ABİLER ve CENAZELER

Posted: 25 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Camus’nün naaşını, Panthéon’a taşıma tartışmaları yaşanıyor bugünlerde Fransa’da. Halk desteğini yavaş yavaş yitiren Sarkozy’nin Camus’nün naaşı üzerinden siyaset yaptığı iddia ediliyor. Tıpkı bizde vatandaşlıktan çıkarılan Nâzım Hikmet’e AKP hükümeti tarafından vatandaşlık hakkının geri verilmesi gibi. Camus’nün ölümünün 50. yıldönümünde, mezarı Panthéon’a taşınacak mı bilemiyorum ama, oğlu Jean Camus, varoluşçu ve anti-otoriter bir yazar olan babasının debdebeli bir törenle yeniden gömülmesi fikrine karşı çıkıyor. Üstelik, şan ve şerefi küçümseyen birisi için, devlet töreni düzenlenmesinin tiksindirici olduğunu da eklemeden edemiyor. Albert Camus, gerçekten de şan ve şeref gibi şeylerden nefret etmiş bir yazar. Üstelik devlet denilen örgütlenme biçiminin bireyin varoluşu için aşılması gereken büyük bir engel olduğunu da dile getirmiş bir isim...

Aklıma Ece Ayhan’ın cenaze töreni geldi, Camus tartışmalarını okurken. Onun cenazesine de, sınırlı da olsa devlet erkânından kişiler katılmış, İzmir Belediye Başkanı konuşma yapmış, zamanın başbakanı Ecevit’in de mesajı okunmuştu cenazede… Ecevit’in mesajı şöyleydi: “Ece Ayhan çağımızın büyük ozanlarındandı. Şiirleriyle gönlümüzde yaşayacaktır. Türk şiirinin bu müstesna insanına Allah'tan rahmet diliyorum”. Ecevit’in aynı zamanda bir şair olması, hatta Ece Ayhan’ın arkadaşı olması, bu ilgiyi elbette anlaşılır kılıyor. Ama bir şair ve arkadaşı olarak, Ece Ayhan’ın devlete ve şiire nasıl baktığını da biliyor olmalıydı. Ece Ayhan diyordu ya: “Şiirimiz karadır abiler”… Neden karaydı şiiri? Abiler diye seslendiği kişiler kimdi, bir düşünmek lazım.

Ya da, Nâzım’a yıllar sonra vatandaşlık hakkının geri verilmesini kutlayan siyasiler ya da şairler de, Nâzım’ın şiirini ve siyasi görüşleri yüzünden yaşadıklarını bilmiyor olabilirler miydi? Onu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaparak, hem büyük bir utancı ortadan kaldırmak, hem de onu evcilleştirip salt Türk şiirinin ve kültürünün bir motifine dönüştürmek miydi asıl niyetleri? Yoksa amaç, Nâzım üzerinden bir mesaj mı vermekti? Bakın, bugüne kadar devletin zulmüne uğramış herkesin sözcüsü olacağız. Peki, bu mümkün müydü? Abiler, abiliklerini bırakabilir miydi? Yoksa, abilik mücadelesini kazanmış yeni abilerin, mahallede caka satmak için, önceki abilerin hışmına uğramış olanlara kol-kanat germesi gibi bir jest miydi sözkonusu olan. Böyle bir jeste Nâzım’ın ihtiyacı var mıydı? Hayalini kurduğu, uğruna hapisler yatıp acılar çektiği fikirlerine uygun bir devrim olmadan, ona bir lütuf gibi verilen bu vatandaşlık hakkı için, Nâzım yaşasaydı, ne derdi acaba? Kabul eder miydi bu lütufu?.. Ya da Albet Camus, ezilenlerin azılı bir düşmanı olan Sarkozy’nin yaptığı bu kıyağı, nasıl değerlendirirdi?

Şöyle olsaydı anlardım: Fransa’da edebiyatçılar ve Camus’nün okurları toplanıp eylem yapsa, imzalar toplasa, Fransa’nın önde gelen yazarları “Camus’nün mezarı neden Panthéon’da değil” diye açıklamalar yapıp, bunun çok gerekli olduğuna dair argümanlar geliştirseydi, belki oğlu Jean da, böyle bir tepki göstermeyecekti. Ya da Nâzım’ın vatandaşlık hakkını, Nâzım’ın hayalleri ve fikirleri uğruna mücadele edenler tartışıp, bunun çok gerekli olduğunu iddia edip harekete geçseydi, yine anlaşılabilir bir şey olacaktı. Yani mesele, ele alınan sorunun gerçek öznelerinden bağımsız hareket edilmesi ve bunun yaygın bir tavır haline getirilerek, abilerin kendi aralarındaki hesaplaşmalarda kullanılması... Tıpkı Kürt sorunu etrafında yaşadığımız tartışmalar gibi...

Tutkuların Dansı

Metis Yayınları, bugünlerde Ludwig Wittgenstein’ın “Kesinlik Üstüne – Kültür ve Değer” adlı kitabını yayımladı, Doğan Şahiner’in çevirisiyle... Aslında iki ayrı kitabın tek bir kitap halinde yayımlanması sözkonusu... “Kültür ve Değer”, Wittgenstein’ın 1951’de ölümünden sonra geride bıraktığı folyolar halindeki elyazması notlarından derlenmiş. Bu notlar sayesinde, Wittgenstein’ın sanat ve kültür üzerine fikirlerini öğrenme fırsatını yakalamış oluyoruz. Örneğin ünlü filozof, Shakespeare için şöyle diyor, bir notunda: “Shakespeare’in insan tutkularının dansını sergilediği söylenebilir. Bu sebeple nesnel olmak zorunda, aksi halde insan tutkularının dansını sergilememiş –bunlar hakkında, diyelim ki, konuşmuş- olurdu. Ama o bunları bir dans içinde gösteriyor, doğalcı bir şekilde değil.”

Shakespeare’i ölümsüz yapan da, tutkuların bu dansı değil midir zaten? Ama bizim edebiyatımızda, nesnellik denilince, tutkuların dansı anlaşılmıyor pek. Kenarda durup dans edenler hakkında konuşmayı, nesnellik zannediyorlar hâlâ.

Wittgenstein, başka bir notunda da, “Bugünlerde insanların bilimcilerin onlara bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin, vb. ise onları eğlendirmek için var olduğuna inanıyor. Berikilerin onlara öğretecek bir şeyleri olduğu hiç akıllarına gelmiyor” diyor. 1939’da Wittgenstein’ın şikayet ettiği bu durum, bugün neredeyse sanatın algılanışını tamamen ele geçirmiş gibi gözüküyor. Özellikle sanatın piyasa koşullarına göre şekillenmesiyle birlikte...

Bilim, genellikle yanıtlar peşinde, sanatsa sorular peşinde koşar... Doğru soruyu sormanın, doğru yanıtı bulmaktaki önceliğini insanlar genelde pek bilmedikleri için, böyle bir yanılgının yaşandığı kesin...

Bülent Usta (Birgün, 25 Kasım 2009)

ŞİŞKO BİR ZENCİ KADIN

Posted: 18 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Ünlü romancı Marcel Proust, 87 yıl evvel bugün, yani 18 Kasım 1922’de ölmeden önce “şişko bir zenci kadın” gördüğünü iddia etmiş. Olağanüstü yapıtlar kaleme almış, modern romanın kurucuları arasında yer alan bir yazarın şişman bir siyah kadın halüsinasyonu görmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüm uzun uzun. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan henüz çıkan Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak kitabının yazarı Mehmet Rifat, kitabın biyografi bölümünde, Proust’un bu son sözüne yer vermesinin de bir anlamı olmalıydı. Belki de tuhaflık, Proust’un ölmeden evvel böyle bir söz söylemesi ya da böyle bir halüsinasyon görmesi değil de, benim bu söze takılmış olmamdır. Neden “şişko bir zenci kadın”?..

Marcel Proust’un romanlarından Swann’ın Bir Aşkı’nı okurken (Can Yayınları’ndan çıkmıştı o yıllarda), hiç ara vermemiş ve bir roman okumanın gerçek lezzetini tüm yönleriyle tadmıştım. Beni o kitapta neyin bu kadar çektiğini, sonradan YKY tarafından yayımlanan ve 7 ciltten oluşan Kayıp Zamanın İzinde’nin tüm ciltlerini okumuş olmama rağmen, tam olarak anlamış değilim henüz. Anladığım elbette çok şey var, ama anlamadığım şey, daha lise öğrencisiyken o kitabı bir çırpıda okuyuşumdaki tutku… Mehmet Rifat’ın "Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak" kitabını okurken, o ilk tutkumun kökenlerini de araştırmaya koyuldum. Sonra kitapta Proust’un Yakalanan Zaman adlı romanından alıntılanan şu cümlelere rastladım: "Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar her insanın içinde de her an mevcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez."

Bu köşede yapmaya çalıştığım şeyin bir yönü de, edebiyatın bu özelliğinin altını çizmek oldu genellikle. Çünkü edebiyatın, edebiyatçılarımız tarafından bile yeterince ciddiye alınmadığı duygusunu almışımdır hep… Edebiyatçılar, edebiyattan çok kendilerini ciddiye alıyorlardı sanki. Ya da ciddiye aldıkları başka şeylerin bir aracıydı edebiyat… Yoksa, kendi yapıtlarına yönelik eleştirileri kişiselleştirmelerini başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki...

Mehmet Rifat’ın bir ‘Proust Kitabı’ hazırlamasını, açıkçası uzun zamandır bekliyordum. Hem Boğaziçi’nde verdiği dersler, hem Kitap-lık ve Sanat Dünyamız gibi dergilerde yer alan Proust hakkındaki yazı ve çevirileri, bu kitabın doğuşunu adım adım yaklaştırmıştı bize. Üstelik kitabın, tam da Proust’un ölüm yıldönümüne denk gelen günlerde çıkması, gerçek bir sürpriz oldu benim için. Kitap, ‘Proust Evreni’ başlığı altında, kronolojik olarak ayrıntılı bir biyografiyle başlıyor. Mehmet Rifat, Proust’un romanda ‘kronolojik olay örgüsü’nün hâkimiyetini yıkmasına gönderme yaparak, hazırladığı biyografiye, ‘Kronolojiyi Yıkan Bir Romancının Biyo-Bibliyografyası’ adını vermiş. Tabii burada ‘biyo-bibliyografya’ kavramını kullanmasının da incelikli bir tarafı var. Bibliyografya, bildiğiniz gibi ‘bir konu hakkındaki yayınların tamamı’ anlamına geliyor. Yani, biyografiden tamamen farklı. Rifat, ‘biyo-bibliyografya’ diyerek, Proust’un yaşamını ve eserlerini birbirinden ayrı değerlendirmenin imkânsızlığını göstermek istemiş. Gerçekten de Proust’un, tüm hayatını yedi ciltten oluşan tek bir eseri yazmaya adamış olması bir yana, bu eser, kendi hayatının bir yansıması da… Daha doğrusu, Mehmet Rifat’ın tabiriyle yazdığı bu eserlerle bir ‘Proust Evreni’ yaratmış yazar. Tıpkı tüm ihtişamıyla duran ‘Balzac Evreni’ gibi…

‘Proust Evreni’ bölümünde biyo-bibliyografya dışında, ‘Kendi Anlatımıyla Marcel Proust’, ya da ressam Blanche’ın ‘Marcel Proust Portresi’ ve Proust’un roman karakterlerini ele alan yazılarla yavaş yavaş ‘Proust Evreni’ içinde bir yolculuğa çıkartıyor bizi Mehmet Rifat… Ardından ‘Proust’un Yazma Serüveni’ bölümü ve ‘Proust Albümü’nde yer alan çok özel fotoğraflarından sonra, ‘Eleştirileriyle Proust’u Yaşatanlar’da Barthes, Kristeva, Deleuze gibi düşünür ve eleştirmenlerin çalışmaları ve tespitlerine dair kısa yorumlar karşılıyor bizi. ‘Bir Tanıklık’ bölümünde, Proust’un en yakınındaki kişi olan hizmetçisi Céleste Albaret’le yapılan söyleşi ve yapıtlarından oluşan alıntılarla tamamlanıyor kitap. Ve elbette, Mehmet Rifat’ın titiz çalışmasının bir ürünü olan ‘Kaynakça’ ve ‘Özel Adlar Dizini’de, Proust hakkında çalışma yapacak olanlar için bulunmaz bir fırsat sunuyor.

Mehmet Rifat’ın, Proust’un anlatısına ve dünyasına dair yaptığı incelikli analizler ve keşfettiği ipuçlarını burada tek tek sıralamak kitabın sürprizini bozabilir. Ama romanlardaki anlatıcı ile karakterler arasındaki ilişki ve Proust’un romanlarını bir elbise diker gibi oluşturmasının arka planını okumak, sanırım roman türüyle ilgilenenler için keyifli bir okuma ve keşif süreci olacaktır.

Yazımın başındaki ‘şişko bir zenci kadın’ muammasına dönmek istiyorum. Neden şişko bir zenci kadın? Bu halüsinasyonu düşünürken, aklıma ‘Six Feet Under’ adlı TV dizisindeki bir sahne geldi. Dizinin kahramanlarından Nathaniel, sık sık ölü babasını görür. Yine babasını görüdüğü bir gün, babası şişman bir zenci kadın ve beyaz, zayıf, solgun bir adamla Çin daması oynuyordur. O sahnede, şişman zenci kadın yaşamı, beyaz adam ise ölümü simgeliyordu. Ve yanlış anımsamıyorsam, birbirleriyle sevişiyorlardı da… Yaşamın ve ölümün sevişmesinden oluşuyordu hayat ve tabii ki edebiyat…

Proust’un gördüğü bu halüsinasyonun anlamını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Ama 51 yaşında fiziksel olarak ölen bu yazarın, pek çok dilde yaşadığını ve yaşayacağını biliyorum. Hani kendisi, Rembrandt ve Vermeer gibi sanatçıları, sönseler bile aydınlatmaya devam eden gezegenlere benzetiyor ya, onun Proust gezegeni de, daha uzun süre kendisine has ışınlarıyla hayatımızı aydınlatmaya devam edecek.

Proust, sanatçının ölümsüzlüğüyle ilgili olarak Yakalanan Zaman’da şöyle yazar: "Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açılan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür; bu dünyalar, adı ister Rembrandt olsun, ister Vermeer, ışıklarının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendilerine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ederler.”

Bülent Usta (Birgün, 18 Kasım 2009)

SAVAŞA KARŞI SANAT

Posted: 11 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Nasıl ünlü müzik grupları AIDS ile mücadeleye destek olmak için konserler veriyorlarsa, başını Nobel ödüllü yazar Nadine Gordimer’in çektiği 21 yazar da, “Telling Tales” adıyla kendi seçtikleri öykülerden oluşan bir kitap yayımlamışlardı 2004’te.

Arthur Miller’dan Kenzaburo Oe’ye, Salman Rushdie’den Woody Allen’a kadar pek çok ünlü yazarın öyküsünün bulunduğu kitap, ÇEVBİR, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu UNFPA ve Pan Yayıncılık’ın katkılarıyla Türkiye’de “Dile Kolay” adıyla yayımlandı bugünlerde. Kitaptan elde edilecek gelir ise, AIDS’le Savaşım Derneği ASD’ye gidecek.

Bu türden çabalarda edebiyatçıların da yer alması, bana oldukça mühim geliyor. Mesela bizim edebiyatçılarımız da, Kürt sorununun konuşulduğu bugünlerde bir “Barış Öyküleri Seçkisi” ya da “Savaş Karşıtı Öyküler” seçkisi hazırlasa... Geliri, insan hakları kuruluşlarına gitse... İyi de diyeceksiniz, bir seçkiyi dolduracak kadar savaş karşıtı öykü bulabilir miyiz edebiyatımızda. “Eşik Cini” öykü dergisini çıkardığımız zamanlar, bu türden bir dosya hazırlamaya kalkışmıştık ve öykücülerimizin bu konulara yeterince eğilmediğini, doğrudan savaş karşıtlığını ele alan öykülerin edebiyatımızın en kısır alanlarından birisi olduğunu üzülerek görmüştük. Neden diye sorduğumuzdaysa, savaşarak kurulmuş bir cumhuriyetin, iki dünya savaşı ve soğuk savaşın etkisinde oluşan bir edebiyat gerçeği karşımıza çıkmıştı. Mesela Halikarnas Balıkçısı mahlazıyla tanınan Cevat Şakir’in, “Resimli Ay” dergisine asker kaçaklarını savunan bir yazı yazdığı için, İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılandığını, son anda cezasının sürgüne çevrilerek Bodrum’a gönderildiğini biliyor muydunuz? Şimdi biz, Cevat Şakir’den nasıl siyasi içeriği olan öyküler yazmasını bekleyebiliriz ki... O da, Bodrum’u, balıkçıları ve doğa sevgisini konu edinmiş öykülerinde doğal olarak... Nâzım Hikmet’in başına gelenleri, zaten biliyorsunuz. Askeri öğrencilerin yataklarının altından şiirleri çıktığı için, “ordu içinde kışkırtma çıkartmak istediğine” kanaat getirilerek 15 yıl hapis cezası verilmişti. Bu örnekler çoğaltılabilir... Ama savaş karşıtı öykü örneklerini çoğaltamayız. Belki bundan sonra, hem sinemada, hem edebiyatımızda savaş karşıtı ürünler, kahramanlık hikâyelerinin önüne geçebilir. Daha doğrusu, eğer sanat ve edebiyattan bahsediyorsak, geçmelidir de... Çünkü edebiyatın, ölümün karşısında hayatı savunmaması düşünülemez...

Nadine Gordimer’in Mozambik’teki bir çocuğun gözünden iç savaşın dehşetini anlattığı öyküsü, “Dile Kolay”ın en çarpıcı öykülerinden birisi... Tam anlamıyla savaş karşıtı bir öykü... Annesinin ve babasını savaşta kaybeden bir çocuğun, ninesi ve kardeşiyle birlikte yaptığı yolculuğu anlatıyor. Aklıma “Come and See” filmi geldi, öyküyü okurken. Filmde bir Rus çocuğunun gözünden 2. Dünya Savaşı’nın vahşetini, köylülerin bir kiliseye doldurulup yakılması gibi pek çok sahneyi çıplak bir biçimde gösteriyordu.

“Dile Kolay”da, oğlunu polis kurşunlarıyla kaybeden bir annenin iç dünyasına, Njabulo S. Ndebele’nin “Bir Oğul Yitirmek” adlı öyküsüyle tanık oluyoruz. Oğlunun cesedini almak için para ödeyen, yani oğlunun cesedini satın alan bir annenin öyküsünü... İnsanın aklına bu topraklara dair pek çok anı geliyor ister istemez... Irkçı Güney Afrika polisinin yaptığı şeylere bakarak, ırkçılığın aslında evrensel bir boyutunun olduğunu görüyor insan. O öyküyü, zaman-mekân ve karakterlerinin adlarını değiştirerek, pek çok kültüre ve yaşantıya uyarlamak mümkün. Ve o annenin yaşadığı acıyı, çocuğunu kaybeden her annenin yüreğinde bulmak mümkün.

İnsanın aklına şu basit soru takılıyor, bu türden filmleri izleyip öyküleri okuduktan sonra: Neden hâlâ savaşlar oluyor yeryüzünde? Neden hâlâ ordulara, silahlara ihtiyaç var? 2. Dünya Savaşı’nın vahşetini anlatan yüzlerce film, binlerce roman, şiir, öyküden sonra, neden hâlâ 3. Dünya Savaşı’nın yaşanmasından korkuyoruz, üstelik dünyanın pek çok bölgesinde, televizyonların canlı yayınladığı savaşlar sürerken?.. Bu sorunun elbette yüzlerce yanıtı var... O yanıtları, önem sırasına göre sıralamak da mümkün... Ama bu yanıtlar, yaşadığım bu şaşkınlığı azaltmıyor hiç. Bir insanın nasıl ırkçı olabildiğini hiç mi hiç anlayamıyorum örneğin. Ne kadar Adorno’nun, Serol Teber’in ya da bu konu üzerine yazan yazarların kitaplarını okusam da... Bu yüzden ırkçılığı, domuz gribine benzer bir virüs gibi düşlüyorum daha çok. Ve bu virüs, gündelik yaşamın içinde gelişip büyüyor gitgide... Bu yüzden, gündelik hayat, sanat için ihmal edilecek bir alan olmamalı hiçbir zaman.

Bu arada, bahsettiğim bu öykülere bakarak, “Dile Kolay”ın sadece savaş ve ırkçılık karşıtı öykülerden oluştuğu sanılmasın. Woody Allen’ın o hınzır öyküsü “Reddediliş”, Saramago’nun bir at-adamın etrafında kurguladığı masalsı öyküsü “Sentor” ya da Salman Rushdie’nin ezilen kadınların kurtuluşunu anlattığı “Ateş Kuşunun Yuvası” gibi, ölümün karşısında hayatı savunan ve insanlık hallerini pek çok yönden irdeleyen öykülerle dolu. Üstelik ÇEVBİR’in çok değerli çevirmenlerinin başarılı çevirileriyle, gerçek bir edebiyat zevki de sunuyor kitap...

Bülent Usta (Birgün, 11 Kasım 2009)

KARINCALAR BİLMEDEN SEVERLER

Posted: 4 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bazı kitaplar vardır, hayatınızın bir dönemiyle özdeşleşir, hatta hayatınızın o dönemine şekil verdikleri bile söylenebilir. Geçmişteki bir ânı anımsadığınızda, o âna dair fotoğrafın bir yerinde o kitap gözünüze ilişir. Belki o ana dair çok şey anımsamazsınız, ama fotoğrafın bir köşesinde sessizce duran o kitap, birden konuşmaya başlar. Okuduğunuz her cümle, sizi kayıp anılarınızın başka bir boyutuna götürür ve her şeyi anımsamaya başlarsınız. İşte, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı, benim için öyle bir kitap. Yaşadığım dönemin özelliklerine uygun olarak o kitaba başka kitaplar da ekleyebilirim. Örneğin Paul Nizan’ın “Fesat”ı, Philippe Djian’ın “Betty Blue”su, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı, Hermann Melville’in “Katip Bartleby”si, Hulki Aktunç’un “Bir Çağ Yangını” romanı... Liste böyle uzar gider. Arada, “Bulgaristan Sendikacılık Tarihi” gibi, gerçekte alakasız gibi görünen kitaplar da vardır o listede... Ya da Roland Barhes’ın “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”ı okuduğum zamanları düşündüğümde, içime sevinçle karışık bir hüzün dolar...

YKY, “Aylak Adam”ın 50. yılını, özel bir baskıyla kutluyor bugünlerde... Yeni baskısını alıp eve döndüğümde, edebiyat tarihimizin belki de en ilginç ve gizemli yazarlarından birisi olan Yusuf Atılgan’ın bu özel kitabının sayfalarını çevirdikçe, bir anılar denizinde kayboldum... Bu kitabı okuduğum zamanlar, Beyoğlu, henüz şu an yaşadığı değişimi tamamlamamıştı. Fransız Kültür Merkezi’nin çay ocağı herkese açıktı o zamanlar. Genç edebiyatçılar olarak orada toplanır, çay ve tost eşliğinde yazdığımız ya da yazacağımız yapıtları konuşurduk. Ya da Boğaz’a nâzır “Cennet Bahçesi” de halka açıktı o zamanlar. Özellikle sonbaharda, dökülen yaprakların masa ve sandalyeleri örttüğü o sessizlikte buluşur, hayaller kurardık. İşte “Aylak Adam”, o günlerin bir parçasıydı benim için. Öğrenci olduğumuz için, yarı-aylak sayılırdık ve hepimizin aklında büyük ve gizemli bir soruydu “gerçek aşk”...

Barthes, “yazarların ve yazmanların” sıklıkla birbirine karıştırıldığını, ama gerçekte birbirinden tamamen farklı olduğunu söyler bir yazısında. Örneğin, yazarlar için, “öğreti” ve “tanıklık”, yasaklı bölgelerdir. Onlar, düşünce pazarlamak ya da bir düşünceyi yaymak için çabalamazlar. Dünyanını “niçin”ini, “nasıl yazılmalı”da eritmek isteyen kişilerdir yazarlar. Yazmanlar ise, bir ideolojiye ya da bir şirkete kolayca bağlanabilir varlıkları, bağlandıkları o şeyin var olduğu dönemle sınırlı kalırken, yazarlarsa varoluşlarını yapıtlarının dünyaya sorduğu soruların gücüyle sürdürürler. Barthes, yazmanlığı küçümsemez; hem yazar, hem de yazman olmak zorunda kalınabilir çünkü... Hatta bu, bazen bir zorunluluk da olabilir. Ama Barthes, bu iki yazma ediminin birbirinden farklı olduğunu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğinin altını çizer. Özellikle piyasa şartlarında yazarların daha çok yazmanlığa zorlandığı günümüzde, bu ayrım üzerinde belki de daha çok durmak gerek.

Yusuf Atılgan, bir yazardı. Arkasında sadece üç roman, üç öykü kitabı ve çeviriler bırakan biri olarak, edebiyat tarihimizde kendisine güçlü bir yer edinmiş olmasını, yapıtlarının sorduğu sorularda ve anlatımının gücünde aramak gerek.

“Aylak Adam” için, “romanın kahramanı C.’nin gerçek aşkı arama serüveni etrafında, gündelik hayatın eleştirisini yapmaktadır” diyebiliriz. Ama sadece öyle midir? Sadece bu mudur “Aylak Adam”? Güçlü yapıtları güçlü yapan, onları sadece tek bir boyuta sığdırmanın olanaksızlığıdır aslında. Hiçbir zaman tam olarak açıklanamaz oluşları, onları zamanın içine yayar. Her okuma, başka bir okumaya dönüşür, ve her yanıt bir soruya...

Her sinemadan çıkışımda, “Aylak Adam”ın şu tespitini anımsarım: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor: Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Sonra da, bu durumu değiştirmek için bir öneri yapar “Aylak Adam”: “Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün, dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hepbirden çıksınlar...”

Gerçekten işe yarar mıydı bu, bilmiyorum. Ama o “beş-on dakikalık” canlıları gördükçe, olabilir diye içimden geçirmedim değil. Aslında o “beş-on dakikalık” canlıların daha uzun ömürlü olanları da var. “Beş-on yıllık”, “yirmi-otuz yıllık” ve az da olsa “bir ömürlük”... Sanki devasa bir sinema salonu içinde yaşamış gibi olan bu insanları, “bir ömürlük” canlı yapan iksirin ne olduğu ise bir muamma... Yoksa değil mi?

“Aylak Adam”ın takıldığı bir cümle vardır romanda, uyuyamadığı gecelerde gelip kendisini bulan bir cümle: “Karıncalar bilmeden severler.” Bilmeden sevmeyi başaramadığı için mi, bu soruya takılıp kalıyordu “Aylak Adam”... Bilmeden sevmek mümkün müydü? Belki de, bunu söylerken, hayatın akışına kendisini kaptıran insanları karıncalara benzettiği için böyle söylemiştir. Onların bilmeden sevdiklerini düşünerek... Peki ya bilseler?..

Bülent Usta (Birgün, 4 Kasım 2009)

OKUMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Posted: 1 Kasım 2009 Pazar by bülent usta in
0

Virgül dergisinden bir açıklama geldi e-postama… 12 yıldır yayımlanan Virgül, kapandığını açıklıyordu editöryal bir notla. Şöyle deniyordu açıklamada: “Okumakta olduğunuz, Virgül’ün son sayısı. Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz tahmin edilebilecek ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor.”

Dergiciliğimizin zor günler yaşadığı bir gerçek. Hadi ilan bulmayı, internet ve televizyonun etkisiyle ya da siyasi ve sosyal gerekçelerle yaşanan okur kaybını bir köşeye bırakalım, dağıtım sorunu gibi devasa bir sorunla baş etmek zorunda kalıyor dergiler. Bu sorunu dergilerin kendi başına aşması zor. Bir araya gelip aşmaları da, teoride mümkün, pratikte imkânsız. Özellikle kültür-sanat dergilerinin dağıtımında, bu sorunu aşacak çareler bulunamazsa, pek çok dergi de benzer bir kaderi paylaşacak gibi görünüyor.

‘Virgül’ün kapanması, evet içimi kararttı biraz. Düşünce dünyamızın bir damarı daha eksildi. Çünkü düşünce dünyası denilen şeyin nefes aldığı, kendini yarattığı mecraların başında gelir dergiler. Üniversite öğrencilerinin bile düzenli olarak, ilgi alanlarına uygun dergileri yeterince takip etmediğini düşünürsek, nerede hata yapıldığına dair pek çok soru uyanabilir zihnimizde. Hatta üniversitelerde ders veren hocaların arasında bile, evine hiç aylık dergi almayanlar var. Sadece gazete ve kitap okumak, bir entelektüel için yeterli bir okuma faaliyeti olamaz. Böyle şeyler söyleyince, dergileri suçlayanlara da rastlayabiliyorum. Nerde o eski dergiler diyerek geçmişe özlem duyanlardan, dergilerin içerik olarak yeterince zengin olamadığını söyleyerek editörlerin yetersizliğinden dem vuranlara kadar… En kötüsü, bir dergiden, olamayacağı bir şeyi talep ederek sırtını dönenler… Mesela ‘Varlık’ ya da ‘Kitap-lık’ gibi dergileri, yeterince siyasi, güncel ya da avangard olmamakla suçlayabiliyorlar. Böyle durumlarda benim yanıtım, o bahsettiğin avangard dergiyi sen çıkar oluyor. Çünkü bu dergilerin uzun yıllara dayanan bir geçmişleri, edebiyat anlayışları var ve üstelik kendilerini merkezde tanımlıyorlar. Ama bu durum, onların zaman zaman avangard ya da siyasi boyutu olan dosyalar hazırlamasına da engel olmuyor. ‘Varlık’ dergisi son sayısında ‘Cumartesi Anneleri’ni ele almıştı örneğin. ‘Kitap-lık’ta da Barthes gibi düşünürleri ele alan kapsamlı dosyalara, deneysel öykülere ya da avangard özellikler taşıyan yazılara rastlayabiliyoruz. Ama bu, onların her kesimden okurun ihtiyacını karşıladığı anlamına da gelmez elbette. Üstelik, kendim de bir derginin editörü olduğum için biliyorum ki, hazırlanan her sayı, her zaman aynı zenginliğe sahip olmaz. Ama bu, o derginin önemini ve düşünce dünyamıza kazandırdığı şeyleri de azaltmaz…
Bir diğer eleştiri de, dergi ve kitapların, hatta gazetelerin fiyatlarının yüksekliği meselesi… Cep telefonu ya da başka bir şeye yapılan harcamalar göze batmazken, dergi ve kitaba harcanan paralar, nedense göze batabiliyor. Okumanın bir lüks olarak algılanması, acı bir şey gerçekten de… Okumanın, yemek yemek gibi bir ihtiyaç olduğu anlaşılmadığı sürece de, hayat sıradanlaşmaya devam edecek…

Roman Neyin Çöplüğü?

Konu dergilerden açılmışken, ‘Kitap-lık’ın 131. sayısında, Gürgenç Korkmazel’in ‘Şiir ve Öykünün Çöplüğüdür Roman’ adlı bir yazısı var. Bir romancı olarak, sadece bu başlık bile, yazıya itiraz etmem için yeterli. Ama yazının sonuna doğru yer alan “aslında roman, doğayı yok eden bir sistemle, kapitalizmle başlayan bir şey ve onun bir parçası” sözü, herhalde şaka yapıyor diye düşünmeme neden oldu. Nasıl yani, anti-kapitalist olmak için roman okumamak mı gerekiyor? Özellikle, ‘şairler, gazeteciler, öğretmenler, beş on roman okumuş, eli kalem tutan herkes roman yazmaya soyunuyor artık’ yargısına gülümsemeden edemedim. Evet doğru, roman yazanların sayısında bir artış var. Ama halihazırda yüz elliyi bulan şiir dergisi ve şair bolluğunu düşününce, yazarın bu yargısı hava da kalmıyor mu acaba? Bu topraklarda şiir mi daha çok yazılıyor, roman mı? Ayrıca yazılmasında ne sakınca var… Yazılanlara süzgeçlik yapacak bir eleştiri ortamının var olup olmadığı, çok daha mühim bir mesele değil mi?

Bir de şu var: Yazar, kime denir? Hani, birileri küçümser ya, o da yazar mı, şair mi diye? Sanki bir kutsallık atfedilir yazar ya da şair olmaya… Barthes’ın tabiriyle “Yazar, yazar olmak isteyen kişiye denir.” Yine Barthes’ın dediği gibi, “Yazarı tüketen toplum, tasarıyı iççağrıya, dil çalışmasını yazın yeteneğine, uygulayımı sanata dönüştürür” ki, yazarlık ve yazarın ürettiği yapıtın ilahi değil de bir tasarım ürünü olduğu gözden kaçırılmış olur. Aslında bu, toplumun sanat ve sanatçıya yüklediği anlamla, o anlama duyduğu ihtiyaçla ilgili bir durum. Yoksa, insan edebiyatçı ya da sanatçı olarak doğmaz, yaygın kanının aksine. Ve sanat, yaşanan zamandan, sistemden ve toplumdan bağımsız, başka ‘oluş’a ait de değildir.

31 Ekim-8 Kasım tarihleri arasında İstanbul Kitap Fuarı’nda pek çok yayınevi, yazar ve okur bir araya gelecek. Yüz binlerce kitabın devasa bir alanda sergilendiği böylesine büyük bir etkinlik, kitap tutkunları için, bir tür cennet olsa gerek.

Okumanın, yemek yemek gibi bir ihtiyaç olduğu günlerin özlemiyle…

Bülent Usta (Birgün, 28 Ekim 2009)