HİPNOTİK HAYATLAR

Posted: 19 Mayıs 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Adeta hipnotik bir seans şeklinde yaşıyoruz hayatı. Bilinmeyen bir güç, insanlığın çoğunluğunu hipnozu etkisi altına almış, ateşi su niyetine içirecek kadar büyülemiş olsa gerek. Uysal bir köle gibi davranması istenen, nasıl başka türlü uysal bir köleye dönüşebilir? Bir katil, kendisini vatansever olduğuna nasıl inandırabilir başka türlü? Tıklım tıklım otobüslerde ve sıkışık bir trafikte işlerine yetişmeye çalışanlar, kabullenmişlerse bu korkunç trafiği, asgari ücreti, sarışın sendikaları, yolsuzluk yapan politikacıları... Bir tür hipnoz altında oldukları söylenebilir mi?
İnsanlar, anlık olarak uyanırlar hipnozlarından... Bir melodi, bir şiirin dizeleri, sarsıp uyandırabilir bir zihni... Sinema çıkışlarında, insanların yüzlerindeki o ışığı fark ettiniz mi hiç? Belki de başka bir hipnozun etkisi altına girdikleri içindir yaşadıkları o his... Sinema da, sanat da bir tür hipnoz deneyimidir belki... Bir romanı okumak, bir hipnoz seansına katılmaya benzetilebilir. Gerçekte olmayan şeyleri, gerçekmiş gibi yaşamak...

Çocukları oyun oynarken izlediniz mi hiç? Hırsız-polis oynarlar örneğin. Hırsız da, polis de olmadıklarını bilirler. Oyun bitti mi, yine birer çocukturlar. Ama nasıl da ciddiye alırlar oynadıkları rolleri. Ya da bir oyuncak arabayı halının üzerinde sürerken sanki o arabanın içinde yolculuk ettiklerini bile düşünebilirsiniz; o arabanın sadece bir oyuncak olduğunu, onlar da bilirler halbuki...

Freud, ünlü makalesi “Gündüz Düşleri”nde, sanatçıları oyun oynayan çocuklara benzetir. Asıl soru şudur: “İnsanlar büyüyünce oyun oynamaya son verirler mi?” Freud, insan doğasının hiçbir şeyden vazgeçmediğini, sadece bir şeyin yerine başka bir şeyi koyduğunu belirtir. Artık oyun oynamasa da, her insan hayal kurmaya devam ediyordur. Doyurulmamış arzularını, bir şekilde tatmin etmeye devam eder insan… Arzuların tatmin edildiği gündüz düşlerine benzetilemez mi sanatsal yapıtlar? Yoksa Rollo May’in, “Yaratma Cesareti” adlı yapıtında iddia ettiği gibi, sanat, suçluluk duygusuyla mı ortaya çıkar? Yani, varlığından suçluluk duymadan ikinci bir dünyaya neden sahip olmak istesin insan?

Modern edebiyat, rüya ile gerçeklik arasında kurulan bağıntıyı, bestseller’ların aksine, merkezine bireyin yerleştiği eleştirel bir yapıya dönüştürmüştü. Orada da kurulan bir ikinci dünya vardır, gerçeklerden olduğu kadar düşlerden de beslenen. Ama arzuların tatmininden çok, arzuların kökenlerine işaret eden, sorgulayıcı bir yapıdır kurulan. Öğretici olmaktan ya da hayal kurdurmaktan daha öte bir şeyin peşindedir çünkü.

Düşler ile yaratıcılık arasında, doğrudan bağlar da var, tıpkı ‘hypnagogia’ diye tabir dilen, uykuya dalarken ya da uyanırken görülen halüsinasyonlar gibi. John Fowles, “Yaratık” adlı romanının doğuşunun bu türden bir ‘hypnagogic’ deneyime bağlıyordu. Goethe’den Brahms’a, Edgar Allan Poe’dan Salvador Dali’ye daha pek çok yazar ve sanatçının bu tür deneyimlerden faydalandığını biliyoruz.

Peki ya, sanatçıların bu türden deneyimleri, yaşadıkları hipnozdan sıyrılma anları olarak da görülebilir mi? Yaratıcılık, bir tür uyanış olarak görülebilir mi? Bir düşten başka bir düşe geçiş...
Ernst Bloch’un yakınlarda İletişim Yayınları’ndan çıkan “İzler” adlı anlatılardan oluşan kitabını okurken aklıma geldi, toplu halde hipnotik bir deneyim yaşadığımız. Kitabın dili, çevirmenin sözcük ve imla tercihleri yüzünden zorlayıcı olsa da, Bloch gibi önemli bir düşünürün edebi niteliği güçlü anlatılarının etkisi altına girmemek imkânsız...

Bloch, baştan sona neredeyse bir tür hipnoz uyguluyor okura. Kendi içsel deneyimlerini, okurun içsel deneyimleriyle yer değiştiriyor neredeyse. Onun gibi hayata bakmaya başlıyorsunuz bir süre sonra.

Şöyle yazmış Bloch, anlatılarından birisinde: “Gerçi her insan şu ve bu olarak zaten burada gibi görünür. Ancak hiç kimse öne sürdüğü şey olmayıp, hele hele, sergilediği şey hiç değildir. (...) Daha sonraları, içinde olmakla kalmadıkları, ama mesleki olarak veya herhangi bir bağlamda da içine sokuldukları kabuklarına alışırlar.”

Bütün mesele de, içine sokulduğumuz kabuklara alışmamızla alakalı aslında. Alışamayanlar, arızalı insan muamelesiyle karşılaşır genellikle. Yeterince hipnoz etkisine girememiş olanlar, kendilerine ait olmayan bir kabuğun içinde çaresizlik içinde kıvranıp dururlar. Onlara yatıştırıcı, sakinleştirici ilaçlar verilir. Prozac toplumu!.. Kabuğu çatlatıp dışarı çıkmak isterlerse, hapishane ya da akıl hastanesine yönlendirilirler.

Bloch, kitapta cırcırböceklerinden bahsettiği bölümde şöyle yazmış: “Çoğu karanlıkta tutulur ve kendilerini hemen hemen hiç görmezler. Yürüyen bantta günde sekiz saat hep aynı hareketi yapmak zorunda olan adamın akıbeti aynen maden işçisi kadar meçhuldür.”

Sanat, insanların karanlıkta birbirlerini ve en önemlisi kendilerini görmelerini sağladığı sürece, anlamlı olsa gerek. Cılız da olsa bir ışık, sızıyor içeriye...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 19 Mayıs 2010)

HAVA! HAVA!

Posted: by bülent usta in
0

Milan Kundera’nın Can Yayınları’ndan Roza Hakmen çevirisiyle çıkan “Bir Buluşma” adlı deneme kitabında rastladım ünlü Martinikli yazar Aimé Césaire’ın şu sözüne: “Boğuluyoruz diyorum. Antiller için sağlıklı siyaset ilkesi: Pencereleri açmak. Hava. Hava.”

Bazen ben de Césaire gibi “Hava! Hava!” diye sayıklarken buluyorum kendimi. Çünkü boğuluyoruz, üstelik boğulduğumuzun da farkında değiliz. Tamamen içe kapalı iki kutup arasında muhafazakârlaşarak boğuluyoruz çünkü. Muhafazakârlıktan silkinme çabalarının askeri darbelerle defalarca önlenmesi, bizi tamamen havasız bir ülkeye hapsetti uzun zamandır. Şimdi pencerelerin açık olduğu söyleniyor. Kürt sorunu bile devlet katında tartışılmıyor mu? Ama o pencereden dışarıya kafanızı uzatmaya çalışırsanız, duvara toslayacağınız bir gerçek. Çünkü ortada pencere filan yok. Jim Jarmusch’un “İçeridekiler” filminde, cezaevinin duvarına Zack’in çizdiği gibi bir pencere var karşımızda. İçi boş bu pencere çizimine bakarak, hayaller görmekle yetiniyoruz. Hatta soluduğumuz hava bile, hayali... Pencere yok ki, açılınca içeriye hava dolsun.

Pencereyi açmak, kalemle çizilen yerleri kırarak mümkün olabilir ancak. Pencere resmini teoriye, onu kıracak olan aletleri de pratik mücadelelere benzetebiliriz. Peki hangi pencere çizimini tercih edeceğiz? Açılan her pencereye duvar ören askerlerin varlığı bir yana, bünyesi havasızlığa alışmış mahkûmlarla dolu bir hapishanedeyken...

Kundera, kitabında “ara bağlam”dan bahsediyor. Kendini arayan her halkın, memleketiyle dünya arasındaki geçiş basamağı araması olarak adlandırıyor “ara bağlam”ı. “Bir Şilili için “ara bağlam” Latin Amerika’dır; İsveçli için İskandinavya.” Peki ya Türkiye’nin “ara bağlam”ı neresi? Avrupa mı, Ortadoğu mu? Bu mesele, edebiyatçılarımızı da uzun süre meşgul etmişti. Şimdi “ara bağlam”lara ihtiyaç duyulmayan bir çağa girdiğimiz söyleniyor, küreselleşmeyle birlikte. Yunanistan da bize benziyor. Ortodoks oluşuyla Doğu’ya mı, yoksa Grek-Latin geleneği üzerinden Batı’ya mı bağlanabilir tarihi ve kültürü? AB süreciyle Batı’ya döndükleri söylenebilir. Ama Batılı olarak görülebilir mi Yunan kültürü?

Kundera’nın “kıtalar kavşağı” Martinik’i, “farklı ara bağlamların bir arada” bulunduğu bir ülke olarak tanımlaması, tam da bizim yaşadığımız ikilemi anlatıyor sanki. Martinik’te yaşanan siyasi ve edebi tartışmaları merak ediyor insan. “Büyük bir kültürel karmaşıklıkla büyük bir yalnızlığın buluştuğu” yer olan Martinik, karmaşıklığını ve yalnızlığını bir avantaja dönüştürebilir mi? Bu soruya Kundera olumsuz bir yanıtla karşılık veriyor: “Günümüz dünyasında küçüklerin sesi pek duyulmuyor.” Ama Türkiye, Martinik’te olduğu gibi doğrudan bir sömürge deneyimine sahip değil. Kendi pencerelerini kendisi açabilir hâlâ...

Kundera’nın Martinik’ten bahsettiği denemesinde, asıl ilgimi çeken nokta André Breton’un biraz tesadüfen uğradığı bu ülkenin edebiyatında ve dolayısıyla siyaset dünyasında bıraktığı iz oldu. Breton, 1941’de, yani 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda, ABD’ye giderken Martinik’te gözaltına alınır. Serbest bırakıldıktan sonra, Fort-de-France’ta gezinirken “Tropiques” adlı yerel bir dergiyi görür tuhafiyeci dükkânlarından birisinde. “Tropiques”, bir edebiyat dergisidir. Tam da o an ihtiyaç duyduğu tek şey şiirdir. Dergiyi çıkartanlarla tanışmak ister. Bu tanışma, derginin Breton için özel bir sayı hazırlamasına neden olur. Sadece bununla da kalmaz, bu buluşmada Breton, Haitili entelektüellerle de tanışır ve Haiti Komünist Partisi’nin kurulmasına etkide bulunur. Ama işin ilginç tarafı, tüm dünyada sosyalist gerçekçilik yaygınken, Haiti de komünist yazarlar sürrealisttir. Onların piri Gorki değil, Breton’dur çünkü. Parti bildirilerinde bile sürrealizmin etkileri görülür. Partinin kurucularından ve Breton’un yakın dostlarından olan Jacques Stephen Alexis adlı yazar, daha sonra işkence edilerek, 39 yaşındayken Haiti’de öldürülür.

Yerel bir edebiyat dergisinin Bretonla tesadüfen buluşması, Martinik’in ve Haiti’nin siyasi ve edebi tarihini de değiştirmiş gibi gözüküyor. Kundera’nın da altını çizdiği gibi, dergiciliğin altın dönemini yaşadığı yıllarda oluyor tüm bunlar. Sadece dokuz sayı çıkan “Tropiques” dergisinin gerçekleştirdiği değişime hayret etmemek imkânsız. Dergicilik, bir daha öyle parlak bir döneme girer mi bilinmez? Ama günümüzde edebiyatçıların, birer entelektüel olarak siyasete etkide bulunamamasındaki nedenler üzerinde düşünmek gerek. Her çağda, sanatçıya yüklenen bir misyon oldu. Keşiş muamelesi gördükleri zamanlar da oldu, pop star muamelesi gördükleri zamanlar da... Acaba bu çağın sanatçıya biçtiği görev ne? Eğlence sektörünün bir işçisi ve starı olmakla yetinenler olduğu gibi, düşünce dünyasına etkide bulunmak isteyenler de, az da olsa görülüyor. Eğlence sektörü içinde yer alanların pencerelerle işi yok. Onlar, duvarlardaki pencerelere süslü kalemleriyle oyalayıcı şekiller çizmekle meşgul. Diğerleriyse ellerinde çekiç pencere açmakla... Çekiçle uğraşanların işi elbette daha zor. Bu yüzden pek de rağbet görmüyor yaptıkları iş. Ama Kafka’yı ya da Breton’u yaşatan şey de, açtıkları pencereler değil mi? Kafka’nın öykü ve romanlarını okurken soluduğum o hiç eskimeyen temiz havayı, buna borçluyum sanırım. Ya da Breton’un o biricik “Nadja”sını defalarca okumamdaki giz, açtığı pencereden giren rüzgârın, neredeyse duvarları yıkacak kadar güçlü olması...

Havasızlığın önemli işaretlerinden birisidir delilik... Oksijensizlikten önce beynin zarar gördüğü bilinen bir şey... Yavaş yavaş delirdiğimizi, yaşadığımız olaylara bakarak göremiyor muyuz? Pencereler açılmadan, baharın geldiğini göremeyiz...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 12 Mayıs 2010)

KALEM AŞISI

Posted: by bülent usta in
0

Carlos Fuentes’in Meksika için söylediğini değiştirerek “Türkiye, işler kötü gitsin diye yaratılmış” diyesim geliyor bazen. Fuentes’in yıllar evvel Aslı Biçem çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Doğmamış Kristof” adlı romanında geçiyordu bu söz. Kristof’un babası Angel, yine de Meksika’da mutlu olduğunu söylüyordu karısıyla yaşadığı tartışmada: “En mahrem, en gerici mutluluğun pençesindeyim!”

Yaşadığım mahrem ve gerici mutluluklardan bahsetmek pek içimden gelmese de, 32 yıl bir meydanın işçiler dışında herkese serbest olup, 32 yıl sonra o meydana çıkmayı bir zafer olarak görmekten tutun, -üstelik işçi haklarının en çok gasp edildiği bir zamanda- daha pek çok mutluluk anıyla dolup taştığımı söylemeliyim.

1 Mayıs’ta Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kortejinde alana çıktığım zaman, gözüm ilk olarak TEKEL işçilerini aradı. Onların direnişi, sadece hükümet için değil, sarışın sendikalar için de bir tehdite dönüşmüştü çünkü. Düşünsenize, tüm işçilerin TEKEL işçileri gibi kararlı bir duruş sergilediğini. Gerici mutlulukların pençesinden kurtulabilme şansımız, o kararlı duruşla mümkün olabilecek, Putin olma heveslisi siyasi liderlerin ayaklarına kapanıp demokrasi ve özgürlük dileyerek değil.

1 Mayıs alanındayken, farklı bir yoğunluk hissediyordum etrafımda. Fısıltılar, konuşmalar duyuyordum dibimde, çevremdeki insanlardan bağımsız. Sanki görünmez insanlarla doluydu meydan. Bizden arta kalan tüm boşlukları, onların görünmeyen bedenleri işgal ediyordu. Bir tür “paralel evren” gibiydi Taksim Meydanı. Aynı anda tüm 1 Mayısları yaşayan bir meydan... İvam, 1 Mayısları hiç kaçırmadığı için, ona sormak istedim bu fısıltıların kaynağını. Ama yüz binlerce işçinin arasında bir kediyi nasıl bulabilirdim ki?.. Tüm meydanı, kulağımın dibindeki fısıltılarla gezmeye başladım. Bu fısıltıları, üçüncü kulağıyla sadece İvam doğru bir biçimde duyabilirdi. Benim onu aradığımı duymuş olsa gerek, meydana bakan ara sokaklardan birisinde karşıma çıktı İvam: “Beni mi arıyordun?” “Nereden bildin diye sormayacağım sana” dedim. Bütün maharet üçüncü kulağındaydı. “İvam” dedim, “benim duyduklarımı sen de duyuyor musun? Sanki birileri kulağımın dibinde konuşup duruyor. “Onlar” dedi “1 Mayıslarda ölen işçiler. Sana saçma gelecek belki ama, ölüler terk etmiyor bu dünyayı.” “Neler söylüyorlar İvam?” “Neden böyle olduğumuzu soruyorlar?” “Nasılız ki?” “Neden hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz, onu merak ediyorlar. Neden katillerin bulunamadığını, neden sendikaların sarışınlaştığını, neden meydanlarda verilen sözlerin tutulmadığını... Durmaksızın soruyorlar. Anlamıyorlar hiçbir şeyi.” Onlar duymuyorlar mı kürsüden konuşulanları. Kimse onları unutmuş değil.” “Hayır, duymuyorlar” dedi İvam. Onlar herkesi duymazlar ki..”

İvam’la birlikte alandan çıkıp, kestirme bir yoldan iskeleye inerken, duyduğum fısıltılar da azalmıştı. Ne kadar bağırırsak bağıralım, onlar bizi duymayacaktı, katilleri bulunup tüm o karanlık dönem aydınlatılana kadar. Önünden geçtiğimiz kahvehanedeki televizyondan üst düzey askeri yetkilinin “hainler” açıklaması duyuluyordu ama. Yıllar geçse de değişen pek bir şey yoktu. İvam, “komutanların ve devlet adamlarının böyle rahat rahat içlerini dökmelerini” her zaman gülümseyerek karşılar. Ben de kızarım ona, “bunda gülünecek ne var” diye. Ona göre, ağır sorumlulukları olan böyle çok yetkili ve güçlü kişilerin, duygusal tepkiler vermesi tuhaf bir durum. Ama hani şu beyaz berelilerden birisi çıkıp, resmi kurumun tepesindeki çok yetkili bir yöneticinin “hain” nitelendirmesini ciddiye alsa ne olurdu diye sordum İvam’a bu defa. Hiç de komik bir şey olmazdı. Hatta korkunç bir şey olurdu. İvam, benim böyle aşırı tepki vermeme içerledi epey. Neden bu kadar gergindim ki? Az evvel meydanda duyduğum fısıltılar mı beni germişti? Kanlı 1 Mayıs gibi pek çok kanlı ve kansız olayın bir türlü aydınlatılamayışındaki umutsuzluk, “hainler” söyleminden duyduğum bıkkınlık mı beni böyle germişti?

Ama İvam’ın yanında, insan uzun süre gergin kalamaz. Üstelik hava da bir güzel, bir güzel... İvam’la bir meyve ağacının dibinde soluklandığımız zaman, ağaca aşı yapılmış olduğunu fark ettim. Demek ki aşı vakti gelmişti. Benim için büyük gizlerden birisiydi bu aşı meselesi. Başka bir ağacın dalını, kendisine ait olmayan bir gövdede yeşertebiliyordunuz. Göz ve kalem aşıları diye ikiye ayrılıyordu aşılar. Göz ve kalem... İvam’a, “işte aydınlarımızı, yazarlarımızı, sanatçılarımızı da böyle aşılıyorlar” dedim. İvam, güldü bu tespitime. Ama anlamıştı ne demek istediğimi. Sadece aşı vakti her zaman mayıs ayı olmuyor. Bazen eylülde, özellikle eylülün on ikisinde, bazen martta, bazen de nisanda aşılama yapılıyor. Ama eylülde yapılan aşı fena tuttu. Kemalist ve liberal aydınları, birbirlerinin zıttı şeyler söyleseler de aynı noktada buluşturan şey de, bu aşı. İkisi de aynı gövdeden yeşeriyor çünkü. Bunu nereden çıkardığımı sordu İvam. Bu iki tip aydının da, devlete dahil olma, devlete danışmanlık yapma konusunda birbiriyle yarışıyor olmalarının bir anlamı olmalı dedim ona. İkisinin de yeşerdiği gövde halk değil, devlet... Zaten sorun da, paylaştıkları ya da paylaşamadıkları o gövdeden kaynaklanıyor. TEKEL işçilerinin direniş çadırına gitmek yerine, koşa koşa başbakanın ayağına giden bir yazarlar kuşağını, başka nasıl açıklayabiliriz. Ama insan sormadan edemiyor: Yazarların yeri, hükümetin gösteriş amacıyla düzenlediği toplantılar mı olmalıdır, yoksa TEKEL işçilerinin direniş çadırları mı? Yazarlar, egemen güç olan devlete mi danışmanlık yapmalıdırlar, yoksa ezilenlerin safında hakikat söyleyicisi olarak mütevazı yerlerini mi korumalıdırlar?

İvam’la vapura binmiş karşıya geçerken, önümde uzanan İstanbul manzarasına bakarak, tüm olumsuz ve anlamsız şeyleri unutup, Fuentes’in romanındaki Angel gibi “En mahrem, en gerici mutluluğun pençesindeyim!” diye haykırmak istedim. Nedenini anlayamayacağım bir şekilde, seviyordum İstanbul’u. Bir şey vardı bu topraklarda, her şey kötü gidiyor gözükse de, insana yaşama sevinci veren. Zaten, başka türlü nasıl yaşayabilirdik ki, bunca rezaletin ortasında...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 5 Mayıs 2010)

EDEBİYATIN YORGUNLUĞUNA ÇARELER

Posted: by bülent usta in
0

Yorgun bir ülkede yaşıyoruz. Yorgun insanların yaşadığı yorgun bir ülkede edebiyatın da yorgun olması büyük bir talihsizlik... Yorgunluğun göstergeleri arasında, alışkanlıklara ve geleneğe sıkı sıkıya bağlılık gösterilebilir. Çünkü yorgun insan, yeni bir şey yapma, bulma, taşıma gayretiyle uğraşmaz. Bir şeyleri değiştirmeye çalışamayacak kadar yorgundur çünkü. Yorgun yazar da, alışılageldik olanı sürdürerek kendisini tehlikeye atmaktan kaçınır her zaman. Sırf kitap çıkarmak için kitap çıkartır, dergilerde gözükmek için dergilere ürün gönderir. Yayıncılar da, pek cesaretli davranmaz bu konuda. Yeni bir yazarı tanıtmanın bir maaliyeti vardır çünkü. Üstelik, yeni bir edebi anlayış, denenmemiş ve denenmemiş olan da tutmayabilir. Özellikle bizimki gibi, okuma oranının düşük olduğu ülkelerde, avangard sanatın ve edebiyatın gelişimi çok daha büyük zorluklarla karşılaşır.

Avangard olana ne gerek var diye düşünebilirsiniz? Sait Faik ya da Sabahattin Ali’nin yazdığı gibi öyküler, Cemal Süreya ya da Nâzım Hikmet’in yazdığı gibi şiirler yazmaya devam etmenin ne kötülüğü var? Kötülük şurada ki, Sait Faik de, Sabahattin Ali de, döneminin yenilikçi kalemleriydi. Nâzım Hikmet, dünya şiirini olabildiğince yakından takip eden, şiirimize yeni anlatım olanakları sunan avangard bir şairdi aynı zamanda. Onların yaşadığı dönemde de, muhtemelen onlara birileri karşı çıkmış, ne diye önceki yazar ve şairler gibi yazmaya devam etmedikleri sorulmuştur.

Yorgunluktan bahsetmişken, Norgunk Yayıncılık, Samuel Beckett’ın ‘Quad’ ve diğer televizyon oyunları ile bu oyunları ele alan Gilles Deleuze’ün ‘Bitik’ adlı incelemesini aynı kitapta, Can Gündüz ve Ayşe Orhun Gültekin’in çevirileriyle yayımladı. Deleuze, yazısına şöyle başlıyor: “Yorgun artık hiçbir (öznel) imkâna sahip değildir: Demek ki en ufak bir (nesnel) imkânı bile gerçekleştiremez.” Deleuze, bunu başka bir bağlamda, Beckett’ın oyunlarındaki ‘bitik’ kavramını irdelemek için söylüyor. Deleuze’ün bu incelemesini, Beckett’ın oyunlarıyla birlikte okumak kaçırılmaması gereken bir keyif.

Yorgun edebiyatımıza serum niyetine bir dergi olan Sıcak Nal’ı yayımlayışımızdaki niyetimiz de buydu aslında: Edebiyatın üzerine çökmüş, alışkanlıklara tutsak ve arayışlardan uzak atmosferi dağıtarak, yeni bir edebiyatın Türkçedeki imkânlarını araştırmak... Yakında ikinci sayısı yayımlanacak olan Sıcak Nal’ın ilk sayısına göre çıtayı daha da yükseltmesi ve arayış içinde olan yazar ve okurları kendisine bir mıknatıs gibi çekmesi, edebiyatımızın aslında yorgun değil, yorgun görünümlü olduğunu düşündürttü bana. Gösterilen ve pazarlanan edebiyatta bir sorun vardı sadece. Yoksa birileri neyin ölen, neyin yaşayan edebiyat olduğunu gayet iyi biliyordu. Yayın kurulunda olduğum ya da editörlüğünü yaptığım dergi ve kitaplardan, bu köşede pek bahsetmesem de, Sıcak Nal’dan bahsetmeden duramadım bu yüzden.

Dergi, ‘BirGün’de yazarlık da yapmış olan ve yakınlarda genç yaşta kaybettiğimiz Evrim Alataş’a ithaf ediyor ikinci sayısını... Türkçe de okuma imkânı bulamadığımız, dünya edebiyatının öncü yazarlarından birisi olan Thomas Pynchon ya da genç soluklardan Deb Olin Unferth gibi yazarları konuk ediyor sayfalarına. Bir yandan da Şener Özmen’in Kürtçe edebiyatın önde gelen kalemleriyle sürdürdüğü ‘Uykusu Bölünenler’ söyleşi dizisi, yakınımızda olduğu halde yabancısı olduğumuz bir edebiyatla tanıştırıyor bizi. Roberto Bolaño gibi Güney Amerika edebiyatından yazarların da yolunun kesiştiği dergide, Türkçe öykü ve roman da, tüm zenginliği ve çok sesliliğiyle yer alıyor. Ama asıl sürpriz, Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanına dair yazılar oldu. Romanı okuyanlar, roman kahramanlarından Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle Hrant Dink’in öldürülmesi arasındaki benzerliği bilir. Romanda Santiago Nasar’ın nasıl göz göre göre öldürüldüğü anlatılır. Tüm kasaba, işlenecek cinayeti bilir ama müdahale edemez. Hrant Dink’in oğlu Arat Dink’in Kırmızı Pazartesi’yi tartışan yazısı, bu açıdan tarihe ve edebiyata not düşecek kıymette bir yazı olarak hafızalarda yer edecek.

Yaygaracı Ruhlar

‘Sıcak Nal’dan bahsetmişken, yine yakınlarda ‘Sıcak Nal’ etiketiyle yayımlanan bir öykü kitabında da bahsetmek istiyorum: Yaygaracı Ruhlar... Ilgın Yıldız’ın ilk öykü kitabı. Kitabın editörü oluşum, kitaba tarafsız bir gözle bakmam konusunda bir engel. Ama ‘Sıcak Nal’ın bende yarattığı coşkunun bir benzerini, bu öykülerde de bulduğumu söylemeliyim. Ilgın Yıldız’ın öyküleri, edebiyatın sadece edebiyatla beslenilecek bir uğraş olmadığının kanıtlarını sunduğu için, öykülerin tümünü psikanalatik ya da felsefi okumalardan geçirmek zevkli ve besleyici bir uğraşa dönüşüyor bu yüzden. Hiçbir ayrıntı ya da metafor, rastgele seçilmiş değil. Edebiyatı, bir içini dökme aktivitesi olarak görmemesi; gündelik hayatın ayrıntılarında gizli anlamları bulup sergilemesindeki başarısı, çoğul okumalara imkân veren öykülerinin devingen doğasını gözler önüne seriyor. Hayal gücünün derinliği de, öykülerin bir başka güçlü noktası... Örneğin, ölen her insanla birlikte elektrik direği ya da havuz gibi nesnelerin kaybolduğu bir kasaba düşleyin. ‘Sırra Kadem’ adlı öyküde Zimzum adlı kahramanının etrafında dönen olaylar ve ölen insanlarla kaybolan nesneler arasındaki bağlantılar, özenli bir dil ile sağlam bir kurguyu buluşturuyor. Ya da ‘Lütfen Sabahat’ adlı öyküde olduğu gibi, okuru şiirsel bir atmosfer içine çekip, evinde ölü bulunan Sabahat’in arkasından “Lütfen Sabahat, illa gideceksen kollarını bırak” diye seslenişini unutmak mümkün değil. Öylesine hayat dolu ve kıpır kıpır öyküler ki... Tıpkı Evrim Alataş’ın, “yangınlardan çıkıp da paçalarımızdaki yanığa gülme”miz gerektiğini söylediği gibi, neşeli bir coşkuyla yaklaşıyor hüzne... Hayatımızda önemsiz gibi gözüken her ayrıntı, Ilgın Yıldız’ın öykülerinde sırlarla dolu bir evrenin anahtarlarına dönüşüyor. Ama açan değil, sırlara kendisini kapatan anahtarlar bunlar.

Edebiyatımız yorgun değil, yorgun görünüyor sadece...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 28 Nisan 2010)