roman yazanların kavgasıdır. Hayatı, kimin kurgulayacağı kavgası... Kurgusuz bir hayat da bir kurgudur nihayetinde...

Bülent Usta (Birgün, 16 Aralık 2009)

GÖRÜLMÜŞTÜR

Posted: 9 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Birgün’de 6 Aralık’ta çıkan Ercan Coşkun’un “Victor Jara Hiç Ölmeyecek!” adlı haberini okurken, bir sanatçıya karşı bu denli büyük bir öfkenin nedenleri ne olabilir diye düşündüm. Önce dipçikle elleri kırılan, ardından 43 el ateş edilerek öldürülen Jara’ya yapılanlar, gerçekte Jara’nın temsil ettiği değerlere yönelikti. Victor Jara Vakfı’nın ısrarlı takibi sonucunda, Jara’nın cesedi üzerinde otopsi yapıldı ve kulaktan kulağa anlatılan ölüm hikâyesini gerçekliği ortaya çıkarıldı: Evet, elleri dipçikle kırılmıştı, bir daha gitar çalamasın diye...

Şanlıurfa’da Belediye Meclisi, Şanlıurfa’daki 12 Eylül Caddesi’nin adını, Demokrasi Caddesi olarak değiştirmiş. Bizim yapabildiğimiz şeyler de bu kadar. En fazla cadde adını değiştirebiliyor ve bu da gazetelerde “12 Eylül’ün İzleri Siliniyor” manşetiyle yer alabiliyor örneğin. Caddelerin adını değiştirerek mi 12 Eylül’ün izleri silinecek? Hiç sanmıyorum. O kanlı darbenin tüm failleri, hesap sorulmaksızın, hatta toplumun kıymetli figürleriymiş gibi ortalıkta gezerken, 12 Eylül’ün yarattığı tüm kurumlar ayaktayken mi, 12 Eylül’ün izleri silinecek?..

Geçenlerde tesadüfen, bir televizyon kanalında, eski DGM savcılardan Mete Göktürk’ü, Veysel Güney’in idam ediliş anını anlatırken gördüm. İdamın infaz savcısı olarak olay yerindeymiş Göktürk... Daha önce kitabından da okumuştum o ânı... Ama tekrar onun ağzından yaşananları duymak, yeniden tüylerimi diken diken etti... İdamı sırasında, dönemin emniyet müdürünün alkollü olması, sıkı yönetim komutanına “paşam bu çocuk asılırken bize küfrederse ne yaparız” sorusuna, komutanın “ipten alır, tekrar asarız” diye karşılık vermesi gibi ayrıntıları nasıl değerlendirebiliriz? Suçsuz bir genci idam etmekle kalmayıp, ailesine işkence yapan, cesedi tutanakla teslim edilmesine rağmen kaybeden kişiler ve onların temsil ettiği değerler, cadde adı değiştirilerek mi silinecek?

12 Eylül’ün izleri, yaşamın her yerinde görülebilir. Ve o izleri silecek tek şey de, o günlere dair tüm olayların, duyguların, fikirlerin izini sürerek ve sorumlularından hesap sorularak, yani tüm ayrıntıların gün yüzüne çıkartılıp gerçekte ne olup bittiğine çıplak gözlerle bakılarak mümkün olabilir ancak. Eğer bu yapılamıyorsa, bunun gerçekleşmesini engelleyen zihniyetin ifşa edilmesi gerekir ki, siyasi partilerin çoğunun, bu zihniyetin bir parçası olduğu açık. Hatta Baykal ve Erdoğan’ın 12 Eylül’ün yargılanmasına dair sözleri de olmuştu. Ama ortada hiçbir icraat yok. 12 Eylül’ün Danışma Meclisi’nde yer alan isimler, televizyon kanallarına çıkıp 12 Eylül’ü savunabiliyorlar hâlâ...

Türkiye’de siyaset ve devlet, her zaman manipülasyon derdinde oldu... Tüm darbeler, göstermelik demokrasiler, her şeyin içinde bir kandırmaca, gerçek niyetin gizlendiği süslü icraatlar ve söylemlerle “görülmüştür” damgalı paketler halinde indirildi yukarıdan aşağıya... Acaba “Demokratik Açılım” da böyle bir paket mi olacak, ya da Ergenekon davası... Göreceğiz... Belki de “görülmüştür”...

Lavinia

Ursula K. Le Guin’in Lavinia adlı romanı, Gürol Koca’nın çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı ya, keyfime diyecek yok bugünlerde. Lavinia denilince, Özdemir Asaf’ın şiiri gelir aklıma: “Sana gitme demeyeceğim. / Üşüyorsun ceketimi al. / Günün en güzel saatleri bunlar. / Yanımda kal.” diye başlıyordu şiir... Elbette Le Guin’in romanındaki Lavinia ile, Asaf’ın şiirindeki Lavinia farklı. Asaf’ınki, Gülenay Börekçi’nin yazısından öğrendiğimiz gibi, pek çok şairi kendisine âşık eden Mevhibe Beyat... Le Guin’in Lavinia’sı ise, Vergilius’un şiirinde savaşçı Aeneas’ın karısı, Latium kralının kızı... Aeneas, Lavinia ile evlenerek Roma İmparatorluğu’nun temellerini atmış... Romansa, Vergilius’un destanında ihmal edilen bu kadın karakter üzerine kurulu... Le Guin, Lavinia üzerinden savaşın doğasını ve erkek-egemen toplumu sorgulayan güçlü bir yapıt ortaya çıkarmış. Neredeyse bizi o yılların dünyasına götürmeyi başaracak kadar ayrıntı ve duygu zenginliğiyle dolu bir yapıt Lavinia... “Bir zamanlar kimdim, biliyorum; kim olabilirdim, onu da biliyorum, ama artık yazmakta olduğum şu satırlardayım yalnızca” diye yazmış kendisini Lavinia... Ah, kim olduğunu ve olabileceğini bilmek, nasıl da büyük bir yüktür insan için...

Bülent Usta (Birgün, 9 Aralık 2009)

YAŞAMA AZMİ

Posted: 8 Aralık 2009 Salı by bülent usta in
0

Kurban Bayramı’nda, akrabalara bayram ziyareti yaparken, bir tür Anadolu turu da gerçekleştirmiş oldum. Köy ve kasabalarda dikkatimi çeken pek çok şeye rağmen, tanık olduğum şeyler arasında hiçbir şey, eşimin dedesinin köyünde gördüğüm ihtiyar eşek kadar etkilemedi beni.

Bir bacağı yaralıydı hayvanın. Öyle böyle bir yara değil, neredeyse yaranın içinden kemiği görünüyordu. Üstelik ağzı da yaralıydı ve ona verilen samanı çiğneyemiyordu bu yüzden. Eşeği yattığı yerden kaldırıp bahçeye çıkardık. Yeşilliği görür görmez ayağa kalkmak istedi. Muhtemelen açtı ve yaralı ayağına rağmen doğrulmak ve önünde uzanan çimlere doğru koşmak istiyordu. Ne yazık ki, her ayağa kalkma teşebbüsü, yıkılışıyla sonuçlanıyordu. Ama hiç pes etmiyor, başını yere çarpıyor olsa da, önünde uzanan o çimlere ulaşmak için çırpınıyordu. Onun yaşama azmi karşısında şaşırdığımı itiraf etmeliyim. O ana kadar, iyileşemeyeceğini öngörüp onu öldürmeyi düşünenlere itiraz etmemiştim. Ama onun yaşama azmi ve coşkusu karşısında diyecek hiçbir şey kalmıyordu.

O ihtiyar eşeğe ne oldu ya da ne olacak hiç bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, o hayvanda gördüğüm yaşama azminin ve coşkusunun akıl almazlığıydı... Ve onu gördüğüm gün, binlerce hayvan dini sebebler yüzünden bıçak altına yatırılıyordu. Dereler, nehirler kan olup akıp gitmişti o gün...

Siz de gazetelerde okumuşsunuzdur, sakinleşmeyen boğanın arka ayaklarını kesen kasabı... Kasap yakalandı ve cezası verildi: 969 TL... Burada sorun kasaba verilen ceza değil, bu ve benzeri olaylara tanık olup olağan bir şeymiş gibi kabullenen insanlar...


Antika Sandık Odası


John Fowles, Süha Sertabiboğlu’nun çevirisiyle 2004’te Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Zaman Tüneli” adlı kitabında milliyetçiliğin eleştirisini yaparken, Garcia Marquez’den bahseder: “Marquez’in öyküsündeki gerçek hainler, gönülsüz intikamcılar değil, gözlerinin önünde, kolayca önlenebilecek bir cinayet işlenmiş olan kasaba halkıdır. Halk bu cinayeti engellemez, duyarsızlık, gelenekler, toplumsal söylenceler ve yerleşmiş alışkanlıklar, onur, görev, gurur vs. gibi lafları etmeden önce durup bir düşünmekten acizlik, ellerini kollarını bağlamıştır.” Fowles, bu elleri kolları bağlanmış halk gerçekliğini, tarihsel bir miras olarak değerlendiriyor. O miras da, totemlerle, fetişlerle, cahillik ve korkularla, bencillikler ve mantıksızlıklarla tıka basa dolmuş antika sandık odasına benzetiyor ki, savaşlara, katliamlara, yoksulluklara, acılara karşı halkın duyarsızlığını başka türlü açıklayamıyor.

Bugünlerde çok çarpıcı bir kitap yayımlandı Everest Yayınları’ndan: “Affet Bizi Marin”... Orhan Miroğlu’nun kitabı, Süryanilerin dününü ve bugününü anlatıyor. Çeşitli tanıklıklar, anlatılar, söyleşilerle bir tarih kitabı ya da incelemeden daha çok, bir ağıda benziyor kitap… Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice dilini konuşmakla övünen, zengin kültürü ve tarihiyle bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan Süryaniler, başka bir gezegende yaşamış meçhul bir halka dönüştürülmüşse, bunun bir nedeni vardı elbette. Onlara yapılan haksızlıklar, katliamlar, sürgünler, unutulacak gibi değil… 1915 Ermeni tehciri sırasında, işgüzar bir valinin Süryanileri de Hıristiyan oldukları için o korkunç tehcire dahil ederek yaşadıkları topraklardan sürmeye kalkışması ve onların mallarına, mülklerine el konulması gibi ayrıntılar, insanın vicdanını kanatıyor. Sadece o mu? Kıbrıs’a asker çıkartılması sırasında bile bu azınlık, 6-7 Eylül Olayları’nın bir benzerinin yaşanacağını düşünüp evlerini barklarını terk etmek zorunda kalmış. Yani sürekli tedirgin ve ürkek yaşamışlar bu topraklarda… Hrant Dink’in “tedirgin güvercin”i misali… Tamam, askerler geldi götürüyor onları… Peki ya halk?.. O Süryanilerin konu komşusu… Miroğlu, Kürt aşiretlerinden bazılarının Süryanilere yaptığı zulümden bahsediyor kitabında… Ermeni tehciri sırasında da, müslüman olanlar, gayrimüslümlere eziyet etmemiş miydi? Daha düne kadar komşusu olan, alışveriş yaptığı kişilerin zulmüne uğramaktan ya da yapılan zulme seyirci kalınmasından daha kötü ne olabilir ki? Fowles’un bahsettiği o miras, yani cahillikler ve korkularla dolu o “antika sandık odası”nı temizleyip kan ve kinden arındırmadan, nasıl müreffeh bir hayat sürülebilir ki bu topraklarda…

Karpuz kabuğundan yaptığı gemiye binip bizleri terk eden sinemacı dostumuz Ahmet Uluçay’ı saygıyla anıyorum… Sinema ve sanat coşkusunu unutmak mümkün değil…

Bülent Usta (Birgün, 2 Aralık 2009)