ANAHTAR ve ENGİNAR

Posted: 25 Şubat 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir öykü kitabını okumaya başlayınca kendimi bir öykü koridorunda bulurum. Her öykü bir anahtardır ve her anahtar o koridordaki bir kapıyı açar. Ama açmayabilir de… Bu biraz anahtarcının-öykücünün maharetine, biraz da öyküyü okuyan, yani anahtarı kullanan kişinin kabiliyetine bağlıdır. Açılır diye umduğunuz kapılar, duvar olabilir önünüze…
Murat Yalçın’ın bugünlerde YKY’den çıkan “Kesik Hava” adlı öykü kitbında yirmi kapılı bir koridor karşıladı beni önce… Okuma tecrübelerim ve Yalçın’ın diğer öykü kitapları hakkında sahip olduğum bilgi, bu kapıların açıldığı odaları birbirine bağlayan başka kapıların olabileceğini, hatta girdiğim her odada beni başka başka odalara açılan kapıların da karşılayabileceğini düşündüm ki, sanırım öykü okumanın kendisini heyecanlı kılan şey de bu olsa gerek. Ayrıca Yalçın’ın kendisinden daha çok edebiyatı ciddiye alan birisi olması da, okuduğum öykülerde gevezeliklerle karşılaşmayacağım anlamına geliyordu ki, öyküde ve romanda beni en çok korkutan şey, geveze yazarların kendilerini fazla ciddiye alan iç dökmeleridir; birden bulunduğum oda, şehir, dünya küçüle küçüle nefes alınamaz bir hale gelir çünkü.

Murat Yalçın’ı, bir öykücü-anahtarcı olarak damıtılmış sözcüklerden ve imgelerden ürettiği anahtarlarıyla tanıdığım için “Kesik Hava”nın sayfalarını güvenle çevirip ilk öyküden girdim içeri. Kapının üzerinde “Ecel Teri” yazıyordu ve “ikindi güneşi altında” uzanan bir cadde çıktı karşıma. “Kış karanlığı çökecek, cadde puslanacak sandım” önce. Ama “hayır, gökkuşağı gibi insanı hayran bırakan bir karasarı renk indi gökten.” Bunun anlamı, “az önce güneşte kavrulan cadde”nin “hardal rengine, daha da güzeli, tavada köpürmüş sapsarı tereyağı buğusuna” dönüşmesi ve yağmurun “şelale tozu gibi” incelip “soğuk ter” gibi akması anlamına geliyordu ki biraz sonra çiseleyen yağmurun altında yürümem kaçınılmazdı. Işte o caddede bulunan züccaciye mağazasında çalışıyordu öykü kahramanımız. Öylesine kestirmeden ve derinlemesine girmiştim ki dünyasına bu tezgâhtarın, ikide bir bana dönüp “Pişman mısınız?” diye sormasını bile garipsememiştim. Çünkü ben de onun gibi “polislerin arasında” “kim bilir kaç tutuklu oldum” öykü boyunca. Ama sanmayın eğlenmediğimi… Kafkaesk bir atmosferin içinde sırıta sırıta dolaştığım da oldu kahramanımızın peşinden.

Murat Yalçın’ın hiçbir öyküsü tek kapılı değildir ve bu da her öyküye farklı kapılardan girme ve çıkma imkânı verdiği için özlediğim bir öykü lezzetiyle ve en önemlisi iyi bir öykü okumanın insana verdiği o tuhaf esrimeyle ayrıldım odadan. Size tavsiyem, bir öykü kitabını, roman gibi okumayınız. Her öyküden sonra, bir süre o esrimenin tadını çıkarınız. Çünkü bir öykü, hiçbir zaman okunurken yeterince anlaşılamaz ya da yaşanamaz...

Strindberg Enginarı

“Dünya gerçekliği çoğul, dikenli, üst üste binmiş sık katmanlar halinde belirir gözümüze. Tıpkı bir enginar gibi” der ya Calvino. Edebiyat yapıtında bizim için önemli olanın her zaman yeni okuma boyutları keşfederek yapıtın sayfalarını sonsuz bir enginar gibi karıştırmak olduğunun da altını çizer. Eğer bir yapıt, ancak enginar görümündeyse, onun klasik bir yapıt olduğundan bahsedebiliriz. Ben de bu aralar, Everest Yayınları’ndan çıkan August Strindberg’in “Açık Deniz Kenarında” adlı romanının sayfalarını sonsuz bir enginarmış gibi karıştırıp duruyorum bir süredir. Işin güzel tarafı, bir çeviri roman okuyormuş hissiyatından uzak yapıyorum bunu, çünkü kitabın çevirmeni Behçet Necatigil…

Bir balıkçılık uzmanı olan Axel Borg’un, Baltık denizinde bir adaya yaptığı yolculukla başlıyor roman ve o adadan ayrılışıyla sona eriyor. Bu süre içerisinde, Borg’un ada halkıyla, kendisiyle ve âşık olduğu Maria adlı kadınla yaşadığı çatışmaların, açık deniz kenarında süren kıyasıya bir hesaplaşmanın içinde buluyoruz kendimizi.

Strindberg, bu romanı yazdığında sene 1890… Yani karmakarışık bir Avrupa ve düşünce ikliminde, Nietzsche’den ve Darwin’den etkilenmiş biri olarak sert sorular sormaktan çekinmeyen bir yazar. Yazarın bu romanı, yapıtlarının yeterince ilgi görmediği, başarısız evlilikler ve dibe çöken aşk hayatının etkisiyle yorgun düşmüş bir halde kendisini bir adaya atarak yazdığını da düşünürsek, aslında Balıkçılık Uzmanı Borg’un adaya yaptığı yolculuk gibi, biz de bu roman aracılığıyla yazarın çatışmalarla dolu iç dünyasına bir yolculuk gerçekleştirmiş oluyoruz.
Klasik bir yapıtı, diğer yapıtlardan ayıran bir özellik de, güncelliğini hiçbir zaman yitirmemesidir. “Açık Denizin Kenarında”, modern insanın gözünden topluma, doğaya, aşka bakarken, modernizmin ve onun ürünü olan bireyciliğin eleştirisiyle de karşılaşıyoruz. Üstelik bu, yazarın bir amacı değilken, ona rağmen gerçekleşen bir durum. Yazar, aslında romanda ortaya attığı fikirleri savunma gayretindeyken, öyle aşırılıklar sergiliyor ve öyle paradokslar yaratıyor ki, romanın kahramanı Axel Borg’la kıyasıya bir tartışma içine girerek romanın sürükleyiciliğine kapılmamak imkânsız bir hale geliyor.

Muhsin Ertuğrul, neden onca tiyatro yazarı arasından Strindberg’in oyununu seçip sahnelemişti? Ya da Behçet Necatigil, onca roman arasında neden bu romanı 1951’de Türkçeleştirmişti? Sanırım bunun cevabı, bireyleşmenin toplum kadar sanat için de büyük bir ihtiyaç olması ve Strindberg’in bireyi yapıtlarının ana eksenine oturtmuş olmasıydı. Muhsin Ertuğrul da, Behçet Necatigil de, birey olamamış insanlardan oluşan bir toplumda ne sanatın, ne de siyasetin zenginleşip özgürleşemeyeceğini biliyor olmalıydılar. Ama ne var ki, hâlâ cemaatleşme ekseninde hareket eden bir toplumuz ve bugün kitap okuma oranının düşük olmasının bir nedeni de, yaşadığımız toplumda birey sayısının çoğalmasının, kültür ve devlet ekseninde sistemli bir biçimde engellenmesi. Bu engelleme, kapitalizmin tüketici birey anlayışını da güçlendiriyor bir yandan. Üreterek değil, tüketerek birey olmaya çalışan insanların, çağımızın temel sorunu olduğu bir gerçek. Birey olabilmiş kişiler soru sorar, varoluş kaygısıyla baş etmeye çalışır ve bunun neticesinde sanata yönelir, kitap okur. Max Stirner’in “Der Einzige und sein Eigentum” adlı ünlü yapıtı bile henüz Türkçe’ye aktarılmamışken, işimiz gerçekten de zor. Halbuki tam da Stirner okunacak zamanlardan geçiyoruz.

Bülent Usta (Birgün, 25 Şubat 2009)

AÇIK PENCERELER

Posted: 19 Şubat 2009 Perşembe by bülent usta in
0

Bir sürü penceresi bulunan, büyük bir odadayım sanki. Açıyorum pencerelerden birisinin perdesini, karşıma yakılıp yıkılmış bir kentin sokağı çıkıyor. Sonra başka bir pencereyi açıyorum, işsizlerden oluşan bir kuyruk çıkıyor karşıma bu defa. Bir başkasında hemen pencereyi kapatıyorum, çünkü gaz bombalarının atıldığı bir sokağa bakıyor. Düğün ya da cenaze alayları geçiyor sokaklardan. Bazılarının pencere olmadığını görüyorum sonradan. Pencere şeklinde ekranlar konulmuş… Bazı ekranlarsa, sadece içinde bulunduğum odayı gösteriyor. Kendime bakıyorum, pencere görünümündeki ekranlardan. Bir süre sonra, tüm pencerelerin birer ekrana dönüştüğünü ve o ekranlarda görmem istenen şeyleri gördüğümü fark ediyorum. Yanıp yıkılmış sokaklar yok orada… Hayalini kurduğum sokaklar, insanlar, birbirinden renkli ve ilginç olaylar izliyorum. Bir süre sonra izlediğim şeylerin gerçekten de hayatın kendisi olduğuna inanmaya başlıyorum.

Sözünü ettiğim o büyük oda, hapishaneye mi, yoksa akıl hastanesine mi dönüşüyor git gide? Hapishanelerin ve akıl hastanelerinin ortak noktalarını düşünürsek, ikisi birden de diyebiliriz. Aslında “akıl hastanesi”, Türkçeye özgü mükemmel bir tanım da taşır içinde: Akıl, hastadır çünkü…

Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” adlı romanında, sırtını denize dönmüş akıl hastanesi, bir Türkiye metaforu olarak sunuluyor örneğin. Bu metaforla, hem denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen denizden uzak duruşumuz, hem de yaşanılan ve yaşatılan olaylara bakarak ülkenin büyük bir akıl hastanesine dönüştüğüne işaret ediyor yazar. Roman, adı gibi uzun ve 100-150 yıllık bir Türkiye tarihiyle yüzleştiriyor bizi.

Ayfer Tunç’un hem dile ve kurguya hakimiyeti, hem de diğer kitaplarında da tanık olduğumuz karakter zenginliği, bu romanda da karşımıza çıkıyor. Aslında romanın bende uyandırdığı duygu, bir tür röntgenciliğe denk düşüyor. Hani iş yerinizdeki birisini ya da bir arkadaşınızı, yakın olduğunuz birisiyle çekiştirir, dedikodusunu yaparsınız ya, Ayfer Tunç’un romanındaki anlatıcı da böyle bir his bırakıyor insanda. Örneğin romanın başlarında özel bir üniversitenin öğretim üyelerinden Ülkü Birinci’yi anlatırken, onun aşk hayatından üniversite kariyerinin yüzeyselliğine, geceleri gizlice yaptığı chatlerden yaşadığı kaçamaklara kadar pek çok ayrıntıyı öğrenebiliyoruz. Elbette bu ayrıntıların her birinin romanda bir işlevi var. Romanda karşımıza çıkan, devrimci, doktor ya da tavernacı gibi karakterlerin tümü, hayatın-hayatımızın içinden karakterler.

Behçet Çelik ise, Kanat Kitap’tan çıkan ilk romanı “Dünyanın Uğultusu”nda bu röntgenciliği bir başka biçimde yapıyor. Ayrıntılar ve olaylar, romandaki karakterlerin iç dünyalarında aranıyor daha çok. Elbette bu iç dünya, dış dünyadan bağımsız değil. Ama içeriden bakılan, içerideki bir dış dünya söz konusu olan… Ayfer Tunç’un ironik bir dille anlatmayı tercih ettiği insanlar, Behçet Çelik’in romanında varoluşsal ya da toplumsal acıların ortaklığında buluşuyor. Birbirine zıt iki pencereden hayata bakıyor görünseler de, aslında iki yazarın da kendilerine mesele ettikleri şeyler ortak: İçinde bulunduğumuz o büyük odanın pencerelerini açmak…

Bu iki romanın içinde gezinirken, Foucault’nun Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve seçme yazılarından oluşan “Büyük Kapatılma” adlı kitabındaki bir makalede söylediklerini anımsadım. “On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yarısında siyasi bilgi, ekonomik gelişmeyle bir arada olmak zorundaydı. Yıllar geçtikçe, ekonomik gelişmenin bireylerin yaşamı üzerinde olumsuz etkiler ürettiği de görüldü. Öyle ki, şimdi iktidarın bilgeliği bu gelişmenin meydana getirdiği etkilerin sürekli olarak düzeltilmesinde yatmaktadır” diyordu Foucault…

Siyasi bilginin, iktidardaki elitlere terkedilmesinin sonucu olarak, yöneticilerin doktor, halkın da hasta olduğu büyük bir tımarhane, zorunlu bir yaşam biçimi olarak dayatıldı günümüz insanına… Mesele, bu tımarhaneden çıkış yollarını araştırmak... Bunu için de Foucault’nun Nietzsche’yi örnek vererek, her entelektüel filozof-gazeteci olmak zorunda dediği şeyi yapmak gerekiyor belki de, hakikatin tıpkı ekranlara dönüşen pencerelerdeki gibi iktidar tarafından rehin alındığını düşünürsek. Kitlelerin bilmek için entelektüellere ihtiyacı kalmamıştır, ama entelektüellerin “iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etme”si de kaçınılmaz. Edebiyatın hakikatle kurduğu ilişki, bu açıdan çok mühim… Hayata baktığımız pencereler çoğaldıkça, daha çok hayatın içinde hissedeceğiz kendimizi…

“Dünyanın Uğultusu”ndaki Ahmet, romanın bir yerinde şöyle konuşuyor kendisiyle: “Akıl, evet akıl. Tek yol gösterici. Aklın yolunu izlemeli insan. İş aramaya başlamadan, bulmadan, şu can sıkıcı günlük rutini kırmadan, hiçbir şey değişmez –böyle diyor akıl. Doğru söz -bu da söz!- ama midesi kasılıyor aklın tavsiyeleriyle. Aklın söylediklerinde mi bir terslik var, bedenin tepkilerinde mi?”

Dünyayı kocaman bir tımarhaneye ve hapishaneye çeviren akılla yüzleşmek için, edebiyatın yol göstericiliği şart.

Bülent Usta (Birgün, 18 Şubat 2009)

KEŞFETMEYİ KEŞFETMEK

Posted: 11 Şubat 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Hoşça kal, kafamı dinlemek için başımı kovaya sokacağım. Büyük adamlar böyle yapar -en azından- 1) bir kafaları; 2) bir başları; 3) başlarını sokacak bir kovaları olduğunda.”

Bu alıntı, bir mektuptan… Bir aşk mektubundan… Kitap-lık dergisinin son sayısında, Fernando Pessoa’nın Ophélia’ya mektuplarından örnekler yer alıyor, Sema Rifat çevirisiyle… Pessoa, dünya edebiyatının en gizemli yazar ve şairlerinden birisi olmasa, bu aşk mektupları bu denli ilgimi çekmeyecekti belki de… Tanınmamak için, eserlerini onlarca farklı isimde yazmış, yapıtları ölümünden sonra yayımlandığında, tıpkı Kafka’nın eserleri gibi edebiyatı derinden sarsmış bir yazar Pessoa… Alvaro De Campos, Ricardo Reis, Alberto Caeiro, Fernando Pessoa’nın kullandığı isimlerden birkaçı… İşin ilginç tarafı, Pessoa’nın her kullandığı isme bir yazar kimliği giydirebilmiş olması.

Kitap-lık dergisinde örnekleri yer alan bu mektupların, yakın zamanda Sel Yayıncılık tarafından kitaplaştırılacağı bilgisini de verelim. Nasıl ki Kafka’ya dair pek çok bilgiyi Milena’ya yazdığı mektuplardan öğrendiysek, Pessoa’nın Ophélia’ya yazdığı mektuplar da, bu sıradışı, gizemli yazarın iç dünyasına girme fırsatı verecek bize.

Aslında Pessoa’nın yaşadığı bu aşk, daha çok mektuplar aracılığıyla süren bir aşk… Mektupları okurken, Kafka, Nietzsche ve daha pek çok yazar ve düşünürün yaşadığı aşklar da gözümün önünden geçti ve hepsinin uzun süren nişanlılıklarının, kaygılarının, korkularının ne kadar birbirine benzediğini düşündüm. Sanırım onları birbirine benzer kılan neden, Sema Rifat’ın dergideki yazısında dile getirdiği gibi, yaşamlarının yapıtlarının etrafında dönmesi, geri kalan her şeyin ikinci planda kalması… Onlar, yapıtları için yapıtlarıyla yaşadılar ve o yapıtlarda da yaşamaya devam ediyorlar. Hani Bilge Karasu’nun ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ adlı kitabında, balık avlamaya çıkan balıkçının, balık tarafından avlandığı bir sahne vardır ya… Balık, önce balıkçının kolunu yutar, daha sonra yavaş yavaş tüm bedenini… Görünürde balık filan yoktur, ama balık tarafından yutulmuştur balıkçı… Edebiyat da, o balık gibi pek çok yazarı, şairi indirmiştir midesine… Tabii edebiyatın hazmedemeyip kustuğu yazarlar da vardır. Hatta günümüz edebiyatı, hem piyasalaşma sürecinin bir yan etkisi olarak, hem de günü geçmiş ya da bozulmuş yazar ve şairler yüzünden ishal olmuş durumda. Ama Pessoa’yı yutan edebiyatın, zevkten dört köşe olduğu kesin…

Pessoa’nın mektuplarındaki kıskançlık, paranoya, keder ve öfke dolu satırları, Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ adlı romanını da anımsatıyor bir yandan. Can Yayınları, Sabri Gürses çevirisiyle yeni basımını yaptı, ‘Beyaz Geceler’in. Dostoyevski’nin ustalığa adım attığı bu eserin, bir hayalperest olarak Dostoyevski’nin iç dünyasına girmemize olanak sağlaması ve aşkın o çok boyutlu evreninde coşkulu bir gezintiye çıkarması büyük şans… Bazı eserleri, dönüp dönüp okumalı insan. Yaşamın hızı içerisinde elimizden kayıp gidiyor çünkü pek çok şey… Romandaki hayalperestin sorduğu soruları, kendimize sormaktan korkmamalıyız: “Nerede hayallerin? Ne yaptın bunca yıl? En iyi zamanlarını nereye sakladın? Yaşadın mı, yaşamadın mı? Baksana, yeryüzü nasıl soğuyor.” Yeryüzünü soğutan şey, aşksızlıktan başka bir şey değil…

SESSİZLİK KALIR...

“Sesler gelir, gider, ama sessizlik kalır. Hareket eden bir şey, parlayan bir ışık, bir gürültü daima vardır, ama sonra durur ve sadece koyu sessizlik kalır. Karanlıkta bekliyorum, yağmurda, yağmurdan başka ses yok.”

Gecenin kenarında dışarıda yağan yağmurun sesini dinlerken, okuduğum bir kitapta rastladığım bu sözler Robert Lax adlı bir şaire aitti… Eğer yağmur yağmamış olsa ve yağmurun sesi dışında başka bir ses duysaydım, belki de Lax’in ne demek istediğini anlayamazdım. Anlamak sadece bilmekle ilgili değil çünkü… Ama eminim herkes bir biçimde, Lax’in bahsettiği o sessizliği derinden hissederek ya ürkmüş ya da bir şeylerin gözlerinin önünde aralandığına tanık olmuştur.

Lax, Amerikalı bir şair ve bu sözleri, üniversiteden mezun olup gezici sirkler dahil pek çok işte çalışıp pek çok yeri gezdikten sonra, 2000 yılında ölene kadar yaşadığı, daha doğrusu inzivaya çekildiği Yunanistan’daki Patnos adasında, G. N. Humbert ve W. Penze’nin ‘Three Windows’ adlı filminde söylüyor. Sözleri aktaran da, bugünlerde Sel Yayıncılık’tan ‘Mokusei!’ adlı romanı çıkmış olan Cees Noteboom… Bu incecik aşk romanını okuduktan sonra, Noteboom’un yine aynı yayınevinden çıkan ‘Gezginin Oteli’ adlı kitabına döndüm ister istemez ve bu sayede Robert Lax’le de tanışmış oldum, yağmurlu bir gecede…

Peki, Nooteboom gibi, tüm hayatı neredeyse yolculuklarda geçmiş, ne yazarsa yazsın, yazdığı her şeyin bir gezginin defterine düştüğü notlar gibi okunabileceği bir yazar, neden kitabının sonunda Robert Lax’in sessizliğine varıyor? Tüm yolculuklarının, tüm o görüp tanıdığı yerleri kaydederek sürdürdüğü yaşamının varmak istediği yer, belki de Lax’in bahsettiği o sessizlik… Ya da sessizlikten, durmaktan, kısacası ölümden duyduğu o korkudan kaçıyordu belki de… Kitabın daha başlarında, aslında ne kadar yolculuk yaparsa yapsın, daima evde, yani kendinde olduğunu da itiraf eder Nooteboom... Yaptığı tüm yolculuklar kendinedir, uzaktaki kendisine… Okuma ve yazma uğraşısı da başka iç ve dış dünyalara yapılan bir yolculuk olduğuna göre, yağmurlu bir gecede, ‘Gezginin Oteli’ne sığınıp Nooteboom’la derin bir sohbetin içinde kendimi bulduğumu söylesem, yalan olmaz herhalde. Nooteboom, bir kedinin bulunduğu mekânı, nesneleri keşfettiği gibi, önyargılardan arınmış bir halde, saf bir merak tutkusuyla geziniyor, şehir şehir, otel otel… Onunla sadece yeni yerler değil, keşfetmenin kendisini de keşfediyor insan.

Albert Camus’den okumuştum; Cezayir’in Oran kentinde yaşayanlar, uzun yıllar yaşadıkları yerin deniz kenarında bulunduğundan habersiz yaşamışlar. Çünkü denizle aralarında bir dağ varmış ve kimse o dağın arkasında ne olduğunu merak etmemiş.

İçlerindeki denizden habersiz yaşayanlar için, keşfetmeyi keşfettiren değil midir edebiyat?

Bülent Usta (Birgün, 11 Şubat 2009)

DÜŞEN YILDIZLARI YAKALAMAK

Posted: 4 Şubat 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Yunanistan’daki olaylara ya da Türkiye’de yaşanan sürece bakınca, Giorgio Agamben’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Nesir Fikri” adlı kitabının “Evrensel Yargı Fikri” adlı bölümünde bahsettiği bir sahne canlandı gözümün önünde. Hayali bir kurgu içinde Tanrı’nın insanları nasıl yargılayacağını anlatıyordu… Sırayla önce sanık, sonra savcı, sonra hâkim sandalyesine aynı kişinin oturduğu, ara verene kadar da bu döngünün devam ettiği bir mahkeme salonu…

Agamben’in “Nesir Fikri” adlı kitabı, onu daha çok siyaset teorisi alanındaki yazı ve kitaplarından tanıdığım için, son zamanlarda yaşadığım en şaşırtıcı keşiflerden birisi oldu. Şaşırtıcılığı, utançtan ölüme, politikadan esin perisine kadar çok geniş bir alan içinde, felsefeden edebiyata çeşitli alanlardaki düşünürlerle diyalog kurarak ortaya attığı fikirleri, fabl, aforizma, bulmaca ya da şiir gibi çeşitli formların içinden tartışması…

Örneğin kitapta yer alan “Komünizm Fikri”nde, “düşlerini gerçekleştirmiş birinden daha sıkıcı bir şey yoktur” diyerek şöyle devam ediyor: “İnsanlığın gerçekleşmemiş düşleri ve arzuları, dirilişin son günü yeniden uyanmaya her daim hazır, sabırlı azalarıdır. Onlar gösterişli mozolelerde yatmıyorlar; dilin en uzak cennetinde, sönmemiş yıldızlar gibi sabit duruyorlar –takımyıldızlarını güçbela seçiyoruz. Ve bunu, en azından, biz düşlemedik. İnsanlığın o hiç düşlenmemiş semasından düşen yıldızların nasıl yakalanacağını bilmekse komünizmin görevi.”

Sadece komünizmin sahip olabileceği bu görevin coşkusunu hissedenlerin azlığını, var olan komünist ve anarko-komünistler arasında görmek bile zorlaşmışken, bu coşkudan bihaber yaşayanlar için üzülmek anlamsız. Ama yine de, “insanlığın o hiç düşlenmemiş semasından düşen yıldızları” yakalamak için çaba göstermenin kendisi bile olağanüstü bir keyif. Bu keyfi, bir azaba dönüştürmek için türlü kötülükler yapılsa da, gerçekçi olmak adına düşleri kâbus gibi göstermeye çalışanlar kadar başarılı olamadılar. Eğer yaşadığımız çağ, pornografi gibi yavan ve gayretkeş bir çağa dönüştüyse, insanlığın “aşk”ı galip kılacak düşen o yıldızları yakalamasından başka bir çaresi yok. Ama önce, yıldızları görmek gerek… Felsefe, sanat niye var zannediyorsunuz…



SİNEMA FİKRİ

Bugünlerde inanılmaz güzel kitaplar yayımlanıyor. Bütün bir hafta coşkulu bir biçimde, yeni çıkan kitapların koridorlarında koşturup durdum… O koridorlardan sinema koridorunda Stanley Kubrick ve Nuri Bilge Ceylan karşıladı beni. Biri, Agora Kitaplığı’ndan Gene D. Phillips’in derlediği ve Neşfa Dereli’nin çevirdiği “Stanley Kubrick” adlı kitapta, diğeri de Norgunk Yayıncılık’tan çıkan Alpagut Gültekin’in yayına hazırladığı Nuri Bilgi Ceylan’ın “İklimler” adlı aynı adı paylaşan filmini konu edinen kitapta çıktı karşıma.

Stanley Kubrick ile Nuri Bilge Ceylan sineması arasında elbette büyük farklar var. Ama ikisinin de ortak noktalarından birisi, çalışma yöntemleri… Çünkü senaryodan post-prodüksiyona kadar yaptıkları filmin her aşamasını yönetmek isteyen, sinemalarını bir fikir etrafında örmeyi seven, daha doğrusu bir sinema fikrine sahip sinemacılar. Yani yönetmen olmak için sinema yapan değil, sinema yaptıkları için yönetmen olanlardan. Şair olmak için şiir yazanlarla, şiir yazdığı için şair olanlar arasındaki o büyük farkın bilmem farkında mısınızdır?

Norgunk Yayıncılık’ın, sadece bir film üzerine, böylesine özenerek bir külliyat ortaya koyması, diğer sinemacılarımızı da eminim kıskandıracaktır. Ve umarım bu tür kitaplar yayımlamayı sürdürürler. Çünkü Agora Kitaplığı’nın hem klasikleşmiş kuramsal kitapları, hem de sinemaya yön veren yönetmenlere dair yayımladığı çok değerli kitaplar gibi, sinemamız sadece film çekerek değil, sinema üzerine düşünmemizi sağlayacak kitaplarla bir yerlere varacak.

Kubrick, Agora’dan çıkan kitaptaki söyleşilerinden birisinde, “Ben fikir üretiyorum –sinema yönetmeninin temel işi budur” diyor. Kubrick’in bu sözünü okuyunca, aklıma Agamben’in bahsettiğim kitabı geldi. Bir “Işık Fikri”nden bahsediyordu Agamben. “Işık” diyordu “karanlığın kendine gelmesinden başka bir şey değildir.” Çünkü, karanlık bir odada ışığı açınca, “karanlık oda, aydınlanan odanın yegâne içeriği”ne dönüşür. Sinema ve hayat arasındaki ilişkiyi, bu “ışık fikri”yle düşünebiliriz belki… Sinema, hayatın kendine gelmesinden başka nedir ki?

Zaten Stanley Kubrick, yine kitapta yer alan Penelope Houston ile 1971’de yaptığı söyleşide, “gerçek ile kurgu arasında derin bir uçurum var ve insanın film seyrederken yaşadığı tecrübe, olsa olsa rüya görmekle kıyaslanabilir” diyor. Aksi halde onun “Otomatik Portakal” adlı filmindeki kahramanının başına gelenleri izlerken keyif alamazdık. “Otomatik Portakal”, bildiğiniz gibi Anthony Burgess’in bir romanı… Söyleşi boyunca, romanın filme dönüşmesinin sihirli sürecine tanık olmak da bir başka keyif… Bir filmin ortaya çıkması için, önce bir fikir etrafında gerçeklerin biriktirilmesi, sonra bu gerçekleri birbiriyle ilişkiye sokacak bir hikâyenin oluşturulması ve bu hikâyenin anlatılabilmesini sağlayacak araçların yaratılması gerekiyor ki, tüm bu aşamaların hepsi ayrı bir öneme sahip. Kötü film dediğimiz şey, bu aşamaların ya eksik ya da özensiz bir biçimde gerçekleştirilmesi yüzünden oluyor. Kubrick’i bu denli başarılı bir yönetmen yapan şey de, tüm bu aşamaları büyük bir tutkuyla gerçekleştirmesinde aranmalı. İki tane ünlü oyuncu bulup işin içinden çıkmıyor. Filmi ortaya çıkartacak bir fikrin oluşma süreci bile inanılmaz derecede zahmetli olabiliyor. Şovmenlerin ya da tv dizisi yazarlarının, seçtikleri ünlü oyunculara sırtlarını yaslayarak, herhangi bir fikirden yoksun, yaptıkları filmin başarısını gişeyle ölçtüklerini görünce, Kubrick’in neden Kubrick olduğunu daha iyi anlıyor insan.

Şu bir gerçek, fikir sahibi olmayı, fikir üretmeye yeğlediğimiz sürece, düşen yıldızları bizim yerimize hep başkaları yakalayacak…

Bülent Usta (Birgün, 4 Şubat 2009)