YÜRÜTÜLEN AKIL

Posted: 29 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Tam Kürt sorununa yönelik çözümlerin konuşulduğu bir zamanda, iki DTP’li hunharca öldürüldü. Yetkililerin her biri, cinayetler için birbirinden farklı ihtimaller ortaya attılar. İşin ilginç tarafı, cinayetlerin silahla işlenmesine rağmen, kimsenin silah sesi duymaması…

Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir ülkede yaşıyorsanız, yaşadığımız her şey, birer dedektiflik hikâyesine dönüşür ister istemez. Çünkü paranoya yakanıza yapışmıştır. Okuduğunuz gazetelere bile kuşkuyla yaklaşırsınız. Hangi çıkar çevresine ve güce hizmet ediyorsa, onun bakışaçısını yansıtan haberler, köşe yazıları, televizyon programlarıyla kuşatıldığınızı biliyorsunuzdur çünkü. Ya tüm bu karmaşadan bunalarak ilginizi kaybedecek ya da gerçekleri saklandıkları yerden bulup çıkarmaya çalışacaksınız, tıpkı Sherlock Holmes gibi bir dedektife dönüşerek.

Sherlock Holmes gibi birisi, bu ülkedeki bütün faili meçhul cinayetleri, yolsuzlukları, katliamları kolayca aydınlatabilirdi muhtemelen. Ne DNA analizi yapmaya, ne de telefon dinlemeye ihtiyaç duyardı. Sadece mantık yürüterek çözülemeyecek bir şey yok bu ülkede. Ama işte yürütülecek o mantık/akıl, başkaları tarafından çoktan yürütülmüş, parçalanmış, yok edilmiş olduğu içindir ki, önce o akla, mantığa ve düşünce üretmenin araçlarına ulaşmamız, onları yeniden yaratmamız gerekiyor. Bunu yapacak olanlar, aklı yok edenlerin kullandıkları araçları kullanmak zorunda yine de. BirGün gibi bağımsız gazetelerin sorumluluğu da burada başlıyor. Romancıların, şairlerin, sanatın herhangi bir türüyle herhangi bir biçimde uğraşanların da dahil olduğu bir sorumluluk bu.

Yaşar Kemal’in, Cem Erciyes’le yaptığı söyleşiyi okuduysanız, o çok karmÂşık gibi gözüken Kürt sorununun aslında yalın bir mantık yürütmeyle ne kadar kolay anlaşılabileceğini de görmüşsünüzdür. Yaşar Kemal, etrafını saran tüm o bilgi ve yorum kirliliğini, romancılığından kaynaklanan gözlem gücüyle yarıp geçebilmiş. Tüm o demogojik söylemler, iktidar hesapları, karanlık ilişkiler, kirli savaş stratejileri, yalın bir mantık karşısında çaresiz kalabiliyor. Benzer bir romancı duyarlılığını, Adalet Ağaoğlu’nun Ermenilerden özür dileme kampanyasında yaptığı açıklamalarda da tanık olmuştum.


Poe'nun Öyküleri

Bugünlerde Edgar Allan Poe’nun öykülerini okuyorum yeniden. Poe’nun bütün öyküleri üç cilt halinde, Dost Kitabevi Yayınları tarafından yeniden basıldı çünkü. Suat Kemal Angı’nın editörlüğünü yaptığı kitapları, Hasan Fehmi Nemli Türkçeye aktarmış. Üstelik, hem dipnotlarla, hem de her cildin sonunda o ciltte bulunan öykülere dair ayrıntılı açıklamalarla birlikte. Muazzam bir öykü şenliği anlayacağınız.

Poe, yaşadığı zamanlarda da, ölümünden sonra da pek çok edebiyatçıyı, düşünürü, sanatçıyı derinden etkilemiş bir yazar. Bu etkisi, polisiye ve bilimkurgu gibi türlere kazandırdıkları dışında, Dostoyevski gibi yazarların hayranlığını kazanan hayal gücü ve Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle gibi yazarları etkileyen akıl yürütme ve çözümleme yeteneğiyle ilişkilidir.

Poe okuyorum günlerdir. Ve okuduğum her öyküden sonra, hayata bakışımın çok katmanlı bir yapıya dönüştüğünü hissediyorum. Yalın bir mantıkla, gerçekliğin çok katmanlı yapısı içinde gezinmenin yarattığı bir etki bu… Üstelik Poe’da akıl, çoklu bir yapıya sahip. Politika, tarih, parodi, mistisizm, mitoloji ve bilim içiçe bu aklın içerisinde. Öykülerindeki dipnotlar bile bunu gösteriyor. Bilimsel bir keşif ile bir şairin mısraları aynı noktada buluşabiliyor onun bakış açısında.

Politik bir olaya sadece bir politik olaymış gibi bakmamak, bir cinayeti sadece cinayet olarak görmemek gerekir Poe’ya göre. Eğer Hrant Dink’in ölümünü, sadece bir gazetecinin ölümü olarak görüyorsak, gerçekte hiçbir şey görmüyoruzdur. AKP’ye bakınca, sadece Recep Tayyip Erdoğan’ı, darbe planlarına bakınca sadece darbe planlarını görüyorsak, hiçbir şey görmüyoruz demektir.
Ve işin tuhaf tarafı, görünen şeyler arttıkça, bizim görme yeteneğimiz de hızla azalıyor sanki. Bir tür büyü gibi toplumu saran bu etki, belki de edebiyattan uzak bir toplum olmamızla ilgilidir.

Poe’nun “Terslik Şeytanı” adlı öyküsünde yazdığı gibi: “Yine de, insan, tüm safsatalara karşı en iyi yanını kendi yüreğinde bulacaktır. Her kim kendi ruhunu içtenlikle araştırır, özenle sorgularsa…”

Poe’nun öykü kahramanı Morella’nın soğuk elini, elinizin üzerinde hissetmediğiniz ve içinizde lanetli duygular uyanmadığı sürece, gözlerinizin gördüğü şeylerden emin olamazsınız… Ve akıl, o kadar uzağa kaçırılmış ki bizden… Aklı yürütenlerin, onu azar azar öldürüşüyle deliliğin kıyısına sürükleniyoruz habersizce…

Bülent Usta (Birgün, 29 Temmuz 2009)

TÜNEL

Posted: 22 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Saatin alarmı çalınca sabah olduğunu anlıyordum artık. Çünkü dışarısı gece-gündüz her zaman karanlıktı. İşe gitmek için bile olsa sokağa çıkamıyordum. Evin içinden iş yerindeki odama bağlanan bir tünel vardı. O tünelin içerisinde sürüne sürüne gidiyordum işe. Çünkü sokaklar, caddeler, meydanlar insanlara yasaklanmıştı. Herkes bu şekilde evden işe, işten eve gidiyordu.
Her zamanki gibi, sabah alarmın sesiyle uyanıp kahvaltımı yaptıktan sonra, giysilerimin üzerine iş tulumumu ve madencilerinkine benzer lambalı kaskımı giyerek tünele girdim. İş tulumu, elbiselerimin tünelde kirlenmesini engelliyor, kaskımdaki lamba da karanlıkta önümü görmemi sağlıyordu.

Tünelde ilerlerken, yan dairede oturanın tünelinden bazı sesler duydum. Bir kadının hıçkıra hıçkıra ağlayan sesiydi bu… Tünellerin duvarları her ne kadar kalın olsa da, kadının ağlayan sesi rahatlıkla duyulabiliyordu tünelin içinde. Onu umursamadan işe gitmek için sürünmeye devam etmem gerekiyordu. Ama kadın öyle bir hıçkırırarak ağlıyordu ki, “Bayan, iyi misiniz?” diye sormak zorunda hissettim kendimi. Ben konuşunca, kadının ağlaması bir an durdu. Normalde, işyeri dışında kimseyle konuşamazdınız. Hele ki tünelin içinde konuşmak tamamen yasadışı bir durumdu. İşyeri dışındaki tüm konuşmalar, devletin dinlediği telefonlar, izlediği internet hatları sayesinde mümkün olabilirdi. Zaten işyerleri ve evlerin içi kameralarla gözetleniyordu. Hükümet yakın zamanda, tünellere de dinleme cihazları yerleştirmeyi planlıyordu.

Akşam işten eve dönerken de, kadının ağlamasını duydum tünelde. Ama bu defa ona bir şey sormadım. Kadının ağlamaları, uzun süre tek iletişim biçimimiz olarak kaldı.

Kadının kim olduğunu, neden ağladığını ne kadar merak etsem de, soramıyordum bir türlü. Belki bir gün benimle konuşmak ister diye, tünelden geçerken tünelin duvarına birkaç kere vurarak, orada olduğumu bildiriyordum sadece. Ve ben tünelin duvarına vurunca, birkaç dakika da olsa ağlamıyordu kadın. Ürktüğü için mi, yoksa onun ağlayışlarını duyan birisinin varlığını hissettiği için mi, hiç bilmiyordum.

Yazı yazarken kendimi o tünelin duvarında tıkırtı çıkarıyormuş gibi hissediyorum. Dokunamıyorsun bile… Sadece küçük bir tıkırtı… Buradayım demek için…

Herkesin tüneli, sadece kendisine ait olsa ve ayrı ayrı yönlere gitse bile, nihayetinde sadece bir tüneldi… Belki de edebiyat, sanat dediğimiz şey, o tünelleri birbirine bağlayan kapılardan başka bir şey değildir. Bir tıkırtıdan öte bir şey olmalı bu yüzden yazmanın kendisi… Örneğin başka tünellere açılan bir kapı ya da pencere… Kendimizi, kendi içimizde yalnız hissetmemizi engelleyecek bir güç…

Karadeniz’e Kadın Eliyle Öykü Tünelleri

Sel Yayıncılık’tan çıkan ‘Kadın Öykülerinde Karadeniz’ adlı kitap sayesinde, bugünlerde bir öykü şenliği yaşıyorum kendi tünelimde… Karadeniz’e hiç gitmemiş olsam da, oradaki tünellerde yaşayan kadınların iç dünyasına, zaman zaman neşeli, zaman zaman hüzünlü bir yolculuğa çıkmama neden oldu bu kitap. Fatma Teyzelerle, Gülizarlarla, Fadimelerle bir olup o tünellerde hem ağlaştık, hem güldük… Yeşim Ustaoğlu’nun öyküsü olmasa ben nereden tanıyacaktım Fatma Teyze’yi… Ya da Fatma N.’nin öyküsü olmasa, Karadenizli kadınların gündelik hayata dair konuşmalarının içinde gizlenmiş anlamlara nasıl tanık olacaktım. Bence, öykücülüğümüz kadın yazarlarımız sayesinde son yıllarda olağanüstü bir ivme kazandı. Ve bu ivmenin şiddetini Sel Yayıncılık’ın ‘Kadın Öykülerinde İstanbul’ ile başlayıp Ankara ve ardından Karadeniz’le süren dizisi çok iyi gösteriyor.

Efnan Dervişoğlu’nun hazırladığı ‘Kadın Öykülerinde Karadeniz’ adlı antolojide, Müfide Güzin Anadol, Dilek Aslaner, Erendiz Atasü, Gülseren Engin, Fatma N., Müge İplikçi, Zerrin Koç, Esra Odman, Leyla Ruhan Okyay, Derya Önder, Aysel Özakın Ingham, Semra Özdamar, Sevgi Özel, Kevser Ruhi, Diber Saka, Yaşar Seyman, Çiğdem Sezer, Aslı Solakoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Umran Uygun, Saliha Yadigâr, Sevda Yüksel ve Zeynep Aliye’nin öyküleri yer alıyor. Ve her öykü, bir tünel gibi uzanıyor Karadeniz kadının dünyasına…

BirGün yazarlarından Yaşar Seyman’ın öyküsü ise, Ankara’daki bir Kafkas gecesinde geçiyor. Aslında öykü içinde bir öykü, kadın içinde bir kadın, kısacası tünel içinde bir tünele sürükleniyor insan, Seyman’ın öyküsünde. Büyük bir aşk ve o aşkın emanet edildiği bir dostluk hikâyesinin de eşliğinde, Karadeniz ve Kafkas ruhunu, mitoloji ve şiirlerden damıtarak aktarıyor yazar.

Edebiyatın hemen hemen her türünde ağırlığı daha da fazla hissedilen kadın edebiyatçıların varlığı, edebiyatımıza yeni bir çehre veriyor, bu çok açık.

45. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Feryal Tilmaç’ın Okuyan Us Yayınları’ndan çıkan ‘Aradım Yaz Dediniz’ adlı öykü kitabı, insanın kendi iç dünyasında tünel kazarak nerelere varabileceğini göstermesi açısından iyi bir örnek… Ya da Aslı Erdoğan’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ‘Taş Bina ve Diğerleri’nde kazdığı tünellerin içinde kaybolup da, insanın kendisine ait bir şeyler bulmadan çıkmaması imkânsız. Ya da Ayşe Sarısayın, Müge İplikçi, Karin Karakaşlı, Nalan Barbarosoğlu’nun öykülerine ne demeli… İçinde bulunduğum tünelin duvarlarına tek tek adlarını kazıdığım öyle çok öykücü, şair, romancı kadın var ki…

Eğer edebiyatımızın geleceğine dair bir umut varsa, bu umudun büyük bir kısmı, kadın edebiyatçılarımızın kaleminde hayat bulacak… Tıpkı bir çocuğun doğuşu gibi…

Her sabah, tünelin içinde sürünerek gidiyorum işe. Dışarısı her zaman karanlık… Ve o kadın, uzun zamandır ağlamıyor artık… Sözcüklerden bir kapı inşa ettik çünkü, başka tünellere açılan…

Bülent Usta (Birgün, 22 Temmuz 2009)

BÜYÜK YASA

Posted: 15 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Üniversitede öğrencilik yaparken, İslamcı bir genç yanaşmıştı yanımıza. “Anlamıyorum” demişti, “siz öteki dünyaya inanmadan bunca acıya, işkenceye nasıl katlanıyorsunuz? Eğer ki siz materyalistseniz, kendinizi nasıl başka hayatlar için tehlikeye atabiliyorsunuz?”
Yanımdakiler uzun uzun bir şeyler anlattılar, bir tür mahşer gününü andıran devrimden, bir tür cennet hayalini andıran komünizmden, materyalizmin gerçekte ne olduğundan ve daha pek çok şeyden bahsettiler. Ne var ki, anlatılanlar bir şey ifade etmemişti o gence. Kafasındaki o büyük soruyla ayrılmıştı yanımızdan. Gerçekten anlamıyordu Che’yi, bakan koltuğunda oturmak yerine Bolivya dağlarında ölüme sürükleyen itkinin kaynaklarını. Bir tür din gibi gözüküyordu ona sosyalizm, anarşizm… Tam da o günlerde Albert Camus’nün ‘Başkaldıran İnsan’ adlı kitabını da okuyordum ki, o İslamcı gencin sorusu kafamı epey meşgul etmişti. Bir edebiyatçı olarak o sorunun yanıtını hissetmeme rağmen tam olarak dile getiremiyordum bir türlü.

Mesele gerçekte ideolojilerin kendisiyle ilgili değildi çünkü. Bir insan, sadece devrim için değil, başka şeyler için de pek çok acıya katlanabilir. Aşkı, çocuğu, şiiri, ya da hiç tanımadığı insanlar için bile gözü kapalı gidebilir insan ölüme. Tıpkı Nâzım’ın ‘Yaşamaya Dair’ adlı şiirinde yazdığı gibi: “Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Aslında Nâzım, aynı şiirin son mısrasında, tüm bu soruların gizli yanıtını da verir: “Yaşadım diyebilmen için...”

“Yaşadım” diyebilmek için ölüme gitmek mi? Üstelik sonunda ödül olarak ‘cennet’ filan beklemeksizin… Nâzım’ın verdiği yanıtın gizlediği bir başka şey vardı; aklın ve dünyanın kurallarından bağımsız, ondan daha güçlü bir şey... Ben ona, son zamanlarda okuduğum bir romandan esinlenerek ‘büyük yasa’ diyeceğim. Kafka ya da Dostoyevski gibi edebiyatçıların bu ‘büyük yasa’nın izini sürerek yapıtlar ürettikleri düşünülürse, belki o ‘büyük yasa’yı anlamaya çalışmanın kendisiydi sanat ve edebiyat… Yoksa, çeşitli dalları ve araçlarıyla bilimin kendisi varken, insan neden sanata ihtiyaç duysundu ki… Bilim, aklın ve dünyanın kurallarıyla uyum içinde pek çok soruya kesin ve doğru yanıtlar verebilirken, sanat bu yanıtlardan beslense de, hatta zaman zaman bilime yol gösterse de, her zaman başka bir şeyin peşinde olmuştu. Tanrı’yla, devletle, akılla ilgisi olmayan o ‘büyük yasa’nın peşinde…

Eszter ve Asya

Neredeyse her sanat yapıtında, okuduğum her romanda karşıma çıkan bu ‘büyük yasa’, bu defa Slovakya doğumlu, Macaristan’ın önde gelen çağdaş yazarlarından Sandor Marai’nin YKY’den çıkan “Eszter’in Mirası” adlı romanında karşıma çıktı. Bu kısacık roman, bir aşk hikâyesini anlatıyor görünürde. Kırık bir aşk hikâyesini…

Romanın başkahramanı Eszter, gençliğinde Lajos adında bir adama âşık olur. Ama adam, yalancının, dolandırıcının tekidir. Yüreği adamı sevse de, aklı ondan uzak durmasını buyurur. Ve olaylar öyle bir gelişir ki, aklın ve dünyanın kurallarına boyun eğen Eszter, ablasının sevdiği adamla evlenmesine bile göz yumar. Göz yumar ama Lajos’u ne kadar çok unutmaya çalışırsa çalışsın, bir türlü beceremez. Kimseyle de evlenmez. Ve yıllar sonra bir gün Lajos çıkagelir... Eszter, Lajos’la hesaplaşırken kendisiyle de hesaplaşır ve yakın dostu Endre’ye şunları söyler romanın bir yerinde: “Eğer ben, yirmi yıl önce gerçekten bilge ve içten birisi olsaydım bir gece ablamın nişanlısı Lajos’la evden kaçmış olacaktım. Yirmi yıl önce gözü pek, bilge ve içten bir insan olsaydım böyle davranmam gerekirdi. Nasıl olurdu, bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla şimdi olduğundan çok daha iyi veya keyifli olmazdı herhalde ama o zaman hiç değilse dünyanın da, aklın da kurallarından daha güçlü bir yasaya veya buyruğa boyun eğmiş olurdum…”

Dünyanın da, aklın da kurallarından daha güçlü bir yasaya boyun eğmek… Neydi bu yasa? Kim koymuştu bu yasayı, Tanrı mı, devlet mi? Hiçbirisinin Eszter’in bahsettiği yasayla bir ilgisi olmadığı ortada. O ‘büyük yasa’ya boyun eğmediği için mutsuz olan bu kadının, Lajos’u değil de kendisini suçlaması nasıl açıklanabilir? Eminim aklın ve dünyanın kurallarına boyun eğen çoğu kişi, Eszter’i anlamayacak, hatta böyle düşündüğü için ayıplayacaktır da... Ama Eszter, ömrünün son günlerinde aşkın değil de aklın yasasına boyun eğdiği için, her ne kadar rahat bir hayat sürse de mutlu olamamıştır hiçbir zaman.

Eszter’in ortaya attığı bu tezi düşünürken, herkesin ezbere bildiği bir filmin romanı olan ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ı anımsadım. Cengiz Aytmatov, romanını tam da Eszter’in bu sorusu üzerine kurmuştu. Hangi yasaya boyun eğmeli insan? Bir tarafta, onu en zor gününde yalnız bırakmamış, çocuğuna babalık yapmış bir adam, diğer tarafta büyük bir aşkla evlendiği halde, onu çocuğuyla ortada bırakmış, sonradan yaptığı hatayı fark edip geri dönmüş âşık olduğu adam... Romanda kadın, aşkının peşinden gitmez ve çoğu kişi gözyaşları içinde kadının bu kararını desteklemiştir muhtemelen. Peki ya, yıllar sonra romandaki Asya, tıpkı Eszter gibi kararından pişmanlık duyarsa… Sanırım, bu sorunun yanıtını kolay kolay kimse veremez. Çünkü Eszter’in bahsettiği o ‘büyük yasa’nın kuralları, aklın ve dünyanın kuralları kadar belirgin ve net değildir hiçbir zaman…

O İslamcı gencin sorusuyla, Eszter’in yanıtı arasında doğrudan bir bağ göremeyebilirsiniz belki… Ama ‘büyük yasa’ da zaten böyle bir şeydir. Görülmez, hissedilir ancak…

Bülent Usta (Birgün, 15 Temmuz 2009)

KASSANDRA LANETİ

Posted: 8 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Kumburgaz’da gene UFO’lar görülmüş. Hatta tam da o sırada, Kumburgaz’daki bir otelde UFO konferansı düzenlenirken yaşanmış bu… Lanetli yıl 2012’de dünya dışı yaratıkların saldırısına uğrayacakmışız. Mayalar, çok önceden bu durumu kendi takvimlerine de yansıtmışlar. 21 Aralık 2012’de doğamız ters yüz olacak ve evren yeniden yaratılacakmış. Bu 2012 felaketi öylesine ilgi çekici bir konu ki, daha şimdiden 2012’ye dair filmler ve belgeseller yapılmaya başlandı.

Dünya dışı canlıların var olduğuna her ne kadar inansam da, bana bu UFO meselesi genel kanının aksine dünyalıymış gibi geliyor. Gökyüzündeki o ışık saçan, bir görülüp bir kaybolan nesnelerin aslında geçmişe yolculuk yapan biz insanlara ait olması, dünya dışı yaratıkların ziyaretinden daha mantıklı bence. Hani “UFO karşıtları”nın madem geliyorlar, kafalarına taş yemelerine rağmen neden hiç tepki vermiyorlar eleştirisine de bir yanıt olabilir bu zaman yolculuğu… Geçmişe yolculuk yapan bu gelecekteki insan neslinin, zamanda bir kırılmaya neden olmamak için insanlardan uzak durdukları düşünülebilir. Ya da henüz deney aşamasını geçemedikleri için temas kuramıyorlardır belki de... Yaşadıkları sorunların kökenini geçmişte arayıp, doğayı yok eden, açlıktan ölen her çocuğa karşılık yüzlerce silah üreten, her şeyi çılgınca tüketen, yaşadıkları tüm felaketlere rağmen ne ırkçılıktan, ne de savaşlardan vaz geçmeyi becerebilen atalarını anlamakta zorlanıyorlardır muhtemelen. Hele ki toplama kamplarını, işkencehaneleri hiç mi hiç anladıklarını sanmıyorum.

Gelecek denilince aklıma hep “Kassandra Laneti” gelir. Okuduğum ya da yazdığım her şeyde o lanetin varlığı dolaşır sanki. Okuyan ya da yazan herkesin de o lanetin taşıyıcısı olduğuna inanırım. Hani Apollon’un âşık olduğu Truva'nın son kralı Priamos'un kızı Kassandra vardır ya…Geleceği görmek isteyen bu kadın, kendisine âşık olan Apollo’yla tek bir şartla birlikte olacağını söyler: Eğer Tanrı Apollo, ona geleceği görme yetisi verirse… Apollo da, bu olağanüstü güzel kadının ağzına tükürerek geleceği görme yetisi verir. Apollo, sözünü tutar ama, bir rahibe hayatı sürmek isteyen Kassandra, Apollo’yla ya da herhangi birisiyle birlikte olma niyetinde değildir. Aldatıldığını düşünen Apollo, Kassandra’ya öylesine kızar ki, onu lanetlemekten kendisini alamaz. Kassandra, hayatı boyunca geleceği görecek ama gördüğü şeye kimseyi inandıramayacaktır. Truva Savaşı'nı ve savaşın sonucunu görmesi, Truva atının bir tuzak olduğunu söylemesi de bir işe yaramayacak, babası savaşta yenilecek ve Agamemnon’nun cariyesi olacaktır Kassandra… Başına gelenler bununla da kalmayacak, Agamemnon’un karısı tarafından vahşice öldürtülecektir. Ve zavallı Kassandra, tüm bu olup bitenleri önceden görmek zorunda kalacaktır...
Kassandra lanetini hissedenin sadece ben olmadığımı, Esen Ezgi Taşcıoğlu tarafından Türkçeye aktarılan ve YKY’den çıkan Alberto Manguel’in “Kelimeler Şehri” adlı kitabı sayesinde öğrendim. Ötekileştirme ve çokkültürlülük meselelerine edebiyatın içinden bakan, edebiyatın insanlığın birarada yaşamasını kolaylaştıran büyülü gücünden bahseden kitapta yer alan denemelerden birisi de bu lanete ayrılmıştı. Manguel’i “Okuma Tarihi” ya da “Hayali Yerler Sözlüğü” gibi kitaplarından anımsamanız muhtemel.

Manguel, hayatı sürgünlerde geçmiş bir yazar olan Alfred Döblin’i incelerken, “Kassandra Laneti” ve Platon’un sanatçılardan neden hoşlanmadığını da mercek altına alıyor. Platon, bildiğiniz gibi tüm Kassandraları, yani sanatçıları Cumhuriyet’ten sürgün etmek gerektiğine inanıyordu. İşin tuhaf tarafı, günümüze kadar pekçok hükümetin Platon’un bu önerisini epey ciddiye alıp, bir tedbir olarak sıklıkla uygulamaları. Çünkü sanatçılar, hiçbir zaman siyasetçiler gibi insanlara hazır reçeteler, kurallar ve açıklık sunmaz. Yani gerçek bir sanat ürünü, hiçbir zaman dogmaya dönüşmez ve dogmalara inananları da aptal durumuna düşürür sıklıkla. Platon gibi mutlak bir sistem yaratmak isteyenler, bu yüzden şairlerin güvenilmez sözcüklerinden alabildiğine korkarlar. Çünkü edebiyat, her zaman düşünülmez olanı düşündürtebilir, şekil verilmek istenen ruhları bir bulutmuş gibi önüne katıp bilinemez yerlere götürebilir. Mayakovski’nin “Pantolunlu Bulut” şiirinde bahsettiği gibi, “çıkarım insanlıktan, dönerim pantolonlu bir buluta!”

Bu yüzden sanatçılar, alay edilme, dışlanma, horlanma, sürgün, hapis ya da ölümle karşı karşıya kalırlar sıklıkla. Bazen onların intihar ettirildiğine de tanık oluruz. Tek bir şartla Platon’un Cumhuriyet’inde yaşayabilirler: Ruhlarını ve yeteneklerini Cumhuriyet’in kutsal değerlerine teslim eder, piyasanın kurallarına boyun eğerlerse… Sanırım bunun için de gönüllü olacaklar her zaman vardır.

Manguel, Alfred Döblin’in bir tespitinden de bahsediyor kitabında: bu dünyadaki adalet eksikliği, başka bir gerçekliğin varlığını kanıtlar sadece. Dinsel ya da metafizik bir gerçeklik değildir bu. Başka bir dünyanın inşa edilmesini sağlayacak şey, insanların gerçekliği başka türlü düşünüp yaşamasında aranmalıdır. Bu da edebiyatın ve sanatın varoluşumuzdaki önemini açıklar.

Peki bu başka türlü düşünme ve yaşama istencini, edebiyat nasıl harekete geçirebilir? Ali Teoman’ın Sel Yayıncılık’tan çıkan öykü kitabı “Horasan Elyazması”ndaki öykülerinden birisinde yazdığı gibi: “ her şey / her şey / varolabilecek varlığından haberdar olunabilecek her şey / öylesine eskimiş öylesine köhnemiş”tir ki, işte bu köhnemişlik teşhir edildiği sürece, başka türlü düşünüp yaşamanın imkânları bulunabilir ancak. Ali Teoman’ın rahatsız edici bir yazar oluşu, onun bu teşhir merakından ve gerçekliğin farklı katmanlarında gezinme arzusundan kaynaklanıyor nihayetinde. Aslında “iyi edebiyat” dediğimiz her üründe bunu gözlemleyebiliriz. Örneğin bugünlerde yayımlanan kitaplar arasında, Can Yayınları’ndan çıkan Eduard Marques’in “Brandes’in Kararı”nda da, Sel Yayıncılık’tan çıkan Javier Marias’ın “Duygusal Adam” nda da, YKY’den çıkan Sándor Márai’nin “Eszter’in Mirası” adlı romanında da rastlayabiliriz bu duruma…

Az evvel gökyüzünde yanıp sönen ışıklar gördüm… Sadece lanetlenen değil, lanetleyen Kassandralara benziyordu bu ışıklar…

Bülent Usta (Birgün, 8 Temmuz 2009)

CENAZE ALAYI

Posted: 1 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Arjantin’de gözaltında kaybedilenlere dair gizli bir arşivin bulunduğu daha yeni ortaya çıkmıştı ki, Honduras’tan askeri darbe haberi geldi. Bilindiği gibi, Arjantin’deki cunta döneminde 1976 ile 1982 yılları arasında 30.000 kişi kaybedilmişti. Türkiye’deki 1980 askeri darbesinin de o yıllara denk gelmesi, tuhaf bir rastlantı olmasa gerek. Peki Türkiye’de birilerinin hâlâ, onca yaşanmışlığa ve acıya rağmen 80 darbesini savunmasına ne demeli?

Banu Güven’in NTV’de sunduğu haber programını izlerken, 1981 Danışma Meclisi Üyesi İmren Aykut’la olan konuşmasına denk geldim. İmren Aykut, “Halkın %92’sinin evet dediği bir anayasa bu” diyerek 82 Anayasasını ve askeri darbeyi savunurken, Banu Güven’in “Aynı zamanda hayır propagandası yapanların toplatılıp işkence yapıldığı anayasa” diyerek İmren Aykut’a bir hatırlatmada bulunması dikkate değerdi doğrusu. İmren Aykut, sanırım gazeteci duyarlılığına sahip böyle bir karşılığı beklemiyordu ki, bir an ne diyeceğini bilemedi. Tıpkı, başka bir programda Hikmet Sami Türk’ün “19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonu”na dair Banu Güven’in “12 kişinin hayatını kaybettiği, adıyla çelişkiye düşmüş bu operasyon konusunda içiniz rahat mı? Bir hukukçu olarak davanın zaman aşımından düşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusunu sorduğu zaman yaşadığı şaşkınlık gibi. Banu Güven’in verdiği bu normal tepkilerin yarattığı şaşkınlığa, şaşırmadan edemiyor insan. Ve 12 Eylül ile 19 Aralık arasındaki o gizli bağ, insanın tüylerini diken diken ediyor açıkçası…

Gazeteci Lube Ayar’ın Profil Yayıncılık’tan çıkan ‘Firar’ adlı, Alaattin Çakıcı’yı ve Yargıtay-Mit ile ilişkilerini kaleme aldığı kitabı elime geçti bu günlerde. Bir tür macera romanı gibi kitabı okurken, tüm o mafya-siyaset-devlet ve iş dünyası arasındaki ilişkilerin bu kadar alenen yaşanıyor olmasına, biliyor olmama rağmen gene de şaşırmaktan kendimi alamadım. Sadece bu kitabı okumak bile, sahte olsun olmasın her tür darbe belgesinin mutlaka ciddiye alınması gerektiğini gösteriyor. Kitap, askeri darbelerle ilgili olmasa da, her askeri darbenin sadece askerlerden oluşmadığını, sivil uzantılarının da ağırlıklı bir role sahip olduğunu anımsatıyor, devletin mafyayla ilişkilerine ışık tutarak… Bence bu ülkede yaşayan herkes olabildiğince paranoyak olmalı… Honduras’ta yaşıyormuşcasına paranoyak…

Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ adlı filminin final sahnesi canlanıyor gözümde hep, yaşanılanları düşündükçe. Hani, filmin başkahramanı Yusuf, annesiyle aynı odadadır ve annesine bir müzik çalgısı olan tulumuyla bir şarkı çalar ya... Annesi yerinden kalkıp pencereden aşağıya bakınca, ormanın içinden evlerine bir cenaze alayının yaklaştığını görür... O cenaze alayı, hastalığı ilerleyen Yusuf için geliyordur. Ne kadar da benziyor yaşadığımız şeyler, o cenaze alayının uzaktan gelişine… Darbelerin, savaşların, yoksulluğun, aslında aynı şeye hizmet ettiği apaçık ortadayken… Bir tarafta Nida’ların, diğer tarafta Alex’lerin öldürüldüğü, Engin Çeber’lerin işkencelerde katledildiği bu karanlık çağın sonunu, Yusuf’u almaya gelen o cenaze alayını bekler gibi beklemek mümkün değil. Honduras’ta nasıl halk engelleyecekse askeri darbeyi, bizde de 12 Eylül’ü kara bir lanet gibi bu toprakların üzerine çökertenlerin bir gün hesap verecekleri kesin. Sadece 12 Eylül mü? O kadar çok tarih var ki, acılarla tıka basa doldurulmuş… Ve öyle çok cenaze alayı geçmiş ki, sokaklarımızdan… Bazen nasıl bu kadar da normal, hiçbir şey olmamış gibi yaşıyor oluşumuza hayret ediyorum. Sanki hiç 12 Eylül’ler, 19 Aralık’lar olmamış, bu tarihler takvimlerde hiç yer almamış gibi…

Pencereyi açıp sokağa bakma ihtiyacı duyuyorum, içime çöken karanlığı dağıtmak için. Ama o da ne, tıpkı ‘Sonbahar’ filmindeki gibi bir cenaze alayı yaklaşmıyor mu bizim sokağa. Hem de öyle büyük bir cenaze alayı ki… Cenaze alayındakiler, bizim mahallede yaşayanlara da benzemiyor hiç. Büyük bir merak içinde sokağa fırlıyorum. Kimin cenazesi bu ve onu taşıyan bu insanlar da kim? Çünkü hepsinin yüzü tanıdık geliyor bir yerlerden. Bir de ne göreyim, Hrant Dink cenaze alayının ön saflarında... Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Abdi İpekçi ve daha niceleri… Öylece kalakalıyorum tanık olduğum bu manzara karşısında… Tersanede ölen işçiler, namus cinayetlerine kurban edilenler… O kadar kalabalık bir cenaze alayı ki bu, ucu bucağı gözükmüyor. Geçen hafta İran’da ölen Nida bile bu kalabalığın içinde. Sonra bu cenaze alayındaki başka bir ayrıntı dikkatimi çekiyor. Sanki taşıdıkları bir cenaze değilmişçesine neşeli bir kalabalık bu aynı zamanda. Bir karnaval geçidi izliyormuş gibi hissediyorum kendimi. Büyük bir karnavala gidiyor bu insanlar, dans ederek… Ve öylesine büyük bir gururla yürüyorlar ki, onları gözyaşları içinde izlemekten kendimi alamıyorum. Kendimi tutamayıp aralarına karışmak istiyorum, ama cenaze alayıyla aramda görünmez bir duvar beliriyor hemen. Sadece ölülerden oluşan bir cenaze alayı olduğunu anlıyorum o an.

Benden başka bu cenaze alayını fark eden kimse yok sokakta. Herkes işinde, gücünde gözüküyor. Tam gördüğüm şeyin bir halüsinasyon olduğuna inanacakken, annesinin elinden tuttan küçük bir kız çocuğunun, parmağıyla cenaze alayını gösterip gülümsediğini görüyorum. Annesi, kızı kolundan tutup peşinden sürüklerken, onun o küçük neşeli kahkahaları asılı kalıyor sokakta…

Bülent Usta (Birgün, 1 Temmuz 2009)