SANATA ÇELİK TABUT!

Posted: 6 Ekim 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Bertolt Brecht, ölmeden önce kendisi için çelik bir tabut sipariş etmiş. Bir insan öldükten sonra, cesedinin ne olacağını niçin düşünür acaba? Max Frisch, Brecht’in iktidar sahiplerinden ya da leş yiyicilerden korunmak istiyor olabileceğini yazmıştı günlüğüne.

Brecht, tüm “gerçek” sanatçılar gibi, tedirgin yaşadı bu dünyada. Örneğin çakan şimşeklerin bile onu tedirgin ettiği söylenir. Üzerine tesadüfen bir yıldırım düşerse, bu olayı Papa’nın malzeme etmesinden çekinirmiş. Yağmur başlayınca, mutlaka korunaklı bir yer ararmış kendisine. Tophane’deki saldırıları görünce, Brecht’in kaygılarını daha iyi anlıyor insan. Keşke sanata giydirebileceğimiz çelikten bir zırh olsa. Medya ve iktidar sahipleri, linç çetelerine müsamaha gösterip sırtlarını sıvazladıkları sürece, ne muhalifler, ne de özü gereği muhalif olmak zorunda kalan sanatçıların bu topraklarda rahat bırakılmayacağı çok açık.

Medya, linç çetelerinin sırtını nasıl mı sıvazlıyor? Onların yarattığı dehşeti, farkında olarak ya da olmayarak meşrulaştırırak yapıyor bunu. Mutenalaştırma diye bir kavram dolaşıyor ortalıkta örneğin. Modernleşmeye karşı bir ayaklanma ya da sınıfsal bir tepki olarak gösterilebiliyor bu linç girişimi. Kimsenin saldırganların tutuklanıp tutuklanmadığıyla ilgilenmemesi, bu linç çetesinin önceki vukuatlarının bu olayı hazırladığı gerçeğini gözardı edilmesine neden oluyor. Hemen “mahalle sakini” etiketi yapıştırılıyor saldırganlara; başka linç olaylarında da “sade vatandaş” etiketinin kullanılması gibi. Sanatçılarsa, zaten toplumdışı olarak etiketlendikleri için, mağdur olsalar bile suçlanabiliyorlar rahatlıkla.

Aslında tüm o uzman kılıklı ideolojik robotlar, topluma iktidarların ürettiği şablonları dayattıkları sürece, işimiz çok zor. Şablonlarla düşünmenin kolaycılığı, Deleuze’e atıf yaparak konuşmayı alışkanlık haline getirenlerde bile görülebiliyor rahatlıkla. Gittiği her resim sergisine, her toplumsal olaya, her düşünceye, aynı şablonu koyarak işe başlayanlar, kendilerine korunaklı bir entelektüel zemin yaratma derdiyle hareket ediyorlar her zaman. Yeni bir keşifmiş gibi, binlerce kez söyledikleri şeyleri, bu olay için de sıralıyorlar nefes almaksızın. Anlattıkları şeylerin içerisinde linç çeteleri geçmiyor hiç örneğin. Ya da resimlerinden çok 301’ciliğiyle (301: Hrant Dink’in mahkûm edildiği madde) meşhur olmuş bir ressam, kendisinin de bir zamanlar linç örgütleyicisi olduğunu unutturmaya çalışmak ister gibi, medyada sanatçılar adına söz alabiliyor pervasızca.

Pek çok kişi, sanatçılara yeni yer göstermekle, akıl vermekle meşgul. Hatta içten içe sanata karşı gizli bir nefretin varlığı da seziliyor medyada yer alan bazı görüşlerde. Sanata karşı düşmanlık, öylesine içselleştirilmiş ki, sanatçılar bile utanıyorlar sanki kendi varoluşlarından. Özür diler gibi yaşayıp üretiyorlar neredeyse. “Özür dilerim, bir resim yaptım da… Özür dilerim, yapacak onca şey arasında, sizin hiç önemsemeyeceğiniz güncel sanat işleriyle ilgileniyorum... Özür dilerim, paramı ve vaktimi, sizin benden nefret etmenize neden olan sanata harcıyorum…”

Tophane’de yaşanan saldırılardan çok, bu saldırıların medyada yer alış şekli, sanatçıların bu saldırışı değerlendirişi, akademisyen robotların canlı bir olayı şablonlarla düşünerek öldürmesindeki maharet ve elbette linç çetelerinin varlığı, açıkçası beni fena halde endişelendiriyor. Endişelendiriyor çünkü, zaten sansür ve otosansür mekanizmaları gelişmiş bu topraklarda sanatsal üretim yapmanın zorlukları ortadayken, bir de linç çetelerinin varlığı ve sanata karşı bu linç girişimlerine karşı bu çarpıtma ve ilgisizlik, her şeyi daha da dibe doğru sürüklüyor. Daha geçenlerde bir romancı, yayımlanmadan evvel okumam için bana romanını göndermişti. Romanın önceki halini de okuduğum için, romandaki pek çok sahnenin ya çıkarıldığını ya da değiştirilip yumuşatıldığını gördüm. Otosansür yüzünden önceki romanla hiçbir alakası kalmamıştı eserin.

Ebedi İkilem

Yakınlarda Claude Gintz’in “Başka Yerde&Başka Biçimde” adlı eleştirel metinlerinin yer aldığı kitabı, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı. Kitabın bir yerinde Gintz, sanatın ebedi ikileminden bahsediyor: “Dün olduğu gibi bugün de, sanat, çağdaş Batı toplumlarında kendi üretim ve dağıtım koşullarının yarattığı ebedi ikilemden yakasını kurtaramamıştır. Olduğu gibi görünen bir topluma sanat yapmak: Sanat eserini, egemen sınıfın algılama kapasitesini hesaba katarak ve bu sınıfın ideolojik beklentisine uygun bir biçimde yaratmak. Kabaca söyleyecek olursak, New York galerilerinde sergilenen sanat ürünleri bu modele uygundur. Sanat dünyasında eleştirel bir tavır takınmak ve bu arada kabul edilmiş üyeleri birbirine göz kırpan bir tür sanatçı gettosunda kısılıp kalmak...”

Bu metni okurken, bizim sanatçı gettomuz neresi diye düşünmeye başladım. Beyoğlu mu? Korkarım, bizim bir sanatçı gettomuz bile yok. Üstelik burjuvazimizin sanatsal zevkinin ne düzeyde olup olmadığını, sanata yaptıkları harcamalarda görmek mümkünken, hesaba katabileceğimiz “egemen sınıfın algılama kapasitesi”ni de bulamıyoruz ortalıkta. Devlet bile sanatı ve sanatçıyı umursamıyor eskisi kadar. Yani, bizim bir ebedi ikilemimiz bile yok. Ama linç çetelerinden sanata duyarlılığı en alt seviyede olan medyamıza ve ideolojik robotlar yetiştiren akademilerimize kadar, önümüzde bir yığın engel var. Biz en iyisi, Hanefi Avcı’nın “bana gülüm derdi” adlı yeni çıkan TV dizisine ya da “türban serbest bırakılsın mı” dizisinin tekrar gösterimlerine dönüp, yeni linç girişimlerinin örgütlenişini izleyerek, ideolojik robotların telkinleriyle sanatçıları hür müreffeh bir ülkede yaşıyormuşuz gibi hayallere dalalım...

Türkiye’de tüm sanatçılar, Brecht gibi kendilerine birer çelikten tabut sipariş etmeli! En azından öldükleri zaman korunurlar!

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Ekim 2010)

YAĞMAK ÜZERE OLAN ŞEY

Posted: by bülent usta in
0



Bu sabah uyandığım zaman, Kafka’nın bir öyküsünde, yasaya dahil olmak isteyen ama kapıcının içeriye almadığı o taşralı adam gibi, “dünya mı karardı, yoksa gözlerim mi beni aldatıyor” kuşkusuna kapıldım. O kadar karanlıktı gökyüzü... Yağmur bulutları, tüm şehri alaca bir karanlığın içine hapsetmişti çünkü.

Yataktan kalkıp pencereden bakınca, yağmak üzere olanın yağmur olmadığını anlamıştım. Her ne kadar yağmura benzese de, yağmur değildi. Bulutlarsa, kendinden emin bir halde şehri, hiç güneş sızmayacak şekilde kapatmıştı. Büyük bir sessizlik vardı sokaklarda. Bunun bir kâbus olduğunu düşündüm o an. Hâlâ uyuduğumu ve gördüğüm şeyin gerçek olmadığını düşünüyordum ve uyanmak için yapabileceğim bir şey de yoktu.

Evin içinde tekbaşıma bu karanlığı yaşamaktansa, sokağa çıkıp birilerini bulmak ve yağmak üzere olanın ne olduğunu sormak için sokağa çıktım. Sanki bütün şehir boşalmıştı. Sokak lambaları, hâlâ tek tük yanıyor olsa da, alacakaranlığın içinde her şey kaybolmuştu sanki. Sonra o kadın belirdi, sokağın başında. Onu bir yerden tanıyordum ama anımsayamıyordum bir türlü. Kadının yanına koşar adım gidip “bu nasıl mümkün olabilir” gibi bir şeyler geveledim. Kadın, gülümsedi benim bu şaşkınlığıma. “Böyleydi hep zaten” dedi. “Hayatın bize gösterilen yüzüne o kadar alıştık ki, nasıl bir karanlığın içinde yaşadığımızı unuttuk.” Onun bu sözlerinden sonra, kâbus gördüğüme emin olmuştum artık. Ne yani, sokakları boşalmış, hiçbir hayat belirtisi olmayan bir şehirde mi yaşıyordum bunca yıl? Kadın, benim şaşkınlığımı fark etmiş olmalı ki, “sen anlamadın galiba” diyerek beni bir vitrinin önüne doğru sürükledi. Vitrinde açık bir televizyon vardı ve televizyon bir kamera aracılığıyla vitrinin önünü gösteriyordu. Gördüğüm şey karşısında şaşkınlıktan çığlık atacaktım neredeyse. Çünkü kimsenin bulunmadığı o karanlık sokak, ışıltılar içinde parlıyordu ekranda. İnsan ve araç kalabalığı durmaksızın akıyordu caddede. Hatta ben ve o kadın da, normalde göründüğümüzden daha canlı ve daha iyi giyimliydik. İkimizin suratı da asık olmasına rağmen, ekrandaki görüntümüzde ikimiz de oldukça mutlu bir biçimde gülümsüyorduk. Hatta onu ekranda görene kadar tanımamıştım bile. Kadın, başka bir şey söylemeden çekip gitti vitrinin önünden. Ekranın karşısında öylece kalakalmıştım. Neler olmuştu böyle? Aklım hiç almıyordu. Peki ya, yağmak üzere olan şey neydi? Caddede yürüyüp başkalarını arayabilir, ne olup bittiğini öğrenmek için çabalayabilirdim belki. Ama yaşadığım bu kâbusu, daha önce de yaşamış olduğumu anımsayarak, yolumu tekrar eve çevirdim. Çünkü aradığım yanıtların sokaklarda, karanlığın içine hapsolmuş bir şehirde olmadığını biliyordum. Çünkü insanlar, kendilerine gösterilen ama gerçekte olmayan hayatı fena halde benimsemişlerdi. Eve gidip uyumak, sonra da gözümü yeni güne açıp hayatıma kaldığım yerden devam etmeliydim. Bir rüyanın içinde miydim, yoksa bir rüyadan mı uyanmıştım? Bunu hiçbir zaman bilemeyecektim. Belki şu yağmak üzere olan şey yağarsa...

Eve varınca, aklıma tekrar Kafka’nın öyküsündeki o taşralı adam geldi. “Dünya mı karardı, yoksa gözlerim mi beni aldatıyor” kuşkusuna kapılan o taşralı... Onun aklımdan çıkmamasının nedenlerini araştırırken, masamın üzerinde duran Jacques Derrida’nın Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Edebiyat Edimleri” adlı kitabını fark ettim. Mukadder Erkan ve Ali Utku’nun olağanüstü bir çabayla çevirdikleri, çevirmekle kalmayıp bir de sıkı bir “sunuş” yazdıkları o kitap... Daha dün gece, o kitapta Derrida’nın Kafka’nın “Yasanın Önünde” adlı öyküsünü nasıl bir okumadan geçirdiğine tanık olmuştum. O taşralı adam, o yazıda uzun uzun analiz ediliyordu. Kant’ın pratik akıl öğretisinden Freud’a, hatta Heidegger’e uzanan bir analiz. Ne istiyordu taşralı adam: Yasanın her zaman ve herkes için erişilebilir olmasını. Ama kendisi yasayı okuma becerisinden yoksun olduğu için, yasayı okuma becerisine sahip bir avukata, başka bir yasa adamına ihtiyacı olması, ironik bir durumdu aslında. Çünkü sıradan insanın yasaya erişebilirliği, aracılarla gerçekleşen göstermelik bir durumdu. Yasa, herkes için erişilebilir olmadığı gibi, evrensel de olamamıştı hiçbir zaman. Öyle varsayılıyordu sadece...

Derrida, taşralı adam için şöyle yazmıştı: “Belki de adam, okuyamadığı sürece bu taşralı adamdır.” Yasayı görmek, ona dokunmak, içine girmek ister çünkü. Ama diyor ki Derrida, “çünkü muhtemelen yasanın görülmediğini, dokunulmadığını, ancak onun deşifre edildiğini bilmez.”

Aklım bu deşifre etme meselesine fena halde takılmıştı. Deşifre etmek, edebiyatçının görevleri arasında görülebilir miydi mesela? Derrida, bir devrimci gücün aşırı muhafazakâr hale gelebileceği örneğinden yola çıkarak, edebiyatın eleştirel gücünün çok abartılmasının onu nötürleştirebileceğinden, sınırlandırıp sonuçlandıracağından çekindiğini yazmıştı. Çünkü edebiyat, tüm programların, işlevlerin, amaçların ötesinde bir şeydir. Bambaşka temel işlevleri olabildiği gibi, hiçbir işlevi de olmayabilir. Yazar, topluma, devlete ya da herhangi bir güce karşı, sorumsuz birisi olabilmelidir. Yazarın izin verilmeyen şeyleri de söyleyebilecek olması, en azından böyle bir ihtimalin varlığı bile, edebiyatın hayatımızdaki önemini korumaya devam etmesini sağlıyor.

Bizde ise, yazarlarımız, bir sorumluluk abidesi sanki. Sorumlu oldukları hep bir şeyler var. Patrona, yayıncıya, okura, devlete ya da başka bir güce karşı derin bir sorumluluk hissi içinde yazıyorlar. Ama asıl ihtiyacımız olan şey, sorumsuzca gerçekleri dile getirecek olan yazarlar olsa gerek. Ancak onlar, bu karanlık şehrin sokaklarına çıkıp korkusuzca yürüyebilir, herkesin alışık olduğu gerçekliğin diğer boyutunu gözler önüne sermek için yazabilirler. Belki karanlığa inat, bir sokak partisi bile yapabilirler... İşte o zaman, şehri kuşatan kara bulutlara benzeyen gizli yasaların deşifre olma ihtimali belirecektir.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Eylül 2010)

KUNGFU’NUN REFERANDUM ANALİZİ

Posted: 23 Eylül 2010 Perşembe by bülent usta in
0



Balıkçı kahvesinde oturmuş, önümdeki deftere bakıp kara kara düşünüyordum ki, uzun zamandır görmediğim balıkçı dostum Kungfu geldi. Ona Kungfu denmesinin nedeni, eskiden boksör olması. Almanya’da kasaplık yaparken bulaşmış bu işe. İyi para verdikleri için o da kendisini dövdürtmekte bir sakınca görmemiş. Sağlık sorunları başlayınca Türkiye’ye dönüp aile mesleği balıkçılığa başlamıştı. Kafasına yediği darbeler yüzünden, her şeyi biraz geç anlardı. Ona komik bir şey anlatırsanız, önce hiç tepki vermez, dakikalar sonra kahkahayı basardı. Bruce Lee ile dövüşmesi gibi tuhaf hikâyelerini ise, balıkçıların abartma huyuna bağlayıp dikkate almayanlar, onun hiç kavgasına tanık olamamışlardı muhtemelen.

Kungfu, “Ne düşünüyorsun öyle kara kara. Yazacak bir şey mi bulamıyorsun?” diye sorunca, bir şey söyleyemedim. Aslında yazacak şey bulma konusunda şanslı sayılırdı bu topraklarda yaşayan yazarlar. Tek sorun, hep aynı şeyleri farklı sözcüklerle yazma duygusunun peşimi bırakmamasıydı. Sanki bütün gazeteler aynı güne çıkıyormuş gibiydi. Hep aynı savaş, hep aynı yoksulluk, hep aynı çaresizlik, hep aynı... Çocukların ölü yüzleri, hep aynı sayfalardan bakıyordu yüzüme. Artık o yüzleri birbirinden ayıramaz olmuştum. Vedatlar, Abdülsametler, Ceylanlar, gazete sayfalarında birbirlerinin yerini doldururken, hâlâ aynı şeyleri söylemekten bıkıp usanmıyordu politikacılar. Aslında “barış” derken “savaş” demek istiyorlardı, “güvenlik” denilince çocukların öldürülmesini, “birlik beraberlik” denilince ayrımcılığın her türlüsünü anlıyordum. “Ekmek”ten bahsediliyorlarsa, iş gücümüzü nasıl ucuza satabileceğimiz anlaşılmalıydı. Bu, hep böyle olmuştu. İşte bu yüzden aslında ne yazacağımı bilmiyordum. Hep aynı şeyleri yazıyormuşum düşüncesi kalemimi bırakmıyordu bir türlü.

Kungfu’ya elbette bunları söylememiştim. Ama o çaresizliğimi görüp “İstersen ne yazacağını ben söyleyeyim sana” deyip ülke meseleleriyle ilgili fikirlerini sıraladı birer birer. Bahsettiği meseleler de ilginçti aslında. Balıkların azalmasıyla referandum sonuçları arasında ilişki kurmak gibi tuhaf çıkarımlarda bulunuyordu. Aslında ona göre her şeyin balıklarla bir ilişkisi vardı. Balığa çıkacakken sevmediği bir adam mı gördü, o gün kesinlikle balık tutamayacağına inanırdı. Ya da dünyanın herhangi bir yerinde deprem mi oldu, ilk düşündüğü şey balıkların kaçacağı yer olurdu. Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” adlı kitabındaki av ile avcının bütünleştiği, balık tarafından azar azar yutulan balıkçıya benziyordu bir bakıma. Tıpkı o öyküdeki gibi, ölümcül bir tutku... Birkaç yıl evvel, elinde kalan son şeyi, evini de elinden almışlardı. Karısı da daha fazla dayanamayıp çocuğuyla beraber çekip gitmişti. Kayığında yatıp kalkıyordu artık Kungfu. Evini satan kişiye gereken dersi verebilirdi belki, Kungfu’ydu çünkü. Ama yapmamıştı. Cezaevine düşüp denizden uzak kalacağı korkusu, engellemişti onu muhtemelen. Ona, sana ait olan evi nasıl satarlar diye sorunca, tapu diye bir şeyden haberi olmadığını anlamıştım. Annesinin eviydi ve annesi ölmeden evvel evi ona bırakmıştı, tapu da neydi ki?

Önümüzde karbonatlı çaylar, bir süre sessizce oturduk Kungfu’yla. Ama o, bir kere takmıştı kafayı, neden yazamadığıma. “O zaman” dedi “şunları yaz.” Yaz dediği şeylerin hiçbirisi yazılamazdı bu ülkede. Ama ona bunu nasıl anlatacağımı da bilemedim. Tazminat davası kazanmakta maharetli yöneticilerden ya da sansür ve otosansür mekanizmalarının karmaşık yapısından mı bahsedecektim şimdi? Sipariş fikirlerle yazanlar dışında, pek az kişi, çoğu zaman da lafı dolaştırarak düşüncelerini dile getiriyordu artık. Geçmişte tabu olarak görülen pek çok şeyin, geniş geniş konuşulabiliyor olmasına sevinsek de, pek çok şey gibi bu özgürlüğün de göstermelik olduğu bir gerçekti. Göstermelik bir iktidar, göstermelik bir muhalefet ve göstermelik bir basın ahlakı ve özgürlüğü vardı ortada. Gazeteler istediği gibi yalan haber yapabilirdi, arkasında ekonomik ve siyasi bir güç olduğu sürece. Bozuk mal satan bir firma, reklam tehdidiyle, istediği gibi kendisini aklayabilirdi yaygın medyada. İktidara yalakalık yapıp ihaleleri kapmak isteyen gazeteler, bir anda çizgisini değiştirebilir, köşe yazarlarının işine son verebilirdi her an. Ve bu yüzden okur tarafından cezalandırılmazdı o gazete. Geçimini yazarak sağlayanların işi, çok daha zordu artık. İsteyen istediğini, istediği gibi damgalayabilirdi. Her şeyin mubah olduğu, güçlü olanın kuralları koyduğu bir ortamda, herkes fazlasıyla temkinli ve ürkek olmuştu artık.

Benim suskunluğuma ve kalemimin hareketsizliğine bakıp “Bırak bu yazı çizi işlerini, gel balığa çıkalım” dedi Kungfu. Hiç fena fikir değildi hani. Her şeyi geride bırakıp, balıkçılığa dönmeyi bile düşündüm o an. Ne kadar sevsem de üniversitedeki işimi, editörlüğü, yazarlığı bırakmak, o an çok cazip gelmişti. “Tamam” dedim “çıkalım balığa. Bakalım biz mi onları tutacağız, onlar mı bizi?” Aldık malzemeleri, kayığa atlayıp açıldık denize. Gerçekten de iyi gelmişti deniz havası. Ama bir terslik vardı. Bulutlar hızla kapatıyordu gökyüzünü. “Kungfu” dedim “bu havada açılmak iyi fikir değildi galiba.” “Sen bulutlara mı, bana mı inanacaksın” diye çıkıştı bana. Her iyi balıkçı gibi, gökyüzünü görmeden havayı koklayarak bilirdi fırtınanın kopup kopmayacağını.

Epeyce bir açıldık denizde. Balıklar neredeyse kayığın içine zıplayacaktı. İşte o an, neyi nasıl yazacağımı anlamıştım. Düşündüklerimi yazamıyorsam hissettiklerimi yazmalıydım. İnsanların içinde küçük de olsa gerçeğin ne olduğuna dair bir his uyandırabildiğim sürece, büyük büyük şeylerden bahsetmeme hiç gerek yoktu. Bunu yapmak için de Kungfu gibi düşünebilmek yeterliydi. Referandum sonuçlarıyla denizdeki balıklar arasında bir ilişki kurabiliyorsan anlamlıydı yazmak. Gerisi teferruat...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Eylül 2010)

VURA VURA ÇOCUKLAR BİTER Mİ?

Posted: 15 Eylül 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Nâzım Hikmet’in en beğendiğim şiirini sorsalar, hiç düşünmeden “Saçları Saman Sarısı” derim. O uzun şiiri bir zamanlar ezbere bile bilirdim. O şiirde Nâzım’ın kendisiyle karşılaştığı bir sahne vardır: “oralarda on dokuz yaşıma rastladım /
birbirimizi birde tanıdık /
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile /
ama yine de birbirimizi birde tanıdık / şaşmadık el sıkışmak istedik /
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor”

İşte o karşılaşma sahnesini her okuyuşumda, kendi on dokuz yaşıma dönerim. Acaba derim, şimdi karşılaşsam o halimle, beni neyle suçlar, neyi merak edip sorar, sever mi beni, yoksa kaçar mı benden? On dokuzunda daha yeni devletin şiddetiyle tanışmış, deli gibi âşık ve belki de o yüzden tekbaşına da kalsa hakikat bildiği şeye bağlı birisi olarak bulacağımı düşünürüm onu. Ama her şeye rağmen kafası karışık bir delikanlı olacağı da kesin. Paul Nizan’ın “Fesat” adlı romanında da değindiği gibi, yirmili yaşların hayatın en güzel çağı olmadığı kesin. Belki de yaşamı en çok ciddiye alanlar oldukları için öyle olsa gerek bu. Sanırız ki, kolayca ölümü göze alabilecek olmaları, ölümü hiç düşünmedikleri anlamına gelir. İnsanların bir zamanlar çocuk ya da genç olduklarını unutmalarını, alışkanlıkların o sihirli dünyasıyla açıklamak mümkün olabilir mi acaba? Bir zamanlar çocuk olduklarını unutanlar, yüzlerce çocuğu nümayişlerden toplayıp kelepçeleyerek cezaevlerine koyuyorsa, bir şeyleri, epeyce bir şeyleri unuttukları kesin. Peki ya bir oyuna katılır gibi nümayişe katılan on üç yaşındaki Vedat Turan’ı başından vuran kişi, tetiği çekerken ne düşünüyordu acaba? Karşılaşır mı acaba bir gün kendi on üç yaşındaki haliyle? Barışın gelmesi için daha kaç çocuk vurulacak?

Yakınlarda, aydınlar bir araya gelip ortak bir bildiri imzaladılar çocuklar vurulmasın, silahlar bırakılsın diye. O metne imza atarken, “aydınlar” denilen kişilerin geçmişten günümüze değişen konumunu sorgularken buldum kendimi.

Yıllar evvel kendisiyle yapılan bir söyleşide, Michel Foucault, entelektüelin işlev ve tanımının değiştiğini iddia etmişti. Onun bu iddiasını dile getirdiği 1977 yılında Türkiye’de entelektüel, solcu olmakla eşdeğerdi ve hakikat ile adaletin efendisi olarak evrenselin sözcüsü konumundaydı. Daha doğrusu, entelektüel dediğimiz kişi o yıllarda, gelecekten gelmiş ve bugün nerede yanlış yapıldığını ve güzel günlere nasıl kavuşacağımızı söyleyen havariler gibi davranıyorlardı. Ellerinde gelecekten getirdikleri kitaplar, hatta ideolojik formüller bile vardı. Bütün mesele, hangi formülün bizi daha hızlı geleceğe taşıyacağıydı.

12 Eylül darbesinden sonra, pek çok şey gibi entelektüelin tanımı da büyük değişime uğradı. Günümüzde entelektüeller, “evrenselin sözcülüğü” ya da insanlığın bilinci ve vicdanı olma gibi ağır yükümlülüklerden arındırılarak, sistemin değişik parçalarına monte edilmiş “spesifik” entelektüellere dönüştürüldü. Aslında bu süreç sadece Türkiye’de değil, dünyada da entelektüellerin bir zamanlar sahip olduğu konumu değiştirdi. Kürt meselesi, bizdeki entelektüel tanımının değişmesini epey bir geciktirdi aslında. Çünkü Kürtlerin 12 Eylül’den sonra yaşadığı süreç, Türkiye’nin Batı’sındakinin tam tersi politikleşmenin hızlandığı bir süreçti ve oradaki aydınlar, geleceğin sözcüleri olarak konumlarını yitirmediler. Günümüzde hiçbir Türk romancısı, yakınlarda kaybettiğimiz Kürt romancısı Mehmed Uzun kadar ilgi göremez bu topraklarda.

Foucault, “evrenselin sözcüsü” olan aydından “spesifik” aydına geçişimizin aslında olumlu yanları da olabileceğinden de bahseder. Spesifik aydınlar, eskiden olduğu gibi soyut bir bilinçle olaylara yaklaşmaktan uzak, daha somut bir bilincin taşıyıcısı konumundadırlar. Eskiden entelektüel, özgür bir bilince sahip yazarlardan oluşurken, günümüzde devletin ya da sermayenin hizmetinde çalışan mühendisler, doktorlar, sosyologlar, hukukçular gibi “spesifik aydınlar”ın ağırlığı artmış durumda. Bu durum, değişik bilgi biçimlerinin dolaşıma girmesi ve “spesifik aydınlar” arasında bilgi aktarımı ve paylaşımında bir zenginliğe neden olması açısından önemli. Ama bizdeki “spesifik aydınlar”ın iktidar arzusu öylesine karmaşık ve güçlü ki, bu sürecin olumlu yanlarını yeterince yaşadığımızı söyleyemeyeceğim. Böylesine vasat bir eğitim sisteminde, bunu başarmak da pek mümkün gözükmüyor şu an. Üniversitelerdeki akademik kadrolardan tutun, yaygın medyada görüş beyan eden gezetecilere kadar, yaşamın her alanında entelektüel kaygılardan uzak bir manzara var karşımızda. Bu da ister istemez geçmişin “evrensel aydını”na özlem duyanların çoğalmasına neden oluyor. Çünkü Foucalut’nun “spesifik aydınlar” dediği kesim ile halkın düşmanı ortaktır: Çokuluslu şirketler. Bizdeki “spesifik aydınlar”ın çoğunluğu ise, çokuluslu şirketlerin güdümünde yaşamaya fena halde alışmış durumda. Bu yüzden varlıklarını, halktan çok iktidarlara danışmanlık yaparak sürdürüyorlar. Bu durum, “spesifik aydınlar”dan tamamen vazgeçmeyi getirmemeli. İktidarlara değil, halka danışmanlık yapmalarını sağlayacak bir bilincin oluşmasını sağlayacak siyasi ortam da, halkın örgütlenme kabiliyeti ve şevkiyle mümkün olabilir ancak. Umberto Eco’nun güzel bir sözü var: “Devlet çok güçlü olduğunda şiir susar.” Şiir yazılsa da, her geçen gün daha fazla susuyor...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Eylül 2010)

DURUM TEHLİKEDE

Posted: 11 Eylül 2010 Cumartesi by bülent usta in
0



Bu anayasa tartışmalarına daha fazla kafa yormaya hiç niyetim yoktu. Proust’un romancılığı ya da Winterbottom’ın son filmi üzerine kafa yormak daha anlamlıydı benim için. Masa lambasının ışığı dışında tüm ışıkları kapatıp okuduğum kitabın derinliklerine çekilmişken, kulağımın dibinde bir fısıltı duydum: “Durum tehlikede...”

Duymakta zorlandığım bu fısıltı, beni önce ürkütse de, üç kulaklı bir kedi olan İvam’ın sesi olduğunu anlayınca rahatladım bir parça. Ama o neredeydi? Sesi, kulağımın dibinde olsa da, kendisi yoktu ortalıkta. Neden “durum tehlikede” diyerek uyarıyordu beni. Tehlikede olan neydi? Bir süre sonra fısıltı devam etti: “Sen boykot filan diyorsun ama, bunlar siyaseti büsbütün bitirecek bir hamle içindeler.” Elimdeki kitabı bir köşeye bırakıp pür dikkat İvam’ı dinlemeye çalıştım. Ama bu sözlerin arkası gelmedi. İvam, beni bu referandumla ilgili uyarıyorsa, mutlaka bir bildiği vardı. Referandum için “siyaseti bitirmek için bir hamle” olarak bahsetmesinin anlamı ne olabilirdi? Siyaseti yok eden 12 Eylül askeri darbesinden sonra, şimdi de 12 Eylül referandumuyla başka bir aşamaya geçtiğimizi anlatmaya çalışıyordu sanki. 1 Mayıslara “Yahudi Bayramı” diyerek uzun yıllar katılmayan Hak-İş’in anayasa değişikliğini desteklemesi ve diğer sivil toplum örgütlerine demokratlık dersi vermesi gibi bir şeydi bu referandum. Ya da kendisine e-muhtıra veren generale üstün hizmet madalyası vererek ve zırhlı araç hediye ederek emekli eden bir iktidarın, 12 Eylülcü bir siyasi gelenekten gelmelerine rağmen sanki 12 Eylül’le hesaplaşacaklarına dair bir hava estirmesi gibi bir şeydi bu referandum. Ya da Kürt Açılımı yapacağım deyip, onlarca BDP’li belediye başkanını adliyenin önünde kelepçeleyip sıraya dizmesi gibi bir şeydi bu referandum. TEKEL işçilerini coplarla, biber gazıyla kucaklayan, temsil ettiği sermayenin çıkarlarını her şeyin üstünde gören bir partinin demokratlığı gibi bir şeydi bu referandum. Diğer partilerin ne halde olduğunun bir önemi yok aslında. İktidarda olan böyle bir parti ve giderse yerine kim geçecek, derin devletle nasıl hesaplaşılacak gibi korku ve kaygılarla hareket ederek tavizler vermenin sonu olmadığı da açık. Sadece Cemil Çiçek gibi birisinin bu hükümette bulunduğunu bilmek bile, bir sürü şeyi açıklayabilir. Yaptığı bir konuşmada aynen şöyle demişti hatırlarsanız: “Ermeni terörü ile PKK terörü arasında yakın işbirliği var, bunlar kan kardeşidir. O devreden çekildi, işi bu tarafa verdiler. Zaten, özür dilerim, bir kısım teröristlerin sünnetsiz oluşu, size çok şeyi ifade ediyor demektir. Yani bu, bir rivayet falan değil, biz kimin ne olduğunu iyi biliyoruz.” Ölüleri sünnetli ve sünnetsiz diye ayıran bir zihniyetin demokratlığına güvenmemiz nasıl beklenebilir? Cemil Çiçek, “biz kimin ne olduğunu iyi biliyoruz” derken, ne demek istediği de ayrı bir muamma. Kimin sünnetli, kimin sünnetsiz olduğunu mu biliyor? Bu, nasıl bir bilgidir böyle?

BirGün yazarlarından anayasa hukukçusu İbrahim Ö. Kaboğlu’nun “Halk Neyi Oylayacak” adlı İmge Kitabevi Yayınları”ndan çıkan kitabını mutlaka okumak gerek. Her şeyi, tüm ayrıntılarıyla açıklayan bu kitabı okurken İvam’ın ‘durum tehlikede’ fısıltısı, nedense hiç kulağımdan gitmedi.

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın

İvam eğer kulağıma ‘durum tehlikede’ diye fısıldamasaydı, Can Yayınları’ndan çıkan çok önemli bir kitaptan bahsetmek istiyordum uzun uzun... Umberto Eco, J.C. Carriére ve Jean-Phlippe de Tonnac’ın, Sosi Dolanoğlu’nun çevirisiyle yayımlanan “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” adlı söyleşi kitabı, elektronik kitaplardan bahsettiğimiz bir zamanda, kitapların geleceğini tartışan bir çalışmadan çok daha fazlasını barındırıyor içinde. Zaten söz konusu olan kitaplar ve kitapları tartışanlar da Umberto Eco gibi düşünürlerse, başka bir şey olmasını da bekleyemezdik zaten.
Umberto Eco, kitabın sonu geldi iddiasına, “kitap, tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya makas gibidir. Bir kere icat ettikten sonra daha iyisini yapamazsınız” diyerek karşı çıkması, kitabın bir icat olarak hayatımızdan çıkmasının mümkün olmayacağını göstermesi açısından oldukça önemli. Elektronik kitaplar, ileriki zamanlarda hayatımızda daha çok yer kaplayabilir. Ama bu durum, kitapların tamamen ortadan kalkmasına neden olmayacak. Nasıl ki sinema resim sanatını, televizyon sinemayı yok etmediyse, hatta anlatım olanakları açısından zenginleştirdiyse, kitapların da, elektronik kitaplarla birlikte yaşamaya devam edeceği kesin. Telaşa gerek yok...

Kitabın ilgi çekici noktalarından birisi de, kitabın hayatımızdaki yerini ve önemini tartışmasından çok, sanat-toplum ilişkisi gibi pek çok ilgi çekici meseleyi de tartışıyor olması. Carriére, kitabın bir yerinde haykırarak şöyle soruyor: “Cahillik etrafımızı sarmış durumda, genellikle küstah ve sahip çıkanı çok. Hatta kendi propagandasını yapıyor. Kendinden emin, her şeye burun kıvıran siyasetçilerimizin ağzından egemenliğini ilan ediyor. Hep tehdit altında olan, kendinden şüphe eden, kırılgan ve değişken bilgiyse, ütopyanın son sığınaklarından biri şüphesiz. Bilmenin sahiden önemli olduğuna inanıyor musunuz?”

Carriére’in bu sorusunu, bu ülkede kim bilir kaç kişi kendine sorup duruyordur? Carriére’in bahsettiği o siyasetçi tiplemesi de, eminim size hiç yabancı gelmeyecektir. Umberto Eco, kitapta bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Esas olduğuna inanıyorum.” Yani bilmenin “esas olduğuna”... Ne kadar çok sayıda insan, ne kadar çok şeyi bilirse, insanlık aynı hataları tekrarlayıp durmaktan vazgeçer demeye getiriyor sözü Eco.

Başımıza gelen tüm felaketlerin altında, kitleleri cahilleştirme politikalarını gördükçe, Türkiye’de cahillik hiç bu kadar prim yapmamıştı dersek, yanlış bir tespitte bulunmuş olur muyuz acaba?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Eylül 2010)

SEROTONİN BAĞIMLILIĞI

Posted: 27 Ağustos 2010 Cuma by bülent usta in
0


Serotonin salgılayan bu topraklarda neşeli olmayı nasıl başarabiliriz? Serotonin, beyindeki damarların kasılmasını sağlayan, çoğalınca mutsuz, azalınca da mutlu eden bir tür kimyasal... Depresyonun hammaddesi yani… Kapitalizm, insanlığın beyin hücrelerini söndürecek kasılmalar üretmekte benzersiz güçlere sahipken, depresyonu bu çağda hastalık olarak değerlendirmek mümkün müdür acaba? Hele ki, bizimki gibi ülkelerde, asgari ücreti, işsizliği, para tuzağı haline getirilen eğitim sistemini, linç çetelerini “sade vatandaş” olarak nitelendiren medyayı düşünürsek, serotonin içinde yüzdüğümüz bile söylenebilir. Yüzemeyip, bir de boğulanlar var tabii… Fiziksel olarak ölmeseler bile, ruhsal olarak öldükleri kesin…

Max Frisch’in, YKY’den çıkan “Günlükler”inin 1966–1971 yıllarını kapsayan ikinci cildinde, 68 Paris Olayları’nın bir tanığı olarak kendi kendisini sorguya çektiği bir bölüm var. Resmen kendisini bir polise ya da savcıya ifade verir gibi sorgudan geçiriyor. Sokakları, üniversiteleri işgal eden gençler için şöyle soruyor “A” kişisi: “Sence eksikliğini hissettikleri şey ne olabilir?” “B” kişi şöyle yanıtlıyor bu soruyu: “Örneğin şu deri ceketli, su püskürtücülerinin üzerine yürüyen gencin, haz almak dışında nasıl bir beklentisi olacağını bilmiyorum doğrusu.”


Haz almak… Tıpkı serotonin gibi, o su püskürtücüleri ya da tanklar da hazzı engellemek için oradalar. İnsanların “haz alma”sını ne kadar engellerseniz, onları o kadar zararsız hale getirirsiniz. O deri ceketli genç, sevişmekten ya da yemek yemekten aldığı hazzın bir benzerini, belki de daha fazlasını, tankların üzerine yürürken alıyordu. Aklıma Sitüasyonistlerden, “Gençler İçin Hayat Bilgisi / Gündelik Hayatta Devrim”in yazarı Vaneigem ve onun “Hayatta Kalma Hastalığı” teorisi geldi, o deri ceketli gencin yaşadığı hazzı düşünürken. Ona göre sistem, coşku ve hazzın karşıtıdır her zaman. Serotonin, “Hayatta Kalma Hastalığı”nın ürettiği kaygı ve endişenin bir ürünüdür bir bakıma. Bize sürekli ölümü düşündürten, daha doğrusu ölümle tehdit eden, bunun sonucunda da arzuları denetimine alıp, hazzı çeşitli bedellere bağlayan bu sistemin serotoninle beslenerek büyüdüğü bir gerçek.

Max Frisch’in günlüklerinde, kadınlarla, mizahla, parayla, umut ya da umutsuzlukla ilgili daha pek çok sorgulama var. Bu sorgulamalar, öylesine didik didik edici, öylesine şaşırtıcı ki… İddia ediyorum ki, Frisch’in sorduğu sorulara dürüstçe yanıt verebilecek herkes, kendi iç dünyasındaki engellenmişliği, faşizmi ve haz mezarlığını rahatlıkla keşfedebilir. Özellikle bizimki gibi, “kitle kültürü” içine hapsedilmiş insanların bu sorulara yanıt vermekte ne kadar zorlanacağını düşünemiyorum bile.

Mesela bir işadamına şöyle bir soru sorduğumuzu düşünelim: “Kendi zenginliğinizi nasıl haklı çıkarırsınız?” Frisch, bu soruya şıklar da koymuş. O şıklardan bazıları: “a) Tanrı rızasıyla mı? d) Herkesi besleyen ekonomik bir sistemi sadece zenginlerin döndürebildiklerine, yani girişimci ruha inanarak mı? h) Burjuvazinin kâr sistemiyle hiçbir ilgisi olmayan ahlaki alanlarda örnek teşkil edebilecek bir vicdan gösterip bu sayede çevre koşullarına uyum sağlayarak, kültürel alanlara ve sanat anlayışına karşı duyarlılık geliştirerek mi?”

Frisch’in şiddetle ilgili sorgulamaları da ilgi çekici. “A” kişisi şöyle soruyor “B” kişisine: “Varsayalım, eli silah tutan bir grup insan, Oerlikon’daki fabrikaları ele geçirip Bührle holdingini, şirket savaş ticaretini kesmezse fabrikalarını havaya uçurmakla tehdit etsin… Bununla ilgili olarak ne düşünürsün?” “B” kişisinin yanıtı: “Lev Tolstoy şiddetin her türlüsünü yargılar, cinayet olarak nitelendirdiği savaşı da öyle. Bührle holdinginin Tolstoy’u referans alabileceğini sanmıyorum.”

“B” kişisinin yanıtında “eli silah tutanlar”la ilgili bir açıklama yok. O, savaş ticareti yapan şirketin şiddetini yanıtlıyor, Tolstoy’u referans alması gerekenlerin devletler ve şirketler olduğunun altını çizerek. Aynı soruyu, bizim yazarlarımıza sorsak, sanırım herkes öncelikle “eli silah tutan” insanların şiddetiyle ilgilenecektir. Öyle de olmuyor mu zaten?

“A” ve “B” kişisinin tartışmasının başka bir yerine odaklanalım. Özellikle “anayasa referandumu”nun yaklaştığı bugünlerde… Şöyle diyor “B” kişisi: “Hukuk devletine inanan halkımız için üç-dört suçlunun bulunmuş olması yeterli. Bunun ötesinde önemli olan sadece iktisat, kurumlar ve anavatan arasında kendini kanıtlamış ilişkilerdir.”

“A” kişisi, bu sözler üzerine soruyor: “Halkımızın aptal olduğunu mu düşünüyorsun?”

“B” kişisi: “Holding sahibinin gülüşünü gazetede gördüğümde kendimi aptal gibi hissediyorum. Hakkı var. Hapse girmesine bile gerek kalmadan ödeyeceği para cezasını masraf gösterecek, kaldı ki ödemesi gereken meblağ, holdingin bugüne kadar ödediği rüşvetlerin yanında devede kulak kalıyor… Onu her tür şiddetten koruyan hukuk devleti için yapılmış masraflar.”

Max Frisch, hayatta olsaydı ve Türkiye’de “anayasa referandumu”na katılsaydı, nasıl bir oy kullanırdı acaba diye düşünmüyorum hiç. Serotonin salgılayan bu topraklarda neşeli olmayı nasıl başarabileceğimiz daha önemli bir sorun benim için. Çünkü bu topraklarda yaşayan herkes, biraz serotonin bağımlısıymış gibi geliyor bana. İçimizde sanki ağlayan hep küçük bir çocuk var... O küçük çocuğu da serotoninle besleyerek büyüttüğümüz için olsa gerek, dakka başı ağlayan birilerinin olduğu TV dizilerini, ağlayan ve ağlatan şarkıları daha çok seviyoruz. Edebiyatçılarımızın bir kısmı da çok seviyor hüznü, hüzünlenmeyi. Neredeyse hüzünlenmeden şiir ya da öykü yazmaları mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Kendi yaratıcılıklarını, serotonin damlayan kalemleriyle boğmalarına üzülüyorum ister istemez. Bizim daha fazla hüzne değil, yaratıcı hazlara ihtiyacımız var.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Ağustos 2010)

ÇUKUR HAYATLAR

Posted: 18 Ağustos 2010 Çarşamba by bülent usta in
0


Bence hepimiz “kitle kültürü” denilen derin bir çukurun içine atılmış durumdayız. Bu çukur, televizyonun o ışınlayıcı etkisiyle her geçen gün daha da büyüyüp derinleşiyor. Aslında, biz küçüldüğümüz için, çukur derinleşiyor da olabilir. O çukurun içinde kaldığımız sürece birbirimize daha çok benzeyeceğimiz, ortak alışkanlıklarımız sayesinde aynı şekilde davranıp düşüneceğimiz kesin. Romanlara ilham veren karakterler de birbirine benzeyen insanların dünyasında kaybolup gidecek yavaş yavaş. Belki günümüzde yazılan romanlarda görülen nostalji rüzgârının nedeni de budur.

Dost Kitabevi Yayınları’ndan Hakan Gür’ün çevirisiyle çıkan antropolog Clifford Geertz’in “Kültürlerin Yorumlanması” adlı kitabındaki bir cümle özellikle dikkatimi çekti: “İnsan nasıl güneşe uzun süre bakamazsa, boşluğa da bakamaz.” Geertz, Endonezya’daki siyasi kültürü analiz ederken yapıyor bu tespiti. 1965’teki çeyrek milyon insanın ölümüne neden olan askeri darbe sonrası, büyük bir kültürel belirsizlik ortaya çıkmış ve bu kültürel belirsizliği, ulusçu klişelerle şekillendirilmiş bir kitle kültürü doldurmuştu. Benzer bir süreç, 12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye’de de yaşandı. Şimdi o kitle kültürü çukuru, edebiyatımız dahil her şeyi içine alarak endüstrileştirirken, siyasi kültürümüzü de büyük bir yıkıma uğrattı. Bu yeni durumun siyaset kültüründeki karşılığı da ANAP’la başlayan AKP’yle devam eden, ilerlemeci-muhafazakâr bir hat oldu. Bir siyasi partinin hem ilerlemeci (ilerici değil), hem de muhafazakâr olması, anlaşılması zor bir şey gibi gözükse de, aslında Endonezya gibi pek çok üçüncü dünya ülkesinde rastlanabilecek olağan bir durum. Aslında CHP’nin de kitle kültüründen nasibini alıp ulusalcı klişelere bel bağlaması kaçınılmaz bir süreçti bir bakıma. Kitle kültürü, Frankfurt Okulu’ndan Martin Jay’in de bahsettiği gibi asla demokratik olamaz. Popüler kültürün endüstrileşmesiyle oluşan kitle kültürü, kitlelerin tüketmesi ve yönlendirilmesi için üretilen bir kültür olduğu için, faşizmle büyür, gelişir…

İşte bu “kitle kültürü” çukuru içinde, çukurun dibindeki karanlık boşluğa ya da çukurun tepesindeki aydınlık boşluğa bakıp duruyoruz. Çukurun içinde ya da dışında boşluktan başka bir şey yokmuş gibi gözüküyor. Çukur demişken, Paul Auster’in Can Yayınları’ndan çıkan “Karanlıktaki Adam” adlı romanındaki Owen Brick’i anımsadım. Derin bir çukurda gözlerini açan, oraya nasıl geldiğini, kim olduğunu, üzerinde neden asker üniforması olduğunu anımsamayan Owen Brick… Nasıl Brick, o çukurun içinde belleksizse, biz de içinde bulunduğumuz çukurda belleksiz bir hayat sürüyoruz. Baktığımız boşluk, bizim belleksizliğimizden başka bir şey değil aslında. Geertz, “İnsan uzun süre boşluğa bakamaz” derken, bellek sahibi bir insanı düşünüyordu muhtemelen. Halbuki insan belleksizse, zaten boşluğun kendisi olduğu için, baktığı şey de boşluk olmayacaktır.

Walter Benjamin ve Adorno, kitle kültürüne ve kültür endüstrisine dair ciddi saptamalarda bulunarak, içine atıldığımız bu çukurun nasıl kazıldığını ve insanların o çukurlara nasıl atıldığını yazmışlardı. Sanatçılar, bazen sezgisel, bazen de bilinçli bir biçimde bu çukurdan çıkmak için üretirlerdi eskiden. Şimdi yine içinde bulunduğumuz bu çukurdan çıkmak isteyenlere rastlamıyor değiliz. Ama bu defa sanatçılar, bu çukurdan daha büyük çukurlara, uluslararası çukurlara atlamak için çıkmak istiyorlar sanki. Çünkü çukurdan bireysel firarların pek işe yaramadığının, en fazla marjinal olarak anılacaklarının farkındalar. Çukurdan çıkmak, çıkmakla kalmayıp o çukuru doldurup kapatmak, Geertz’in bahsettiği gibi kitlelerin değil “halk”ların işidir. Şöyle diyor Geertz: “Ama bir kez bir nüfus yerine bir halk olma, bu dünyada sayılan ve dikkat edilen, tanınan ve saygı duyulan bir halk olma arzusu ortaya çıktı mı, bu arzu, gerçekleşmemesi durumunda belli ki yatıştırılamaz niteliktedir. En azından şimdiye kadar hiçbir yerde yatıştırılamadı.” Aydınların işi, halk olma arzusundaki nüfusları yatıştırmak yerine, onların halk olma mücadelesini desteklemek olmalı. Bana öyle geliyor ki, Kürtlerin kendi çukurlarından çıkma mücadelesi, boşluğa bakmaktan körelen gözlerimizi yeniden açabilir. Darbelerle dengesi bozulan bir halkın kitleler halinde tıkıldığı bu çukurlarda gidebileceği başka bir yön yok çünkü.

Geertz’in başka bir önemli tespiti daha var: Ulusçu duyarlılıklardaki artış, ulusal hayal kırıklılıklarıyla doğru orantılı. Bu topraklarda sadece Kürtler hayal kırıklığı yaşamadı. Otuz yıl boyunca darbeci bir anayasayla yönetilen, ekonomik ve kültürel açıdan ciddi sorunlarla boğuşan, baskıcı ve paranoyak siyasi bir iklimde yönsüz ve amaçsız bırakılan halkların kitle kültürü içine hapsedilerek çukurlara gömüldüğünü unutmamak gerek. AKP gibi, ilerlemeci-muhafazakâr ya da CHP gibi devletçi ve ulusçu siyasi geleneklerin bir tür “çukur siyaseti” yaptığını da unutmamak gerek.

Çukurun dibine uzanmış, gökyüzündeki aydınlık boşluğa bakarken, Calvino’yu anımsadım. Makalelerinden birisinde “ateşin içinden yanmadan geçecek olan sınırlı sayıda aydın”dan bahsediyordu. Kendiliğindenliğini kaybetmiş ya da kaybettirilmiş kitlelere bilinci ve tasarımı, kültürel miras aracılığıyla ancak onlar taşıyabilecek geleceğe... Çukur, bir kara deliğe dönüşüp hepimizi yutmadan...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Ağustos 2010)

TATİLSİZ TATİL

Posted: 16 Ağustos 2010 Pazartesi by bülent usta in
0

Bu hafta tatile çıktım. Avşa’dan başlayarak ada ada geziyorum. Ada, ütopyayla eş anlamlı kullanılır çoğunlukla. Sularla çevrili kara parçası, edebiyatçıların da ilgi kaynağı oldu hep. Zülfü Livaneli’nin de Remzi Kitabevi’nden “Son Ada” adlı bir romanı yayımlanmıştı geçen yıl. Livaneli’nin siyasi duruşundan farklı mesajlar taşıyan bir romandı. Beğeniyle, hayret ederek okuduğumu anımsıyorum. “Son Ada”da, mutlu ve kendi halinde insanlarla dolu bir adaya, emeklilik yıllarını geçirmek üzere darbeci bir başkanın gelişini ve adayı nasıl yok edişini anlatmıştı Livaneli. Darbeci başkan, ağaçları budayarak başladığı asayiş işini, martılara savaş açıp onları yok etmeye kadar vardırıyordu. Martılara savaş açan bir diktatör… Ne kadar da güzel tarif ediyor faşizmin gerçek yüzünü. Martı deyince, bir başka yazımda bahsettiğim Musa adlı şair arkadaşımı anımsarım hep. Ne zaman birlikte vapur yolculuğu yapsak, “farkında mısın, martıların sayısı her geçen gün azalıyor” derdi bana. Ben de ona “yoksa sayıyor musun martıları” diye takılırdım. O günlerde 19 Aralık katliamı yaşanmıştı ve martılar teker teker öldürülüyordu bu ülkede. Sıranın güvercinlere geleceği de belliydi… Emekli general Atilla Kıyat’ın “faili meçhul cinayetler, devlet politikasıydı” diye tarif ettiği o günler, çok mu geride kaldı şimdi?.. Herkesin bildiği bir şeyi, emekli bir generalin söylemesi elbette önemli. Şimdi onu birileri hainlikle suçlayacaktır, yargısız infaz yapanları kahraman olarak gördükleri için olsa gerek. İthaki Yayınları’ndan iki cilt olarak yayımlanan Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu’nun “Ergenekonda Kim Kimdir? Kırk Katır Kırk Satır” adlı kitabını mutlaka okumak gerek. Okumak gerek ama, faili meçhul cinayetlerin kimler tarafından nasıl işlendiğini bilmek, insanın ruh sağlığını tehdit edecek kadar ağır bir etki bırakabilir. Çocuklarımıza bu cinayetleri nasıl açıklayacağımızı bilemiyorum. Korku filmlerinin en pervasız olanlarında bile böyle bir vahşete ve acımasızlığa rastlamak mümkün olmasa gerek.

Belki de, yaşamın bunca vahşeti hiçbir şey olmamışçasına kaldırabilmesi, bende bir ada özlemi yaratmıştır, kim bilir… Eskiden beri bir adaya yerleşme hayali kurar dururum. Neden bir sahil kasabası ya da dağ başında bir köy değil de bir ada? Örneğin Marmara Adası’na yerleşip orada balıkçılık yapmayı, küçük balıkçı kulübemde romanlar yazmayı hayal ederdim. Sanırım adaya yerleşme isteğim, inzivaya çekilme, o adayı bir beden gibi giyinip yalnızlığımdan kurtulma arzumun bir yansımasıydı. Sonraları, yazma arzusunun da insanı bir adaya dönüştürdüğünü fark etmiştim. Yazabilmek için dış dünyadan kopmak, kendine ait bir dünya ve o dünyayı koruyacak mesafeler yaratmak gerekiyordu. Yani, bir ada olmak, etrafı sularla çevrili bir yerde yaşamak, bana “sonlu sonsuzluğu” anımsatmıştır her zaman. Sınırları belli bir kara parçası içisinde, sonsuzmuş gibi gözüken bir denizle kuşatılmak… Yaşam, sonlu bir sonsuzluktan başka ne olabilir ki?..

Adaya ayak bastığımdan beri, dünyadan uzaklaşmışım gibi hissediyorum. Bu durumun bir nedeni de tatilde oluşum elbette. Tatilin pek çok tanımı olsa da, ben tatili uzaklaşmak olarak anlıyorum. Yaptığın işten, gündelik hayattan, seni sarıp sarmalayan her şeyden bir parça uzaklaşmak… İnsanlar genelde sahil kenarında bir şezlonga uzanıp saatlerce güneşlenmeyi, akşam olunca da kendi zevkine uygun bir eğlence mekânında eğlenmeyi tercih ediyor. Bu güneşlenme aktivitesine ben de katıldım birkaç gün. Öyle boş boş denize ya da gökyüzüne bakarak yatıyorsun. Arada denize girip serinlemek dışında başka bir şey yapmana da gerek yok. Bir tür yoga gibi… Bu güneşlenme aktivitesini, güzelleşmek için kullananlar da var elbette. Ama insanların tatil deyince, güneşlenmeyi anlaması önemli bir gösterge bence. İnsanlar, dış dünyadan kaçmak istiyor. Aydınlatılamamış faili meçhullerle, ekonomik ya da idari krizlerle, eksik olmayan çatışma ve ölüm haberleriyle dolu bir dünyadan… Metropoellerin insanları sürekli aşağılayan, hayata seyirci kalmaya zorlayan sistemden bunalmış bir halde, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir kaygı duymadan saatlerce yatmak, akşam olunca da, bir disko ya da meyhanede içip unutmak istiyorlar sanki... Bir tür arınma aktivitesi gibi... Dinlenmiş ve dinç birisi olarak yeniden kaçtıkları hayata döneceklerini ve bu döngünün emekli olup sürekli tatil hakkı kazanana kadar süreceğini anımsamamaya çalışarak eğleniyorlar. Tabii bu ülkedeki çalışanların önemli bir kısmının, bu kısa süreli uzaklaşmaya bile sahip olamaması da başka bir acı gerçek…

Bir adadayım ve etrafım denizle çevrili… Okuduğum kitapların hiçbiri güncel değil. Adalarda sokak köpeklerinin neden hiç havlamadığı gibi konularla meşgul ediyorum kendimi. Toprağa uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Nasıl da özlemişim gökyüzüne bakıp hayaller kurmayı… Gökyüzüne bakarken, bulutların gizli bir metine ait satırlar gibi zihnimin içinde aktığına tanık oluyorum. İşte o zaman anlıyorum, yazarların tatili olmadığını…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Ağustos 2010)

DURAN TRENİN YOLCULARI

Posted: by bülent usta in
0

Sıcak bir yaz gecesinde, Haydarpaşa’dan kalkacak olan bir trendeyim. Düşüncelerim, gökyüzündeki bulutlar gibi şekilden şekile girse de, aslında hepsi hevesle bir yöne doğru akıyor. Ama düşüncelerimin nereye aktığı konusunda yine de bilgisizim. Bulut demişken, Mayakovski’nin en çok sevdiğim şiiridir “Pantolonlu Bulut”. “tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi” diyordu ya şiirin bir yerinde Mayakovski, işte o tersyüz olma hali gibi geliyor bana sanat... Sadece kendisini değil, hayatı tersyüz edebilenleri düşündüm uzun uzun. Yanımda, bugünlerde Can Yayınları’ndan çıkan bir roman vardı. Macar yazar Sandor Marai’nin “Bir Burjuvanın İtirafları” adlı romanı. Marai, otobiyografik özellikler taşıyan romanının bir yerinde şöyle yazmış: “İnsan korkunca çığlık atar. Korkunca yazmaya koyuldum.” Onu korkutan ve yazmaya teşvik eden şey, Kafka’nın yapıtlarıyla tanıştığı gün hayatı başka türlü görmenin gücü ve sorumluluğundan başka bir şey değildir. Yani Kafka onu “tersyüz” etmiştir. Yoksa “tersyüz” olmaksızın hayatı nasıl başka türlü görebilir ki insan? Âşık olunca mı? Evet, âşık olunca da…

Beni “tersyüz” eden aşklar ve kitaplar üzerine düşünürken tuhaf bir şey oldu. Duran bir trenin içinde olmama rağmen, yan taraftaki diğer tren hareket ettiği için, sanki içinde bulunduğum tren hareket ediyormuş gibi hissettim bir an. Benzer bir durumu eminim siz de otobüslerin mola yerlerinde ya da vapur yolculuklarında sık sık yaşamışsınızdır. Türkiye’yi, duran bir trene ve kendimi de bu trenin hareket ediyormuş yanılsaması yaşayan yolcularından birisi olarak düşündüm sonra. Yaşıyormuş gibi yaparak yaşamak, çalışıyormuş gibi yaparak çalışmak, sevişiyormuş gibi yaparak sevişmek ve en kötüsü düşünüyormuş gibi yaparak düşünmemize benzemiyor muydu bu yanılsama? Bizim dışımızda her şey hareket etse de, biz hareket etmiyorduk.

Marai gibi, hayatı başka türlü görmenin gücü ve sorumluluğundan habersiz, duran bir trenin penceresinden yolculuk ediyormuş gibi dışarıya bakan yolculardan çok, onlara duran bir trenin penceresinden hayaller izlettiren şeyi sorgulamak gerekiyor belki de. Nedir insanları “mış gibi” yaşamaya zorlayan?

Romain Gary, Emile Ajar adıyla yazdığı “Yalan Roman”da, “normal insanlar”ın dünyasına katılmak için “mış gibi” oyununu oynayan bir yazardan bahsediyordu. Kapatıldığı akıl hastanesinde ona öğretilen şey “mış gibi” davranmaktan başka bir şey değildi. Aslında normal gözüken her insanın bu oyunu oynadığını, gerçek olayları sıradan olaylar olarak görerek bilinçli olma tehlikesi yaşamadan ve tanık olduğu şeylerden rahatsızlık duymadan kendi halinde yaşadığını anlamıştır Emile Ajar...

Şu an Türkiye’de çoğunluk huzur içinde yaşıyorsa, bu biraz “mış gibi” yaşıyor olmamızla alakalı. Birileri birilerini linç mi ediyor, sendikalı olduğu için işçiler işten mi çıkarılıyor, otuz yıldır bir darbe anayasasıyla mı yönetiliyoruz, hiç önemli değil. Biz gelişen bir ekonomiye ve dünyanın en güçlü ordusuna sahip, genç ve dinamik bir ülkeyiz. Trenimiz hareket etmese de lokomotifimiz çok güçlü. İstesek bu trenle tüm dünyayı kat edebiliriz. Duran trenin penceresinden bakıp böyle hayaller kuruyorduk işte. Ama herkes baktığı pencereden aynı şeyi de görmüyor elbette. Çünkü herkesin bu trenle gitmek istediği yer farklı. Hatta aynı trende olmalarına rağmen herkes farklı yönlere gitmek istiyor. Muhtemelen treni durduran nedenlerden birisi de, farklı yerlere gitmek isteyenlerin aynı trene bindirilmiş olması. Peki ya hareket etmeyen bu trenden inip başka trene binmek isteyenler ya da lokomotife geçip treni hareket ettirmek isteyenler olmuyor mu hiç? Onları da başka bir vagona kitliyorlar muhtemelen. “Mış gibi” yaşayamayanlar vagonuna…

Bindiğim tren, sonunda hareket etti. Ama “duran tren” metaforuna kendimi öyle kaptırmıştım ki, hareket edenin gerçekte tren olduğundan hâlâ emin değildim. Tren durmaya devam ederken, tıpkı bulutlar gibi ağaçlar, binalar, şehirler hareket ediyordu...

Gazete yazarı eğer hareket eden bir trende durabiliyor, duran bir trende hareket edebiliyorsa, yani kendisini Mayakovski gibi “tersyüz” edebiliyorsa, iyi bir gazetecidir bana göre. Okura karşı sorumluluğun yerini, patrona karşı, hükümete karşı, orduya ya da başka bir güce karşı sorumluluk alıyorsa, orada sadece “mış gibi” gazetecilik yapanlar var demektir.

Aslında bu “tersyüz” olma hali, en iyi karnavallarda gözlemlenir. Mikhail Bakhtin’in karnaval için söyledikleri, tam da bir “tersyüz” olma halidir. Karnaval, ne seyredilir, ne de sergilenir. Herkes, o karnavalın aktif katılımcısıdır. Karnaval yaşamı, yoldan çıkarılmış, aksi yöndeki bir yaşamdır. Kişiler arasında her tür mesafe ortadan kalkarak, hiyerarşik düzen ve onunla bağlantılı bütün korkular ve kaygılar sona erer. Yani “mış gibi” yaşamaya son verilir karnavalda. Orada “normal” olmanın hiçbir anlamı yoktur. Herkes her an kral olabilir ve o krala tacı takanlar onu her an tahtından indirebilir. Bir edebiyat eleştirmeni olarak Bakhtin için karnavalın anlamı, sözün özgürlüğüyle alakalıydı elbette. Ama bu “tersyüz” olma halini, en iyi karnaval anlatıyor olsa gerek. Emile Ajar gibilerin, “mış gibi” yapmadan yaşayabileceği bir yer olarak karnaval...

Bizim karnavallara ihtiyacımız varken, linç çeteleri dolduruyor meydanları... “Mış gibi” yapmaktan sıkılanların sessiz çığlıkları arasında yol alıyor duran tren...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Ağustos 2010)

DEMOKRATİK İNFİAL

Posted: by bülent usta in
0

Yılmaz Güney, “Duvar” filmiyle ilgili yaptığı röportajlardan birisinde “biz hem devletin baskısıyla, hem de halkın sahip olduğu değer yargılarıyla mücadele halinde olduk” diyordu. Yılmaz Güney’in altını çizdiği bu ikili mücadele, aslında tüm dünyada aydınların alması gereken pozisyonunu da tarif ediyordu. Günümüz Türkiye’sinde, artık bu türden kaygılar iyice azaldı. Ya baskıcı devletin, ya da AKP gibi siyasi partilerin temsil ettiği muhafazakâr değerlerin tarafında yer alarak, ikili mücadeleden kaçınılıyor.

Türkiye’deki aydınların pozisyonunu zora sokan bir başka şey ise, mücadele edilen bu güçlerin pozisyonlarındaki belirsizlik. Örneğin darbe alışkanlığına sahip ordu, aynı zamanda Batı değerlerini temsil iddiasında olabiliyor. Hatta hatta askeri darbe yanlısı olmak, anti-emperyalist bir tutummuş gibi gösterilebiliyor. Ya da muhazakârlıktan beslenen ve onu yücelten bir siyasi parti, AB yanlısı ve özgürlükçüymüş gibi davranabiliyor. Ordu ile aynı çizgide bulunmaktan gocunmayan, devletçi geleneği sahiplenen bir parti de, sosyal demokrat iddiasında olabiliyor. Askeri darbe savunucusu olmakla suçlananlar, karşı tarafı sivil darbe yanlısı olarak nitelendirebiliyor. Böylesine karmaşık ve belirsiz bir siyasi ortamda siyaset nasıl mümkün olabilir?

Askeri darbelerin amacı siyaseti yok etmekti. Bunun için siyasi partilerden sendikalara, siyasetin tüm kanalları kapatılmış, örgütsüz yığınlar yaratılmıştı. Siyaset yapılacaksa, sınırları çok net bir alanda yapılmalıydı. AKP hükümetinin izlediği politikalar da farklı değil. Kimseyi muhatap almayan, kurumları halka, hatta halkı halka şikâyet ederek siyaset yapmaktan kaçınmayan ve siyaseti kilitleyen bu anlayış, Türkiye’yi tam anlamıyla bir tıkanma noktasına getirdi. Elbette siyaseti sadece AKP tıkamıyor. Ama hükümette olan bir parti olarak asıl sorumluluğun ona ait olduğu da bir gerçek.

İnegöl’de ya da Hatay’da yaşanılanlara bakınca, tüm bu iç savaş provalarının siyasetsizlikle bir ilişkisi olduğunu söylemek mümkün.

Peki siyaset nedir? Calvino, YKY’den çıkan “Yeni Bir Sayfa” adlı kitabında yer alan bir yazısında Fortini’nin ahlak tanımından bahseder: “Ahlak, değerler ile davranış arasında bir tutarlılığa ulaşma isteğinin yarattığı gerilim ve bu uyumsuzluğun bilincinde olmadır. Ahlak politika haline gelir, politikanın özel adıdır. Ahlakçılık, ahlakın belirli bir anda öngördüğü değerler ve davranışlardan başka değerler ve davranışlar olması gerektiğini ya da olabileceğini yadsıyan kişinin düştüğü hatadır.”
İşte bu yüzden “ahlak” ile “ahlakçılık”ı her zaman birbirinden ayrı tutmak ve düşünmek gerek. Bu anlamda faşizm de, muhafazakârlık da, ahlaklı olmasalar dahi ahlakçıdırlar her zaman ve siyasetten hiç haz etmezler.

Todd May’in siyaset tanımı da Fortini’nin ahlak tanımıyla örtüşür: Olan ile olması gereken arasındaki gerilim... Eğer siz, bu gerilimi ortadan kaldırarak, olanın zaten olması gereken olduğunu iddia ederseniz, siyaset dışına çıkarsınız; kimseyi muhatap almaz, diyalog yerine dayatmayı, empati yerine demagojiyi koyarsınız.

Türkiye’de hem kurumların, hem de halkın gereğinden fazla politize olduğunu iddia edenler, aşırı politize olmanın, siyasetsizlikten kaynaklandığını göremiyorlar. Sokaklarda linç çeteleri kol geziyorsa, bunun bir nedeninin de örgütsüzleştirilen halktır.

Ve medya... Bir televizyon kanalında, açık oturum tarzı bir programın sunucusu, sık sık konuşmacıların sözünü keserek Hatay’daki olayları abartılı bir biçimde aktarıp duruyordu örneğin. Eğer bir yerde bu türden olaylar varsa, gazetecilik etiği, olayları daha da kışkırtacak açıklamalar ve haberler yaymaktan kaçınmayı gerektirir. Ama özellikle birkaç haber kanalı neredeyse canlı olarak bu linç olaylarını televizyonlardan aktarmaya devam etti. Üstelik, provokatörleri sıradan insanlarmış, duyarlı vatandaşlarmış gibi göstererek... Edirne’de ya da Trabzon’da üniversiteli gençleri sokak ortasında linç etmeyi çalışanları da, duyarlı vatandaşlar olarak nitelendirmişti aynı medya. Halbuki yapılan şey, birilerinin onayı ve desteğiyle gerçekleşen terörden başka bir şey değildi.

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, buralarda olsaydı, ona sorardım “ne yapmak gerek” diye. Ama bu sıcak havalarda dışarı çıkmaktan hoşlanmıyor anlaşılan. Belki de serin bir ülkeye gitmiş, keyfine bakıyordur. Yine de içimden İvam’a sorup, ondan gelebilecek yanıtı düşünmekten kendimi alamıyorum. Bana şöyle şeyler söyleyebilirdi: “Türkiye’de her şey iç savaş için zemin yaratmaya yönelik gerçekleşiyor. Hiçbir güç, erkini kolay kolay başka bir güce teslim etmek istemez. Bu güçler savaşı içinde üçüncü bir güç yaratılamadığı sürece, siyasetsizlikten doğan şiddet, alıp başını gider. Sivil toplum kuruluşları, daha fazla siyasete dahil olmazsa, iç savaş kaçınılmaz. Mesela on binlerce kişi sokağa dökülüp şiddete karşı yürümeli ve siyaseti geri çağıracak demokratik bir infial ortamı yaratılmalı.”

Aslında İvam’la, “Cogito”nun son sayısını da konuşabilirdik, her şeye rağmen. Kime sorduysam haberi olmamış, “Cogito”nun son sayısını futbola ayırdığını... Eğer şu iç savaş provaları gündemde olmasaydı, futbolun, o “güzel oyun”un entelektüel dünyadaki karşılığını yazmak niyetindeydim. Kaçırılmaması gereken bir “Cogito” özel sayısı... Derrida, felsefeci değil de futbolcu olsaydı, sahanın neresinde oynardı acaba?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Temmuz 2010)

ORTAK YOLDAN ORTAK ZEMİNE

Posted: by bülent usta in
0

Başbakan, kadın örgütleriyle yaptığı demokratik açılım toplantısında Sakine Ana’dan bahsetmişti. Üç çocuğu gerilla olan ve üç çocuğunun da ölüm acısını yaşamış bir anneden... Sakine Ana’dan bahsederken, çocuklarını terör örgütüne kaptırmış ifadesini kullanmasına, Sakine Ana itiraz etmiş: “Benim çocuklarım terörist değil.”

Sakine Ana’yla empati kurmaya davet eden birisinin, “çocuklarını terör örgütüne kaptırmış bir anne” portresi çizmesine şaşırmıyoruz elbette. Ama demokratik açılımın gerçek yüzünü de bu türden ifadeler göstermiyor mu? Ve yine aynı siyasi partinin “demokratik anayasa” girişimine ne derece inanmak mümkün? Bu anayasa değişikliği, pragmatik, popülist ve fırsatçı bir siyasi geleneğin, bu türden demokratikleşme ataklarıyla daha radikal demokrasi taleplerinin önünü kesme çabası olarak görülebilir mi?

Eğer Türkiye’yi böylesine pragmatist ve popülist siyasi hareketlerin özgürleştireceğine inanıyorsak, halimiz pek de iç açıcı değil. Ama bu siyasi partinin karşısındaki muhalefete bakınca, insan çok daha büyük bir karamsarlığa kapılıyor.

“Birikim”in son sayısında “Turbulence” olarak anılan yazar kollektifine ait bir yazı yer aldı. Yazının başlığı “Zombi Liberalizme Karşı Ortak Zeminler – Belirsizlikte Yaşam?” “Turbulence”, İngiltere, Almanya, Amerika ve Brezilya’dan yazarların oluşturduğu bir kollektif ve “alternatif küreselleşme hareketi” içinde biraraya gelerek çareler arıyorlar. “Turbulence”, David Harvie, Keir Milburn, Tadzio Müller, Rodrigo Nunes, Michal Osterweil, Kay Summer, Ben Trott gibi yazarlardan oluşuyor.

Bahar Bilgen’in çevirdiği bu yazı, Türkiye’deki tıkanmış siyaseti anlamak için de oldukça önemli ipuçları içeriyor. Türkiye’nin, dünya gezegeninde bulunduğu çok sık unutulan bir gerçeklik. Türkiye’de solun, Hindistan’dan Afrika’ya başka sollarla bağlantısızlığı bilinen bir durum. Son zamanlarda bir Güney Amerika ilgisi var, ama o da oldukça sınırlı ve geçici bir ilgi gibi gözüküyor. Sanatta ya da siyasette, bir tıkanma sürecine girdiysek, mutlaka dışarıda neler olup bittiğine bakmamız gerek. Hatta, dışarısını artık dışarısı gibi algılamayıp dışarıya dahil olmak gerekiyor günümüzde. Çünkü Brezilya’daki bir işçinin kaderi, Türkiye’deki bir işçinin kaderinden bağımsız değil artık. Tıpkı, bir ülkede patlayan ekonomik krizin sadece o ülke sınırları içine hapsolmaması gibi…

“Turbulence”ın yazısında, Türkiye’nin de siyasi atmosferini belirleyen “orta yol”culuktan bahsediliyor uzun uzun. Türkiye’de siyaset, hep merkeze göre tanımlanan bir şey oldu. Siyasi partilerin ortanın solu ya da sağı olarak sınıflandırıldığını, hatta merkezde yer almak için partilerin kıyasıya mücadele ettiğini görüyoruz. Peki ya “orta yol”, yani “merkez” sabit bir yer midir? Aslında “orta yol” denilen şeyin, uçlara göre tanımlanması beklenir. Ama Türkiye’de sanki uçları “orta yol”a göre tanımlama eğilimi daha baskınmış gibi gözüküyor. Bu da siyasetin doğal akışı içinde şekillenememesinin bir sonucu olsa gerek. Merkezin sola kaydığı görüldüğü anda, askeri darbelerin gündeme gelmesi gibi. Mesela “Balyoz Planı”, merkezin İslamcılığa kaydığına dair bir endişenin ürünü değil mi?

Peki siyasette “orta yol”un önemi nedir? Öncelikle, “orta yol”dan ne kadar uzaklaşılırsa bir düşüncenin, projenin ya da eylemin gözardı edilme ya da bastırılma ihtimali artar. Ama “orta yol”a ne kadar yaklaşılırsa, “orta yol” tarafından içerilme ihtimali de vardır. Mesela AKP hükümeti, Kürt sorununu çözme iradesi ortaya koydu. Bu projesini hayata geçirmek için de “orta yol”u denedi. “Orta yol”u değiştiremeyeceği için, kendisini “orta yol”a çekmesi gerekiyordu. Ama Türkiye’deki “orta yol”, devletçi ve milliyetçi bir gelenekle tarif edilmişti her zaman. Projenin adı “Kürt Açılımı”ndan “Demokratik Açılım”a, ardından da “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”ne dönüştü. Sadece projenin isimlendirilmesindeki bu değişim bile bize “orta yol”un tanımını ve “açılım”ın yaşadığı değişimi göstermesi için yeterli. Ama “orta yol”a yaklaşma çabasının, devletin Kürtçe televizyona izin vermesi gibi, Kürt meselesinde bir “orta yol” kaymasını da sağladı.

“Turbulence”ın yazısında da karşımıza çıktığı gibi, var olan sistem içerisinde bir şeyleri değiştirmenin yolu “orta yol”a yaklaşmakken, aynı zamanda “orta yol” istenen değişimin niteliğini de dönüşüme uğratarak bir çıkmaza da sokuyor süreci. Kürt meselesinde yaşadığımız tıkanma, aslında bir “orta yol” krizinden başka bir şey değil. İsterse yüzlerce, binlerce uzman ya da siyasetçi çıkıp televizyonda konuşsun, yüzlerce köşe yazarı çareler arayıp dursun, Türkiye’de siyaset kendi doğal akışına bırakılmadığı ve “orta yol” tanımı değişmediği ya da ortadan kaldırılmadığı sürece, hiçbir değişim ya da çözüm talebini hayata geçirmek mümkün gözükmüyor.

“Turbulence” yazarları, “orta yol” siyasetine karşı, “ortak zemin” siyasetini öne sürüyor. “Çeşitli mücadelelerin, eylemlerin, söylemlerin, hedeflerin ve göndergelerin kesişmeleri ve çakışmaları” olarak tanımlıyorlar “ortak zemin”i. “Orta yol”un aksine, “ortak zemin”de her türlü uç fikir birarada bulunabiliyor, kendi kimliğini yitirmeksizin. Kürt sorununun çözümü için de, “orta yol”a değil, “ortak zemin”e ihtiyaç olduğu ve bu zeminsizliğin şiddet üretmek dışında bir işe yaramadığını anlamak gerekiyor artık.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Temmuz 2010)

GÜNLÜK CİNAYETLER

Posted: 16 Temmuz 2010 Cuma by bülent usta in
0

Bugünlerde belleğimi sanki bir sis bulutu kapladı. Yapmam gereken işleri daha sık unutur oldum. İsimler, olaylar, anlar, azar azar siliniyor sanki belleğimden. Sonra fark ettim ki, bu sis bulutundan muzdarip olan sadece ben değilim. Çok çalışmanın, birkaç alana, birkaç hayata bölünmenin elbette kişisel bir etkisi var. Ama çevremde bellek kaybından bahseden başkalarının da olduğunu fark edince, bu sis bulutunun toplumsal bir karşılığı olduğunu düşünmeye başladım. Ingeborg Bachmann, “Malina” adlı romanında “günlük cinayetler”den bahseder ya. Hani, günlük yaşamın içinde içkinleştirilmiş, insanların iç dünyalarını yıkıma uğratan savaşın bir sonucu olan “günlük cinayetler”den... Günlük cinayetlerin bir sonucu olabilir mi bellekleri örten bu sis bulutunun kaynağı?..

Bachmann’ın “faşizm önce iki insan arasında başlar” sözünün ağırlığı da bu “günlük cinayetler”de gizlidir sanki. Bachmann, faşizm karşısında bu yüzden umutsuzdur. Çünkü bu savaşın bitmesi mümkün gelmez ona. Acaba gerçekten öyle mi? Toplumsal ilişkilerin olduğu her yerde faşizm de olmak mı zorundadır? Toplumsal olarak yaşadığımız bellek yitiminin baskıcı sistemle ve kültürle bir bağı olduğunu iddia eden pek çok çalışma var. Her şeyin hızlandığı bir çağda, zihinlerimizi gerekli gereksiz şeylerle dolduran enformasyon bombardırmanı altında, bellek yitimi kaçınılmaz bir sonuç gibi geliyor bana... Çünkü belleğe bir ânın ya da bilginin kaydedilmesi için, belli bir zaman gerekli. Daha yaşadığımız bir deneyime belleğimizde bir yer açamadan, başka bilgiler ve olayların dayatmasıyla karşılaşıyoruz. Her şey bu kadar hızlı ve yoğun yaşanırken ya da hızlı ve yoğunmuş yanılsaması bu kadar güçlüyken, belleğimizi korumak da imkânsızlaşıyor. Peki faşizmle belleğin arasında nasıl bir ilişki var? Faşizmin önce topluma “hazır bir bellek” giydirmeye çalıştığına, bunun için de tarih ve dile ayrı bir önem verdiğine, ulus-devlet politikalarının icraatları arasında bedene ve belleğe müdahale etmenin ayrı bir yere sahip olduğuna dair sayısız örnek ve yapılmış çalışma var. Ama her şeyden evvel, belleğin nasıl çalıştığı gizemini koruyan konulardan birisi. Bugünlerde, YKY’nin “Cogito” dizisinden Eda Özgül çevirisiyle yayımlanan Daniel L. Schacter’in “Belleğin İzinde” adlı kitabı, bu açıdan önemli bilgiler barındıran, bir başvuru kitabı olarak okunabilir. Schacter, bir psikoloji profesörü ve belleğin karmaşık yapısını bilimsel yönden analiz ediyor. Ama bunu, vaka analizleri ve bilimsel bulgular dışında, sanat eserleri üzerinden de yapması, kitabın ilgi çekici yönünü oluşturuyor.

Kitabın bir yerinde yazar, bir tür bellek kaybı olarak “ruhsal körlük”ten bahsediyor. Ruhsal körlük, bellek kaybının duygusal sapmalara neden olmasından kaynaklanıyor. Ruhsal körlüğün en önemli sonuçlarından birisi, kendi hayatımızın kontrolünü yitirmek anlamına geliyor. Hayatımızı kuşatan tüm bu uzmanlar ordusu, hayatımızın kontrolünü yitirmemizle alakalı olabilir mi? Terapi görmenin, günümüzde bir ihtiyaç haline gelmesi, acaba hayatımızı kontrol edemeyişimizle ve bellek yitimiyle bağlantılı değil mi?

Yazar, kitabın girişinde Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanından bahsediyor. Macondo köyünü tuhaf bir salgın istila eder. Bir tür uykusuzluk hastalığıdır bu. Hastalığın semptomları kademeli olarak ortaya çıkar. Her köylü önce çocukluğuna dair anılarını, sonra nesnelerin adlarını ve işlevlerini, daha sonra diğer insanların kimliklerini hatırlama yeteneğini kaybeder ve en sonunda da “kendi varlığına dair farkındalığını” yitirir. Roman, belleğin olmadığı bir dünyayı anlatmaktadır. Yakın arkadaşların ve aile üyelerinin bile birer yabancıya dönüştüğü bir dünya. Yine yazar, başka bir romancının Saul Below’un sözlerinden bir alıntı yapıyor kitapta: “Bellek hayattır.”

Bu gidişle, romanın kahramanlarından Aureliano gibi bir “bellek makinesi” icat etmek zorunda kalabiliriz. Ama “bellek makinesi” yerine, insanları belleksizleştirme faaliyetlerini sorgulamak ve günlük yaşamda içselleştirilmiş olan faşizmle mücadele etmek daha anlamlı olsa gerek. Macondo köyünde yaşanan salgının tüm semptomlarını, kendimizde de görebiliriz rahatlıkla. Yoksa, göremeyecek kadar ruhsal körlük içinde olabilir miyiz?

Peki ya unutmayı biz istiyorsak? Anımsamak, kendi hayatımızın ve tercihlerimizin sorumluluğunu taşımak gibi ağır bir yük omuzlarımızda. Kendi varoluşumuzun sorumluluğunu, devlete, komutana, lidere, dini öndere teslim ederek kurtulma istencimizden beslenmiyor mu faşizm?

Belleğimizi kaplayan bu sis bulutu çoğaldıkça, korku ve güvensizlik de artıyor git gide. Sanat, bir sis makinesi olarak değil de, Aureliano’nun “bellek makinesi” gibi çalışırsa, bu sis bulutu içinde tanıdık bazı duyguları ve düşünceleri fark etmemiz mümkün olabilir belki. Bu sayede, varoluşumuza yönelik gerçekleşen o küçük küçük günlük cinayetlerin, daha büyük cinayetler için bir aşama olduğunu fark ederiz belki de...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 14 Temmuz 2010)

ÖLÜM SESSİZLİĞİ...

Posted: 7 Temmuz 2010 Çarşamba by bülent usta in
0


Füsun Akatlı’yı da yitirdik... Kitaplarını okuyarak büyümüş birisi olarak, sanki ailemden birisini yitirmiş gibi, koyu bir hüzünle sarılıp sarmalandım o gün. Uzun yıllar yaşamını paylaştığı Metin Altıok gibi, o da Temmuz ayında veda etmişti dünyaya. 2 Temmuz Sivas Katliamı’nın Füsun Akatlı’yı yitirişimizde bir payı var mıdır diye düşünmeden edemedim. Kızının babasını, ilk gençlik aşkını o yangına kurban vermiş birisi olarak, 2 Temmuz’un acısı, hayatla kurduğu o güçlü bağı etkilemiş olabilir miydi?

Filiz Aygündüz’ün 9 Temmuz 2008’de Milliyet gazetesinde, Metin Altıok’un ölüm yıldönümü vesilesiyle yazdığı yazıda, Füsun Akatlı’yla ilgili bir anekdot da vardı: “12 Mart’a doğru giden baskı döneminde Füsun Altıok, Zeynep’e hamileyken, ilginç bir olay yaşar aile. Ergin Günce ile birlikte ‘Gerilla Savaşı ve Marksizm’ adlı kitabı çeviren Füsun Altıok’un yerine, kitabın toplatılması ya da sorgu, hapis vb. ihtimaller düşünülerek, Metin Altıok’un adı yazılır kapağa çevirmen olarak. Oysa yabancı dil bilmez Metin Altıok. Kitap, Zülfü Livaneli’nin Ekim Yayınları’ndan çıkar. Ne kitabın, ne de çevirmenlerin başına bir şey gelir. Ama Metin Altıok’un babası Süleyman Altıok, İzmir’de bu kitabı okuduğu ve kahvede soran arkadaşlarına ‘Gelinim çevirdi aslında’ dediği için gözaltına alınır. Narlıdere Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından hakkında soruşturma açılır; bir ay hapis yatar.”

Füsun Akatlı da hapis yatmıştı bu ülkede. O günlerde yaşanan Kızıldere katliamından derinden etkilenen ve yaptığı resimlerle acısını dışarı vuran Metin Altıok da, başka bir katliama kurban gitmişti yıllar sonra. Bu topraklarda, samimi duygu ve düşüncelerle aydın olanlar, benzer bir kaderi paylaştılar her zaman. Ölümler, hapisler, sürgünlerle geçen hayatlar yaşadılar. Füsun Akatlı, Boyut Kitapları’ndan çıkan Acıyla, Sevgiyle, Kahramanca... adlı, denemelerinin yer aldığı kitabında, “aydın”ın neden sevilmediğini yazmıştı. Halk, niye sevmezdi aydınları? Bırakın başkalarının sevgisini, aydınlar bile birbirlerini seviyor muydu acaba?

Akatlı, “aydın”dan ne anladığını şöyle yazmış: “Aydın, tanımı gereği ‘kişi’ olma aşamasını gerçekleştirmiş bir bireydir. Dolayısıyla sürü içerisinde yer almaz. Donanımı gereği de, seçkindir. Kitleler, seçkine iki türlü tepki gösterebilir: Seçkin, toplumda geçerli değerler dizgesinin ölçütlerine vurulduğunda ‘başarılı’ ise, gıpta, hayranlık, öykünme tepkisi uyandırır. Yok eğer başarısının, aynı değerler dizgesi içinde bir ‘kıymet-i harbiyesi’ yoksa, psikolojik ve sosyal bakımdan doğal olan tepkiyi alır; yani horlanır, aşağılanır, alay konusu olur. Belletilen yolda düşünmeyen, kendi hedefini kendi belirleyen, üstelik yine tanımı gereği geçerli dizgelere eleştiri yönelten biridir aydın kişi. Düşünmeyen, eleştirmeyen, tek tip, uyumlu, sessiz bireylerden oluşan bir toplum isteyen bir yönetim, elbette aydınlardan hoşlanmayacaktır.”

Füsun Akatlı, aydınların birbirlerini sevmemesi hakkında da şöyle yazmıştı: “Aydınların kendilerinin; bir başka dünya görüşünü, hayat tavrını, sanat anlayışını, kendileri bir ‘klik’ oluşturduğu durumlarda ise kesinlikle o ‘klik’in dışında yer alanları, bazen kendi klikdaşlarını bile sevmedikleri de açıkça gözlemlenmektedir. Burada iki tür tepki söz konusu. Birincisi, salt yüksek öğrenimli olmaları veya yaptıkları iş dolayısıyla, istatistik ölçütlerle aydın sayılan kesimden geliyor. Onların da aslında kişileşmemiş bireyler olarak; kendilerinden daha farklı, daha gelişkin, daha donanımlı olduklarını sezdikleri gerçek entelektüellere, hasetle bilenmiş bir saldırganlık yönelttiklerini söyleyebiliriz. ‘Ulaşamadığın aydına ‘entel’ de geç!’ tepkisi onlarınki. Özentili, yapmacık, takınma davranışlarla ‘entel’lik taslayanların iticiliğinden yararlanıp, onları gerçek entelektüellerden ayırt etme zorunluluğundan yan çizerek aydın düşmanlığı yapıyorlar.”

İnsanı kahreden de aydınlardan gelen bu aydın düşmanlığı. Hadi devletin ya da toplumun tepkisini bir ölçüde anlayabiliriz. Hatta sağ kesimdeki okumuşların haset dolu düşmanlığı çok daha anlaşılabilir nedenlere dayanıyor. Ama sol kesim içinde yer alan, henüz ‘kişilememiş’ olan okumuş kesimin aydın düşmanlığını anlamak mümkün değil. Füsun Akatlı, yazısını “karanlıkların aydınlığı sevmemesi doğal. Ama aydının aydına düşmanlığı, derin bir gafletten başka nedir” diye sorarak bitiriyordu.

Füsun Akatlı, Cumhuriyet gazetesi yazarıydı. Yakınlarda kaybettiğimiz Evrim Alataş da önceleri BirGün’de, daha sonra Taraf gazetesinde yazmıştı. İki yazar da, hem ele aldıkları konular, hem de bakışaçılarıyla birbirlerinin uzağında yer alıyordu. Ama ikisinin de yazılarını merakla takip ediyordum. Akatlı’nın edebiyat üzerine yazdıkları, Alataş’ın Kürt sorunu hakkında içeriden ve samimi bakışı, beni her zaman derinden etkilemişti; ölümleri de öyle oldu. Kendimi daha yalnız hissediyorum artık.

Yalnızlığımı daha da arttıran şey ise, aydınların geçmişe göre daha da sessizleşmesi. Bugün ajanslara yine ölüm haberleri düştü. Ve konuşulan ya da yazılan şeylere bakınca, aslında hiçbir şeyin konuşulmadığı ya da yazılamadığını görüyor insan.

Sessiz kalanların sessizliği ile gürültü çıkaranların savaş çığırtkanlığı aslında aynı yerde buluşmuyor mu: Ölüm sessizliğinde...

Aydın olmanın daha da zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Ne yapacağını, nasıl düşünüceğini kestiremeyen, referansları kayıp ya da yıpranmış aydınların dönemi sona eriyor. Yeni bir şeyler söyleme heveslisi bir kuşağın, farklı referanslar ve itkilerle hareket etmesi dışında, başka bir seçeneğin olmadığı sancılı bir dönem...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 7 Temmuz 2010)

KURTADAM'IN NASİHATLERİ-2

Posted: 30 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Cat Power’ın seslendirdiği “Werewolf” şarkısı sayesinde tanıştığım Kurtadam’la ikinci defa buluşmak için balıkçı kahvesine gittiğim zaman onu bulamadım. Başına kötü bir şey geldiğini düşünüyordum ki, daha önce oturmuş olduğumuz masada duran mektubu ve defteri fark ettim. Mektupta acilen şehri terk etmek zorunda kaldığını, ama masanın üzerindeki defterde tüm hikâyesini bulabileceğim yazılıydı. Daha sonra ziyaretime gelip defterini alacağını da yazmış. Defterinin güvenli bir biçimde elime geçtiğinden emin olmak için, beni uzaktan izlediğine eminim.

Defteri karıştırınca, Kurtadamın çok sayıda dil bildiğini gördüm. Defterinde Türkçe yazılmış yerler de vardı. Sokak lambasının aydınlattığı bir bank bulup okumaya koyuldum sabırsızlıkla. Kurtadam, yüzyıllar önce kendi halkının başına gelen olayların kısa bir analizini yapmış: “Kurtinsanlar arasında huzursuzluk ve umutsuzluk salgın bir hastalıkmış gibi yayılıyor. Şehrin her tarafında, umutsuzca uluyan birilerine rastlamak mümkün. Vampirler, acımasız yöntemlerle halkı örgütsüzleştirdikten sonra, herkes kendi başının çaresine bakar oldu. Vampirler, dayanışma yerine korkuyu ve bencilliği koyarak örgütsüzlüğü yaygınlaştırdığından beri böyle bu. Halbuki Kurtinsanlar, birbirleriyle dayanışma içinde olmadan hayatta kalamazlar. Vampirlerse, çeteler halinde örgütlü bir güç olarak devletler ve şirketler aracılığıyla güçlerine güç kattılar. Kurtinsanlar arasında vampirleştirdiklerini kullanarak, bu örgütleri sanki Kurtinsan örgütü gibi de gösterebiliyorlar. Böyle giderse, vampirleşmemiş bir tane bile Kurtinsan kalmayacak.”

Kurtadam, defterinde vampir örgütlenmelerine dair ayrıntılı bilgiler de vermiş. Ama asıl ilginci, Vampirlerin uyguladıkları yöntemler. Herkesin eşit ve hür olmasının önündeki en büyük engelin Vampirler ve Vampirizm olduğunu iddia eden ideolojileri bastırmak için, akıl almaz yöntemler geliştirilmiş. Bu ideolojilere karşı gerçekleştirilen karalama kampanyalarına korkunç işkenceler, ölümler de eşlik etmiş bir yandan. Öyle ki, milyonlarca Kurtinsanın fişlendiğini, sürüldüğünü, faili meçhul cinayetlerle öldürüldüğünü okudum defterde. Anti-vampirizm tehlikesini bertaraf ettikten sonra, iktidarlarını sürdürmek için yeni düşmanlar icat etmek konusunda da hiç sorun yaşamamışlar. Ülkenin bölünme tehlikesi, bir başka bahane olarak ileri sürülerek, Kurtinsanları birbirlerine düşürecek politikalar uygulanmış. Kurtinsanların bir bölümünün, farklı bir dile, farklı bir kültüre sahip olmaları, farklı olan her şeyden nefret eden Vampirler için bir tehdit olarak görülmüş her zaman. Herkes aynı olmalıymış onlar için. Mesela, Kurtinsanların farklı etnik kökene sahip olanlarına, anadillerinde konuşmaları bile yasaklanmış. Okul ya da hastane yerine, karakol inşa etmişler bolca. Zaten yoksul olan ülkenin geliri, silah tüccarı olan Vampirlere aktarılarak ülkenin daha da yoksullaşmasına göz yumulmuş. Kurtadam, gelir adaletsizliğinin ve eşitsizliğin olduğu her ülkede, devletin polis devletine dönüşeceğini de yazmış defterine. Ve eğitim... Çocuklarının başına bir şey gelmesin diye kitap okumalarını yasaklayan ana babalardan, yaratıcılığı geliştirmek yerine ezberciliği teşvik eden otoriter eğitim sistemine kadar pek çok meseleye değinmiş. Vampirler, eğitimi bir sektör haline getirerek hem büyük paralar kazanmışlar, hem de yoksul Kurtinsanlarının bilinçlenmesini engellemişler.

Bir yandan baskı ve şiddet, bir yandan eğitimden ve örgütlenmeden yoksunluk, dini ve milliyetçi hezeyanları da ister istemez azdırmış. İşte bu yüzden Kurtinsanlar arasında huzursuzluk ve güvensizlik bir salgın gibi yayılmış; Vampirlerle mücadele etmek yerine, birbirlerine saldırır hale gelmişler.

Bunları okuduktan sonra, “Werewolf” şarkısının neden hüzünlü olduğunu daha iyi anlıyor insan. Kurtadam’ın hüzünlü olmasının bir nedeni de âşık olduğu Kurtkadın’ı tüm bu kargaşa içinde kaybetmiş olması. Dünyayı şehir şehir gezerek Kurtkadın’ınını aradığını öğrendim yazdıklarından.

Kurtadam’ın kendi deneyimlerinden yola çıkarak insanlara yaptığı nasihatler ise ayrı bir bölümde yer alıyordu. Sanki bir siyasetbilimci gibi, günümüzü analiz ederek yaptığı tespitlere şaşırmamak imkânsız. Örneğin nihilizme benzeyen bir durumdan bahsediyordu defterinde. Nihilizmin, aktif ve pasif hallerinin sorunlarından. Pasif nihilizm, dünyadan vaz geçip kendi içine dönmek; aktif nihilizm ise dünyayı yeniden yaratmak için yıkıcı bir eylemlilik içinde bulunmaktı ona göre. Kurtadam, nihilizmin bu iki biçiminin de gerçeklikten kopma anlamına geldiğini yazmış. Benzer bir tespiti, yakınlarda Metis Yayınları’ndan Tuncay Birkan çevirisiyle çıkan, Simon Critchley’in “Sonsuz Talep” adlı kitabında da okumuştum. O da gerçeklikten kaçış anlamına gelen nihilizm yerine, dünyanın katı gerçekliğini anlamak için çaba göstermemiz gerektiğine inanıyordu.

Kurtadam, Vampirizmin yükselme dönemini tamamlayarak inişe geçeceğinden bahsediyordu bir yerde. Çünkü insanlık, uzun yıllardır devasa bir sanal gerçekliğin içinde yaşıyordu. O sanal gerçekliğin sıkışıp, içine aldığı herkesi nefessiz bırakacağı, umutsuzluğun bir zehir gibi kana karışıp siyaseti felç edeceği bir döneme girecekti dünya. Bu iniş sürecinin ortaya çıkaracağı ikiz canavarlar olan köktendincilik ve ırkçılığın yaratacağı kör şiddet, insanlığın yaşadığı hayalkırıklığıyla doğru orantılı bir güce sahip olacaktı. Her şey ne kadar kötü görünürse görünsün, insanların Kurtinsanlar gibi umutsuzluğa düşmeksizin, dünyayı tüm gerçekliği içinde anlamaya çalışmasından başka bir çaresi yoktu ona göre. Bu anlama çabası, zaten ne yapılması gerektiğini de bize gösterecekti.

Böyle yazmıştı Kurtadam defterine. Bir tür kehaneti andırıyordu tespitleri. Her kehanet gibi, ürkütücü bir sessizlik eşlik ediyordu sözlerine. Defterini almak için döndüğü zaman, ona sormak istediğim soruları düşünerek sabahın ilk ışıklarını seyre daldım...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 30 Haziran 2010)

KURTADAM’IN NASİHATLERİ – 1

Posted: 23 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Cat Power’ın seslendirdiği “Werewolf” şarkısını dinleyenler, dolunayın olduğu bir gece mutlaka Kurtadam’la karşılaşmışlardır. Geçtiği yerlerdeki dallara bile kıyamayan, sessizce ağlayan Kurtadam’la…

‘Werewolf’u bininci kere dinlemiştim ki, Kurtadam’ın penceremin dibinden geçip gittiğini gördüm. O kıllı vücudunu, havanın sıcaklığına rağmen pardösüyle örtmesi, anlaşılabilir bir şeydi. Başında da 1930’lardan kalma bir gangster şapkası vardı. Şarkıdaki gibi, yürüyüşü bile hüzünlüydü Kurtadam’ın. Biz insanlardan korkuyor gibi yürüyordu, duvar diplerinden, ara sokaklardan…

Biz insanlar, nasıl da korkunç yaratıklarızdır. Hayvanları öldürmek için fabrikalar inşa edip teknolojiler geliştirirken, asıl büyük silahları ve ölüm fabrikalarını da kendimizi öldürmek için inşa etmekten geri durmayız. İnekleri ya da balıkları öldürmek için nükleer silahlara ihtiyaç duyulmaz; ama kendimizi öldürmek için akla hayale gelmeyecek silahlar bulup geliştirmek zorundayızdır. Nasıl da korkuncuz biz insanlar. Nasıl da korkunç ve tiksincizdir çoğu zaman.
Kurtadam, insanlardan korkmakta haklıydı. Bir bilseler onun Kurtadam olduğunu, ya bir hayvanat bahçesine kapatırlar ya da hemencecik orada linç ederlerdi. Ne yapacaklarına karar vermeleri, Kurtadam’ı insan ya da hayvan olarak görüp görmemelerine bağlı. Sahi, bir Kurtadam, öncelikle kurt mudur, insan mıdır? Belki hayvanat bahçesine kapatmak yerine televizyon programı yaptırırlardı ona: “Kurtadam Show”, “Kurtadam’la Başbaşa”. Hazır bir sürü “Kurtadam” filmi çekilirken, belki bir başrol bile bulabilirdi Hollywood yapımlarında. Ama bu Kurtadam, fena halde hüzünlü, fena halde kırılmış ve öfkeliydi…

Onun o kaslı ve uzun bacaklarının yürüyüş hızına yetişmek imkânsızdı. Üstelik damlara da çıkıyordu. Bir ağıdı andıran ulumasını dinleyerek, kestirme yollardan izini bulabiliyordum ancak. Onu bu kadar hüzünlü yapan şey neydi? Biz insanlarla birlikte yaşıyor olması mıydı?
Nasıl oldu bilmiyorum. O mu geldi yanıma, yoksa ben mi gittim? Bir Kurtadam’la karşılaşmak, karşılaştığım onca tuhaf şey arasında benzersiz bir şeydi kuşkusuz. Balıkçı kahvesi kapanmış, sokaklarda sokak köpekleri ve kedileri dışında hiçkimse kalmamıştı. Kahvehanenin arkasındaki masalardan birisindeydik.

“Sessiz ol,” dedi bana. “Sessiz ol. Patlayan silahları duyuyor musun?” Hiçbir şey duymuyordum. “Duymalısın,” dedi bana. “Kulağını iyice kabart. Duyuyor musun silah seslerini.” Önümdeki deftere ve kaleme bakıp “Yazmaya da kalkma sakın. Kalemin çıkardığı sese karşı duyarlıdır bu yaratıklar.” “Hangi yaratıklar?” diye sordum, tüm ihtişamıyla karşımda oturan Kurtadam’a. “Vampirler” dedi. “Romanlardaki ya da filmlerdeki vampirlerden değiller ama. Romanlarda, filmlerde vampirler romantiktirler. Âşıktırlar çoğu. Aşkları için sonsuza kadar yaşamak isterler. Ama bu vampirler öyle değil. Onlara hiç benzemiyorlar. Dışarı çıkmak için karanlığı beklemelerine gerek yok. Güneş ışığı, onlara zarar vermiyor. Tedirgin havalarda çıkarlar onlar. Sık sık kılık değiştirirler. Politikacı, asker, din adamı ya da gazeteci kılığına girerler. Kürsüye çıkıp ‘Vurun! Öldürün!’ diye bağıran bir politikacı, ‘Vurun! Öldürün!’ diye yazan bir köşe yazarı, ‘Vurun! Öldürün!’ diye emir veren bir komutan olabilirler her an. Konuşurlarken uzayan dişlerini ve tırnaklarını görebilirsin. Ağızlarından tükürük saça saça onurdan, namustan bahsederler; ama asıl dertleri, dökülen kandan kendilerine düşecek payın ne kadar olduğudur.”

İşte o zaman anladım, Kurtadam’ın kaçması ya da saklanmasının nedeni insanlar değil, insan görünüşlü vampirlerdi. Korkunç, tiksinç olan, insan kılıklı vampirlerden başkası değildi. Kurtadam, insan yönetiminin uzun zamandır vampirlerin elinde olduğunu da anlattı o gece bana. Bazen orducu olurdu bu vampirler, bazen demokrat. Ama her başvampirin en büyük hayalinin, Hitler’in yarım bıraktığı işi tamamlamak olduğunu söyledi bana o gece. “Mesela” dedi “insanlar, baklava çaldığı ya da yazı yazdığı için hapislerde çürürken, yedi üniversite öğrencisini vahşice katleden bir vampir, salıverilir kolayca. İnsanlar bankaları soyarak hırsızlık yapar, vampirler banka açarak. Darbe yapıp binlerce insanı işkence tezgâhından geçiren, öldüren, bir ülkenin bütün kültürel ve entelektüel birikimini yakıp yok eden bir vampir, hayatının sonuna kadar lüks bir villada, sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilir. Gizli ilimleri vardır vampirlerin. IMF, nasıl ortaya çıktı sanıyorsun. Tersanelerde ya da madenlerde işçiler, neden ölüyor sanıyorsun. İçtikleri kan yeterli gelmiyor onlara. Daha fazlasını istiyorlar. Onlar daha fazlasını istedikçe, ekonomik krizler başlıyor, savaşlar çıkıyor, işsizlik artıyor. Onlar daha fazlasını istedikçe baskı ve şiddet de artıyor.”

Kurtadam’ın anlattığı şeylerden içim kararmıştı. Söylediği şeyler, bildiğim şeylerdi kuşkusuz. Benim kapitalist ya da faşist dediklerime, o vampir diyordu. Bazı insanlar, gerçekten de vampir olabilir miydi? İnsan olsalar, vicdanları elvermezdi yaptıkları şeye. Mesela insani yardım götüren Mavi Marmara gemisini, ancak insan olmayan birileri basabilir, korunmasız insanları öldürebilirdi. Bir insan, ne diye yiyecek ve oyuncak taşıyan bir gemiye, savaş gemisi muamelesi yapsındı ki? Belki de haklıydı Kurtadam. Sahip olduğu ideoloji, bir insanı kolayca vampire dönüştürebilirdi. Bir vampiri, insana dönüştürecek olan da başka bir ideolojiydi yine. Vampirlerin ideolojisi ile insanların ideolojisi arasındaki savaş belirleyecekti, insanlığın geleceğini.

Kurtadam bana o gece, kurtinsanlarla vampirlerin yüzyıllara yayılan savaşından da bahsetti. Onlar kadar içten pazarlıklı, ahlaksız ve kötücül olamadıkları için kurtinsan halkı kaybetmişti savaşı. Şimdi onun gibi birkaç kurtinsan kalmıştı yeryüzünde.

Eve dönüp Cat Power’ın o hüzünlü şarkısı “Werewolf”u dinledim uzun uzun… Önümüzdeki hafta, Kurtadam’la o balıkçı kahvesinde tekrar buluşacaktık. Bana, vampirleri alt etmenin yollarını anlatacaktı. Tabii başına bir şey gelmezse…

Bülent Usta (23 Haziran 2010, Birgün Gazetesi)

BİNLERCE TOPLU İĞNE

Posted: 18 Haziran 2010 Cuma by bülent usta in
0

Sıcak yaz gecelerinde uyku tutmaz beni kolay kolay. Kitaplardan ve düşlerden kurduğum kendi evrenimde seyahate çıkıp başka dünyalar keşfedip, sabah serinliğinde uykuya dalarım genellikle. Ama bu gece öyle olmadı. Bu evrenden ayrılıp kendi evrenime geçemedim. İçimdeki tarifsiz kederle ve beynimin hücrelerini infilak ettirecek kadar güçlü olan bir öfkeyle mücadele halindeydim. Ne zaman dara düşsem yardımıma koşan üç kulaklı bir kedi olan İvam, penceremde belirene kadar devam etti bu durum. İvam, pencereden girip kucağıma attı kendisini. Neyin var dercesine gözlerimin içine baktı uzun uzun. “İçim karanlık” dedim, masamın üzerindeki gazete ve dergi yığınını göstererek. “Bu kadar çok haksızlık, saçmalık ve acıyla baş etmekte güçlük çekiyorum bazen.” İvam, gülümseyerek “artık yanlış bir evrende yaşadığımızı kabul ediyor musun?” diye sordu. İvam, en kötü durumlarda bile bilgece gülümsemekten vazgeçmez. Spinozist bir kedidir İvam. Yaşı olmadığı için, belki Spinoza’nın da kedisi olmuş, benim gibi onunla da konuşmuştur sıcak yaz gecelerinde...


Gazetelerin birisinde, gözü yaşlı bir Özbek kadınının fotoğrafını gördüğümden bahsettim ona. Neden bilmiyorum, derinden etkilemişti beni, o fotoğraftaki kadının hüzünlü gözleri. Kırgızistan’daki iç savaş yüzünden evini terk etmek zorunda kalan bu kadının gözlerindeki hüzün, Afrika’dan Balkanlara kadar, göç etmek zorunda kalmış milyonlarca kadının gözlerindeki hüzne benziyordu tıpa tıp. Bazı şeyler, coğrafya ya da ırk tanımaksızın insanda ortaklaşabiliyordu, tıpkı bu hüzün gibi.

Hele ki, Anadolu’da ne kadar çok o Özbek kadını gibi gözü yaşlı evini terk eden kadın olmuştur kim bilir. Ermeni tehciri sırasında yaşananları okurken, bu toprakların, anaların gözyaşlarıyla ve kanla sırılsıklam olduğunu ve bu ölüm ıslaklığından uçsuz bucaksız bir hüzün bataklığının nasıl oluştuğunu daha iyi anlıyor insan. TESEV ve Göç-Der’in raporlarında, 1990’lı yıllardan bu yana 4 bin köyün boşaltıldığı ve yaklaşık 4 milyon insanın göçe zorlandığı yazıyor.

Bilinmeze doğru çıkılan bir yolculuktur göç. Edip Cansever, “insan yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna, toprağına” der ya bir şiirinde. Yaşadığı yerlere benzeyen insanlar, o yerlerden koparılınca, geriye sadece hüzün dolu bir boşluk kalıyor sanki. O şiirin devamında “gülemiyorsun ya gülmek / bir halk gülüyorsa gülmektir” diye yazıyordu.

Yıldırım Türker, “Radikal” gazetesindeki yazısında “Azat’ın çilesi”nden bahsediyordu. Daha bir buçuk yaşındayken üzerinde sigara söndürülerek işkence yapılmasını ve bunu yapanların yargılanamamasını, ona kim izah edebilirdi ki? 1996’da annesiyle birlikte gözaltına alınan Azat, 11 gün kalmış sorguda. Aradan yıllar geçmiş ve annesi hâlâ cezaevinde, üstelik ağır hasta. 14 yıldır annesinin yolunu bekleyen Azat ve Azat gibilerin çilesi bitmeden, hangi açılımdan bahsedebiliriz ki?

Bugün, polis kurşunuyla ölen Alaattin Karadağ’ın duruşması var Bakırköy 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde. İş kazasında bir elinin parmaklarını kaybetmiş, düşünceleri uğruna uzun yıllar cezaevinde yatmış, ölüm orucuna katıldığı için hastalanıp afla serbest bırakılmış, sonra da herkesin gözleri önünde vurulmuş bir işçi Alaattin Karadağ... Bir yanda Azat’ın, diğer yanda Alaattin’in çilesi... Yurdun dört bir yanına yayılan asker cenazeleri ise, bir başka büyük çile. Bu cenazelerden birisine yakından tanık olmuş ve oğlunu kaybeden bir babanın yaşadığı acının tarifsizliğine uzun süre hapsolmuştum. Bu kadar acıyı, hüzün bataklığına dönmüş bu topraklar, daha ne kadar alabilir içine, hiç bilmiyorum. Bildiğim, Edip Cansever’in yazdığı gibi, mendilimden kan sesleri işittiğim...

İvam, daha önce bana bir sırrı paylaşır gibi söylediği “paralel evrenler”den bahsetti o gece de. Hani şu bilimkurgu roman ve filmlerde sık sık bahsedilen, her evrenin birden fazla benzeri olduğu iddiasından. Dediğine göre, paralel evrenlerde seyahat edebiliyormuş. En çok bu evrende yaşayanların haline üzülüyordu İvam. Dediğine göre, o paralel evrenlerden en saçma ve akıldışı olanında yaşıyorduk. Birilerinin para harcamaktan sıkıldığı, birilerinin de o paranın hayatta kalmasına yetecek kadar azına razı olduğu böylesine saçma bir ekonomik düzeni, başka evrenlerde bulmamız mümkün değilmiş.

Aslında söylediği şeylerin çoğu bana mantıklı geliyor. Mesela “Mavi Marmara” olayı... Dokuz insan öldürülüyor ve ortalık bir anda ayağa kalkıyor. Her yerde gösteriler, yazılar, haberler… Aradan birkaç gün geçtikten sonra, eksen kayması tartışmaları dolduruyor gündemi. Epeyce bir köşe yazarı, akademisyen, uzman, siyasetçi, hayatını kaybeden dokuz insanı ve bir yardım gemisinin başına gelenleri değil de, dış politikadaki ekseni tartışmaya başlıyor. Peki o dokuz insana ne oldu? Bir kaza diye mi kabul edeceğiz o dokuz insanın ölümünü? İsrail’dir, yapar mı diyeceğiz? Silahsız, korunmasız bu insanların öldürülmesini, hangi gerekçe meşru gösterebilir? Onlar da gitmeselerdi mi diyeceğiz? Peki ya, tıpkı diğer cenazelerde olduğu gibi, bu cenazeleri de iç siyaset malzemesi yapmak isteyenlerin ölümü yücelten çığırtkanlıklarına ne demeli? Ölümü yücelten ideolojilerle hesaplaşılmadığı sürece, nasıl doğal olmayan ölümlerin önünü kesebiliriz?

Eksenin kayıp kaymadığı, kaydırılıp kaydırılmadığı umurumda değil. Eksen kayalı çok oluyor. Hemen yanı başımızdaki Irak’tan neredeyse her gün ölüm haberleri geliyor. Ama tıpkı kendi cenazelerimize alıştığımız gibi, Irak’tan gelen ölüm haberleri de uzun zamandır sıradanlaştı. Yapılan bir araştırmaya göre, dünyanın üçte biri, fiili olarak savaş alanıymış. 2. Dünya Savaşı gibi topyekûn bir savaş olmasa da, aynı şiddette bir savaşın içinde yaşadığımız bir gerçek. İnsanlığın kalbine doğrudan bıçak saplamak yerine, binlerce toplu iğne kullanarak uzun vadede, acıyı kontrol edecek anestezik politika ve araçlarla işini görüyor kapitalizm. Ölümlere, işkencelere, zorunlu göçlere, işsizliğe ve açlığa alıştığımız, alıştırıldığımız bir dünyada, neredeyse şizoid bir hayat sürüyoruz bir bakıma. Yangın, kendi evimize ulaşmadığı sürece, mahalle yanmış kül olmuş kimin umurunda...

İvam’a, diğer paralel evrenlerdeki benzerlerimin ne yaptığını sordum. “Mışıl mışıl uyuyorlar” dedi...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 16 Haziran 2010)