EYJAFJALLAJÖKULL

Posted: 21 Nisan 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Flaubert’in, gösteri işçileri olarak gördüğü sanatçıları soytarılara benzetmesinin nedenlerini araştıran bir yazı yazarken, 190 yıl sonra İzlanda’da Eyjafjallajökull yanardağının patladığı, kül ve dumanlarının tüm Avrupa’yı esir aldığını öğrendim. Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, bana birkaç hafta önce söylemişti Eyjafjallajökull’ün patlayacağını. Söylediğine göre bu daha başlangıçmış. Beni korkutma İvam diye ona çıkıştığımı hatırlıyorum. Üstelik, adını söylemekte zorlandığım bu yanardağın patlayacağına da ihtimal vermemiştim.

Neden 190 yıl bekledikten sonra patlasındı ki?.. 190 yıl deyince, Gustave Flaubert 1821 yılında, yani 189 yıl önce doğmuş. O doğduktan bir yıl sonra patlamış Eyjafjallajökull... Ölümünden de (1880) tam 130 yıl sonra tekrar patlamış oldu. Flaubert’le Eyjafjallajökull arasında mistik bir bağlantı kuracak değilim. Ama tam Flaubert hakkında yazmaya yeltenmişken, zihnim Flaubert’le doluyken bu yanardağ patlaması, her şeyi birbirine karıştırmıştı.

Eyjafjallajökull, okunuşu zor olsa da, Ece Ayhan’ın “yort savul!” şiiri gibi nasıl da isyan kokuyor. Ne diyordu “Yort Savul” şiirinde Ece Ayhan: “Çocuklar ile bile muhbirler! ve bütün ahali! / Hep birlikte, üç kez, bağırarak yazınız / Kurşun kalemle de olabilir / Yort Savul!” Yine aynı şiirde “Yeryüzüne nasıl dağılmıştır / Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?” diyordu Ece Ayhan.

Tıpkı, Eyjafjallajökull’ün küllerini yeryüzüne dağıtması gibi. Sanki sokağa çıkıp “Eyjafjallajökull!” diye bağırsak, birden gökyüzü kararacakmış, her yanda isyanlar çıkıp insanlık küllerinden yeniden doğacakmış gibi hissediyor insan.

Üç kulaklı dostum İvam, benim bu yanardağ patlamasına neden kafayı taktığımı anlam verememişti. Bu ülke, bir yanardağa benzetilebilirdi.

Bu ülkenin derinliklerinde biriken tüm o acılar, umutlar, umutsuzluklar, arzular... Aslında sanat dediğimiz şey de, yanardağın derinliklerinde biriken o enerjiyle hayat buluyordu.

Soytarılar

Flaubert, sanatçıların topuna soytarılar derken, amacı sanatçıları aşağılamak değildi elbette. Flaubert için gösteri işçisidir sanatçılar ve bu gösteri tutkunluğu, onları ister istemez soytarılaştırır. Ama Flaubert için soytarılar ikiye ayrılır: Çıkar peşinde koşanlar ve koşmayanlar… Çıkar peşinde koşmayanlar için, soytarılık bir erdeme dönüşür. Onlar, sanatın kendisini sevdikleri için sanatla uğraşırlar. Üstelik, bu soytarıları satın almak da mümkün değildir. Sadece sanatları için yaşarlar. Yani, yüce olan sanatçı değil, sanattır Flaubert için. Modern zamanlarda ise – Barthes’ın da altını çizdiği gibi- birer aziz ya da keşiş muamelesi gördü sanatçılar. Sanatçılığı, doğuştan gelen bir yeteneğe indirgeyip, ürünlerini ilham perilerine mal etmek, sanatçıların da hoşuna gitmiş olmalı ki, bu duruma itiraz edenler, doğal olarak hep azınlıkta kaldı. Çıkar peşinde koşanlarsa, keşiş olmaktan ziyade birer star görünümüne kavuştular zaman içinde.

Flaubert’in “soytarı” tanımı, aslında sanatın toplumla ve piyasayla ilişkisiyle bağlantılı. Bir sanat eserinin değerini parayla ölçmek mümkün değildir onun için. Ama sanatçıların karnını doyurması da gerekir. Bu açmaz, katıksız sanat peşinde koşan sanatçıların ödünler vermesine yol açar. Aslında katıksız sanatla uğraşabilecek olanlar sadece burjuvalardır. Yoksul sanatçıların işi çok daha zordur bu açıdan. Belki de, “sanat için sanat” meselesine, soldan gelen aşırı tepki de bununla alakalıdır.

Aslında, sanatın endüstrileştirilmesini savunan burjuvazi ile sanatın kitselselleşmesini savunan toplumculuk, birbirine zıt amaçlara sahip olsalar da aynı noktada buluşuyor: “Sanat için sanat” yanlıştır. Birisinde sanat, paraya ve eğlence sektörüne, diğerinde bilinçlenme ve ideolojiye hizmet eder. Bu iki yolun da, sanat için çıkmaz bir sokak olduğu açık...

“Cogito”nun son sayısında Süreyya Su’nun “Çağdaş Sanat Üzerine Baudrillard’ın Bir Distopyası” adlı yazısı, meseleye Baudrillard açısından bakıyor. O yazıdan yola çıkarak Baudrillard’ın sanat hakkındaki görüşlerini başka bir yazıda uzun uzun tartışmak iyi olabilir... Baudrillard’ın, sanatın sahip olduğu meydan okuyan, başkaldıran yapısının değiştiğine dair uyarısını anımsamakta fayda var. Sanatın endüstrileşmesiyle, tek değer ölçüsünün paraya dönüştüğünü iddia ediyordu Baudrillard. Bu açıdan, piyasanın olumsuz anlamda sanatçıları soytarılığa özendirdiği bir gerçek. En iyisi mi, biz işimize bakalım... Toplumun bilinçaltındaki “Eyjafjallajökull”den beslenerek kendi sanatımızı yeni patlamalara hazırlayalım!

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 21 Nisan 2010)

MASUMİYETİN ÖLÜMÜ

Posted: 14 Nisan 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Evrim Alataş, 11 Haziran 2008’de BirGün’de şöyle yazmıştı: “Herkes kendi geçmişini özler. Bu sabittir. Fakat ben henüz kendi geçmişimi ısrarla özleyecek ve bugün ile mukayese yapacak kadar yaşlanmadım.”

Böyle yazmıştı daha iki sene evvel… Kendi geçmişini özleyemeyecek kadar gençken, 12 Nisan günü aramızdan ayrılmış olmasını kabullenmek mümkün değil.

Ölümden değil de Evrim’den bahsetmeli çokça. Onun Foucault’nun tabiriyle bir “Parrhesiastes” (hakikat söyleyicisi) olduğundan, risk alarak iktidara ve güce karşı hakikati dillendirişinden bahsetmeli uzun uzun…

Ne diyordu bir yazısında: “Bu sistem bağırsaklarını böyle temizleyedururken, geçmişin darbelerinden nasiplenen ve aynı oranda vaktiyle elleri sopalandırılıp devrimcilerin, demokratların üzerine sürülen gericilerden uzak duracak, her ikisine de eşit mesafe koyacak bir seçenek yok mudur? Bu yalan yanlış ama bir oranda da derinleştikçe pislikleri etrafa sıçrayan hal vaziyetin sadece iki seçeneği mi vardır? İşte şimdi, varsa hâlâ sol, devrimci hareketler, üçüncü bir yolu sunmalı. Daha da serini ve sakini, üçüncü ve aklıselim yolu sunmak için işkence tezgâhlarında elektriğe tabi olmuş devrimci olmak da gerekmiyor. Ortak akıl sadece. Ortak akıl için ordunun kuyruğuna takılıp belleksizleşmemek gerektiği kadar, ordu karşıtlığı adına gericileşmemek de gerekir. Ki kanımca tam zamanı, bu ülkede bu iki ve feci seçeneğin dışında bir seçenek sunmanın.”

İşte buydu hakikat… Üçüncü bir yola davet ediyordu herkesi, tıpkı bir başka “Parrhesiastes” olan Hrant gibi… Yazıları duygu doluydu, ama o duyguların seline kapılmayan bir aklı da çoğaltıyordu her zaman.

23 Nisan 2008’de, yine Birgün’deki köşesinde, Diyarbakır’da yaşanan bir baharı yazmıştı: “Bahar gelmiş... Bulutlanıp da yağmamakta ısrar eden gökyüzü, dışarı çıkmak istemeyen bir bebeğin annesine verdiği sancılara bekliyor. En azından Diyarbakır için bu böyle. Sonra toz bulutları havalanıp, insanın gözüne doluyor. Ama gelmiş ya bahar, karşılamaya çalışıyorsun.”
Toz bulutları havalanıp gözümüze dolmaya devam etse de, baharı karşılayacağız Evrim… Çünkü sen “yangınlardan çıkıp da paçalarımızdaki yanığa gülme”miz gerektiğini söylerdin.

Ölüm Acısı


Nâzım Hikmet, “en fazla bir yıl sürer / yirminci asırlılarda / ölüm acısı” diyordu “Karıma Mektup” adlı şiirinde. Yirmi birinci asırlılarda, daha da azaldı bu süre. “Fast food” tarzı, “fast cenaze”ler ortaya çıktı. Şip şak hallediliyor artık cenaze işleri. Terapistler, psikologlar, yas tutmayı kolaylaştıracak teknikler sunuyorlar. Yas tutmak, hastalıkmış gibi muamele görüyor. Bir yandan da ölüm, beyazperdede, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında bol bol sergileniyor, adli tıp dizileriyle otopsi salonlarında yaşatılıyoruz neredeyse. Aslında ölüme dair bu teşhir faaliyetleri, ölüm korkusuyla alakalıymış gibi gözüküyor. Hiçbir çağda olmadığı kadar korkuyoruz ölümden. Akla hayale gelmeyecek ölümlerden haberdar edilmemizin kapitalizmin toplum mühendisliğiyle bir alakası olmalı. Ölümden duyduğumuz korku arttıkça, daha bir parçası olacağız gündelik hayatın. Daha çok tüketeceğiz, daha inançsız, daha güvensiz, daha yalnız olacağız. Her gün bir yenisi çekilen korku filmlerini de bu açıdan değerlendirmek mümkün.
Stejpan G. Mestrovic’in, 1999’da Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Duyguötesi Toplum” adlı kitabında “Duyguöteci tiplerden beklenen çabucak üzüntüyü bırakıp çalışmaya ve dünya meselelerine dönmektir.” diye yazmış. Halbuki eskiden dul bir eş, eşinin üzüntüsünü göstermek için yıllarca matem elbisesi giyerdi. Mestrovic, günümüzde aynı şeyi birisi yapsa, muhtemelen aklından şüphe edilip hastaneye kapatılırdı diyor. Yas tutmak, insanların zorunlu bir biçimde ölüme katıldığı, kaçınılması mümkün olmayan doğal bir süreç. O süreci, sonuna kadar yaşayarak ölümü yenebiliriz, ondan kaçarak değil.
Mestrovic, ölüm korkusunun kaynağında masumiyetimizi yitirişimiz olduğunu da söylüyor kitabında. Masum olan, tehlikelerin farkında olmadığı için risk almaya her zaman hazırdır. Risk almayı göze alanlar sayesinde devrimler olur, toplumlar gelişir, yeni durumlar, duygular, hazlar ve acılar keşfedilir. Modern insan ise, dünyadaki tehlikelerin farkında olduğu için risk almaktan kaçınır her zaman. Kolay yaşamanın yollarını arar. Ona ölümü ve acıyı anımsatacak her şeyden uzak durmaya çalışır. II. Dünya Savaşı sırasında, Amerikalılar, Japonların kendilerini kolayca feda edişlerini bir türlü anlayamamışlardı. İntihar saldırısı yapan kamikazeler, onlara bir tür delilik gibi geliyordu. İşte bu yüzden, antropolog Ruth Benedict’ten Japon kültürünü incelemesini istemişti ABD ordusu. Antropolojinin kült kitaplarından birisi olan “Krizantem ve Kılıç”, bu sayede yazılmıştı. Bugün de, Filistinli ya da Iraklı direnişçilerin canlı bomba oluşuna bir anlam veremiyor Batılılar. Canlı bombaların masumiyeti temsil ettikleri elbette iddia edilemez. Ama modern insanın, canlı bombaları anlayamayışı, tamamen masumiyetini kaybetmesiyle alakalı. Günümüz eğitim sistemi de, küçük yaşlardan itibaren çocukların masumiyetini yitirmesi için elinden geleni ardına koymuyor. Masumiyetini korumak isteyenlerin, aptal ya da hasta muamelesi görmesi, ne kadar da yakışıyor kapitalizmin hüküm sürdüğü bu çağa…

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 14 Nisan 2010)