RUHLARIN ESKİ BARINAKLARI

Posted: 27 Ocak 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Her şey karlar altında... Lapa lapa yağan karın görüntüsü, içimde git gide büyüyen huzursuzluğun tam zıttı, tatlı bir huzur yayıyor sokağa... Ama bu ülkede yaşıyorsanız, yani işkencecileri ödüllendiren, katilleri koruyup besleyen zihniyetle hesaplaşılmayan bir ülkede, gülseniz bile huzursuz, mutlu olsanız bile huzursuz, sevişseniz bile huzursuz…

Belki de abartıyorumdur, yaşadığım bu huzursuzluğu… Sendikalaşmanın son yirmi yılın en düşük seviyesine ulaştığı, işçi haklarının en çok gasp edildiği bir ülke olduğumuz gerçeğini, Ortadoğu’nun parlayan yıldızı olan ülke gerçekliğiyle değiştirmeliyim. Belki de, en ufak demokratik hak talebini, polis lincine dönüştüren zihniyetin demokratlığını sorgulayacağıma, “Demokratik Açılım” söylencesinin şevkine kapılmalı, yağan bu karın Tekel işçilerinin de üzerine yağdığını unutarak çıkıp kartopu oynamalıyım. Sonuçta, hükümetin politikalarından en çok mağdur olan yoksul kesim, yine aynı hükümetin oy tabanı değil mi? Demek ki, ortada bir yanlış anlama var… Öyle ya, her kar ya da yağmur yağdığında, bir afet şehrine dönen İstanbul’da, insanların çoğu belediyenin hizmetinden memnun ki, gidip aynı partiye oy verebiliyor. Sanki İstanbul’da ya da Ankara’da yaşayan onlar değil… Her gün trafik işkencesini de onlar çekmiyor. Bu sadece bir yanılsama… Tıpkı darbe planları diye gösterilen belgelerin de alt tarafı eğitim amaçlı seminerlerin notları olması gibi… Ergenekoncular da o silahları, aman kimse o silahlarla darbe yapmasın diye yerin yedi kat dibine gömmemiş miydi? Anlaşılan ben de Elif Şafak gibi, kalple yazılan ve kalple okunan romanlar yazarak, huzuru kendi içimde bulmalıyım.

Solculuğu, bir hastalık gibi gören psikiyatrist Ayhan Songar, haklıdır belki de… 12 Eylül’de mahkûmlar üzerinde gizli bir araştırma yapmış, zekâ seviyeleri sağcılardan yüksek olmasına rağmen, solcuların psikopat olduğuna hükmetmişti hatırlarsanız… O mahkûmlara akıl almaz işkenceler uygulayanlar da, Songar’ın gözünde sağlıklı bireylerdi kuşkusuz. Solcuların psikopat olmasını, yaşamlarını düşleri ve düşünceleri uğruna feda edişlerinde de görmek mümkünken, araştırma yapmasına ne gerek vardı ki... Che’nin ya da Bakunin’in hayatını okuması yeterliydi… Özcan Alper’in “Sonbahar” filminde, cezaevinden yeni çıkmış olan Yusuf’a, Eka “Peki sen, en güzel yıllarını sosyalizm istedin diye hapiste mi yattın?… Sen Delisin?” dediği gibi… Öylesine yabancıdır ona, Yusuf’un hikâyesi… Halbuki kendisi de küçük kızının karnını doyurabilmek için uzaklardadır memleketinden… Bir düşü vardır, bedeli kâbuslar olan…


Monelle


Gizli bir melankoli ruhumu ele geçirdiğinde, genellikle üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam yetişirdi yardımıma… Beni güldürecek ya da ağırlaşan düşüncelerimi dağıtacak bir şeyler bulurdu mutlaka… Bu aralar Monelle çıkıyor karşıma… Marcel Schwob’un, “Üç Roman” adlı, YKY tarafından Aykut Derman’ın çevirisiyle yayımlanan kitabından çıkıp karışmıştı hayatıma. “Üç Roman”, adı üstünde, üç romandan oluşuyor. “Altın Maskeli Kral”, “Monelle’in Kitabı” ve “Düşsel Yaşamlar”… İlk olarak 1890’larda yayımlanan bu romanların, ancak yüz yıl sonra Türkçede okunabiliyor oluşu ise, bize özgü bir muamma olsa gerek… Daha öyle çok Türkçeye kazandırılması gereken “olmazsa olmaz” yapıt var ki…

“Monelle beni ovada dolaşırken buldu ve elimden tuttu” diye başlıyor “Monelle’in Kitabı”… Ben ise, sokakta, evde, iş yerinde, ne zaman kendimden ve yaşadığım gerçeklikten kuşkuya düşsem, Monelle karşıma çıkıp tutuyor elimden. Zehirli sözleriyle ruhumu diriltmesinde bir giz var. Onun hem o olduğunu, hem de o olmadığını bilerek dinliyorum… “Yeniden bulmadan önce beni yitirmen gerekiyor. Ben yalnız olanım” diyen birisini, nasıl görebilirim ki başka? Durmaksızın konuşuyor… Şöyle diyor: “İçindekini yok et, çevrendekini yok et. Kendi ruhuna ve başka ruhlara yer aç. Her iyiyi ve her kötüyü yok et. Yıkıntılar birbirinin benzeridir. İnsanların eski barınaklarını, ruhların eski barınaklarını yok et, ölü şeyler biçim bozan aynalardır. Yok et, çünkü her yaratı, yok ediş sonucu ortaya çıkar. Ve yeni bir sanat tasarlayabilmek için eski sanatı kırmak gerekir. Ve böylece yeni sanat bir tür sanat düşmanlığı gibi görünür.”

“Ruhların o eski barınaklarını” süsleyip yeniden satanlarla doluyken ortalık, Monelle’e hak vermemek olanaksız. Peki neden o eski barınaklar cazip geliyordu sanatçılara? Monelle’e göre kolayına kaçıyordu bu aciz ruhlar. Yeni bir barınak inşaa etmek, kolay bir iş olmasa gerek. Solculuk da, yeni barınaklar inşa etmek için, eski barınakları yıkmak anlamına gelmiyor muydu? Bırak eskiyi yeniyi, kiradan kurtulamayan bir sol anlayış yaygın günümüzde. Liberallere ya da ulusalcılara kiracı olan bir anlayış…

Monelle, “Evini kendin kur ve onu kendin yak” derken, Nietzsche’nin “evini akan bir nehrin üzerine inşaa et” sözünü tekrarlıyordu sanki, mezara ya da müzeye dönüşen evlerle dolu tarihe bakarak… İçinde ölünecek değil, yaşanacak evler lazım bize…

Monelle, zehirini içime akıtıp giderken şu sözlerini eklemeyi ihmal etmedi:
“Ve Monelle ekledi: Sana yaşamdan ve ölümden bahsedeceğim.
Her siyahlığın içinden gelecekteki beyazlığın beklentisi geçsin.
Şunu söyleme: Bugün yaşıyorum, yarın öleceğim. Gerçekliği yaşamla ölüm olarak ayırma. Şöyle de: Şimdi yaşıyorum ve ölüyorum. Her acı senin içinde birazdan uçacak bir böceğin geçişi gibi olsun.”


Onu bir daha ne zaman göreceğimi sorunca da, “Unut beni ki sana döneyim” diyerek kayboldu karanlığın içinde…

Bülent Usta (Birgün, 27 Ocak 2010)

KANATLARI KANA BULANMIŞ GÜVERCİNLER...

Posted: 22 Ocak 2010 Cuma by bülent usta in
0

Üç yıl evvel, 19 Ocak 2007’de göz göre göre Hrant Dink vuruldu.
Ve dün 19 Ocak’tı…
Kendimi dışarıya attım... Yürüdüm bütün gün... Hani 23 Ocak 2007’de yüz binlerle yürümüştük ya, işte öyle yürüdüm yine aynı yolları... O gün orada olan şeye neden o kadar çok şaşırıldığını düşündüm. Hrant için yüz binlerin sokaklara dökülebileceğine neden bu kadar şaşırmışlardı? Halkın, vatan-millet maskesi altında yapılan iktidar ve çıkar savaşlarından bıkmış olması, Hrant gibi özgürlükçü insanları aç kurtların telef etmesinden usanmış olması, neden onlara anlaşılmaz geliyordu ki? O yürüyüş, “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganıyla, ırkçılığın dibine kibrit suyu döktüğü için mi, bu denli telaşa kapılmışlardı? Yüz binlerce insanın “Hepimiz Ermeniyiz” demesi, Hrant’ı uğurlamanın en anlamlı haykırışı olması dışında, ırkçılığın düğüm noktasının Ermeni meselesi olduğunu da gözler önüne seriyordu. Irkçıların hain olarak gördükleri Kürtleri, Ermeni olarak etiketlemeleri, CHP milletvekili Canan Arıtman’ın büyük bir heyecanla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kökeninin Ermenilere dayandığını iddia etmesi, Abdullah Gül’ün de hiç vakit kaybetmeden özbeöz Türk olduğunu açıklaması, Ermeni meselesinin, ırkçılık konusunda kilit bir mesele olduğunun en önemli kanıtları bence...

İsrail’de “Hepimiz Filistinliyiz!”, Almanya’da “Hepimiz Türküz!”, ABD’de “Hepimiz Arabız!” demenin, hepimizin insan olduğu gerçeğini haykırmanın bir başka yolu olduğunu bile kavrayamıyor oluşları, ırkçılık zehirini kültürlerin kanından temizlemenin pek de kolay olmayacağını gösteriyor. Ama ırkçılık zehirinin, insan beynine verdiği zararı düşününce, bu durum pek de şaşırtıcı değil. Etrafınızdaki ya da medyadaki ırkçılara, şair bile olsalar yaptıkları açıklamalara bakınca, ırkçı birisine ait bir beynin, normal bir beyin gibi çalışmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Tuhaf fanteziler, karşı konulamaz bir öç alma isteği, aşırı alınganlık, kendini aşağılık bir biçimde yüksekte görme istenci... Mesela toplama kampları, bu zehri taşıyanların fantezilerinden sadece birisi... Yakaladıkları her fırsatı, korkunç bir katliama dönüştürmek için sabırsızlandıklarını, linç girişimleri sırasında görmek mümkün... Sevgili Hrant’ı da, mahkeme önlerinde linç etmeye kalkışmamışlar mıydı? Hatta aralarında, ressamlar, yazarlar filan da vardı...

19 Ocak’ta yürüdüm bütün gün... Yürüdükçe içimin açılacağını düşünmüştüm. Ama kalbim, içime akıyordu sanki... Hrant’ı katledenlerle poz verenler, o katillere şarkı yazanlar aklıma geliyordu. Hrant Dink’in avukatları Fethiye Çetin ve Deniz Tuna’nın, geçen bu üç yılı değerlendiren raporunu okumuştum daha yeni... Diyorlardı ki, devletin birimleri Hrant’ı izliyordu. Aynı birimler, Hrant’ın katillerini de izliyordu... Öyleyse...

Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca, tesadüf olsa gerek, tam da bugünlerde serbest bırakılmıştı. Onun için özel olarak kiralanmış bir villada yaşayacağı yazıyordu gazeteler. Ona bir film yıldızıymış gibi muamele yapıldıkça, nasıl yeni Ağcalar çıkmasın ki? Ama bu ayrıcalık, sadece belli tür katiller için geçerli. Bu katiller de, aydınları, gazetecileri, yazarları öldürenler oluyor genellikle...

Hiç düşündünüz mü, İpekçi cinayetiyle Dink cinayeti arasındaki paralellikleri... Öldüren kişilerin siyasi görüşlerinden, öldürenlerin dolaylı ya da dolaysız kollanışına, cinayetin tüm sorumluluğunu birkaç kişinin üzerine yıkarak cinayet emrini verenlerin, cinayete göz yumanların yeterince üzerine gidilemeyişine kadar, o kadar çok benzerlik var ki...

18 Ocak’ta, bu türden cinayetlerde kaybettiğimiz aydınların aileleri, ortak bir basın açıklaması yaptı. Behçet Aysan Ailesi, Cavit Orhan Tütengil Ailesi, Cevat Yurdakul Ailesi, Doğan Öz Ailesi, Hrant Dink Ailesi, İlhan Erdost Ailesi, Kemal Türkler Ailesi, Metin Altıok Ailesi, Metin Göktepe Ailesi, Musa Anter Ailesi, Nesimi Çimen Ailesi, Onat Kutlar Ailesi, Sevinç Özgüner Ailesi, Turan Dursun Ailesi, Uğur Mumcu Ailesi, Ümit Kaftancıoğlu Ailesi...

Bu, acılı olduğu kadar onurlu aileler, basın açıklamasını toplumsal sorumlulukla dolu şu cümlelerle bitiriyorlardı: “Ağca ve benzerlerini, düşünceyi kurşunla susturmaya çalışan, kurbanını tanımadan öldürenleri övmek insanlık suçudur. Kınamak, eleştirmek ve kötü örnek olarak göstermek politik düşünceden bağımsız olarak hepimizin görevidir. Başta toplumun ana yön vericisi olan medya kurum ve kuruluşları olmak üzere, herkesi sorumlu olmaya ve piyon pozisyonuna düşmeden insanlık erdemine sahip çıkmaya çağırıyoruz.”

Bu açıklamanın içindeki o yürek ağrısını hissetmemek mümkün değil... Bu katillere film çekecek, şarkı besteleyecek, kitaplarını yazıp reklamlarını yapacak herkes, o katillerin döktüğü kanla beslenen mahlukatlar olarak anılacak sonsuza dek...

Kendimi düşüncelerimin hızına kaptırmış yürürken, ayaklarımın beni Hrant’ın öldürüldüğü yere götürdüğünden habersizdim. Hrant, sanki aynı yerde, aynı şekilde yatıyordu. Bu bir histen çok, kesin ve net bir düşünceydi... Sevgili Hrant’ı biz gömmemiştik... Tıpkı öldürülen diğer aydınlarımızı gömemediğimiz gibi... Kanatları kana bulanmış güvercinler uçuyordu sanki gökyüzünde... Denizin üzerinde kanatlarını yıkayacak bir damla su bulamayan güvercinler... Hrant Dink cinayeti tüm yönleriyle aydınlatılmadığı sürece, kanatları kana bulanmış güvercinler eksik olmayacak gökyüzünden...

Bülent Usta (Birgün, 20 Ocak 2009)

ÇİZGİDIŞI

Posted: 13 Ocak 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Beş yaşındaki bir çocuğu, kendi bölgelerinde kâğıt mendil satıyor diye, başka çocukların öldüresiye dövdüğünü okuduk gazetelerde. Hatta köpekle korkutarak işkence de yapmışlar çocuğa… Edirne’deki linç girişimcilerinin, kadınlara, gençlere nasıl saldırdığını izlemişsinizdir televizyonlardan. 40-50 yaşındaki bir adam, sinsice bir genç kızın arkasına yaklaşıp, kızın beline tekme vurup hemen kalabalığın arasına karışıyordu. Çalışmayı sevdikleri kadar eğlenmeyi de bilen açık görüşlü Trakyalılardan birisi olabilir miydi o adam? Yoksa linç virüsüne yakalanmış hasta birisi miydi? Kendi kızına öyle tekme atılsa, ne düşünürdü acaba? O genç kız, Edirne’yi işgale mi gelmişti? Böylesine zavallı bir ruh haline nasıl olup da yakalanmıştı o adam? Peki ya Romanların sürülmesine ne demeli? Evlerinin arabalarının yakılmasına, çocuk çocuk onları yollara düşüren, yaşadıkları yerden uzaklaştıran zihniyete?..

“Birikim” dergisinin son sayısında Tanıl Bora’nın “Linç Açılımı” adlı yazısı, bu açıdan oldukça mühim noktalara temas ediyor. Muş Bulanık’taki o kalaşnikoflu adamın, malını korumaya çalışan esnaf gibi görülmesi ve gösterilmesinin sakıncalarından bahsederek, “milli beka kaygısının mal-mülk ve maişet kaygısıyla bütünleşmesi ve linç ruhunun orta sınıflar”a nasıl yayıldığından dem vuruyor yazısında Tanıl Bora. Taksim’de basın açıklaması yapmak isteyen DTP’lilere pompalı tüfekle ateş edenlere, Başbakanın “kendilerini savundular” diyerek destek çıktığını hatırlarsınız belki. Medyanın önemli bir kısmı da, linç girişimcilerini sade vatandaş olarak gösterme ve meşrulaştırma çabasından vaz geçmiyor nedense. O beş yaşındaki çocuğun uğradığı işkence, linç kültürünün geliştiği ve kökleştiği bir toplumda, tesadüf olabilir mi? Trafik meselesi yüzünden, gazeteci bir kadını sokak ortasında döverek hastanelik eden o adamı, bu linç kültüründen bağımsız düşünebilir miyiz?


Kitlelerin Sıradışılığı


Durum, oldukça vahim… Ama bu linç kültürünün aldığı seyir, bana başka sorular sorduruyor bir süredir. Mesela kitlelerin sanatla çok da ilgilenmediğinden bahsedilir genellikle. Ya sanatçıların halktan uzağa düştüğü eleştirisi yapılır ya da kitlelerin sanatın önemini fark edemeyecek kadar cahil bırakıldığından yakınılır. Aslında benzer eleştirel bakışın sola da yöneldiğini görürüz. Sola getirilen eleştiriler arasında, solcuların halktan uzaklaştığı ya da uzaklaştırıldığı söylenir. Solculardan halk dalkavukluğu yapmaları, liberalizm, ulusalcılık, muhafazakârlık gibi solun dışındaki değerlerle buluşmalarının halkla yakınlaşmak için önemli olduğundan bile bahsedilir.

Günümüzde “sol”a ve “sanat”a yönelik eleştirilerin paralel gitmesi, oldukça ilgi çekici. Bu yüzden, solcular arasında bile ciddi bir entelektüel düşmanlığına ya da propagandist olmayan sanatçılara yönelik kuşkucu tavırlara rastlamak mümkün. Örneğin Bienal tartışmaları, bu açıdan ilginç veriler barındırıyor içinde. Sanki sanatın kitlelerden uzaklaşmasının en büyük nedeni sanatçılarmış ya da aynı şekilde, solun yeterince kitleselleşememesinin tek nedeni sadece solcularmış gibi bir kanı, son yıllarda iyice güçlendi.

Michel De Certau’nun Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan, “Gündelik Hayatın Keşfi” adlı kitabının ilk cildine bakarsak, De Certau ilginç bir tespitte bulunur bu sorun için. Der ki, kitleler artık “çizgidışı”dır… Çizgidışı olan sanatçılar ya da küçük gruplar değildir, kitlelerdir… Çizgidışılığı ise kültür üretmeyenlerin kültürel etkinliği olarak tanımlar. Üretici bir ekonominin birer birer pazara sürdüğü gösteri-ürünlerini satın alarak gerçekleştirirler kültürel etkinliklerini… Televizyon karşısındaki eğitimsiz birisinin eleştiri ya da yaratıcılık uzamı, orta sınıfa mensup birisinden farklıdır. Ama bu durum, televizyon karşısındaki o kişiyi, daha az kurnaz, daha az eğlenmek isteyen veya daha az hayal kuran birisi yapmaz. Tam aksine, orta sınıfa mensup kişiye göre, hayatta kalmak için tüm bunlara daha fazla ihtiyaç duyar. Neyin hayalini kurduğu ya da ne tür kurnazlıklar peşinde olduğunun bir önemi yoktur. Ama tüm o kurnazlıkları ya da hayalleri, bir koşullanma ya da güdülenme şeklinde gelişir ki, asıl sorun da burada başlar. Çünkü kültürel açıdan onun iplerini elinde tutmak isteyen güçler iş başındadır. Bütün planlar, o ipleri başka bir güce bırakmamak yönündedir. Bunun için psikolojik harekat kurum ve kuruluşları, tarikatlar, medya, sermayedarlar, reklamcılar, kültür-sanat endüstricileri, şov dünyası korkunç bir savaş ortamı içindedirler. Arada sırada 12 Eylül darbesinde olduğu gibi uzlaştıkları da olur. Ama bu uzlaşmalar, çoğunlukla geçicidir. Karşı tarafı zayıf yakaladıkları anda ya yok ederler ya da kendi çıkarlarına yönelik olarak dönüştürürler. Gazetelerin genel yayın yönetmenleri bir anda işten çıkarılır, siyasi partiler bir anda yükselir ya da dağılır ve her şey geniş yığınların seyirci olduğu bir sahnede olup biter.

De Certau kitabında “Tüketicileri, onlara ait olamayacak kadar geniş ama içinden kaçıp kurtulamayacakları kadar da sık dokunmuş engin bir sistemde göçmen konuma getirmişlerdir” derken, aslında bir ipucu da veriyordu. Bu ipucunu, Todd May’in, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi” adlı kitabında da takip etmek mümkün. Iki düşünürün de, stratejik yaklaşımın değil, taktiksel yaklaşımın günümüz dünyasını anlamak konusunda faydalı olacağı konusunda hemfikir oldukları görülüyor. Stratejik yaklaşım, özcü, üniter ve merkeziyetçiyken, taktiksel yaklaşım, mekândan çok zamana bağımlıdır… Taktikler, ötekinin alanını kendisinden ayırarak değil, o alana sızarak kendisini var eder ve dönüştürür… Gündelik hayatın içine sızmadan, ne toplumsal kültüre etkide bulunabilinir, ne de siyasete… Çünkü asıl savaş, gündelik hayatın içinde sürüyor, tüm hızıyla...

Kısacası, sanatın ve solun kitlelerden uzaklaşmasının sorumlusu sanatçılar ve solcular değil. Ama sanatçıların ve solcuların, kitlelere dayatılan stratejik ya da taktiksel oyunları bozguna uğratacak yeni oyun alanları bulması ya da yaratması, sadece sanatın ve solun değil, kitlelerin de kapatıldıkları o engin hapishaneden çıkıp nefes alabilmesi için şart… Ama o oyun alanlarını bulabilmek için de, eski alışkanlıklarından kurtulmuş bir anlayışa sahip olmak gerek…

Bülent Usta (Birgün, 13 Ocak 2010)

SIRADIŞI RUHLARIN CENAZESİ

Posted: 12 Ocak 2010 Salı by bülent usta in
0

Yazmanın hayatımdaki yerini sorgularken buluyorum bazen kendimi. İsmet Kür’ün “Onuncu Sigara” adlı romanındaki Yosun gibi, hayata tutunmak için yazmak mümkün mü? Ya da Sait Faik gibi,”yazmasam ölürdüm” demek… Yazının öldürdüğü de oluyor, yaşattığı da… Yazının insanı değiştirdiği de oluyor, bir bataklığa saplanır gibi, yavaş yavaş içine çekip boğduğu da…
Tıpkı Yosun gibi, ben de yazarak yaşama tutunduğumu hissetmiş, ama sonrasında yazının pek de güvenilir bir alan olmadığını, yaşama tutunayım derken yaşamın dışına sürebildiğine de tanık olmuştum. Özellikle şiir yazıyorsanız, bir süre sonra, oturduğunuz sandalye ya da yazı yazdığınız masanın kaybolduğuna, eski anlamını yitirdiğine tanık olabilirsiniz.

Artık öylesine içinizdesinizdir ki, dışarısı diye bir yerin kalmadığı, dışarısının da içinize dahil olduğunu hissedebilirsiniz. Foucault, yazma ve varolmanın ikiz olanağı ve olanaksızlığından bahsederken başka bir şeyden bahsetse de, bu ikiz olanak ve olanaksızlık, yazının varoluşla ilgili temel sorunu olarak, modern edebiyatın temel meselelerinden birisi oldu hep. Edebiyatımız, bu mesele üzerine yeterince düşünen bir edebiyat olmadı nedense… Belki de yeterince düşünmediği için olsa gerek, edebiyatı sıra dışı ruhların bir iç dökmesi olarak ele alan demode yaklaşım, etkisini edebiyatımızda dolu dizgin sürdürmeye devam ediyor.

12 Eylül’den sonra, fikirden çok yaşam ağırlıklı, daha doğrusu iç yaşama dönük bir ürün patlaması yaşanmıştı. Bu patlama, geçen zamana rağmen bir türlü dinmedi. Hatta böyle bir gelenek de oluştu. İşin kötüsü, kendisini sıra dışı ruh olarak görenlerin hiç de sıra dışı olmadıkları, zorlama bir takım duygulanımlar ve deneyimlerle kendi iç dünyalarını pazarlama stratejileri geliştirmeleri yüzünden tekrara düşüp nitelik kaybına uğradıklarını gördük zamanla.
İçinde hiçbir fikir kırıntısı olmayan, sadece duygulanımlarla ürün yazmaya kalkışanların yarattığı bu ağır bunalım atmosferi, edebiyatın soluk almasını engelliyor artık… Umutsuzluğu örgütlemenin ve yazmanın kolaylığından sıyrılınmadığı sürece de, edebiyatımızın nefes alması zor. Insanların daha çok üzüntü ya da bunalım yaşadıkları zaman şiir yazmaya kalkışmaları, her ne kadar anlaşılır bir şey olsa da, kendisine edebiyatçıyım diyen birisinin, yazdığı üründe iç dökmekten daha farklı bir şeyler sunmasını beklemek gerekmiyor mu?

Neo-Lİberalİzm ve Sol

Birikim dergisinin Aralık sayısında Emin Alper, önemli bir soruna değiniyor “Neo-Liberalizm Çağında Demokrasi: İçi Boş Bir Kabuk mu?” adlı yazısıyla. Solun, “Demokratik Açılım” ekseninde AKP’ye eleştirel bakışını sorguluyor, benzer bir süreç yaşamış Latin Amerika sol geleneğine bakarak. Solun, bu sürece salt kuşkuyla bakmak yerine, aktif olarak katılmasını gerektiğini söylüyor. “Askerin gücünün geriletilmesi, her türlü toplumsal meselenin inkârına odaklanmış bir otoriter zihniyetin yerinden edilmesi ve güvenlik rejiminin temel meşru dayanağı olagelmiş Kürt sorununun çözümü ihtimali ve de bunların doğuracağı yasal değişiklikler anlamında toplumun tüm ezilen kesimlerinin çıkarına olabilecek imkânlar” barındırıyor diyor yazısında Emin Alper.
Acaba öyle mi? Bu bir imkân mı, yoksa başka bir tür imkânsızlık mı? Öncelikle, yazıda belirtilen sorunların çözümü, öyle yukarıdan aşağıya uygulanacak bir şey olabilir mi? Mesela AB’ye girebilmek için, AB aracılığıyla pek çok demokratikleşme hamlesi yaptı Türkiye… Yasalar değiştirildi bol bol… Peki, biz bu sayede daha demokratik mi olduk? Bütün mesele, daha demokratikmiş gibi gözüken yasalarla mı yönetilmekti? Özgürlük, mücadele etmeksizin tepeden indirilen bir şeyse, ne kadar özgür olunabilir ki? Sivil toplum örgütlerinin, partilerin, sendikaların dışarıda bırakıldığı, salt AB ve hükümetin işbirliğiyle demokratikleştirilebilir mi bir ülke? Sorunun asıl özneleri dışarıda bırakıldığı sürece, her şey göstermelik bir oyuna, sahne şovuna dönüşmüyor mu? Önemli olan demokratikleşme mi, yoksa bu demokratikleşmeyi kimin gerçekleştirdiği mi? Özgürleşmenin nasıl olacağı, özgürleşmenin kendisi kadar önemli değil mi? Bir tarafta taş atan çocukların hapsedildiği, linç girişimi yapanların ise serbest bırakıldığı sözde demokratik bir ortamda, nasıl sürece aktif olarak katılabilir ki?

Aklıma, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “bu ülkeye komünizm gerekirse onu da biz getiririz” sözleri geliyor. Mesela 1960 askeri darbesi, pek çok özgürlük getirmiş gibi gözükse de, o özgürlükler verildiği gibi aynı yöntemlerle geri alınmıştı. Eğer 60 darbesi olmasaydı, bilinçlenen ve örgütlenen halk, 60 darbesinin verdiğinden daha fazlasını alacaktı belki de… 60 darbesine ümit bağlayanların yaptığı hatayı, bugün AKP hükümetine umut bağlayanlar tekrarlıyor. Işte asıl güvensizlik ve ümitsizlik de burada barınıyor. “Ordu göreve” diyenlerle, “AB özgürlük” diyenlerin ortak ümitsizliğidir bu. Solun, bu iki seçenek dışında başka bir yol görmesi ve göstermesi çok daha mühim ve acil bir sorun. Bu da neo liberal ve ulusalcı ümitsizliklerden yakasını sıyırmasıyla mümkün olabilir ancak.

Birikim’in Aralık sayısında, hoş bir sürpriz de var: Otomobil dosyası… Enis Akın’ın Andre Gorz’un, Ayşecan Ay’ın, Paolo Volpara’nın ve Aydan Çelik’in yazıları, kentleri işgal eden bu taşıtın ideolojisini ve gerçekliğini gözler önüne seriyor. Enis Akın’ın yazısının başlığı gibi “Otomobil Hapishanesi”ne kapatılmış olduğumuzun pek farkında değiliz aslında. Eskiden boş gezenler, kendilerine “kaldırım mühendisi” diye takılırlardı. Kaldırımlarda yürümek artık mümkün olmadığı için, uzun zamandır bütün kaldırım mühendisleri işsiz…

Bülent Usta (Birgün, 6 Ocak 2010)