SAKLI GELECEK

Posted: 21 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Chris Marker’ın 1962’de çektiği ‘La jetée’ adlı filmindeki o adam gibi, kendimi yeraltında bulunan bir sığınaktaymış gibi hissediyorum bir süredir. Aslında ‘La jetée’ bir tür fotoroman olarak çekilmişti. Fotoğraflar vardı sadece filmde. Anlatıcıya eşlik eden bir müzik ve fotoğraflardan oluşan bu filmi, bir metin örneği olarak üniversitede derste öğrencilere izletmiştim. Filmde anlatılan şeyden çok, nasıl anlatıldığı önemliydi. Aslında tüm filmler, fotoğraf karelerinden oluşan bir metindir nihayetinde. Ve bir film eleştirmeni, o metni okuyarak yorumlayan kişidir. Bu filmi benim için önemli kılan ise, sinemanın en ilkel teknolojisiyle çekilmiş distopik bir bilimkurgu olması. Bir havaalanı, uçaklar, bombardımanda yok edilmiş bir şehir, yeraltında bulunan bir sığınağa saklanmış insanlar ve bir insanın üzerinde gerçekleştirilen deney…

Filmin ayrıntısına girmeyeceğim. Ama o ayrıntılarda gizli olan şeyler, sürdürmekte olduğum tren yolculuğunun kaderini de belirledi. Çünkü aylar evvel, yine bu köşede yaşadığım ve gizli kalmasının iyi olacağını düşündüğüm bir olaydan bahsetmiştim. 26 Kasım 2008 gününe aitti o yazı. Ve o yazıda, kahvehaneye gittiğim bir gün, oturduğum masadaki gazeteleri karıştırırken, 26 Kasım 2018 gününe ait bir gazeteyle karşılaşmamdan bahsediyordum. 10 yıl sonrasına ait bir gazeteyle... Önce bunun bir şaka olduğunu düşünüp kahvehanedeki diğer insanlardan kuşkulanmış, gizlenmiş bir kamera aramıştım etrafımda. Ama sonra, bunun ciddi ciddi 10 yıl sonrasına ait bir gazete olduğuna emin olduktan sonra, büyük bir telaşla evin yolunu tutup, korkudan kapıyı pencereyi kilitlemeyi ve gazeteyi bulabildiğim en gizli yere saklamayı da ihmal etmemiştim. Neler yazmıyordu ki gazetede… Kapitalizmin son kalesinin de yıkıldığından tutun, Fenerbahçe’nin Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandığına kadar bir dolu haber ve yorum vardı içinde. Peki, neden gizlemiştim o gazeteyi? Okuduğum komplo teorilerinden etkilenerek, istihbarat örgütlerinin gazetenin peşine düşeceğini düşünmüştüm çünkü.

Chris Marker’ın filmini izledikten sonra, o gazeteyi sakladığım yerden çıkardım ve bu gazetenin büyülü bir nesne olup olmadığını, bu gazete aracılığıyla, filmdeki o adam gibi geleceğe ve geçmişe yolculuk yapıp yapamayacağımı araştırmaya karar verdim. İşin tuhaf tarafı, gazeteyi en son 26 Kasım 2008’de okumuş ve o gün gazetenin basım tarihinin 26 Kasım 2018 olarak kaydetmiş olmama rağmen, elimde tuttuğum gazete 21 Ekim 2019 gününe aitti. Bunu daha önce nasıl olup da fark edemediğime anlam veremedim önce. Bu, müthiş bir şeydi… Gazete, sürekli olarak kendisini yeniden yazıyor ve her gün, on yıl öncesine ait haberler ve yazılarla dolduruyordu sayfalarını…

Ânı Yaşamak

Asıl mühim nokta, büyülü bir nesne olan bu gazetede yazılanların doğru olup olmadığıydı. Belki de bir fantezi olarak geleceği tasarlıyordu bu gazete, günümüzdeki ‘boyalı basın’ın yaptığına benzer. Belki de 10 yıl sonra, Dünya yok olacaktı. Chris Marker’ın filminde olduğu gibi, bir avuç insan yeraltında bir sığınağa sığınıp, nerede hata yaptık diye düşünecek, çareler arayacaktı. Çünkü, gazetenin yazdığına benzer olumlu gelişmelere günümüzde pek rastlamıyordum. Şüpheci bir gözle gazeteyi okumaya başladım ben de… Acaba yazılanlar doğru olabilir miydi? Sonra gazetedeki bir yazı dikkatimi çekti. Şöyle diyordu yazıda: “Uzunca bir süre, insanlar geçmiş ve geleceğin olmadığı bir hayat sürdüler. Kapitalizm insanlara ânı yaşamalarını telkin ediyordu. Geçmişin ve geleceğin olmadığı bir hayat… Bu sayede, insanın performansının ve özgüveninin artacağı ima ediliyordu. Ânı yaşamak, tüketmek demekti çünkü. Bir ilişki mi yaşıyorsun, ânı yaşa… Öncesi ya da sonrasının önemi yok. Gelecek, sadece kaygı verici bir şey olarak algılanıyordu, geçmişse sıkıcı ve eski… Ütopyaların itibarı azalmış, partiler günü kurtarmaya yönelik politikalar üretiyor, kapitalistler doğaya ve insana verdikleri zararın nelere yol açacağını düşünmeden sadece kâr hesapları yapıyorlardı. Apolitiklik, politik bir refleks olarak toplumun her kesiminde yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. Çünkü politika demek, geçmiş ve gelecek demekti. Politika, şirketlere dönüşmüş partilerin hayal ve fikir pazarladıkları bir piyasaya dönüşmüştü zamanla. Kimin daha çok parası varsa, ürettiği politik ürünlerin o kadar çok reklamı yapılıyordu. İşte tüm bu olup bitenlerden sonra, bildiğiniz gibi…”

Yazının geri kalanından bahsetmeyeceğim. Çünkü, gelecekten vereceğim her haber, geleceğin gerçekleşmesini engelleyebilecek bir kırılma yaratabilir. Ama gelecekten bakarak günümüzü yorumlamak ve ne yaptığımızı görmek için o gazetede yazan yorumlar çok daha mühim… Ama bunun için, sadece geleceği yazan bir gazete de gerekmiyor elbette. Pek çok roman, öykü, şiir, geçmişten olduğu kadar gelecekten de haber getirmiyor mu zaten? Ne kadar farkındayız, onların gerçekte büyülü birer nesne olduğundan?

Aslında gazete dediğimiz şey, ‘boyalı basın’ diye tabir edilen gazetelerin tam tersine, günümüze bakıp gelecekten haber veren bir aygıta dönüşebildiği oranda, hayata etkide bulunan büyülü bir nesne olacaktır. Ama bunun için, Chris Marker’ın ‘La jetée’ adlı filmindeki anlatıcının dediği gibi, ‘başka bir zamanı tasavvur veya hayal edebilecek insanlar’ olması gerekiyor. Kendisini, ânı yaşamanın büyüsü ve rahatlığından koparmış insanlara… Sanatın, bilimin, felsefenin içinde, geleceğe dair gizli mesajlara ulaşacak insanlara…

Bülent Usta (Birgün, 21 Ekim 2009)

NASIL BİRLİKTE YAŞANIR?

Posted: 14 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir süredir üniversitede ders vermek için haftada bir gün, üç ayrı taşıta binip yolculuk yapmak zorunda kalıyorum. Uzun zamandır böylesine otobüslerde vakit geçirmediğim için, İstanbul’un trafiğini unutmuşum. Otobüsler, vapurlar tıkış pıkış… İnsanlar inanılmaz gergin… Öyle ki, bir yolculuk sırasında –tesadüf olsa gerek- üç ayrı kavgaya tanık oldum.

Etrafımı saran kalabalıktan kendimi korumak için, eğer oturma şansı bulmuşsam bir kitabın sayfaları arasında kaybolmaya çalışırım. Bu çoğunlukla bir roman ya da öykü olur. Bedenim, o otobüste, ama ‘ben’ başka bir yerdedir artık. Böyle yapmamın nedeni, insanlardan hoşlanmadığım için değil. Tüm bu yabancı insanların bedenleriyle bedenim arasında mesafenin fazlaca kısa olması… Bilimsel makalelerden birisinde okumuştum: İnsan beyni, yabancı olarak duyumsadığı varlıkların bedene fazlaca yaklaşmasıyla birlikte alarm durumuna geçiyormuş. Bir tür kendini koruma çabası… İnsanların kulaklığını takıp müzik dinlemesi bile, aslında kalabalıkla bir mesafe yaratmak içindir bir bakıma. Çünkü nasıl insanlarla birlikte olma ihtiyacı duyuyorsak, yalnız kalma, kendi içimize dönme, başkalarının varlığını duyumsama ihtiyacımız gibi, kendi varlığımızı da duyumsama ve yaşama ihtiyacı duyarız nihayetinde.

İşte bu otobüs yolculuklarımdan birisinde, tesadüf olsa gerek, Roland Barthes’ın Sel Yayıncılık’tan çıkan ‘Nasıl Birlikte Yaşanır’ adlı kitabını okuyordum. Şöyle diyordu Barthes: “Evlerde, apartman dairelerinde, trenlerde, uçaklarda, derslerde, seminerlerde lükse sahip olmak demek, çevresinde yer olması demektir.”

Kritik uzaklığı bulmadan ve düzenlemeden birlikte yaşamak, bence de pek mümkün gözükmüyor. Panik atağın ve stresin neredeyse modern yaşamın bir parçası haline gelmesi, bu kritik uzaklığı düzenlemeye ihtiyaç duyulmamasıyla alakalı gibi geliyor bana. Daha da önemlisi Barthes, yaşamak için zorunlu olan bu kritik uzaklığı, birlikte yaşayan öznelerin mesafe ahlakıyla açıklıyor. Ama bu ahlak, ahlaka dair her şeyde olduğu gibi çeşitli sorunları da taşıyor içinde: Bedenlerimizi zırhlarla mı kaplayarak kendimizi koruyacağız? Yoksa, zırhları tamamen kaldırmanın yollarını mı arayacağız? En önemlisi, o kritik uzaklığı, neye göre belirleyeceğiz?

Barthes, kitapta ortaya bir kavram atıyor: ‘idyoritmi’… İdyoritmi, her bireyin kişisel ritminin yerini bulduğu birlikte yaşama anlamına geliyor. Özerkliğini kaybetmeden topluluk üyesi olanlara örnek olarak da, ilk Hıristiyanların keşişlerinden Seylan’ın ılımlı Budist keşişlerine kadar bir dizi örnekten yola çıkarak bu kavramı görünürleştirmeye çalışıyor. Thomas Mann, Emile Zola ya da Daniel Defoe gibi yazarların romanlarından yola çıkarak idyoritmi meselesine farklı boyutlar kazandırıyor. Ama amaç, idyoritmiye dair tanımlamalar yapmak, hazır reçeteler sunmak değil. Daha çok yöntemli sorular sordurmak ve çeşitli dizgeler içerisinde idyoritmiyi göstererek tartışmak… Ayrıca, Barthes’ın ‘idyoritmik birlikte-yaşama ütopyası’nı araştırması toplumsal bir boyut da taşımıyor, Fourier gibi düşünürlerde gözlemlediğimiz gibi. Barthes, bu kitapta yer alan derslerine, ‘kişisel kullanıma yönelik ütopya’ olmamasına duyduğu açlıkla başlıyor zaten. Derslerinde romanlara bu kadar çok yer vermesi de, kişisel ütopyalar dediğimiz şeyin daha çok romanlar aracılığıyla mümkün olmasından kaynaklanıyor bir bakıma.

İdyoritmi bozulmuş bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Bu ritmi, devletten kapitalizme kadar pek çok şey bozuyor. Herkesin gergin olmak için öyle çok nedeni var ki… Mesela, otobüste bu kitabı okur ve birlikte nasıl yaşayabileceğimizi hayal ederken, otobüs şoförü yolculardan birisiyle kavgaya tutuştu. İkisinin de gergin olma nedeni anlaşılabilirdi.

Birbirlerine yumruk atacak, hakaretler yağdıracak kadar onları geren, strese sokan o kadar çok şeyden bahsedebiliriz ki… Bu olayın ardından kadın yolculardan birisi tacize uğradı ve olaya müdahale eden bir erkek, tacizci erkeği yumruklamaya başladı. Olay orada da kalmadı. Kavga edenler otobüsten indiğinde, taciz edenin arkadaşları birikti ortalıkta ve kısa süreli bir linç girişimi de yaşandı bu arada. Kalabalığın büyük bir kısmı, televizyondan izler gibi izlemişti yaşanan linç girişimini…

Prozac toplumu diyerek günümüz insanını eleştirmek kolay gözüküyor. Ama bu koşullarda, insanların o kritik uzaklığı yaratmak için çeşitli araçlara ihtiyaç duyması kaçınılmaz. Ama bu sorunun farkına varmak ve nedenleri üzerine düşünmek çok daha mühim olsa gerek. Yani işin içine sadece psikologları sokmak, sosyologların tespitlerinden, siyasetbilimcilerin yorumlarından faydalanmak yetmiyor.

Bir göstergebilimci olan Roland Barthes’ın bu çalışması, soruna bir başka gözle bakmamız için oldukça mühim. Ama Barthes’ın kitabı, Barthes’ı ilk kez okuyacaklar için zorlayıcı bir kitap. Üstelik kitabın, derslerin ses kayıtlarından hazırlanmış olması ve Barthes’ın ‘parçacıklar’ adını verdiği şeyler uyarınca düzenlenmiş olması da, alışıldık okuma etkinliğinden daha fazlasını talep ediyor okurdan, kaçınılmaz olarak.

Ricœur’ün kitaplarında da gördüğümüz gibi, Barthes, bu dersler aracılığıyla okura düşünce mutfağını açıyor bir bakıma. Oluşturduğu dizgeler içerisinde bir düşünce akışı içinde deviniyor insan. Aslında alışık olduğumuz şey, yazar ve düşüncelerin mutfağı değil, o mutfaktan çıkanlardır genellikle.

Beni, bu kitapta en çok kışkırtan şeylerden birisi de, Barthes’ın ‘kişisel kullanıma yönelik ütopyalar’ tespiti oldu… Ütopya değil, ütopyalar… Sadece toplumsal değil, bireysel ütopyalar… Sanırım roman türünün günümüzde sırtını yaslayacağı yer de bu kişisel ütopyalara duyulan ihtiyaç olacak… Çünkü insanın sadece toplumla değil, kendisiyle de arasına mesafe koyacağı yaşamsal ve düşünsel araçlara duyduğu ihtiyaç, her geçen gün daha da artıyor.

Bülent Usta (Birgün, 14 Ekim 2009)

HER GÜN CUMARTESİ

Posted: 7 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Varlık” dergisinin son sayısında, edebiyatçı kadınlara “Cumartesi Anneleri” sorulmuş. Belki de “Cumartesi Anneleri”nin acısını, kadın olarak onların daha iyi hissedebileceği düşünülerek… Erendiz Atasü, Zeynep Aliye, Gülseli İnal, Oya Uysal, Nalan Barbarosoğlu, Deniz Durukan, Müge İplikçi, Şebnem İşigüzel ve Betül Dünder, “Cumartesi Anneleri”nin acısını paylaşan, kendilerini nasıl etkilediğini anlatan çarpıcı yanıtlar vermişler bu soruşturmaya.

Soruşturmanın girişinde, “Sosyalist olmak, sendikacı olmak, muhalif olmak, Kürt olmak, Korucu olmayı reddetmek kaybedilme nedeni oluyordu” diye yazıyor. Ve İHD’nin kayıtlarına göre, kayıp sayısı 1251 olarak gözüküyormuş. 1251 insan, 90’lı yıllardan bu yana, cesetleri bile bulunmayacak şekilde kaybedilmişti. Ve bu kaybedilen insanların anneleri, 27 Mayıs 1995’ten itibaren tam 200 hafta boyunca, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde toplanmaya başladı. Her geçen hafta, gözaltında kayıplarla birlikte, toplanan annelerin sayısı da artıyordu.
“Cumartesi Anneleri”nin sayısı arttıkça, polisin müdahalesi ve baskıları da artmaya başladı. Zaten acı içinde olan bu anneler, bir de saçlarından tutulup yerlerde sürükleniyordu. Her şeye rağmen onlar orada toplanmaya devam ettikçe, onların varlığından duyulan korku da arttı. Sonunda “Cumartesi Anneleri”ne Galatasaray Lisesi’nin sadece önü değil civarı da yasaklanır hale gelmişti.

Bir yazımda şöyle yazmışım o günlere dair: “Onların yanına oturduğum bir gün, tellerin üzerine konmuş kargalardan ya da güvercinlerden birisi üzerime pislemişti. Cumartesi Anneleri’nden birisi, belki gözyaşını silmek için yanında getirdiği kâğıt mendille omzumdaki kuş pisliğini silmişti. Ama öyle bir silmişti ki, sildiği şeyin bir kuş pisliği olmadığını anlamıştım o an. Bende kendi oğlunu gördüğünü hissetmiştim dokunuşundan. O temasla birlikte onların acısı bana da geçmişti sanki. Ellerinde tuttukları resimlere daha bir dikkatli baktım bu defa. Baktıkça baktım, baktıkça baktım ve o resimlerdeki kayıp insanların gözlerinde onlarla birlikte kaybolan şeyleri hatırladım birer birer.”

On yıl aradan sonra, 31 Ocak 2009’dan itibaren “Cumartesi Anneleri”, Galatasaray Lisesi önünde yeniden görülmeye başladılar. Sanırım onların tekrar ortaya çıkması, unutturduk diyenlerin korkularını yeniden canlandıracak. Ama canlanacak olan sadece katillerin korkusu olmayacak elbette…

“Varlık” dergisinin soruşturmasına dönecek olursak, edebiyatçı kadınların yanıtlarının, daha çok annelerin acılarını paylaşmaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Kimse, bu kayıpların nedenleri üzerine eğilmemiş. Sanırım bu da, edebiyatçılara biçilen “vicdan” göreviyle alakalı. Şebnem İşigüzel, “bu ülkenin bir vicdan sorunu olduğunu düşünüyorum” diyor örneğin yazısının başında.
Ama “vicdan” dediğimiz şey, kendi başına bağımsız ele alınabilecek bir şey değil ki… O “vicdan sorunu”nu yaratan nedenler, “vicdan sorunu”ndan çok daha mühim bence… Sanatçılar, toplumun sadece vicdanı değil, aklı da olabilmeli… Ve o akıl, içinde vicdanı da, duyguları da, sezgileri de barındıran bir akıl olduğu için, çok daha değerli ve işlevli bir akıl olacaktır…

Kadınlar Dile Gelince

“Kadınlar Dile Gelince” adlı bir kitap yayımlandı bugünlerde Amargi Yayınevi tarafından… “Amargi”, bildiğiniz gibi feminist bir dergi… Pınar Selek, kitaba yazdığı önsözde, “Amargi”yi “bir özgürlük atölyesi” olarak tanımlıyor ve bu atölyenin varlık nedenini de, “sadece cinsiyetçiliğe karşı değil, tüm varlıkları mutsuz eden içiçe geçmiş bütün iktidar ilişkilerine karşı politik özneler haline gelmek” olarak tanımlıyor. “Bilgi üretiminin toplumsal yaşam ve politikadan koparak ayrı kompartımanlarda kurumsallaşmasını” ataerkil örgütlenmeye bağlayan Selek, "bağlantılı olduğunu da gördüğümüz için hem eyliyoruz, hem düşünüyoruz” diyerek, Amargi’nin faaliyet alanını da göstermiş oluyor.

Aslı Güneş’in hazırladığı, Nurcan Bayraktar, Zeynep Demirsü, Figen Öcal, Güliz Özarslan, Özlem Denli, Gülru Dede, H. Ezgi Doğru, Sanem Güner, Suzan Karaibrahimoğlu, Nil Perçinler, Yurdagül Sayıbaş, Neşe Ceren Tosun, Berna Turhan, Ayda Baloğlu, Deniz Bekdemir, Gülhan Davarcı, Başak Güntekin ve Çiğdem Mater’in yazılarından oluşan “Kadınlar Dile Gelince”, Amargi çatısı altında oluşturulan “Küçük Hanımefendi’nin Edebiyat Atölyesi”nin bir ürünü…

Flaubert’in “Madam Bovary” adlı romanından Virgina Woolf’un yapıtlarına, Sevgi Soysal’ın “Tante Rosa”sından Adalet Ağaoğlu’nun “Üç Beş Kişi” adlı romanına kadar, bir dizi yapıtın içinde kadın kahramanların bıraktığı izleri takip ederek, edebiyatın erkek egemen yüzünü açığa çıkarıyorlar. Hatta kadın yazarların bile, yapıtlarını oluştururken nasıl erkekleştiklerini, yine edebiyatın içinden eleştiri getirerek sorgulamaları, oldukça dikkat çekici…

Bülent Usta (Birgün, 7 Ekim 2009)