LODOSTA PERFORMANS VE İRONİ

Posted: 28 Ocak 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

GARAJ İSTANBUL 2 YAŞINDA!

İstanbul, birkaç gündür lodosun etkisinde… Belki de bu yüzden gözü yaşlı… Bizans zamanında lodos estiğinde mahkemeler çalışmazmış, lodosun kararları etkileyeceği düşünülerek… Çünkü cinnet ve melankoli taşır denizlerden lodos, fırtına ve yağmur taşıdığı gibi…

25 Ocak günü, Garajistanbul’un 2. yılını kutlamak için, müzik ve tiyatronun iç içe geçtiği, 12 dilde 25 Anadolu türküsünün seslendirildiği “Ashura” adlı müzikli oyundan çıktığımız zaman, lodosun da etkisiyle iyice melankolik bir havaya bürünmüştük. Mustafa ve Övül Avkıran’ın performansları, Sema, İhsan Kılavuz ve Harun Ateş’in sesleriyle ruhumuza işleyen göç şarkılarının hüznünden ya da lodostan daha çok, Anadolu’da konuşulan dillerin nasıl yıllar geçtikçe yavaş yavaş yok edildiğine tanık olmaktı, yaşadığımız hüznün asıl nedeni. Performans sürer ve birbirinden güzel hüzünlü şarkılar içimize akarken, sahnedeki perdenin üzerinde de yıl yıl, Türkiye’de nüfus sayımına göre konuşulan dillerdeki çeşitliliğin nasıl azaldığına ve Türkiye’nin homojenleştirilme çabalarının geri planında müziğin içine işlemiş trajik insan hikâyelerine tanık oldukça, gözlerimizin yaşlara teslim olması kaçınılmazdı, İstanbul’un gözü yaşlı lodosa teslim olması gibi...

Garajistanbul, çok önemli bir boşluğu, oldukça önemli işlerle başarılı bir biçimde dolduruyor ve ikinci yılını geride bırakan bu projenin kültür ve sanat dünyamıza etkilerini, zaman geçtikçe çok daha iyi anlayacağımızdan emin olarak, bu projede emeği geçenleri tebrik etmek istiyorum. İyi ki varsınız!


PERFORMANS TOPLUMU

Garajistanbul’da izlediğim performanslar üzerine düşünürken, performans üzerine yayımlanan iki kitap dikkatimi çekti bugünlerde. Aslında sadece sahnede izlemiyorduk performansları, hayatın kendisinin de gittikçe bir performansa dönüştüğünü düşünürsek… Bu kitaplardan biri Ayraç Yayınları’ndan çıkan ve Yaşar Çabuklu’nun denemelerinden oluşan “Toplumsal Performanslar”, diğeri de Metis Yayınları tarafından Barış Cezar’ın çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Erving Goffman’ın “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu”… Goffman’ın kitabını, sosyal antropolojiyle ilgilenenler çok iyi bilir. Kitabın ilk olarak 1959’da yayımlanmasından bu yana çok şey değişse de, kitabın güncelliğini koruması ve ilk yayımlandığı zamana göre, bugün bize daha çok şey anlatıyor olması, dikkate değer bir durum. Özellikle, günümüzde “performans”ın sosyal bilimlerde anahtar kavramlardan birisi haline geldiği düşünülürse…

Goffman, sanki hayatın içinde olan bitenlerle ilgili değil de, bir tiyatro sahnesinde geçiyormuşçasına, sahne dilini kullanarak yazdığı bu kitapla, “toplumsal karşılaşmaların, toplumsal yaşamda kişiler doğrudan birbirlerinin huzuruna çıktığında oluşan durumların yapısını” anlamaya çalışıyor. Örneğin tiyatro oyunlarından birisinde oyuncu, dolandırıcı rolünü başarılı bir biçimde sahneye yansıtabiliyorsa, gerçek hayatta bir dolandırıcının nasıl davranacağını belirleyen bazı ortak kodların varlığı anlamına gelir bu durum. Eğer bu türden kodlar olmasaydı, tiyatro işlevsiz bir hale gelirdi. Peki bir askeri, öğretmeni, anneyi vb. kişileri ayırt eden bu davranışsal kodlar, nasıl bir süreç içerisinde gerçekleşiyor ve benliğin sunumunu belirliyor?

Yaşar Çabuklu ise “Toplumsal Performanslar” adlı kitabında, gittikçe hayatımızı işgal eden “reality tv” gerçekliğinden metroseksüelliğe, stand-up komedilerden idama kadar, insanın bedeniyle, ölümle, cinsellikle, iktidar ve simülasyonla ilişkisini irdelemiş. Hatta 1990’lı yıllardan sonra, Batı’da “performans kültürü”nün hızla güçlendiğini, toplumsal yaşamın birçok alanının performans atmosferi çerçevesinde yeniden şekillendiğini iddia ediyor ki, kurgusal dünyanın, gerçek dünya üzerindeki gücünü arttırdığı ve daha da arttıracağı anlamına geliyor bu durum. Çabuklu’nun kitapta yer alan denemeleri, bu süreci anlamamız için önemli ipuçları sunarken, birbiriyle alakalı görünmeyen birçok konunun sahip olduğu ortak özellikleri göstererek, gündelik hayata farklı bir gözle bakmamıza da olanak sağlıyor.


İKİ DERGİ BİR DOSYA

YKY tarafından yayınlanan Cogito ve Kitap-lık dergileri de, son sayılarını “ironi”ye ayırdılar ki, iki derginin de aynı konuyu mercek altına alması ilk değil ve bence birbirleriyle etkileşerek oldukça başarılı dosyalar oluşturuyorlar. “İroni”, “performans” gibi günümüzün anahtar kavramlarından birisi… Modern yazında yaygın bir tutum olan “ironi”ye yazarların neden ihtiyaç duyduğundan tutun, nostalji ve postmodernizmle ilişkisine kadar, ironinin geçmişten günümüze aldığı seyir ve temel meselelerine yoğunlaşıyor yazılar. Kitap-lık dergisinde yer alan yazısında William Van O’Connor, “Dinsel ve toplumsal kanıların görece tekörnek olduğu dönemlerde, kuşkucu ve ironici bir zihinsel yapıya daha az gereksinim duyarız” diyor. Asıl böyle dönemlerde ironiye ihtiyaç duyulduğunun da altını çizmekten geri durmuyor. Ama önemli olan “ironi”nin hangi amaçla, kim tarafından kullanıldığıdır. Çünkü ironi, nihilizme vardığı gibi, yaratıcı ve devrimci bir sürece de dönüşebilir, kullanan kişinin niyetine bağlı olarak…

Cogito’da yer alan yazısında Oğuz Demiralp, Schlegel’den yola çıkarak ironiyi tartışırken, ironinin, usçuluğun birlik, bütünlük, düzen kavramlarına meydan okumasının önemi üzerinde duruyor ki, bu meydan okumanın bize pek çok imkân sunduğu bir gerçek. Ya da Oğuz Cebeci, yine Cogito’da yer alan yazısında dediği gibi, “İroni insanın varoluşuna ilişkin dengesizlikleri ve tutarsızlıkları sergileme yeteneğine sahip olduğu için, değişime giden yolu da açabilme özelliğine sahiptir.” Dogmatikler ve katı ahlakçılar, ironiden bu yüzden hiç haz etmezler. Bu arada, Oğuz Cebeci’nin yakınlarda İthaki Yayınları’ndan çıkan “Komik Edebi Türler (Parodi, Satir ve İroni)” adlı kitabını da hatırlatmakta fayda var.

Ve Cogito’da Linda Hutcheon’un ironi ile nostalji arasında ilişki kurduğu yazısı, önemle üzerinde durulması gereken ve pek çok tartışma alanı yaratacak bir yazı… Özellikle Hutcheon’un solun nostalji ve ironi ile kurduğu ilişkiye değindiği yer, çok mühim…

Bülent Usta (Birgün, 28 Ocak 2009)

PSİKOLOJİK KURABİYELER

Posted: 21 Ocak 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Tenha bir kafede, önünüzde bir tabak dolusu çörekle başbaşasınız. Kahvaltınızı yapmış olduğunuz için, önünüzdeki kurabiyeleri yeme durumunuz da söz konusu değil. Üstelik kafedeki bütün gazeteleri de okumuşsunuz ve aklınıza başka yapacak hiçbir şey de gelmiyor. Oturduğunuz kafenin her santimetre karesini büyük bir can sıkıntısı basıyor. İşte, o an, siz olsanız ne yapardınız?

Doktor Vlach’ın kuramına göre, hangi insan türüne ait olduğunuzu, o kurabiyelerle ne yapıp yapmadığınıza bakarak görmemiz mümkün. Saatlerce o kurabiye tabağına boş boş bakıp, sonra da kalkıp gidenlerdenseniz, her türden dinamik tutkulardan ya da mizah anlayışından yoksun olduğunuz söylenebilir. Eğer, durup dururken ve hiçbir uyarıda bulunmadan, bu hamur işlerini füze niyetine kullanıp kafedeki diğer müşterileri bombalamayı düşleyerek kendinizi eğlendiriyorsanız, diğer boş boş oturanlara göre ruhsal açıdan daha iyi olduğunuzu söyleyecektir Doktor Vlach… Bir de, havada uçuşan kurabiyeler fikrini inanılmaz derecede çekici bulup derhal ayağa fırlayanlardansanız, Doktor Vlach’ın saygısını kazanacağınız kesin. Sadece düş kurmakla yetinmeyip, o düşü hayata geçirdiğiniz için, ben de ayağa kalkıp Doktor Vlach’la birlikte sizi alkışlayabilirim.

Doktor Vlach’ın bu testini, ülkemizde yaptığımızı düşünelim. Üçüncü grupta yer alan insanların, doğrudan deli, terörist gibi kategoriler içerisine sokulup, ayıplama, karşı saldırı ya da linç edilme ihtimali ile karşı karşıya kalacağı kesin. Bu kurabiye testi, bana ister istemez Muntazar El Zeydi’yi anımsattı ki, tanımadığınız kişilere kurabiye fırlatmak ile bütün dünyanın tanıdığı ve nefret ettiği birisine ayakkabı fırlatmak arasında ciddi bir fark olsa gerek. Doktor Vlach, El Zeydi’nin yaptığı şeyi görünce, kesinlikle kuramını gözden geçirip dördüncü bir kategori daha açmıştır.

Peki, Doktor Vlach kim diyeceksiniz? Çek edebiyatının karamizah klasiklerinden, Zdenek Jirotka’nın “Saturnin” adlı romanındaki bir karakter… Hakan Gür’ün çevirdiği bu kitap, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı bugünlerde. Roman, bahsettiğim Doktor Vlach’ın bu testiyle başlıyor ve olağanüstü uşak Saturnin’in maceralarıyla sürüyor. Tahmin edeceğiniz gibi Saturnin, üçüncü grupta yer alan saygıdeğer bir şahsiyet ve Irak’ta gazeteci olsaydı, Bush’un Irak’ı ziyareti sırasında neler yapabileceğini tahmin bile edemiyorum.

Bir roman kahramanı olan Saturnin’in, romanın sonlarına doğru, efendisinin çılgın dedesiyle birlikte “Roman Yazımına Anlam Kazandırma Acentesi” diye bir şey kurması da ilgi çekici bir ayrıntı. Romanlarda yazılanları tamamen gerçek olaylar gibi algılayan Saturnin için, böyle bir acente gerçekten büyük bir ihtiyaç. Çünkü yazarların sıklıkla gerçekleri çarpıtması, sinirine dokunuyor. Örneğin bir romanda, içilen bir purodan çıkan dumanın panik içinde savrulup dağıldığını okuyor ve böyle bir sahneyi gözünde canlandıramıyor bir türlü. Sonra bunu defalarca puro içerek deniyor ama yine bir sonuca ulaşamıyor. Ama sonuca ulaştığı araştırmaları da yok değil hani. Bir roman kahramanı olan Bay Dale’in, dolandırıcılarla poker oynadığı için değil de gerçekte kötü bir poker oyuncusu olduğu için para kaybettiğini, uzun araştırmaları sonucunda öğrenmesi gibi. Roman yazmanın kendisini de bir karamizah konusu yapan Jirotka, klasik bir efendi-uşak hikâyesi çerçevesinde, gerçekten nefis bir okuma ziyafeti sunuyor.

AZE’NİN İZİ

Bir başka roman okuma ziyafetini de, BirGün yazarlarımızdan Murat Yaykın’ın Kalkedon Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Aze’nin İzi”nde yaşadım. Yakın tarihimizle, düşlerin ve gerçeklerin yardımıyla hesaplaşan bir roman yazmış Yaykın. Aslında yakın tarihimizin pek çok romana, filme gebe olduğunu, son zamanlarda yapılan kazılarda silahlara ulaşılmasına benzer bir kazı faaliyetinin, sanat aracılığıyla insanların duygu ve düşüncelerinde de gerçekleşmesi kaçınılmaz bir durum. Hatta büyük bir ihtiyaç... Ama bu hesaplaşmalar, yara soğudukça ya da zaman içinde farkındalıklar arttıkça, ajite etmeden, toplumsal meseleleri bireyi ıskalamadan ele alan ve en önemlisi samimi bir biçimde dile getiriliyor artık. Örneğin “Sonbahar” filmini de bu kategori içinde değerlendirebiliriz.

Romanda, bir fotoğraf sanatçısı olan Burak’ın, Güneydoğu’ya düzenlenen bir gezi sırasında, ziyaret ettiği köylerden birisinde, Aze’yle karşılaşmasına ve bu karşılaşmadan sonra Aze’nin izini düşlerde ve gerçek hayatta sürdüğüne tanık oluyoruz. Ama bu iz sürme, Burak’ın kendi eksikliklerini, yetersizliklerini, doğrularını, yanlışlarını gündemdeki Kürt meselesi gibi meseleleri de işin içine katarak derinleştirmesiyle başka bir yere sıçrıyor ki, izler çoğalırken derinleşiyor da... Ve öyle bir noktaya geliyor ki, Aze, Aze olmaktan çıkarak, bir varoluş meselesine dönüşüyor Burak için ilerleyen sayfalarda.

Romanın ilgi çekici yanlarından birisi de, İmralı Adası… Adnan Menderes’in asıldığı, Abdullah Öcalan’ın hapsedildiği, Yılmaz Güney dahil pek çok ünlü ismin uğrak yeri olan bu adaya, romanın anlatıcısı olan Burak dahil üç gençle birlikte, bir deniz yolculuğu gerçekleştirilmesi. Öcalan, bu yolculuğun gerçekleştiği zaman diliminde henüz tutuklanmadığı için, yüksek güvenlikli bir yer değil İmralı… Kopan bir fırtına yüzünden, sığınmak zorunda kaldıkları bu adanın, İmralı olduğundan habersiz olan bu gençlerin, adaya yolculukları ve adada yaşadıkları şeyler, aynı zamanda içsel bir yolculuğa da dönüşüyor.

Murat Yaykın’la bir sohbetimizde, bu ada yolculuğunun, romandakine benzer bir biçimde başından geçtiğini öğrenince, bu romanın tam da Saturnin’in “Roman Yazımına Anlam Kazandırma Acentesi”nin faaliyet alanına girebileceğini düşündüm. Saturnin, eline Murat Yaykın’ın romanını alıp, fırtınanın koptuğu bir gün denize açılarak, tesadüfen yolunun İmralı’ya düşüp düşmeyeceğini araştırabilirdi örneğin.

Peki ya, Saturnin’in yolu, romandaki gibi İmralı Adası’na düşecek olsa, neler olurdu acaba?

Bülent Usta (Birgün, 21 Ocak 2009)

GÖKYÜZÜNÜ KAZIMAK

Posted: 17 Ocak 2009 Cumartesi by bülent usta in
0

Gözlerimizin karanlığa alışmak dışında bir şansı yoktu. Karanlıkta görmeye, dokunmaya, yazmaya, sevişmeye ve acı çekmeye alışmıştık. Sanki gökyüzü, üzerimize örtülmüş bir kara topraktı. Şimdi bu karanlığın içinde, gökyüzünü değil de yeryüzünü kazıyorlar ve kazdıkça silahlar, bombalar fışkırıyor topraktan.

Biz, zaten tüm bunları biliyorduk. Toprağa silahların, bombaların kimler tarafından nasıl ekildiğini, o silah ve bombaların yeryüzüne nasıl cesetler fışkırttığını biliyorduk. Biz, zaten geceyarısı evlerinden alınıp götürülenlerin, nereye, kimler tarafından götürülüp, onlara neler yapıldığını biliyorduk. Çünkü gözlerimiz karanlığa alışmış, alıştırılmıştı. Her şeyi olduğu gibi görebiliyorduk.

“Gece, gündüzün devamı değildir” demiş Tezer Özlü. Ama gecenin devamı mutlaka gündüz olmalı. Gökyüzünü kazarak güneşi içimize akıtacak sözcükler bulmalı ve onlarla karanlıkta görmeye alıştırılmış gözlerimizi ovarak, karanlığın içimize işlemesini engellemeliyiz. Yoksa karanlıkta görmeye alışan gözlerimiz, bir gün karanlığı da göremeyecek bir hale gelecek…

“Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu biliyor olmalısın” dedi üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, her zamanki gibi odamın penceresinden çalışma masamın üzerine sıçrayarak. Bir süredir ortalıkta gözükmüyordu İvam. Gazze’ye bile gitmiş olabileceğini düşünmüştüm bu aralıkta. Üç kulaklı bir kedinin, bir insana göre nasıl kolay seyahat ettiğini bilseydiniz, böyle düşündüğüm için bana hak verirdiniz muhtemelen.

Her zamanki gibi kitaplardan açıldı sohbetimiz. Elimde Sema Aslan’ın Doğan Kitap’tan çıkan “Benim Kitaplarım” adlı otuz ünlü kitapkurduyla, kütüphaneleri üzerine yapılmış söyleşilerinin bulunduğu bir kitap vardı. Adalet Ağaoğlu’ndan Vedat Türkali’ye, Orhan Pamuk’tan Komet’e kadar pek çok ünlü ismin kütüphanelerini, kendisi de bir kitapkurdu olan Sema Aslan’ın rehberliğinde gezmek oldukça keyifliydi. İvam, kitapta adı geçen çoğu kişinin kütüphanesini zaten biliyormuş. Onlar uyurken, gizlice kütüphanelerine girip kitaplarını karıştırırmış. İvam’ın anlattığına göre, kitapta bahsi geçen çoğu kişinin kitaplarla kurduğu ilişki çok özelmiş. Kimi yazarlar, gece geç vakitlerde, kütüphanelerinin karşısına geçip kitaplarıyla sohbete dalarmış örneğin. O sohbetleri dinlerken İvam’ın hüzünlendiği de olurmuş, gülümsediği de. Bana anlattığı birkaç olaydan sonra, kitaplarla kurulan ilişkinin gerçekten de özel bir ilişki olduğuna inandım. Aslında benim kitaplarla olan ilişkim de bir kitapkurdu olarak sıradışı özellikler barındırıyordu. Ursula K. Leguin’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Sesler” adlı romanındaki Memer’in gizli odasına benzetirim ben de kütüphanemi. Kitaplar aracılığıyla düşlerin, bilgilerin, fikirlerin biriktirilip korunduğu bir yerdir kütüphane... İnsanın vicdanıyla, hayalleriyle, düşünceleriyle başbaşa kalabileceği, daha iyi bir yer var mıdır acaba? Anlayacağınız, bir kütüphaneye girerken, inançlı birisinin mabedine girerken yaşadığı duyguya benzer bir duygu yaşarım.

Alman bir dostumla konuşuyordum. “Sizde” demişti “ne kadar çok özel kütüphane var. Benim evimde mesleğimle ilgili başucu kitaplarım bulunur sadece.” Tabii, Türkiye’deki kütüphanelerin durumunu henüz inceleme imkânı bulamamıştı dostum. Almanya’da her mahallede neredeyse bir kütüphane olurmuş ve insanların kütüphaneye gitme alışkanlığı epey yaygınmış dediğine göre. Bir zamanlar, kitapların silahlarla yan yana dizilip suç unsuru olarak teşhir edildiği, sadece kolluk kuvvetlerinin değil, insanların başları derde girmesin diye kendi kitaplarını yakmak zorunda bırakıldığı bu topraklarda, insanımızın kitaplarla kurduğu ilişkinin nasıl sakat bırakıldığını anlamasını bekleyemezdim. Aslında daha 1937’de Yaşar Nabi bu sakatlanma durumunun bir başka boyutundan bahsetmiş “Edebiyatımızın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında: “Çocuğa kitap sevgisini vermek, onu okumaya alıştırmak şöyle dursun, ne kadar babalar ve anneler, evlatlarının gündeliklerini kitap gibi lüzumsuz bir şeye harcamalarını tenkit etmek ve geceleri, gözleri yorulmasın veya ahlakları bozulmasın diye ellerinden kitabı kapmak ihtiyadındadırlar.”

Sema Aslan, kitapkurtlarının özel dünyalarına, yani kütüphanelerine girerek, insan ve kitap arasındaki karmaşık ilişkiyi, birbirinden farklı deneyimler aracılığıyla görünür kılmış bir bakıma. Bir kitap tutkununun, bu tutkusunu başkalarının deneyimleri aracılığıyla anlama çabası olarak bile görülebilir bu kitap.

İvam, “Biliyor musun” dedi “bu topraklarda yaşayanlar için kitabın anlamı, senin o Alman arkadaşının kitaba yüklediği anlamdan daha fazladır. Çünkü bir kitap, sömürerek gelişmiş bir Avrupa ülkesinden daha çok, bizimki gibi belirsizliklerle dolu toplumlarda etkili olur. Bu yüzden, bir zamanlar kitapların silahlarla yan yana dizilmiş olması oldukça anlamlı geliyor bana. Kitaplar, insanlarını karanlıkta yaşamaya alıştırmış olan devletler için en tehlikeli şey olsa gerek. Silahı, daha çok silahla yok edersin. Ama ya kitabı…”

“Ona da çözüm bulmuşlar İvam. Okur kavramı yerine müşteri kavramını ikâme ederek… Kitabın bir endüstri ürünü olarak konumlanması ve yazarın piyasa koşulları içine hapsedilmesi, kitabın toplumlar üzerindeki etkisini bir parça kırıyor. Ama yine de Diyarbakır’da okunan bir kitabın etkisiyle, Brüksel’de okunan bir kitabın etkisi arasında dağlar kadar fark olsa gerek.”

İvam’la, ışıklar açık olsa da, karanlığın içinde olduğumuzu biliyorduk. Ama ya gökyüzünden gelen bu kazma sesleri… Sözcüklerle gözlerimizi ovuşturup gökyüzüne baktık…

Bülent Usta (Birgün, 14 Ocak 2009)

Sözü Hastalıktan Kurtarmak

Posted: 8 Ocak 2009 Perşembe by bülent usta in
0

Liseye başladığım günlerde, Filistinli çocuklar için politik şiirler yazdığımı hatırlıyorum. Edebiyat öğretmenim, bir keresinde bu şiirimlerimden birisini sınıfa okumuş, ben de yaşadığım küçük bir sahil kasabasından şiirim aracılığıyla Filistinli kardeşlerimle dayanışma içinde olduğumu hissetmiştim. Şimdi şiirini yazdığım çocukların bir kısmı büyüdü benim gibi, bir kısmı da muhtemelen ya canlı bomba oldu ya da...

Kendimi çocukken Filistinliymiş gibi hissederdim. Sadece Filistinli de değil, Vietnamlı gibi de… Filistinliydim ama, Yahudilerden değil, İsrail’in politikalarından nefret ederdim. Vietnamlıydım ama, Amerikalılardan değil, ABD’nin savaş yanlısı politikalarından nefret ederdim. Filistinlilerle yaşadığım duygudaşlık, onlarla aynı dinden olmamla da ilgili değildi. Eğer İsrail’de yaşayan Yahudiler, Filistinlilerin konumunda olsaydı, benim için durum değişmez, Yahudi gibi hissederdim kendimi. Ki Nazilerin zulmü karşısında, vicdanı olan herkes kendisini biraz Yahudi gibi hissetmemiş midir? Hitler’e hak veren, hem de okumuş etmiş kimselerle karşılaşmak, aslında bugün daha olası bir şey haline gelse de…

Uzun zamandır birileri “din kardeşlerimiz zulüm görüyor” sloganı atıyor. Aynı mantıkla üretilen “soydaşlarımız zulüm görüyor” sloganını çağrıştırıyor bu bana. Zulüm görenin kim olduğunun bir önemi var mı? Herkesin kendisine şunu sorması gerek: “Eğer Gazze’de yaşayanlar Maritsu dininden olsaydı, aynı tepkiyi verir miydim?” Verirdim diyenler çoğaldıkça, yarınlardan umutlu bir biçimde bahsedebiliriz. Yoksa, kin tohumlarının ekildiği karanlık bir gelecek bekleyecek bizi. Sadece Yahudi bir toplumun içine doğduğu için suçlanan çocukların, sadece Müslüman bir toplumda dünyaya gözünü açtığı için, tarih boyunca birikmiş kini ve öfkeyi sırtlanan çocukların şekillendirdiği bir gelecek…

Aslında, tüm bu sorunların kaynağı, herkesin hoşgörüden bahsettiği bir çağda, hoşgörüsüzlüğün zehirli bir şey gibi dünyanın damarlarında dolaşarak sözleri, söylemleri boğmasında aranmalı. Sözleri söyleyenlerin, çoğaltanların, sadece kendi sözlerini ciddiye alarak, öteki’ye ait söylemi salt bir tehlike olarak değerlendirip bastırmaya çalışması, yaygın bir tutum olarak yaşamın her alanında karşımıza çıkabiliyor. Bu anlamda örneğin, “özür diliyoruz” kampanyası, hoşgörüye sahip çıkmak açısından önemli bir işlevi yerine getirdi bence. Hoşgörüye sahip çıkan böyle bir kültürün, devlet dilinin siyasal dilin yerine geçtiği günümüzde hâkim kılınması şart.

“Din kardeşlerimiz” ya da “soydaşlarımız”a yapılan zulmü görüp, Darfur’u görmeyen bir zihniyetin yaygınlaştırdığı söz, gerçekte sözün reddinden başka bir anlam taşımaz. Ve tam olarak devleti yöneten ya da yönetmeye talip olanın sözü araçsallaştırarak öldürmesi dışında, başka bir anlama da gelmez? Din kardeşliğini ya da soydaşlığı yüceltenlerin hoşgörüden bahsetmesi, zaten kendi içinde bir çelişkiyi barındırmaz mı?

Italo Calvino’nun YKY’den çıkan Yeni Bir Sayfa adlı denemelerinin bulunduğu kitapta, tam da bu meseleye denk gelen ve hoşgörünün öneminden bahseden bir metin var. 1977 yılında yazdığı bu metin üzerinde düşünmek, dünyayı cesetleşmekten kurtarmak isteyenlere yol gösterici olabilir. Şöyle diyor Calvino: “Günümüzde hoşgörüsüzlük, bildiğim çok sayıdaki olaydan bir sonuca varmam gerekirse, öteki söylemleri dışlayan belirli bir söylemin dayatılması şeklinde değil, daha çok, her tür söylemin reddi şeklinde, kendi içinde söylemin alaya alınması şeklinde kendini gösteriyor. Sonuçta, örtük olarak öngörülen, sessiz değil, iletişimsiz bir dünya olsa gerek: Kendini zaman zaman bireysel ve toplu saldırgan çıkışlar, zaman zaman gerilimdeki düşüşler aracılığıyla dile getiren bir dünya. Aslında sözün ciddi bir hastalığa tutulduğu, uzun bir süredir açıkça ortadaydı; sözgelimi, siyasal dilde bir yoksullaşma, anlamların silikleşmesi ve silinmesi olgusu yaşandı. Bugün sözün reddi, artık başkalarını dinlemek istememe, bence bir ölüm arzusunun göstergesidir. Dışarıdan hiçbir şeyin bize erişemeyeceği; öteki’nin, ulaştığımıza inandığımız tamamlanmamışlık halini sürekli olarak bozmak üzere araya girmediği durumu hedef edinmek, ölülerin durumunu kıskanmak demektir. Hoşgörüsüzlük, dışımızda olanın, içimizde olduğuna inandığımız şeye eşit olmasını, yani dünyanın cesetleşmesini dilemektir. Bazı durumlarda hoşgörüsüz kişi öldürücüdür; her durumda kendisi bir ölüdür.”

Dünyayı cesetleşmekten kurtarmak için, sözü hastalıktan kurtarmaya çalışmakla başlamalı işe… Çünkü dünya, kötü yönetiliyor! Çokuluslu şirketlerin güdümünde, irili ufaklı, süper ya da bağımlı yüzlerce devletin yönetemediği bir dünyada, daha pek çok Gazze dramı yaşayacağımız malum. Devletler, yönetmek için değil, birilerinin çıkarlarını korumak ve o çıkarlar uğruna savaşmak için var. Dünya’nın, nükleer silahlara sahip devletlerin insafına bırakılamayacak kadar değerli olduğunu anlayana kadar da, gerçek bir barıştan ve güzel günlerden bahsetmek imkânsız.

Gazze’de sadece çocuklar değil, söz de ölüyor!

Büent Usta (Birgün, 07 Ocak 2009)

YAŞAM DOLU YANGINLAR

Posted: 2 Ocak 2009 Cuma by bülent usta in
0

Yılın son yazısını yazmak üzere masama oturduğumda, içimde bir burukluk vardı. Bu burukluğun en önemli nedeni, Gazze’de yaşanan katliamda ölenleri ve doğası gereği kriz üretmeye devam eden kapitalizm yüzünden yeni yıla işsiz girecek olanları düşünmemdi. Yunanistan’daki anarşist ayaklanma ve Iraklı gazetecinin sihirli pabucu da olmasa…

İçimdeki burukluğun bir diğer nedeni de, otuzundan sonra zaman hızlanır diyenlere inanmazken, şimdi o hıza kendi yaşamımda da tanık olmam. 2008’in ilk günü, yani 1 Ocak 2008’de, yılbaşı gecesi gördüğüm rüyamı anlattığım yazımdan sonra, ne zaman 2008’in son gününe gelmiş ve yılın son yazısını yazıyordum, hiç anlamamıştım.

Yeni bir yıla girerken, benim gibi zamanın hızlandığını düşünenler ile zaman ve bellek arasındaki ilişkiyi merak edenler için Metis Yayınları, Douwe Draaisma’nın “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer” adlı kitabını yayımladı.

Draaisma, insanları bir kum saatine benzetiyor. Içine zamanla izlenimlerin, deneyimlerin, anların dolduğu bir kum saatine… Kumların akarken birbirine sürtünmesinin ve hunideki yığılmanın azalması, sonlara doğru akışı ister istemez hızlandırır. Hatta Fransız felsefeci Paul Janet’in bir tespitini de dile getiriyor yazar: “on yaşındaki bir çocuk bir yılı hayatının onda biri, elli yaşındaki bir adam ise ellide biri uzunluğunda yaşayacaktır.” Tabii mesele böyle küçük bir hesapla çözülecek bir şey değil. Zaman dediğimiz şey, aslında tamamen belleğin işleyişiyle ilgili… Yaşlandıkça belleğin geçirdiği değişimler, psikolojik zaman, içsel saat vb…

Draaisma, sadece yaşlandıkça zamanın hızlanmasına da değinmiyor kitabında. Bize büyülü gelen dejavu anları, ölümle karşılaşıldığında insanın gözünün önünden kendi hayatının bir film şeridi gibi akıp gitmesi ya da koku ile bellek arasındaki ilişkiye kadar pek çok meseleye de eğiliyor. Bilimsel bir kitap olarak sanatla ve felsefeyle kurduğu ilişki de bana keyif veren bir başka ayrıntı. Bilimin sanat ve felsefeyle ilişki kurması ve meselelere disiplinlerarası bakabilmesi oldukça önemli. Psikoloji bilimiyle uğraşan birisinin Dostoyevski ya da Proust’tan haberdar olmaması bende hep bir şaşkınlık yaratır. Bir sosyolog, bence Weber’i bildiği kadar, Balzac’ı da bilmelidir ki, eğitim sistemi sadece uzmanlar yetiştirmeye şartlandığı için, bu mesele sürekli göz ardı edilir. Daha doğrusu sistemin işine yarar, herkesin sadece meslek edindiği şeyle bütünleşip başka şeyleri görmemesi. Halbuki bilim insanı olmak, sadece kendi konusunda uzmanlaşmış kişi anlamına gelmemeli.

“Without a Trace” adlı bir televizyon dizisinde, genç bir biliminsanıyla sevgilisi arasındaki bir konuşmaya tanık olmuştum. Genç bilimadamı, büyük bir iştahla geliştirdiği bir proje sayesinde bir şirketi nasıl daha fazla kâra geçirdiğini anlatıyordu, tahtaya çeşitli formüller yazarak. Sevgilisi, bilimadamının tahtaya yazdığı rakamlardan birisini sordu merakla: “Bu 400 ne?” “İşten çıkarılacak işçilerin sayısı. Bu proje sayesinde şirket 400 işçi daha az çalıştıracak.” Genç kız, öfkeyle bağırmaya başladı bunu öğrendikten sonra “Şimdi sen bana, o muhteşem zekânı, birileri daha fazla zengin olsun diye kullanıp, 400 işçinin yeni yıla işsiz girmesine neden olduğunu mu söylüyorsun?”

Kapitalizm içerisinde çözülmesi zor bir mesele, genç kızın bu haklı isyanı. Çünkü kapitalizm, daha fazla güç ve kâr elde etmesi için fırsatları değerlendirmekle meşguldür her zaman. Savaş çıkması silah sanayini geliştirir, çevrenin kirlenmesi ilaç sanayini…

“Her şey gelir geçer” diye yazmış Salvador Dali, bugünlerde Everest Yayınları arasından çıkan “Saklı Yüzler” adlı romanında. Romanda ilgi çekici pek çok şey var. Daha doğrusu, bir roman okumaktan çok gerçeküstücü bir ressamın iç dünyasından 2. Dünya Savaşı’nı ve sonrasını izleme fırsatı yakalıyor insan. 2. Dünya Savaşı günlerinde aristokratlar arasında geçen romandaki bir diyalog oldukça ilgimi çekti: “Çağımızı yakalayamıyoruz, olup bitenler muhayyilemizin sınırlarını aşmaya başlıyor… Ama ben buna boyun eğdim! Bir an kadınlarımızın herhangi bir sebepten kollarımızda ölmeye hazır olduklarına inanıyoruz… Ve bir anda dirilip, dans ederek uzaklaşıyorlar! Ve politikada da aynı şey söz konusu: Bir çatışmanın eşiğine geliyoruz ve iç savaş borazanlarının çaldığını duyar gibi oluyoruz… Oysa bir de bakıyoruz ki bir balo duyurusu yapılıyor. Gerçekten de, insanın ruhuna en derinden işlemiş nosyonlardan biri, sağ ve solun anlamı, çağdaşlarımızda tümüyle karman çorman olmuş bir durumda.”

Eminim Mösyö Cordier’in bu tespiti, size çok tanıdık gelecektir. Değerlerin alt üst olduğu bir zamandan geçiyor olmak için artık Dünya savaşlarına ihtiyaç yok. Sağ ve solun anlamı, çağdaşlarımızın kafasında tümüyle karman çorman olmuşken, bir yandan iç savaş borazanları, bir yandan balo duyuruları etrafımızı sararken, Mösyö Cordier gibi olup bitene boyun mu eğeceğiz, yoksa bir çıkış yolu mu arayacağız?

Ulusalcı ya da liberal rüzgârlara kapılarak bu sürece boyun eğenler, çoğunluktaymış gibi gözüküyor. Ama bu değerler karmaşası, yeni değerlerin de gün yüzüne çıkmasına neden olacak. Çünkü eskimiş değerlerin Seattle’da ya da Yunanistan’da çıkan yangınlarda yanıp kül olmaya başladığına uzun süredir tanık oluyoruz. Önemli olan bu yangınların nereye, ne zaman, nasıl sıçrayacağı.

2009’un Gazze’deki gibi ölüm kusan karanlık yangınlarla değil de, aydınlatan yaşam dolu yangınlarla geçmesi dileğiyle…

Bülent Usta (Birgün, 31 Aralık 2008)

DUYULMAYAN SESLER

Posted: by bülent usta in
0

Encore Yayıncılık, bildiğiniz gibi peş peşe Slavoj Zizek’in kitaplarını yayımlıyor. Kitaplar arasında, sinemayla ilgili olduğu için, “David Lynch Ya Da Gülünç Yücenin Sanatı” ile “Kieslowski Ya Da Maddeci Teoloji” daha çok ilgimi çekti. Zizek, bildiğiniz gibi popüler bir isim. Hatta felsefenin bir tür süperstar’ı… Onu, her an Hollywood ünlülerinin çıktığı bir televizyon programında kitaplarını ya da düşüncelerini pazarlarken de bulabilirsiniz, Brezilya’da bir üniversitede devrimci gençlerle kafa kafaya verip sosyalizmi tartışırken de… Onu ya çok sever ve bir Zizekçi olursunuz, ya da ondan nefret eder ve bir şarlatan olduğuna inanırsınız. Ya da benim gibi, onu hayranlık ya da nefret gibi duygular yaşamadan da okuyabilirsiniz belki. Çünkü Zizek, Deleuze ya da Foucault gibi, tutarlı ve derin bir entelektüel yapı sunmaz. Hatta tek bir kitabının içinde bile sürekli makas değiştirdiğine, kendi retoriğinin içinde kaybolduğuna bile kolayca tanık olabilirsiniz. Çünkü Zizek, günümüzde felsefecilerin, soru sormak ya da sorulara yanıt bulmaktan daha çok eleştiren-özne işlevi gördüğünü iddia eder. Ama Zizek’in eleştiren-özne olarak, kendi deneyim, gözlem ve bilgi birikimini okuduğu metin ya da izlediği bir filmde aramakla yetindiğini, Lacan’cı terminolojiyi kullanarak kendi yaratıcılığını tutarlı olma kaygısı duymadan kullandığını görürüz.

Bu söylediklerim Zizek’i elbette değersiz yapmaz. Özellikle gençlerin ilgisini çeken Zizek, bir anlamda felsefenin popülerleşmesi ve geniş kesimler için kapalı olan alanların açılmasını da sağlıyor. Kendisi için yapılan belgeselde, ünlü bir televizyon şovundaki konuşmasını izlemiştim: “Bu kitap, babaannenizin bile Lacan’ı anlamasını sağlayacak” diyordu örneğin. Ki Lacan, yazdıklarının başka bir dile çevrilmesi zor olduğu için Türkçeleştirilememiş, Saffet Murat Tura gibi isimler aracılığıyla dolaylı yoldan okuyup öğrendiğimiz bir düşünür nihayetinde. “Siyahî” dergisinin ikinci sayısında Andrew Robinson ve Simon Tormey’in “Zizek Bir Radikal Değildir” adlı yazısı, Zizek’in gerçekte nerede durduğunu çok iyi gösteren bir yazı. Zaten siyasi duruşundan daha çok, tavizsiz duruşu, bozguncu ve disiplinlerarası eleştirel yöntemiyle ilgimi çektiğini söylemeliyim.

Zizek’in, sinemacı David Lynch’le ilgili kitabı “Gülünç Yücenin Sanatı”nın sonlarında Lynch’in muhteşem bir filmi olan “Eraserhead”den (Silgi Kafa) bahsediyor. Film, gösterime girdiği zaman bir söylenti yayılır: Güya, filmin ses kaydındaki aşırı-düşük frekanstan bir vızıltı seyircinin bilinçaltını etkilenmektedir. Bu ses, huzursuzluk, bulantı gibi etkilere sebep olur insanlarda. Zizek’e göre, “bu sesin konumu gerçek-olanaksızdır: o temel fantezinin Öteki Sahasında dile getirildiği için öznenin duyamadığı sestir –ve Lynch’in bütün yapıtı da izleyiciyi ‘duyulmayan sesleri duyma noktasına’ getirmeye ve böylece temel fantezinin komik dehşetiyle yüzleşmeye yönelik bir çaba”dır. Ben, izlediğim tüm Lynch filmlerinde benzer bir şey yaşamışımdır. Bilinçaltıma ve bilinçdışıma yolculuklar yaparken, gerçekte var olmayan o seslerin aslında ne kadar yakınımızda olduğuna tanık olarak şaşkınlığa düşmüşümdür sıklıkla. Sanat, daha iyi duymamıza ve daha net görmemize yaramaz sadece, başka sesleri duymamıza ve başka şeyleri görmemize de yarar ve o duyduğumuz ya da gördüğümüz şeyler, çoğunlukla dışımızda olan şeyler de değildir.

Televizyonların haber bültenlerini ya da reklam filmlerini izlerken de benzer bir vızıltı duyduyduğum olur sıklıkla. “Tüket! Tüket!”, “Öldür! Öldür!” gibi sesler çınlayıp durur kulaklarımda. Bir tür programlama aletine benziyor televizyon, bu şekilde bakınca. Sizi bir partiye oy vermeye, bir ürünü almaya karar verdiren, neyi arzulayacağınızı ve nasıl düşüneceğinizi programlayan bir alet… Sinemanın da bu tür örnekleri var. Özellikle yerli sinemamızda, tv dizisi yazarlarının ve reklamcılarının boy gösterdiğini düşünürsek… Yani zihnimizi dolduran bu duyulmayan sesler, kendimize ve hayata dair asıl duymamız gerekenleri de bastırabiliyor, Lynch’in yaptığı şeyin tam tersine…



2009 DARWIN YILI

Bildiğiniz gibi, sayılı günlerin kaldığı 2009, “Darwin Yılı” olarak kutlanacak. “Türlerin Kökeni”nin yayımlanışından bu yana 150 yıl geçmiş. Yayımlandığı yıllarda, bilim dünyasını sarsan, hatta bilimi ve düşünce sistemlerini birçok yönden yeniden şekillendiren bir kitabın bu ilgiyi hak etmesi oldukça anlamlı.

Darwin’in “Evrim Kuramı”nın asıl önemi, bilim ve dinin doğrudan karşı karşıya geldiği ve aralarındaki iktidar mücadelesinin en çıplak bir biçimde yaşandığı yer olması. Çünkü bilimin önce teknolojik açıdan burjuva sınıfının yükselişine yardım etmesiyle birlikte, ruhban sınıfı ile bilim adamları arasında büyük bir iktidar savaşı başlamıştı ve o savaş, bugün de farklı biçimlerde sürmeye devam ediyor. Harun Yahya takma adıyla yazılmış Darwin karşıtı yüz binlerce kitabın bedava dağıtılmasının altında da bu yatıyor. Hal böyle olunca, Türkiye’de Darwin ve “Evrim Kuramı”nın önemi daha bir artıyor. Insanı kendisine merkez alan ve diğer tüm canlıları ve doğayı insanın hizmetine sunan insan-merkezci dinlere karşı, Darwin, insanı bilimsel olarak hayvan dizgesine sokarak, onu o kutsal yerinden indirmiştir. Ama öylesine güçlü dayanakları olan bir kuramdır ki Darwin’in ortaya attığı, bazı kiliseler “Evrim Kuramı”yla uzlaşmaya bile gitmiş, hatta yine bazıları, kitleler üzerindeki inandırıcılıklarını yitirmemek için kabul etmişlerdir evrim gerçeğini.

Bugünlerde, 2009 yılının Darwin Yılı olması münasebetiyle, YKY, içinde bol bol görsel malzemelerin de bulunduğu Patrick Tort’un “Darwin ve Evrim Bilimi” adlı kitabını yayımladı. Darwin’i genel hatlarıyla anlatan ve ona yönelik haksız eleştiri ve suçlamalara, yanlış yorumlamalara kısa ve doyurucu cevaplar veren ve Darwin’in sadece “Evrim Kuramı”yla değil, başka yönlerden de bilimi, sanatı, felsefeyi derinden etkilediğini gösteren bir kitap.

Kitapta Darwin’in ırkçılıkla ilgili görüşünü şöyle yorumlamış Tort: “Irkçılığın ilkel düzeyi, dar bir grupta sempati eksikliğinden ileri gelen evrimleşmemiş (etnosantrik) bir tutumdur. Uygarlarda ırkçılığın dışavurumunu Darwin çok mantıklı bir biçimde atalardan kalma bir tutumun hortlaması, bir geri dönüş” olarak yorumlamıştır. Darwin’e göre zulüm gibi ırkçılık da uygarlığın karşıtıdır.

İnsanların kökenlerini araştırarak ırkçılık yapanlara duyurulur…

Bülent Usta (Birgün, 24 Aralık 2008)

PABUÇLAR, ZARFSIZ KUŞLAR VE LORNA!

Posted: by bülent usta in
0

KAHRAMANIMSIN MUNTASAR EL ZEYDİ

Sanırım ‘kahraman’ olmak böyle bir şey… Ayrıca bir gazeteci olarak tek bir hareketle binlerce mesaj vermek, ezilenlerin duygularına tercüman olmak böyle bir şey olsa gerek. Ama bu hareketi gazetecilik etiği açısından sorgulayanlar da var. Örneğin Çağdaş Gazeteciler Derneği yaptığı açıklamayla, gazetecinin görevinin pabuç atmak değil soru sormak olduğunun altını çizdi. Ama Bush’un, Ortadoğu halkları için özel bir durumu olduğunu, on binlerce insanın ölümüne neden olan ABD politikalarını temsil eden kişi olduğunu da göz ardı etmemek gerek. Üstelik yapılan pabuçlu saldırı, Irak’a işgal kuvveti yollayacağını açıklayan Danimarka Başbakanı Rasmussen’e yönelik boyalı saldırıdan daha zararsız.

Bir de olayın insani boyutu var. Ben, Irak’a hiç gitmedim. Ama televizyon ve gazetelerden tanık olduğum şeyler bile beni insanlığımdan utandırmıştı. İşgal altındaki bir ülkede gazetecilik yapan Muntasar El Zeydi, kim bilir ne korkunç şeylere tanık oldu bu işgal süresince. Ebu Garib’i filan düşünmek bile insanın kanını donduruyor. Tecavüze uğrayan kadınlardan, ölen çocuklara kadar pek çok manzara, Bush’un konuşması sırasında Muntasar El Zeydi’nin gözünün önünden geçmiş olabilir. Ve eminim, o pabuç havada uçarken, pek çok insanın gözünün önünden de benzer manzaralar geçiyordu. Ama Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti’nin yaptığı açıklamadaki “bugün pabuç atan, yarın bomba atar” sözüne karşı, halihazırda bomba atan birisine pabuç atarak karşılık vermenin bir tür gazetecilik duyarlılığı olabileceği de söylenebilir belki.


ZARFSIZ KUŞLAR

“Senza speme, vivemo in disio” (Umutsuz bir özlemle yaşarız) demiş Dante ‘Cehennem’inde. Ben de umutsuz bir özlem yaşıyorum Yunanistan’daki kalkışmadan kendi yaşadığım topraklarda biriken acılara bakarken. 2008’de yirmi üç Alexis ölmüş bizde ve Yunanistan’daki tepkinin yirmi üçte biri olmamış nedense.

Belki de bu yüzden Ece Ayhan’ın ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’ adlı şiiri, Alexis’in öldüğü gün zarfsız bir kuş olarak pencereme kondu:

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

-Maveraünnehir nereye dökülür?

En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:

-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.”

Yunanistan’da solgun bir halkın çocukları ayaklanınca, umutsuz bir özlemle yaşamaya alışmış olan bu topraklarda da arka sıralardan parmak kaldıranlar çoğalmaya başladı. Kalkan her parmakla birlikte, soruların çoğalması da kaçınılmaz. Ama bu çocuklar, devletlerin her zaman yanlış soruların cevabı olacağını da biliyorlar artık…


LORNA

Son dönem yerli filmleri izleme imkânı bulabildiniz mi bilmiyorum. ‘Osmanlı Cumhuriyeti’, ‘A.R.O.G’, ‘Destere’ gibi bayram filmlerinden birkaçını izleme fırsatı buldum. Vasat sözcüğü bile yeterli gelmiyor artık bu filmleri tanımlamak için. Nedeni de çok basit: Senaryo… Çünkü oyuncular, görsel efekt gibi faktörler iyi olsa da senaryonun vasat olması yüzünden, sinema tadı almak mümkün olmuyor. Sadece iyi bir fikir bulmak da yetmiyor senaryo için. O fikri senaryoda da en iyi şekilde dile getirmek gerekiyor ki günümüz yerli sinemanın zayıf olduğu yer de maalesef burası. TV dizilerine senaryo yazanların, sinemada da aynı mantığı kullanmaya çalışması ya da yönetmenlerin senaryo dışındaki faktörlere daha çok önem vermesi yüzünden bir sürü emek heba olabiliyor. Televizyon ve reklamcı mantığıyla yapılan filmler, ne kadar gişe başarısı elde etse de sadece gişe başarısıyla bir yere varılamayacağı da bilinmeli. Ticari filmlerin de kötü ve iyi örnekleri de var sonuçta. ‘Dövüş Kulübü’ ya da ‘Matrix’ gibi filmler de gayet ticari başarılar elde etmiş ama bir yandan da sinemaya başka boyutlar da kazandırmışlardı. Senaryonun salt sinema bilgisiyle değil, edebiyat bilgisiyle de ilişkili olduğunu unutmamalı. Sadece ün ve para sayesinde şarkıcı ya da şovmenlerin yönetmenliğe, hatta senaryo yazarlığına soyunmasının yerine, para ve ünlerini sinemacı ve senaristlerin kaliteli yapımlarında kullanmaları, hem ticari, hem de sanatsal açıdan sinemamızı yükselişe geçirebilir. Yani herkes kendi işini yapsa, daha iyi olmaz mı?

Örneğin geçen sezon gösterime giren ve Cannes’da senaryo ödülü alan “Lorna’nın Sessizliği” adlı bir filmi izleme imkânı buldum. Belçikalı Dardenne kardeşlerin “Lorna’nın Sessizliği”, bu anlamda, iyi bir senaryonun neleri başaracağını gösteren güzel bir örnek…

Film, tıpkı bu aralar beğenerek okuduğum Bulgar yazar Dimitré Dinev’in Kanat Kitap’tan çıkan ‘Melek Dili’ adlı romanı gibi göçmen meselesine eğiliyor. Ama öyle böyle bir eğilme değil. Modern yaşama dair öylesine kuşatıcı sorular ve açıklamalar getiriyor ki… Arzular dahil, her şeyin kilit altında tutulduğu daracık bir dünyadan Lorna’nın çıkış serüvenini izlerken, insan kendi çıkış arayışlarıyla da yüzleşiyor…

Bu filmi başka bir yazıda, belki Dinev’in romanıyla karşılaştırarak değinmek daha iyi olacak. Ama filmi izledikten sonra, iyi bir senaryonun bir filme neler katabileceğini daha iyi anladım. Öyle ki filmin ‘umutsuz bir özlemle’ yaşayanlara bir umut verdiğini bile söyleyebilirim.

Bu da az şey mi?

Bülent Usta (Birgün, 17 Aralık 2008)