OKUMANIN ULVİYETİ

Posted: 30 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Son zamanlarda gerçekleştirilen uyuşturucu operasyonlarına ve yakalananların kimliklerine bakınca, ortaya çıkan manzara kimseye ilginç gelmeyecektir. Ya da üçüncü boğaz köprüsünün iştahları kabartan rant hesapları ve hesaplaşmaları… Çürümek ve çürütmek kapitalizmin doğasında olan bir şey. Nasıl olmasın ki tüm bunlar, böyle bir sistem içerisinde. Sistem bataklık, bu yakalananlar da sinekten başka bir şey değil sonuçta. Fredric Jameson’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Ütopya Denen Arzu” adlı kitabında, ütopyaları umursayanların azaldığından yakınması boşuna değil. Jameson, "Bizi düşmanın varlığı değil, genel inanış elden ayaktan düşürüyor," diyor ama, bu “genel inanış”ın kendiliğinden doğmadığını da belirtmekte fayda var. Kapitalistler, bu genel inanışı yaratmak için öylesine uzun ve sistemli bir mücadele uyguladılar ki, bu “sanki” bir genel inanışa dönüştü. Sadece herkes, bugün uygulanacak mücadelelerin eski araç ve yöntemlerle ve elbette inanışlarla mümkün olamayacağını biliyor. Solun, artık yeterince hayal kuramadığı, alternatif bir dünya sunmak konusunda isteksiz davrandığı da çok açık… Herkes sistem içerisinde çareler düşünüyor ya da sürekli bir yakınma ve eleştirel bir çaresizlik içinde söz alıyor. Kapitalizmin kriz müptelası varlığı bile yeterince anlatılamıyor bu yüzden. Üstelik bir de, ulusalcılık, liberallik gibi solu dejenere eden söylemlerle boğuşulmak zorunda kalınıyor.

Daha önceki yazılarımda, solun geleceği düşünmeyi bırakmasının sakıncalarından bahsetmiştim. Eğer geleceğe dair bir öngörünüz yoksa, yolunuzu şaşırmanız ya da çıkmaz sokaklara takılıp kalmanız çok kolay. Belki Jameson’ın ciddi bir ütopya savunusu olan “Ütopya Denen Arzu” adlı kitabı bize bir fikir verebilir. Bir tür ütopya arkeolojisi yapmaya çalışan yazarın bilimkurgu yapıtlara yönelik yaptığı tespitler de oldukça önemli ipuçları sunuyor.


Korkunç Eleştirmenler


Futbol maçı izlemekle kitap okumak arasında bir fark var mıdır, olmalı mıdır, neden?
Bu soruyu bana sordurtan, romanlarını zevkle okuduğum, yazdığı her şeyi yakından takip etmeye çalıştığım Nick Hornby’nin Sel Yayınları’ndan çıkan “Shakespeare Para İçin Yazdı” adlı kitabı oldu. Aslında itiraf etmem gerekirse, “Hece Cümbüşü” adlı kitabından sonra biraz hayal kırıklığına da uğramadım değil. Özellikle, onun tabiriyle “ciddi dergilerden birinde yazan bir eleştirmen”e verdiği yanıttan sonra… Eleştirmen, “ihtiyacımız olan şey, kötü kitaplar hakkında daha açık sözlü olunmalı” demiş. Hornby, “korkunç bir kadın” dediği bu eleştirmeni, ironik üslubuyla öyle bir aşağılıyor ki... Ona göre, dünya “korkunç eleştirmenler”den arındırılmalı ki, insanlar diledikleri gibi rahatça okuyabilsinler… Hornby’nin bu tespitine bakarak, en azından İngiltere’de hâlâ “korkunç eleştirmenlerin” yaşadığını anlıyoruz. Bunun İngiliz edebiyatı için büyük bir şans olduğu ortada… Çünkü bizim edebiyatımızda “korkunç eleştirmenler” maalesef yeterince yok.

Peki, “korkunç eleştirmenler”den kimler hoşlanmaz… Bu “korkunç eleştirmenler” ne diye durduk yere korkunç olurlar da, böylesi aşağılama ve nefretle karşılaşırlar? Öncelikle, eleştirmenleri korkunç yapan şey, kitabın alınıp satılan bir nesne olmasıdır. Ve eğer, bir eleştirmen bir kitap hakkında olumsuz bir şey yazacak olursa, kitabın satışını olumsuz etkileyeceği için, o eleştirmen korkunç olur. Piyasa, edebiyatı, herhangi bir endüstrinin konumuna indirmek için eleştirmenliği reklamcılıkla takas etmeyi istiyor artık. Aynı durum, sinema için de geçerli… Sık sık sinema eleştirmenlerine de “korkunç” diyenlere rastlayabiliyoruz.

Aslında bir kitabın kötü eleştiriler almasının, o kitabın satışını etkilediğini söylemek de her zaman doğru değildir. “Korkunç eleştirmen”in yapmak istediği şey, eleştirdiği kitabın satışını engellemek değildir ki zaten. İsteyen istediği kitabı okuyabilir. Bugünlerde gırla satan komplo kitapları, hangi eleştirmenden övgü almıştır. Ya da bestseller dediğimiz türün eleştirmenlerin övgüsüne ihtiyacı yok ki zaten… Ama birisi çıkıp da, iyi edebiyatçı pozlarında, yazdığı kötü bir yapıtı eleştirmenlere iyi edebiyat diye yutturmaya çalışıyorsa, o “korkunç eleştirmenler”in de söyleyeceği bir şeyler olacaktır muhtemelen. Çünkü edebiyat, piyasa koşullarına teslim edilemeyecek kadar değerli bir şeydir o “korkunç eleştirmenler” için. Bir başka yazımda o “korkunç eleştirmenleri” şöyle tarif etmiştim: “Eleştirmen, okuru yani o ‘ideal okur’u düşünerek yazarı eleştirir. Üstelik sadece tek taraflı değildir. Okur nezdinde değeri anlaşılamamış bir yazarı da ‘okur’a karşı savunur, ‘okur’a açıklamalarda bulunur, o yazarın değerinin gün yüzüne çıkmasına yardımcı olur, iyi edebiyat yapmayı teşvik ederek edebiyatın çıtasını yükseltir.” Ama ‘okur’un ‘müşteri’ye dönüştüğü bir ortamda, iyi eleştirmenlerin de “korkunç eleştirmenler”e dönüştürülmesi ve mümkünse piyasa dışına atılması kaçınılmazdır.

Nick Hornby, aslında oldukça iyi bir okur. İyi bir yazar oluşu da, iyi bir okur oluşuyla alakalı zaten. Ama her iyi yazar, iyi bir eleştirmen olmak zorunda değildir. Eleştiri, başka bir şeydir, okur olmak ya da beğeni sahibi olmak başka bir şey… Ben, Hornby’nin kitaplar arasında gerçekleştirdiği serüveni başka bir gözle okuyorum bu yüzden. Onun o neşeli ve ironik üslubundan ve yaratıcı tespitlerinden aldığım keyif başka, “korkunç eleştirmenler”den öğrendiğim şeyler başka… Hornby, kitabın bir yerinde o ay çok fazla futbol maçı izlediği için neredeyse hiç kitap okuyamadığından şikayet ediyordu. Ve bu yüzden yaşadığı suçluluk duygusundan bahsediyordu. Kitap okumakla futbol maçı izlemek arasında nasıl bir fark vardı ki, Hornby, suçluluk duygusu hissetti diye düşündüm o an. Kitap okumak, daha ulvi bir şey miydi futbol maçı izlemekten. Üstelik bunu Arsenal fanatiği bir yazar söylüyordu. Bir futbol hastası olarak, böyle bir duyguyu hiç yaşamamıştım. İnsanın, kitap okumak yerine seviştiği için suçluluk duygusu yaşamasına benziyordu bu durum. Şimdi birileri, futbol ve seks aynı şey mi ki, diye sorabilir… Futbol ve kitap okumak da aynı şey değil… Kitap okumak, insanın yaşamında ne zamanki yeme-içme gibi bir etkinlik konumuna gelir ve sahip olduğu o ulvi yerden indirilirse, işte o zaman futbol maçı izlemek ya da sevişmek kadar keyif verici bir ayrıntı haline gelir ve daha çok yer kaplar yaşamımızda…

Bülent Usta (Birgün, 30 Eylül 2009)

KORKUYORUM LİDİA!

Posted: 23 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Siirt’te ‘zırhlı’ bir askeri araca taş atanlara, elindeki otomatik silahla yedi kurşun sıkan ve göstericilerden birinin ölümüne neden olan askere ceza verilemeyeceğini hükmetmiş… Sebep olarak da ‘bölgenin özellikleri’ gösterilmiş. Demek ki, bölgeden bölgeye farklılıklar gösteriyor yasalar. Bu karara bakarak, eğer Güneydoğu’da görev yapıyorsanız taş atana kurşun sıkabileceğiniz anlamı çıkmıyor mu? Sık sık kitlesel nümayişlerin düzenlendiği o topraklarda, demek ki daha pek çok gösterici can verecek bundan böyle. Çünkü eğer, ortada bir zırhlı araç ve silahlı adamlar varsa, o zırhlı araca mutlaka birileri taş atacaktır. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Taş atılacağı içindir ki, o araçlar zırhlıdır. Asayişçilerle nümayişçileri karşı karşıya getiren gösterilerde, zırhlı araçlara mutlaka birileri bir şey atar. Ve o zırhlı araçlarda bulunanlar da ya su sıkar ya da göz yaşartıcı bomba atar ve oyun böyle sürer gider. Eğer birisi, aracından çıkıp otomatik silahla göstericilerin üzerine ateş açabiliyor ve yasalar onun yargılanmasını engelliyorsa, bilin ki bu katliamlara davetiye çıkarmaktır. Taş atan çocukları hapse atmamız yetmedi, şimdi hepsini teker teker mezara gömeceğiz anlaşılan.

Yolculuk ettiğim trenin penceresinden bakarken, aklıma Pessoa’nın Ricardo Reis imzasıyla yazdığı bir şiirin dizeleri geldi: “Yazgı korkutuyor beni, Lidia. Hiçbir şey kesin değil” diye başlıyordu şiir ve şöyle bitiyordu: “Yeğleriz bildiğimiz yetersiz hayatı / Yeniliğe, o uçuruma.” Pessoa’nın şiirlerinden seçmelerin bulunduğu ‘Uzaklıklar, Eski Denizler’ adlı kitap, Cevap Çapan çevirisiyle Can Yayınları’ndan daha yeni çıktı. Daha önce, Işık Ergüden’in çevirisinden okumuştum bu şiirlerin bazılarını. Tren yolculuğum devam ederken, yanıma Fernando Pessoa’nın oturması bu yüzden. Elimde kitabı, şiirlerini mırıldanıp duruyorum, taş atan çocukları düşünürken.

Neden yeğleriz bildiğimiz hayatı, yeniliklere? Başka türlü yaşayabilecekken, neden bu yetersiz hayatları yaşamaya zorlarız kendimizi? Pessoa’nın dediği gibi korkarız çünkü. “Her an bir şey olabilir ne isek onu değiştirecek.” İşte ondan korkarız, ne isek onu değiştirebilecek şeylerden. Bu bir şiir bile olabilir ya da sanata ve siyasete getirilen yeni bir bakış… Bu bir aşk da olabilir, yaşadığınız her ne varsa, tümden geçersiz ve değersiz kılacak…

Lidia, beni de yazgımız korkutuyor, ama korkumun nedeni başka… Korkum, bu değişimden korkanların korkusunun yol açacağı şeyler… Ben, onların korkusundan korkuyorum. Yaşadıkları o korku, onlara çok fena şeyler yaptırıyor ve daha da yaptıracak... Çünkü artık zamanı durduracak silahları yok ellerinde. Her şey değişiyor ve daha da değişecek… Siyasetten sanata hiçbir şey olduğu gibi kalmayacak. Ve bir şeyler değiştikçe, onların bizi yetersiz bir hayata mahkûm eden anlayışları yavaş yavaş teşhir olacak. Ama bu kolay olmayacak Lidia… Hiç kolay olmayacak…

İçimizdeki Sayısız Varlık

Pessoa, Lidia’ya yazdığı o şiiri başka düşüncelerle yazmıştı muhtemelen. Ama her şiir, okunduğu yere ve kişiye göre farklı anlamlar kazanıyor ister istemez. Kafka’nın bu topraklarda okunuş şekliyle, İsviçre’de okunuşu aynı olabilir mi? Hatta insanın okuduğu zamana ve ruh haline göre de şekil alır okuma dediğimiz şey. Pessoa’nın bir başka şiirini anımsıyorum, orada şöyle diyordu: “Sayısız varlıklar yaşar içimizde, / Düşünsem de, hissetsem de, bilemem / Kim ne düşünür, ne hisseder. / Yalnızca hissedilen ve düşünülen / Bir mekânımdır ben.” Edebiyatı ve dolayısıyla hayatı mümkün kılan da, içimizdeki sayısız varlıklardır. Ve bu sayısız varlıklardan en çok haberdar olan ve başkalarını haberdar eden de sanatçılardan başkası değildir. İşte bu yüzden edebiyat ve sanat, özü gereği politiktir. Politik sanat diye dayatılan şey ve sanata politik müdahaleler de, bu yüzden sanatın sahip olduğu bu özü yok etme amacından başka bir şeye hizmet etmez. Onlar, içimizde yaşayan sayısız varlıktan korkuya kapılarak, kendileri için makbul olmayan varlıkları yok etmek istedikleri için bunu yaparlar.

Murat Gülsoy’un yeni bir kitabı çıktı bugünlerde Can Yayınları’ndan. ‘602. Gece’ adını taşıyan bu kitap, Gülsoy’un edebiyat ve sanat üzerine düşüncelerini aktarıyor. Kitabın bir yerinde, Nazilerin zulmüne uğrayan modern sanat eserlerinden de bahsediyor Gülsoy. Alman ruhuna aykırı olan eserlerin büyük bir kampanyayla nasıl yok edildiğinden… Ve yazarların nasıl Alman ruhunu övecek eserler yazmaya zorlandıklarından… Aklıma Nâzım Hikmet’e yapılanlar, 12 Eylül’de yakılan kitaplar ve filmler de geliyor. İster sol olsun, ister sağ, her türlü totaliter anlayış, içimizdeki o sayısız varlığa düşman kesilmiştir her zaman. Mesela Brecht’in oyunlarının yıllarca Sovyetler’de yasaklandığını biliyor muydunuz?

Gülsoy’un postmodernizme ve modern sanata yaklaşımında katılmadığım bazı noktalar olsa da, beni bu kitapta hoşnut eden ve heyecanlandıran şey, bir edebiyatçımızın edebiyat üzerine düşünen bir yapıt ortaya koyması. Öylesine az ve sınırlı ki bu türden çalışmalar. Romancı ve öykücülerimiz, tamamen edebiyat eleştirisi sahnesini terk etmiş gibi gözüküyor. Yazdıkları şeyin kendilerini bağlamasından korktukları kadar, aslında edebiyat üzerine çok da düşünmediklerini gösteren bir manzaraya işaret ediyor bu durum. YKY’den toplu yazılarının ‘Kitaplar ve Muharrirler’ başlığı altında üçüncü cildi çıkmış olan değerli romancımız Abdülhak Şinasi Hisar’ı okurken, hayıflanıyordum kendi kendime, neden bu türden yazılar bugün yeterince yazılmıyor diye. Bu sene, benim de ders vermeye başlayacağım Boğaziçi Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veren Murat Gülsoy’un bu katkısı, aslında gecikmiş bir katkı olarak da düşünülebilir. Kitabın sonunda bahsettiği gibi, bu çabasını sürdürecek olması ise sevindirici bir gelişme.

Abdülhak Şinasi Hisar, kitabının bir yerinde edebiyatçılara nasihatte bulunuyor. İnanılmaz zevkli bir bölüm. Şöyle diyor nasihatlerinden birisinde: “Sözlerin dinleyen kulaklara göre değişir. Sen düşünmek hakkını kullanırsın. Biri kendi hukukuna tecavüz ettiğini sanır. Bir edebin vazifesi, kafasının inandığı fikirleri, ruhunun hisleri haline yükseltmektir” diyor Abdülhak Şinasi Hisar… Yani vazgeçmek yok… Bildiğin doğruyu ne pahasına olursa olsun söyleyeceksin… Sözlerin, dinleyen kulaklara göre değişse de…

Bülent Usta (Birgün, 23 Eylül 2009)

KARA BÜYÜ

Posted: 16 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Hasan Hüseyin, bir şiirinde “sonu baştan görmenin yalnızlığı”ndan bahseder. Sonu, baştan görmek, hele ki bizim gibi ülkelerde büyük bir maharet de değildir. Yağmur yağınca selin olacağını, kar yağınca yolların kapanacağını bilir herkes… Üretmenin değil de, tüketmenin ve köşe dönmeciliğin baş tacı edildiğine bakarak, sürekli bir ekonomik kriz içinde yaşanacağı da söylenir durur. Her şeyi daha baştan biliyor olmamıza rağmen, sel ya da deprem yaşandıktan, yoksul bir ülke olarak onca maddi hasar ve can kaybından sonra, yarım yamalak tedbirler almamızı nasıl açıklıyoruz kendimize? Yoksa bu beceriksizliklerimizin altında başka bir şey mi var? Dış mihraklar, bize kara büyü yaptığı için mi, bile bile yoksulluğa ve ölüme koşuyoruz? Sele kapılan kamyonetin içinde ölüme terk edilen o yedi emekçi kadın bile, üzerimizdeki kara büyünün önemli bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. Kara büyü, darbelerle, baskılarla, yalanlarla, ihanetlerle örgütsüz ve bilinçsiz kılınmış halklardan başkasına işlemediği içindir ki, bu denli etkili oluyor üzerimizde…

Gecenin içinde tren ilerlerken, aklıma tüm bu yaşadığımız olayların nedeni olarak “kara büyü”den başka bir şey gelmiyordu. İnsanı, pisliğin içinde olsa bile, sanki çiçek bahçesindeymiş gibi hissettiren güçlü bir büyüden bahsediyorum… Eğitim sistemimiz, sağlık sistemimiz, ekonomimiz, demokrasimiz bu hallerde olsa bile, kendimizi büyük bir ülkede yaşıyormuşuz gibi hissedebiliyorsak ve geniş yığınlar, hâlâ tüccar zihniyetiyle politika yapanları destekliyor ve onların ihale komsiyoncusu milletvekillerinden medet umuyorsa, “kara büyü”den başka bir neden gelmiyor aklıma.

Belki anımsarsınız, üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ı… Uzun zamandır ortalıktan kaybolduğu için, yazılarımda bahsedemiyordum ondan. Hatta çıktığım bu tren yolculuğunun bir nedeni de onu bulmak… Çünkü o da, benim gibi tren yolculuklarına bayılır. Sadece şehirler arası bir yolculuk gerçekleştirmez çünkü trenler… İnsanın kendi kendisine yaptığı gizemli bir yolculuğun da başlangıcıdır. İvam, eğer Honduras’taki darbe karşıtlarına destek olmak için Güney Amerika’ya gitmediyse, mutlaka buralarda bir yerde, “kara büyü”nün etkisiyle zarar görmüş ruhları iyileştirmeye çalışıyordur.

Bana “kara büyü”den ilk bahseden oydu… Dediğine göre, lüks otellerde, çokuluslu şirketler tarafından gönderilen büyücüler sık sık toplantı yaparmış. Toplantı yapacakları yerin yüksek bir bina olması gerekiyormuş. Mantar gibi türeyen gökdelenlerin nedeni de buymuş. İşte o gökdelenlerin tepesinde, bir tür ayin gerçekleştirirmiş o büyücüler. Büyüler için çek defterleri, borsa hisseleri, Filistin, Irak gibi yoksul ülkelerin çocuklarından alınan kanlar kullanılırmış. Ve daha pek çok şey… Sonra bu “kara büyü”yle bir tür iksir yapar, o iksiri de IMF ve Dünya Bankası’ndaki büyücülerin yaratığı olan mutantlara verirlermiş. Verdikleri iksirin “acı” olmasına şaşıranları anlamıyordu hiç İvam. Hani IMF’nin meşhur “acı reçeteleri”nden bahsediyorum. O iksirin içine ölü çocukların ruhları doldurulduğu sürece, nasıl acı olmaz içirilen şey…

İşte bu yüzden arıyordum İvam’ı şehir şehir… Belki bu “kara büyü”yü sonlandırmanın yolunu öğrenmiştir çoktan.

Gecenin karanlığında ilerleyen trenin penceresinden dışarıya bakarken, gözüme uçuşan beyazlıklar çarpıyor. Hayır, kar taneleri değildi bu uçuşan beyazlıklar. Eylül ayında kar yağdığına tanık olmadım hiç. Sonra sonra, baktıkça fark ediyorum ki, bir tür kelebeğe, hayır, daha doğrusu, masallarda görülebilecek türden perilere benziyorlardı bunlar. İnsana benzeyen bu küçük canlıların, birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde yer aldığını, yetenekleri arasında geleceği görmek ve büyü yapmak olduğunu anımsadım birden. Tam da ben “kara büyü” üzerine düşünürken, trenin etrafının perilerle sarıldığını görmek irkiltti beni. Elim ayağım heyecandan titremeye başlamıştı ki, o uçan perilerden birisi, yavaşça trenin penceresine yaklaşıp, sanki arada cam yokmuş gibi içeriye giriverdi hemen. “Korkma” dedi girer girmez, “ben bir düşüm. Ama düş olmam, gerçek olmadığım anlamına gelmez. Beni, bu trende senden başka kimse göremez.” “Peki ben nasıl seni görebiliyorum?” “Çünkü sen, sana dayatılan gerçekliğin dışında da bir gerçeklik olduğuna inanıyorsun.”

Aslında, o küçük perinin söylediği bu söz, “kara büyü”nün etkisinin nerede başlayıp bittiğini de gösteriyordu… Bize dayatılanların dışında başka türlü de yaşayabileceğimizi anlayabilirsek eğer, “kara büyü” etkisini yitirecekti kolaylıkla… İşte ben, bu yüzden sanatı ve siyaseti birbirinden ayıramıyorum başkaları gibi. Ama sanata doğrudan siyasi müdahaleleri de anlayamıyorum. Özellikle, “sol” kültürün içindeki bazı nüveler, neden bilmiyorum, sanatı sadece pankartlarda, sloganlarda, parti tüzüklerini andıran didaktik yapıtlarda görmek istiyor. Eğer böyle olmazsa, o sanat, sanki politik olmayacakmış, sanki dünyanın değiştirilmesine katkıda bulunmayacakmış gibi… Bu duruma dair halihazırda pek çok örnekten bahsedilebilse de, asıl önemli olan, özgürlükçü solun bir kısmının neden sanatı lüzumsuz bir aktivite olarak algıladığı?

Önümde açık duran kitabın üzerine konan periyle sohbet ederken, uyuyakalmışım. Rüyamda da devam ettim perilerle yolculuğuma… Ta ki, kondüktör uyandırana kadar…

Haftanın Kitapları

Lenin’in yakın çalışma arkadaşı Aleksandr Bogdanov’un “Kızıl Yıldız” adlı bilimkurgu romanı, Yordam Kitap’tan çıktığından beri, “kara büyü”nün etkisi biraz daha azaldı sanki. 17 Ekim Devrimi’ni örgütleyen bir devrimcinin, geleceğin sosyalizmini Mars gezegeninde nasıl yarattığına bakarak, hem sosyalizme dair meseleleri tartışmak, hem de devrimci olmanın nasıl bir hayal gücü gerektirdiğini görmek mümkün… En önemlisi, bilimkurgu alanında bir başyapıt…

Abdülhak Şinasi Hisar’ın YKY’den çıkan “Kitaplar ve Muharrirler”in 1943-1963 yılları arasındaki yazılarını kapsayan üçüncü cildi çıktı ki, özellikle roman üzerine düşünenlerin kaçıramayacağı bir kitap. Zaman zaman, Hisar’ın bu kitapta yer alan yazılarına dönerek, edebiyatın unutulan özel gündemlerini hatırlatmak güzel olacak…

Bülent Usta (Birgün, 16 Eylül 2009)

ŞİİRSEL GERÇEKÇİLİK

Posted: 9 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

25 yıl evvel bugün, Yılmaz Güney aramızdan ayrılmıştı. 9 Eylül 1984… Ünlü Fransız şair Mallermé, düşünür Lacan ve daha nicelerinin de ayrılık günüydü 9 Eylül… Tolstoy’dan Tezer Özlü’ye kadar pek çok yazarın, düşünürün de doğum günü… Ve 29 yıldır varlığını yaşamın her alanında sürdüren, yarattığı vahşet ve akıl almaz kötülükleriyle siyasal tarihimizin zirvesinde yer alan 12 Eylül darbesinin yıldönümüne üç gün kalmışken, tren yolculuğuma kaldığım yerden devam ediyordum.

Trenin penceresinden uzayıp giden dağlara, ovalara bakarken, düne göre daha umutlu hissediyordum kendimi... Üstelik yarın, daha da umutlu olacağıma dair ihtimaller de vardı. Bana tuhaf tuhaf baktığınızı görür gibiyim. Belki de dünyanın en kanlı, sonuçları en karanlık darbesinden 29 yıldır hesap soramayan bir ülkenin yazarı olarak, nasıl olur da umuttan bahsedebilirdim ki? Ama umutluydum… Umudum, her şeyin güllük gülistanlık olacağına dair değildi. Ne acılar bitecekti kolay kolay, ne de bu sömürü dünyasının sıradanlaşmış vahşetleri… Ama biten bir şeyler vardı… Biten ve yeni doğacak bir şeyler…

Arjantinli bir felsefeci olan Diego Tatian’ı anımsıyorum da, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Spinoza-Dünya Sevgisi” adlı kitabında, Hobbes’a radikal bir biçimde karşıt olan Spinozacılığın politik felsefesini birkaç cümle içinde özetleyerek, bu kökten değişimin ipuçlarını vermişti: “Politika, gücün kurulmuş (ya da oluşmuş) bir biçimi aracılığıyla uyuşmazlığın çözülmesi olarak değil, oluşturucu ya da kurucu güçlerin kendiliğinden dile gelmesi olarak ortaya çıkar; kendisine ve etkilerine ilişkin her somutlaştırma işlemini peşinen bozan üretici bir güç olarak.” Bu üretici güç, kendi kendini yaratmaya kışkırtan edebi bir açılımı işaret eder ki, o da “şiirsel gerçekçilik”ten başka bir şey değildir…

“Şiirsel gerçekçilik” içinde, uyuşmazlıkları ortadan kaldırmanın hiçbir anlamı ya da önemi yoktur, günümüz siyasi anlayışının tam tersine… Efendilerle kölelerin uzlaşabilmesi ne kadar mümkün olabilir ki? Uzlaşma ve uyuşma gibi gözüken her şeyin, gerçekte gücü elinde bulunduranın bir illüzyonu olduğu, günümüz radikal politik hareketlerinin ortak görüşü haline gelmesi, onları egemen güçlerin politik görüşünden ayıran temel özelliklerden en önemli olanıdır. Politika, uyuşmazlıklarla vardır ve “şiirsel gerçekçilik”, var olan uyuşmazlıkların “sosyal varlıkların oluşturucu tutkularından ortaya çıktığı” gerçeğinden hareket ederek, bu “tutkuların ortak yayılımı”na dikkat çeker.

İşte benim umudum, “sosyal varlıkların oluşturucu tutkuları”nda gizli… Efendilerle kölelerin gerçekte uzlaşamayacak oluşları, birgün kölesiz efendilerin de olabileceği anlamına geliyor çünkü. Tıpkı solu liberalizme uzlaştırmaya çalışarak “liberal-sol”, devletle uzlaştırmaya çalışarak “devletçi-sol”, milliyetçilikle uzlaştırmaya çalışarak “ulusalcı-sol”, dincilikle uzlaştırmaya çalışarak “yeşil-sol” yaratmaya çalışanların yaşadığı hezimet gibi… “Şiirsel gerçekçilik”, ezilenlerin kendi kendilerinin sözcüleri ve eylemcileri olması sayesinde doğan küreselleşme karşıtı hareketlerde buluyor karşılığını. Yani Spinozacı manada, dünyanın ancak “şiirsel gerçekçilik” tarafından yeniden yaratılacağı inancıyla…

Hayalet Avcıları

12 Eylül’ü, bir hayalete benzetirdim eskiden… Hani şu korku filmlerindeki, masum insanların hayatlarını kâbusa çevirmek için elinden geleni yapan hayaletler vardır ya, işte onlara… Ama bu benzetme, bugünlerde gerçeğe dönüşmeye başladı benim için. Özellikle 12 Eylül günü yaklaştıkça, gördüğüm, okuduğum, duyduğum her şeyde bu hayaletin izlerine rastlar oldum. Televizyonda konuşan bir politikacıyı izlerken, birden o politikacının yüzü canavara dönüşebiliyor örneğin ya da bir köşe yazarının yazısının satır aralarından hayaletin pis kokular saçan kanlı elleri ortaya çıkıp, boğazımı sıkabiliyor öldürmek istercesine… İşin kötü tarafı, bu hayaletin, geçen zaman içerisinde, değişen koşullara kolayca uyum sağlayan virüsler gibi davranabilmesi… İşkencecilerin, bu sayede demokrat geçinen politikacılara dönüşebilmesini başka türlü açıklamak mümkün olmasa gerek. Ama bu hayalet, emin olun ki, siyasi ve sosyal kültürel yapımızın dokularına öyle bir sinmiş ve kendisini öyle kamufle etmiş ki, onu kazıyıp yok etmek için sistemli ve örgütlü bir mücadele dışında başka bir seçeneğimiz yok…
Birer hayalet avcısına dönüşerek, onları hayalet kutularına kapatamasak bile, en azından deşifre ederek, masum insanları onların şerrinden koruyabiliriz belki…

Trenin penceresinden uzayıp giden dağlara, ovalara bakarken, düne göre daha umutlu hissediyordum kendimi... Gözlerimi kapatınca, bir köy yolunda tesadüfen karşılaştığım yaşlı bir Yörük kadınının, sihirli bir haritayı andıran elleri canlanıyordu gözümün önünde… Her kıvrımının sihirli bir şeyler anlattığı o ellere bakarak, bu toprakların geleceğini görebiliyordum çünkü… Ve gördüğüm şeyler, o Yörük kadının yaşadığı tüm zorluklara rağmen neşeli ve hayat dolu oluşu gibi, pırıl pırıl akıyordu hayatın içine… O ellerden bakınca, çok uzak değildi dünyanın “yeniden” yaratılması…
Hem de bu defa işin içine ne Tanrı’yı, ne de devleti katarak…

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 9 Eylül 2009)

SİHİRLİ BARDAK

Posted: 2 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Anadolu’da bir tren garının çay ocağındaydım... Sabahın dördü… Buraya neden geldiğimi yola çıkarken biliyor olmalıydım. Ama garın kenarında bulunan eski taş bir binadaki bu çay ocağına girdiğimden beri, bildiğim her şeyi unutmuştum sanki. Adımı bile… Bu harab olmuş tarihi yapının içinde, yıllar boyu içinden geçip giden yolculardan bir iz bulmak mümkündü. O izleri okuyarak Cumhuriyet’in başka bir tarihi, içsel ya da ruhsal bir tarihi de okunabilirdi kuşkusuz.
Önümde yarısı dolu bir bardak vardı. Bu bardağı, çay ocağını işleten kör bir adam getirip koymuştu. Adamın kör olması, nedense bana hiç tuhaf gelmemişti. Tüm bu çay ocağını, kendi bedeni gibi tanıyordu muhtemelen. Bardağa dolan çayın sesinden, bardağın dolup dolmadığını, ocaktaki kaynamaya koyulan suyun kaynayıp kaynamadığını, suyun sesinden anlayabilirdi nihayetinde. Gündüzleri ona yardım eden birileri de olmalıydı. Ya da sadece geceleri duruyordu burada. Gece vardiyası…

Önümdeki bardaktan bakışlarımı alamıyordum bir türlü. Bardak, sanki yıllardır yıkanmamış gibiydi. Parmak izleriyle doluydu etrafı. Bardağın içindeki su da bir tuhaftı. Sanki su değil de başka bir şeydi. Daha dikkatlice bakınca, suyun içinde bazı görüntüler belirmeye başladı. Pimi çekilmiş bir el bombasını sımsıkı tutan bir askerin bakışları vardı sanki suyun içinde. Bardağın dolu ve boş kısmına baktıkça, birbirinden farklı yüzlerce görüntü belirip kayboluyordu bir anda... Bardak, medyumların kullandığı türden sihirli bir küreydi sanki. Bardağın dolu kısmında, birbirinden lüks dairelere ait gökdelenler yükseliyor, son model arabalar vızıldayıp duruyordu. Bardağın boş kısmındaysa, işe girmek için uzun kuyruklar oluşturan insanlar, taş atan çocuklara silah sıkan adamlar görünüyordu. şatafatlı ve acımasız bir hayata dair çeşitli manzaralar.
Ocaktaki ihtiyar adama dönüp bardağın sihirli bir nesne gibi davrandığını söylemem saçmaydı. Çünkü adam, benim gördüğüm şeyleri göremezdi. Belki de bu bardak onu körleştirmişti. O ihtiyar adam, gözlerini bardaktan bir türlü alamamış ve gördüğü şeyler onu zamanla kör etmiş olabilirdi. Okuduğum fantastik romanların etkisiyle, aklıma öyle tuhaf şeyler geliyordu ki... Belki de, o ihtiyar adam bilinçli olarak önüme koymuştu bu bardağı. Bu bir tuzaktı...

Tuzak olsa dahi, bardak, olup biten her şeyi gösterdiği sürece, ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Ama şu kesindi: Bardağın dolu kısmında gördüğüm her şey, bardağın boş kısmıyla alakalıydı. Eğer birileri zenginleşiyorsa, bu, birilerinin yoksullaştığı anlamına geliyordu. Yani, bardağın dolu kısmında da, boş kısmında da gördüğüm şey aynıydı. Savaş uçaklarına bakınca, o uçakların öldürdüğü insanları görüyordum örneğin. Parçalanmış cesetlere bakınca da, silah tüccarlarının kazandığı milyon dolarlar ve onların şatafatlı hayatları beliriyordu bardağın dolu kısmında… Ve bardakta, birilerinin her zaman bardağın dolu kısmını, birilerinin de boş kısmını görmek için çırpınıp durduğunu da görüyordum. Halbuki baktıkları bardak, gördüklerini sandıkları, ama gerçekte olmayan bir bardaktı… Zaten devletleri devlet, iktidarları iktidar yapan güç, olmayan bardakları varmış gibi göstermekle kalmayıp, bir de o bardakların dolu kısmını gösterme becerileri değil midir?

Örneğin Kürt sorunu, çeşitli yönleriyle tartışılıyormuş gibi yapılıyor. Sanki bir lütufmuş gibi algılanan bu durumun, gerçekte on yıllarca süren bir toplumsal mücadelenin kazanımlarıyla varılan bir nokta olmasını, hatta o toplumsal mücadeleyi manipüle etme gayretinin bir sonucu olmasını, görmezden gelmemiz isteniyor. Peki ya yerel seçimlerde, Diyarbakır bir AKP şehri olarak belirseydi, bugün Kürt sorunu nasıl tartışılırdı acaba? Ne devlet şiddeti, ne de dağıtılan erzak ve beyaz eşyalarla verilen rüşvetler kâr etmeyince, ortaya birden “Kürt açılımı” diye bir şeyin çıkıvermesini, bu açılımın MGK bildirisiyle tasdik edilmesini de görmezden gelelim… Kim tartışıyor bu meseleyi? Bugüne kadar tartışmamış olanlar… Ve bardak, dolup dolup boşalıyor. Sonra bir bakıyorsun bardak dolu, bir bakıyorsun boş… Gerçekteyse, ortada bardak filan yok. Sadece gerçekler var. Ölen, sakat kalan binlerce insan... Silah tüccarlarına verilen milyon dolarlar… Siyasal şiddeti bahane edip, yıllar boyu ezilenlerin haklarını gasp eden iktidarlar, bölgedeki siyasi boşluktan ve baskı ortamından faydalanıp zenginleşen bürokratlar, devlet adamları, holding patronları, uyuşturucu baronları, ağalar, şeyhler... Onlara da sormak lazım Kürt sorununu… 12 Eylülcülere de sormalı, kart-kurt seslerinin nereden geldiğini? Yoksa korku filmlerinde bile rastlanmayacak olaylara sahne olan Diyarbakır zindanlarından mı duydular o sesleri? Tüm ülkeyi tımarhaneye çevirmekte sakınca görmeyen 12 Eylül generalleri, siyasetçileri ve 12 Eylül sayesinde halkı daha bir iştahla sömürmeye devam eden sermaye sahiplerine de sormalı…

İşin tuhaf tarafı, devlet, ne zamanki bir sorunu çözmeye kalkışsa, o işin altında bir iş oluyor her zaman. 60 darbesi, buna güzel bir örnek… 60 darbesi, çeşitli özgürlüklerle birlikte gelmişti. Darbenin sol tınısı da, bazı solcularımızın gönlünü fethetmişti. Ama ne oldu sonra? Darbeyle verilen her şey ve daha fazlası, darbelerle geri alındı. Bu yüzden, 60 darbesini, toplumsal mücadeleyi manipüle ederek solu devletleştirmenin bir aracı olarak düşünmek mümkün. Tıpkı AB’nin dayatmalarıyla tepeden inen bazı demokratik hakların, toplum tarafından içselleştirilememesi ve haklar için mücadele etmek yerine, her şeyi AB’ye havale ederek çözmeyi istemesinde gördüğümüz gibi. Kapitalist ülkelerin birliğinden oluşan bir güç, bizim gibi darbelerle sakatlanmış ve geri bırakılmış bir ülke için kurtarıcıymış gibi algılanıyorsa, bundan en çok, kendisini toplumsal mücadelelerle meşrulaştıran solun kendisi zarar görür.

O ihtiyar kör adamın, ocaktaki işini bitirdikten sonra, kendisine çay koyup yanıma oturduğunu bile fark edememiştim, bunları düşünürken. “Bardağa bakıp ne düşünüyorsun öyle?” diye sormasına da şaşırmadım hiç. Gözleri görmediği halde, nereye baktığımı biliyor olması, önümde duran sihirli bardağın varlığından daha tuhaf değildi çünkü. “Hiç” dedim, “bardağın dolu ve boş kısımlarını düşünüyorum.” İhtiyar adam, ne demek istediğimi anlamış gibi, “Bütün bardaklar, boş yaratılır. Neyle dolu olduğu, dolu ya da boş olmasından daha önemlidir her zaman” dedi...

Bülent Usta (Birgün, 2 Eylül 2009)