NİDA’YI DUYMAK

Posted: 24 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

İran’da polis tarafından kalbinden vurulup öldürülen kadın göstericilerden Nida’nın vuruluş anını izlerken zihnimde canlanan ölüm manzaralarının sonu gelmiyor hiç. Silahsız bir eylemci daha, faşistlerin kurşunlarıyla can verdi, tıpkı benim ‘yalnız ve güzel ülkem’de de sık sık yaşandığı gibi.

‘Nida’ sözcüğünün Türkçedeki karşılığı ‘çağırma, bağırma, seslenme’…
Bu defa, ‘tüm devletler faşisttir, faşizm bir virüs gibi yayılıyor’ gibi şeyler söylemeyeceğim. Böyle şeyler yeterince söylendi. Daha çok söylenmesi gereken şey, dünya, üretim ve tüketim nesnesi haline getirilirken, özgürlüklerin güvenlik kaygısıyla feda edildiği, farklılıkların zenginlik olarak değil de tehdit olarak algılandığı karanlık bir çağı yaşadığımız. Bu karanlık çağ, uluslararası sermayenin çıkışsızlığıyla ya son bulacak ya da kendisiyle birlikte her şeyi yok edecek.

YKY, Sanem Yazıcıoğlu’nun editörlüğünde ‘Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt’ adlı, 2006 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen uluslararası etkinliğin metinlerinden oluşan bir kitap yayımladı. Jacques Taminiaux, Hans-Helmuth Gander, Jeffrey Andrew Barash, Sanem Yazıcıoğlu, Thomas Dürr ve Seçkin Sertdemir’in makalelerinden oluşan kitap, Arendt ve ortaya attığı tezler üzerine yeniden düşünmek için güzel bir fırsat. Arendt, özellikle ‘Totalitarizmin Kaynakları’ adlı İletişim Yayınları’ndan çıkan iki ciltlik kitabıyla ve gene aynı yayınevinden çıkan ‘İnsanlık Durumu’ ya da ‘Şiddet Üzerine’ adlı kitaplarıyla tanınıyor bizde daha çok.
Arendt deyince, aklıma hep ‘Ortak Dünya’nın saldırı altında olduğu uyarısı geliyor. Küreselleşme, her şeyi piyasa ekonomisinin kalıpları içerisine sokarak yaşamın zorunlu ihtiyaçlarını giderme iddiasıyla ‘ortak dünya’yı yıkıma uğrattıkça, dünyanın her yerinde totalitarizmin yükselişe geçmesi, dünyanın Nida’lardan arındırılarak dünyasız insanlara terk edilmesi kaçınılmaz. Seçkin Sertdemir’in makalesi, Arendt’in bu konudaki düşüncelerini başka düşünürlerle tartışarak ortaya koyması açısından oldukça mühim. Kapitalizm için dünya, sonsuz ihtiyaçlarımızı karşılayan bir tüketim nesnesinden başka bir şey olmadığı içindir ki, küresel ısınma dahil pek çok felaketle karşı karşıyayız bugün. Benim en çok şaşırdığım şey ise, ışıklı reklam tabelaları ve televizyonların renkli dünyasının ardına gizlenen bu felaketlerden hem bu denli haberdar olup hem de bu denli ilgisiz olmamız.

Herkes Nida’nın ölümünü internetten ya da televizyondan izleyip İran’da nelerin yaşandığını biliyor. Ama bir yandan da İran’daki ya da Darfur’daki insanlarla aynı dünyada yaşamıyoruz sanki. Hani küreselleşme, tüm dünyayı bir aileye dönüştürmüştü? 1900’lerde insanların daha fazla dünyalı olduğu, toplumsal hareketlerin gelişiminden, başka ülkelere sıçrayışından anlaşılabiliyordu. Günümüzdeyse, küreselleşmeyle birlikte insanlar dünyasızlaştırıldı. Arendt, bu dünyasızlaştırma sürecinin en iyi “toplama kampları”nda gözlemlenebileceğini öne sürmüştü. Ve işin ilginç tarafı, “toplama kampları”nda yapılmak istenen şey, bugün sözde özgür dünyanın savunucuları tarafından küreselleşme aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Hem de bu öyle sinsi, sanal ve psişik düzeyde gerçekleşiyor ki, Arendt’in de belirttiği gibi, bugün yaşadığımız totalitarizm, geçmişteki totalitarizm uygulamalarından tamamen farklı özellikler barındırıyor içinde. Bu farklılaşma, totalitarizmle mücadele etme araçlarını da ister istemez dönüşüme uğratıyor. Günümüzde solun geleneksel mücadele yöntemleriyle kendisini seçenek olarak kitlelere sunması bu yüzden mümkün değil.

Küreselleşmenin kocaman bir toplama kampına çevirdiği bu dünyayı yıkımdan kurtaracak olan şey olarak Arendt, kozmopolitik bakışı önermişti. Kozmopolitik bakış, politikanın varlık nedeni olarak özgürlüğü görür. Bu bakışta, yaşam tek başına bir anlam ifade etmez. Yaşam, ancak insanların ‘ortak dünyası’ varsa anlamlıdır ve öncelikli olan bu ‘ortak dünya’nın korunmasıdır. ‘Ortak dünya’ ise, farklılıklarla, çoğulluklarla ve bu farklılıkların politik varlığıyla mümkündür. Ama bugün hâkim olan anlayış, politikayı salt insani yaşamın korunmasını organize etme işi olarak gördüğü için, totalitarizmin politikaya bakış açısıyla örtüşüyor. Yeryüzündeki tüm devletlerin ve şirketlerin bu ‘apolitik politika’yı benimseyerek insanlara bu bakışaçısını güç kullanarak dayattığını, İran’a, Rusya’ya, ABD’ye ve diğer devletlerin uygulamalarına bakarak görebiliriz.

Toplama kamplarında her şey düzenlidir. Sadece ölmelerine izin verilenlerin ölebildiği kadar güvenli yerlerdir. İnsanların, iyiyi kötüden ayırt etme yetilerini kaybetmeleri ve bu sayede ahlaki sorumluluk hissetmemeleri istenir. Sorumlulukları, hayatta kalmak için kampın koşullarına uyum sağlamak olmalıdır sadece. Toplama kamplarında insanlar, derin bir yalnızlık hali içindedirler aynı zamanda. Kendilerini köksüz ve amaçsız hissetmeleri, diğer insanlarla ortaklık duygusunu yaratacak olan her tür politik ve kültürel faaliyetten uzak durmaları da gerekmektedir.

Dünyasızlaştırılan insanların dünyasında Nida’lar hiç dinmeyecek…

O da bu dünyada yaşamıştı…

Bülent Usta (Birgün, 24 Haziran 2009)

BÜTÜNÜN BİTİŞİ

Posted: 17 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar Kafka okuduğum için olsa gerek, sanki herkes Kafka’nın bir romanından ya da anlatısından fırlamış absürd karakterlere benziyormuş gibi geliyor bana. Can Yayınları, Bir Kavganın Tasviri adıyla Franz Kafka’nın anlatılarının ikinci cildini yayımladı ya… Çoğunu parça parça okuduğum bu anlatılara yeniden derli toplu bakınca, Kafkaesk bir atmosferde yaşadığımıza dair en ufak bir kuşku kalmadı içimde.

Kitabı okurken kafamda şöyle bir sahne canlandı: Devletin tepesindeki bir yetkiliye, bir gazeteci soru sorar. Öyle çok önemli bir soru değildir, ama bu soruyla birlikte devlet yetkilisinin tuhaf bir biçimde gözleri yaşarır. O gazeteci, devlet yetkilililerinin ne kadar duygusal, gururlu, mağrur, cesur ve her şeyi kurallarına göre yapan kişiler olduklarını unutmuştur sanki. Devlet yetkililerinin bağlı oldukları yasaların, halkı bağladıkları yasalardan tamamen farklı olduğundan, bir gazeteci olarak habersiz olması düşünülemez nihayetinde.

Sonra da o devlet yetkilisinin ağlayarak gazetecinin yanından uzaklaştığını hayal ettim bir an. Muhtemelen gazeteci de peşinden koşup: “Siz bizim gözbebeğimizsiniz. Ama n’olur söyleyin var mı bu işin aslı.” diye ısrarla soraracaktır, gerçeği kabullenmek istemeyen bir âşığın haykırışıyla…

Kafka, “Reddediş” adlı anlatısında, şehre hükmeden bir albaydan bahseder. Albayın şehre hükmetmesini yetkili kılacak bir belge var mıdır? Öyle bir belgeden kimsenin haberi yoktur. Hatta şehirdeki dedikodulara bakılırsa, albayın albay olduğunu ibraz edecek bir belge de yoktur. Onun albay değil de bir vergi tahsildarı olduğu bile konuşulur. Hiçkimse gidip bu çok yetkili ama yetkisinin ne olduğu anlaşılamayan adama soru sormaya cesaret edemez. Ya yetkileri arasında, kendisine soru sorulmaması da varsa? Yine de herkesin hemfikir olduğu konu, albayın sahip olduğu görevin kendileri için olmasa da devlet için çok önemli olduğudur. Bu yüzden kimse sesini çıkartmaz. Ve şöyle dermiş gibi davranır o şehrin sakinleri: “Elimizde neyimiz varsa aldın, ne olur kendimizi de al artık.”

Kafka’nın da belirttiği gibi, albay, hâkimiyeti zorla eline geçirmiş birisi değildir. Bu yüzden suçu onda aramak gereksizdir. Eski zamanlardan beri böyle olageldiği için, üst vergi tahsiladarının oynadığı rolü albayın da benimsemesine ve bu geleneğe uymasına şaşmamak gerekir. Ama bu albayda, Kafka’nın altını çizdiği gibi tuhaf bir güç de vardır. Bu gücün, özellikle albayın heyetleri kabulünde daha bir görünürleştiğine tanık olur. “Bir heyet bir ricayla karşısına geldiği zaman, dünyanın duvarıymış gibi dikilir karşılarına.” Öyle ki “arkasında hiçbir şey kalmamıştır, insan orada birkaç sesin basbayağı fısıldaşmaya devam ettiğini sezinler gibi olur, ama bu herhalde yanılgıdır, çünkü albay bütünün bitişi demektir.”

Bütünün bitişi ve bir duvar… Duygusal, gururlu, cesur bir duvardan başka, bir şehrin neye ihtiyacı olabilir ki…

Kafka, anlatısında albayın askerlerinden de bahseder: “Aslında bir asker her şeye yeterdi, o kadar büyüktür bizde onlara duyulan korku. Bu askerlerin nereden geldiğini tam bilmiyorum, her halükârda çok uzaklardan.” Çünkü konuştukları lehçe bile farklıdır askerlerin. Sanki her şeyi anlıyormuş gibi konuşulanları dinlediklerini, dinlerken de ellerinin sürekli silahlarının kabzasında gezindiğini gözlemler Kafka. Ve askerlerin o ciddi ve katı duruşları yüzünden, onların gezindiği yerlerde “bizim canlı halkımız da sessizleşir” der.

Eğer bu albay, ufak tefek bazı ricaları kabul ederse -ki bu çok nadirdir-, bu kararın ortaya çıkardığı olumlu durumun tüm sonuçları tamamen onun eseri olarak algılanır. Halbuki “olur” demekten başka bir şey yapmamıştır. Hemen heykelleri dikilir, adı caddelere verilir.

Kafka’nın gözlemlediğine göre, gerçekte bu durumdan memnun olmayan belli bir yaş kesimi de vardır. “Yani, devrim yaratacak cinsten bir düşüncenin ağırlığı şöyle dursun, en önemsiz bir düşüncenin ağırlığını bile uzaktan sezinleyemeyecek gepgenç delikanlılar” arasına bir hoşnutsuzluğun süzülüp girdiğini görür.

Kısacası, genç olmak yetmez, gepgenç olmak gerekir, ruhen de olsa, o derin hoşnutsuzluğun içinize girmesi için. Ama Kafka’nın karamsarlığı da tam bu noktada belirir: Çünkü bu hoşnutsuzluğu “önemsiz bir düşüncenin ağırlığını bile sezinleyemeyenler” hissettiği sürece, duvarların yıkılması da gecikecektir. Duvarlara bakıp, o duvarlarda olmayan şeyler görmeye devam eden insanların yaşadığı şehirlerde, şimdi televizyonlara bakıp olmayan şeyler görmeye devam eden insanlar yaşamıyor mu?

“Kafka, bu topraklarda yaşasaydı,” diye bir cümle kurmaktan vazgeçiyorum hemen. Çünkü, Kafka’nın bu topraklarda yaşadığına dair hiçbir kuşkum yok. Peki biz ne kadar seziyoruz etrafımızı kuşatan duvarların varlığını? O duvarların arkasında ne var biliyor muyuz? Daha ne kadar “önemsiz bir düşüncenin ağırlığını bile sezinlemekten aciz” olunabilir ki, bunca şey yaşanırken.

Kafka’nın sırrı, yüzeysel olandaki derinlik ile derin olandaki yüzeyselliği birarada düşünebilmesinde gizliydi. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey tam da bu. En basit gerçeklerin bile çarpıtılarak sunulduğu bu zamanlarda, her yazarın, her gazetecinin, her okurun biraz Kafka olması şart gibi geliyor bana. Çünkü hayata bütünlüklü bakabilme yeteneğinimiz olmadan, hayatı değiştirecek düşüncelerin varlığını sezmemiz mümkün değil.

Bülent Usta (Birgün, 17 Haziran 2009)

OLAĞANDIŞILIKTAN OLAĞANİÇİLİĞE

Posted: 10 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Gazeteler gündeliğin dışında her şeyden bahsediyor. Gazeteler beni sıkıyor, bana hiçbir şey öğretmiyor: anlattıkları beni ilgilendirmiyor, ne beni sorguluyor ne de sorduğum sorulara ya da sormak istediklerime cevap veriyor” diye haykırıyor George Perec, Everest Yayınları’ndan çıkan “Olağan-İçi” adlı kitabında.

Perec, bir de bizim ülkemizde yaşasa ne düşünürdü acaba? Olağandışılığın ya da olağanüstülüğün bu kadar sıradanlaştığı bir yer azdır muhtemelen. Bütün haber bültenleri, gazeteler neredeyse olağanüstü gündemlerden ibaret. Mardin’de 44 kişinin öldürüldüğü köy baskını olalı sadece bir ay olmuşken çabucak gündemin gerisine düştüğünü görüyoruz. Şimdi devletin o köydeki çocuklarla ne kadar çok ilgilendiğini okuyoruz gazetelerde. Peki ya diğer köyler? O köylerdeki çocuklar? Gökyüzünde uçan kuştan çok savaş uçaklarını gören, tankların sadece bir oyuncak olmadığını bilen binlerce çocuk ne olacak? Eğer Mardin’de bu katliam olmasaydı, koruculuk meselesi gündemimizi ne kadar işgal edecekti? Ya da Tuzla Tersanelerinde işçiler peş peşe ölmeseydi, hiç bu kadar uzun süre medyanın gündeminde yer alabilir miydi tersaneler? Ya da Susurluk’ta o meşhur kaza olmasaydı, darbe günlükleri yayımlanmamış olsaydı, kısacası kör gözün parmağına bu kadar çok olağandışı olay olmasaydı, darbeler, namus cinayetleri, işçilerin sorunları nasıl olup da gündemimize gelecekti? Halbuki, o kazalar, o günlükler, o cinayetler olmadan da bu sorunlar yaşanıyordu. Tersanelerde işçiler, belki bu kadar sıklıkla olmasa da ölüyor, ağır çalışma koşulları altında ekmek parası için hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. Hem sadece tersanelerdeki işçiler de değil… Mavi yakalılardan beyaz yakalılara, herkesin pek çok sosyal, ekonomik, psikolojik sorunu, gasp edilmiş hakkı varken, ancak olağandışı olaylar yaşadıklarında varlıklarını gösteriyor olmalarının bir anlamı olmalı. İnsanların ellerine benzin bidonu alıp başbakanlık önünde kendilerini yakmak istemelerinden daha doğal ne olabilir ki? İleride çok daha yaratıcı etkinliklerde bulunacaklarına eminim. Çünkü devasa bir sirke dönüşen bu dünyada, görünmeleri için başka bir fırsat bırakılmadı insanlara.

“Trenler ancak raydan çıktıklarında var oluyor, dahası ölü yolcu ne kadar çoksa trenler de o kadar çok var gazeteler” için diyor Perec, haklı eleştirisinde. Haber bültenlerini izleyen, popüler gazeteleri takip eden birisi, tüm insanların çıldırmış olduğunu düşünebilir rahatlıkla. Sırf şu, “bir köpek bir adamı ısırırsa haber değildir ama bir adam bir köpeği ısırırsa bir haberdir” mantığı yüzünden.

Perec’in yaygın gazetecilik anlayışına yönelik bu eleştirilerine bakıp kitabın gazetecilik üzerine olduğu anlaşılmasın. Olağandışı ya da olağanüstü olaylardan sıkılmış bir yazarın, tamamen “olağan-içi” amaçlarla neler yazabileceğini görüyoruz kitapta. Sokakları, çoğu insanın yaşamının önemli bir parçası olan büroları, yaz tatilinde gönderilmiş kartpostalları yazmış örneğin. Kitabı okurken, okunulan ya da izlenilen her şeyde şaşırtıcı bir olay, ayrıntı, giz aramaya yönelik davrandığımı fark ettim. Bu aslında şartlandırıldığımız bir şey. Olağandışılığın sıradanlığına kendimizi öyle bir kaptırmışız ki, olağan şeylerin taşıdığı sıradışılıkları görmüyoruz artık. Üstelik sıkılmaktan bu kadar korkulan bir çağda, bu denli sıkışık ve sıkıcı hayatlar sürülmesi de yaşadığımız çağın bir ironisi olsa gerek. Düşünün bir eski çağlardaki insanların yaşadığı şeyleri. Ne internet vardı o günlerde, ne de televizyon… Ama bu çağın insanları gibi sıkılmıyorlardı hiç, belki de bir hikâyeleri olduğu için. Bu yüzden baktıkları her şeyde bir eğlence, şaşırtıcı bir şey aramaları için bir neden de kalmıyordu.

Bunu sinemada bile görmek mümkün. Alev Alatlı’nın Everest Yayınları’ndan çıkan “Hollywood’u Kapattığım Gün” adlı kitabının sonunda bir liste var. O listeyi inceleyince, bugün izlediğimiz filmlerin büyük bir çoğunluğunun, 50’li ya da 60’lı yıllarda çekilmiş filmlerin on yılda bir yeniden çekilen versiyonlarından oluştuğunu açıkça görmek mümkün. Bu durumun arkasındaki nedenlerinden birisi olarak gerçekte anlatacak bir hikâyelerinin olmaması gösterilebilir. Peki bunca olay ve sorunun içinde anlatacak bir hikâye bulmakta neden zorlanıyorlar acaba?

Yine Perec’in kitabına dönersek, aslında bir olayın ya da insanın kendisinden çok, o olaya ya da insana nasıl baktığımızın daha önemli olduğunu söyleyebiliriz. Mahallenizdeki bir kedi, bakış açınıza göre olağanüstü ilginç gelebilir size. Yaşadığımız çağda zarar gören şey de bu bakıştan başka bir şey değil aslında. Tüm bu sıkılmışlığımız, eğlence açlığımız, lüks tüketimlere yönelik iştahımız, üretilen bir şey nihayetinde. Çünkü kültür dediğimiz şey, yani insanın yediği yemekten dinlediği müziğe kadar yapıp ettiği her şeyi kapsayan kültür, bazı direnç noktaları olsa da şekil verilen bir şey. Çokuluslu şirketlerin güdümündeki medyanın ellerine terk edilen çağımızın yabancılaşmış insanı için ne kadar üzülsek az… Çünkü kazandıkları ya da kazanacaklarını umdukları şeylerin, kaybettikleri şeylerin yanında hiçbir önemi yok gerçekte. Özellikle hayata bütünlüklü bakma, kendi hikâyelerini keşfetme şansını yitirmelerinin trajik gerçekliği içinde, kendi sıradanlıklarına mahkûm bir hayat sürmek zorunda bırakılıyorlar.
Pierre Bourdieu’nun 1999’da YKY’den çıkan “Sanatın Kuralları” adlı kitabında altını çizdiği gibi, 19. yüzyıldan itibaren büyük kültürel bürokrasilere (gazeteler, radyo, televizyon) bağımlı kılınan düşünce üretimi ve yazın etkinliği, piyasa gereklerine uygun bir biçimde tıpkı yemek tüketimindeki “fast food” tarzına benzer “fast writing” ve “fast reading” etkinliklerine dönüştü zaman içinde. Ve bu dönüşümün ticari üretim mantığını kışkırtarak öncü düşünsel ve yaratıcı etkinlikleri zayıflatması kaçınılmazdı. Kitle iletişim araçlarını kontrol edenlerin, toplumun asıl meselelerinden uzaklaşması ve yapay gündemler yaratarak kitleleri oyalaması da bugünkü çürümüşlüğün en önemli nedenlerinden birisi olsa gerek.

Bourdieu’nun tabiriyle “düşünceden yoksun yeni düşünme ustalarının” sonunu, yine düşünceden yoksun olmaları getirecek, hiç kuşkusuz… Yeter ki, bütünlüklü bakış açılarına sahip düşünsel üretimler çoğalsın.

Bülent Usta (Birgün, 10 Haziran 2009)

SEN İŞÇİSİN İŞÇİ KAL(MA)!

Posted: 3 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Çocukluğum Trakya’da bir köyde geçmişti. Babam köydeki ilkokulda öğretmen, annem de köyün ebesiydi. Bir memur ailesi olarak köylülere göre elbette kentsel özellikler taşıyorduk ve onlara göre daha çok şehre iniyor oluşumuz, giyimimizden alışkanlıklarımıza kadar pek çok şeyimizi ister istemez farklılaştırıyordu. Annem, kasabadaki çocuklar gibi giydirirdi beni. Eğer kasabada yaşıyor olsaydım, o cicili bicili giysiler eminim hoşuma giderdi. Ama köydeydik ve köyün tüm çocukları lastik ayakkabıyla dolaşırken, tabanında ışıklar yanan spor ayakkabılar giymekten hiç hoşlanmazdım. Çünkü o çocuk halimle hissettiğim şey, o ayakkabıları giydiğim sürece onlardan farklı olacağım gerçeğiydi. Ben de annemin tüm ısrarlarına karşın, en eski giysilerimi giyer, ayakkabılarımı toza bular, tıpatıp onlara benzemeye çalışırdım.

Bugün de, bu davranışımın yanlış olduğunu düşünmüyorum. Herkesin lastik ayakkabıyla dolaştığı bir yerde, son moda ayakkabılar giymek hoş bir şey değil. Ama sıkıntımın nedeni ve kaynağı bugün farklı. Neden onlar da o ayakkabılardan giymiyor, neden lüks evlerde yaşamıyor, neden gönüllerince eğlenmiyorlar diye hayıflanıyorum daha çok. Yoksullukla yoksulları birbirinden ayrı düşünmeyi öğreneli çok olmadı. Yoksulluğu yücelterek, eşitliğin herkesin yoksullaşmasıyla sağlanacağını ümit etmek, tam bir saçmalık gibi geliyor bana artık. Ama gençliğimin ilk dönemlerinde tamamen böyle bir duygu içinde hareket etmiştim. Pahalı sigaralar içmez, lüks lokantaların kapısından girmez, yaşadığım yoksullukta estetik ve etik bir güzellik bulup neredeyse bir keşiş gibi yaşardım. Bir hırka, bir lokma yeterdi.

Zaten adanmış insan olmak böyle bir şeydi. Tıpkı Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanındaki Fransisken tarikatından sorgucu rahip William gibi… Fransiskenler, İsa ve havarilerinin yoksul yaşamasından dolayı yoksulluğu yücelten ve takipçilerine tıpkı İsa gibi yoksul yaşamalarını öğütleyen bir Katolik tarikatıdır. Tüm kötülüklere ve günahlara zenginliğin neden olduğunu ve ihtiyaçlarını minimuma indirdikçe özgürleşeceklerine inanmaları, Müslümanlıktaki Melamilik tarikatını da çağrıştırır bir yandan.

Solun yoksullukla kurduğu ilişki, tuhaf açmazlarla doludur her zaman. Sadece kültürel düzeyde de değil, yoksullara ve özelde işçi sınıfına yaklaşımda da bu açmazlar görülebilir. Yoksullara zenginlik hayalini pazarlayanların yoksulluğun ve eşitsizliğin nedeni olan kapitalizme hizmet edenlerden olması, kimseye şaşırtıcı gelmez örneğin. Halbuki, tam tersinin olması gerekirdi, teorik pencereden bakınca. Ama bu teorik bakışın da kendi içinde pek çok sorunlu yanı var ki, bugünlerde Metis Yayınları’ndan çıkan Jacques Ranciére’in “Filozof ve Yoksulları” adlı kitabı, solun yoksularla ve işçi sınıfıyla ilişkisini çok keskin ve derinlemesine bir bakışla ele alıyor.
Ranciére, Marx’la, Sartre’la, Bourdieu’yle kıyasıya bir tartışmaya girerek, işçiler sadece çalışıp üretim yapmalı (işçi kalmalı), düşünme işini de buna zaman bulanlara bırakmalı anlayışıyla hesaplaşmaksızın, solun gerçek kimliğine kavuşamayacağının altını çiziyor. Ranciére’in de dediği gibi, bir işçi de gayet iyi felsefe yapabilir.

Zaten bir işçi, bir filozof gibi hayata bakmadıkça, emeğin özgürleşmesi ve o işçinin zincirlerinden kurtulması, onun yerine düşünen parti önderleri ve filozoflar sayesinde olmayacaktır nihayetinde. Bunun mümkün olmayacağını, tarihin pek çok döneminde defalarca gördük. Eğer işçiler, birilerinin onların yerine düşünmesine alışık olmasalardı, Sovyetler dağıldıktan sonra, Rusya’da faşizm bu noktaya gelebilir miydi? Sitüasyonistler, “ne zaman ki, yeryüzünde yaşayan herkes şair ve filozof olacak, o zaman dünyanın sorunları ve kaderi değişecek” derken, bunu kast ediyorlardı. Ya da Che Guevara, Küba’da yaşanan kültür devriminin öncelikle yoksulluk kültürünü yok etmesi gerektiğini düşünürken de, aklında olan şey Kübalı işçilerin filozof, sanatçı, siyasetçi, kısacası dünyada üretilmiş tüm maddi ve manevi güzelliklerden faydalanan birer aydına dönüşmesiydi. Küba’da ilkokullarda dahi piyano ve bale gibi, burjuva kültürünün ürünü olan sanatların öğretilmesinin en önemli nedeni buydu.

Che’nin, sadece yoksulluğu yok ederek devrimin amacına ulaşamayacağını, yoksullukla birlikte yoksulluk kültürünün de yok edilmesi gerektiğine inanması çok mühim. Ama Ranciére’in çalışmalarında görüldüğü gibi, her devrimcinin ve filozofun bu niyette olmadığı aşikar. Ya da görünürde bu niyete sahip olurken, geliştirdikleri söylemlerde, eşitsizlikleri meşrulaştırdıkları bir gerçek. Çünkü Batı’nın felsefi ve siyasi geleneği, bu Cezayir kökenli Fransız düşünürün dediği gibi, bu açıdan çelişkilerle dolu.

Aslında “aydınlanmacı” tüm perspektiflerde bunu görmek mümkün. Örneğin Cumhuriyet, kendi temellerini Anadolu’yu aydınlatarak atacağını inanıyordu ve bunun için amacına uygun olarak Köy Enstitüleri’ni kurdu. Bu, gerçek bir modernist projeydi. Yoksul köy çocukları, piyano çalmayı öğreniyor, klasikleri okuyor, neredeyse bir yüksek burjuva okulu şartlarında eğitim görüyordu. Ama bu durumu, Cumhuriyet’in elitistleri hazmedemedi. Çünkü aralarından müzisyenler, yazarlar, ressamlar, bilim insanları çıkıp, onların çocuklarıyla rekabet eder hale geliyordu. Halbuki o okulların amacı, onların Cumhuriyet’in değerlerini içselleştirmiş iyi yurttaş olarak kendilerine verilen görevlerle yetinmeleriydi. Halkın aydınlanmasını isteyen, ama fazla aydınlanınca da darbelerle karartılan, tarikatlara teslim edilen bir halk… Tüm devletler, yoksulların bilgiye ulaşmasının önüne çeşitli engeller koyarak, sadece sınavlardan başarıyla geçerek şartlara uygun hale getirilmiş olanlara ayrıcalık tanımak ister.

Örneğin sık sık Kürtler bu ülkede cumhurbaşkanlığı da, başbakanlık da yapmıştır denilirken, o Kürtlerin, sıradan Kürtler olmaması gibi. Bir zamanlar Halkevleri gibi oluşumların bu topraklardaki önemini biliyoruz ve bu tür kurumların sonradan yaşadığı baskıların da hangi anlama geldiğini. Yoksulluk, yoksulluk kültürüyle birlikte vardır ve bu kültür yoksulların yarattığı şeylerden daha çok, yoksullara dayatılanlardan oluştuğu içindir ki, solun mücadele alanı içerisinde yer alır.

Bir tür Fransisken tarikatı gibi davranan, işi zaman zaman entelektüel düşmanlığına vardıran sol anlayışlardan arınamadığı sürece, sol yoksulluk kültürünü değil, yoksulluk sol kültürü etkilemeye devam edecek gibi gözüküyor.

Cem Karaca’nın “Sen İşçisin İşçi Kal” şarkısını anımsıyorum. Nasıl da melankolik bir şarkıdır. Sarışın kadın, otomobiline biner ve gider. O işçiye ustasının öğütlediği söz, Platon’dan beri tekrarlanıyormuş meğerse… İşte asıl sorun bu…

Bülent Usta (Birgün, 3 Haziran 2009)