KURTADAM'IN NASİHATLERİ-2

Posted: 30 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Cat Power’ın seslendirdiği “Werewolf” şarkısı sayesinde tanıştığım Kurtadam’la ikinci defa buluşmak için balıkçı kahvesine gittiğim zaman onu bulamadım. Başına kötü bir şey geldiğini düşünüyordum ki, daha önce oturmuş olduğumuz masada duran mektubu ve defteri fark ettim. Mektupta acilen şehri terk etmek zorunda kaldığını, ama masanın üzerindeki defterde tüm hikâyesini bulabileceğim yazılıydı. Daha sonra ziyaretime gelip defterini alacağını da yazmış. Defterinin güvenli bir biçimde elime geçtiğinden emin olmak için, beni uzaktan izlediğine eminim.

Defteri karıştırınca, Kurtadamın çok sayıda dil bildiğini gördüm. Defterinde Türkçe yazılmış yerler de vardı. Sokak lambasının aydınlattığı bir bank bulup okumaya koyuldum sabırsızlıkla. Kurtadam, yüzyıllar önce kendi halkının başına gelen olayların kısa bir analizini yapmış: “Kurtinsanlar arasında huzursuzluk ve umutsuzluk salgın bir hastalıkmış gibi yayılıyor. Şehrin her tarafında, umutsuzca uluyan birilerine rastlamak mümkün. Vampirler, acımasız yöntemlerle halkı örgütsüzleştirdikten sonra, herkes kendi başının çaresine bakar oldu. Vampirler, dayanışma yerine korkuyu ve bencilliği koyarak örgütsüzlüğü yaygınlaştırdığından beri böyle bu. Halbuki Kurtinsanlar, birbirleriyle dayanışma içinde olmadan hayatta kalamazlar. Vampirlerse, çeteler halinde örgütlü bir güç olarak devletler ve şirketler aracılığıyla güçlerine güç kattılar. Kurtinsanlar arasında vampirleştirdiklerini kullanarak, bu örgütleri sanki Kurtinsan örgütü gibi de gösterebiliyorlar. Böyle giderse, vampirleşmemiş bir tane bile Kurtinsan kalmayacak.”

Kurtadam, defterinde vampir örgütlenmelerine dair ayrıntılı bilgiler de vermiş. Ama asıl ilginci, Vampirlerin uyguladıkları yöntemler. Herkesin eşit ve hür olmasının önündeki en büyük engelin Vampirler ve Vampirizm olduğunu iddia eden ideolojileri bastırmak için, akıl almaz yöntemler geliştirilmiş. Bu ideolojilere karşı gerçekleştirilen karalama kampanyalarına korkunç işkenceler, ölümler de eşlik etmiş bir yandan. Öyle ki, milyonlarca Kurtinsanın fişlendiğini, sürüldüğünü, faili meçhul cinayetlerle öldürüldüğünü okudum defterde. Anti-vampirizm tehlikesini bertaraf ettikten sonra, iktidarlarını sürdürmek için yeni düşmanlar icat etmek konusunda da hiç sorun yaşamamışlar. Ülkenin bölünme tehlikesi, bir başka bahane olarak ileri sürülerek, Kurtinsanları birbirlerine düşürecek politikalar uygulanmış. Kurtinsanların bir bölümünün, farklı bir dile, farklı bir kültüre sahip olmaları, farklı olan her şeyden nefret eden Vampirler için bir tehdit olarak görülmüş her zaman. Herkes aynı olmalıymış onlar için. Mesela, Kurtinsanların farklı etnik kökene sahip olanlarına, anadillerinde konuşmaları bile yasaklanmış. Okul ya da hastane yerine, karakol inşa etmişler bolca. Zaten yoksul olan ülkenin geliri, silah tüccarı olan Vampirlere aktarılarak ülkenin daha da yoksullaşmasına göz yumulmuş. Kurtadam, gelir adaletsizliğinin ve eşitsizliğin olduğu her ülkede, devletin polis devletine dönüşeceğini de yazmış defterine. Ve eğitim... Çocuklarının başına bir şey gelmesin diye kitap okumalarını yasaklayan ana babalardan, yaratıcılığı geliştirmek yerine ezberciliği teşvik eden otoriter eğitim sistemine kadar pek çok meseleye değinmiş. Vampirler, eğitimi bir sektör haline getirerek hem büyük paralar kazanmışlar, hem de yoksul Kurtinsanlarının bilinçlenmesini engellemişler.

Bir yandan baskı ve şiddet, bir yandan eğitimden ve örgütlenmeden yoksunluk, dini ve milliyetçi hezeyanları da ister istemez azdırmış. İşte bu yüzden Kurtinsanlar arasında huzursuzluk ve güvensizlik bir salgın gibi yayılmış; Vampirlerle mücadele etmek yerine, birbirlerine saldırır hale gelmişler.

Bunları okuduktan sonra, “Werewolf” şarkısının neden hüzünlü olduğunu daha iyi anlıyor insan. Kurtadam’ın hüzünlü olmasının bir nedeni de âşık olduğu Kurtkadın’ı tüm bu kargaşa içinde kaybetmiş olması. Dünyayı şehir şehir gezerek Kurtkadın’ınını aradığını öğrendim yazdıklarından.

Kurtadam’ın kendi deneyimlerinden yola çıkarak insanlara yaptığı nasihatler ise ayrı bir bölümde yer alıyordu. Sanki bir siyasetbilimci gibi, günümüzü analiz ederek yaptığı tespitlere şaşırmamak imkânsız. Örneğin nihilizme benzeyen bir durumdan bahsediyordu defterinde. Nihilizmin, aktif ve pasif hallerinin sorunlarından. Pasif nihilizm, dünyadan vaz geçip kendi içine dönmek; aktif nihilizm ise dünyayı yeniden yaratmak için yıkıcı bir eylemlilik içinde bulunmaktı ona göre. Kurtadam, nihilizmin bu iki biçiminin de gerçeklikten kopma anlamına geldiğini yazmış. Benzer bir tespiti, yakınlarda Metis Yayınları’ndan Tuncay Birkan çevirisiyle çıkan, Simon Critchley’in “Sonsuz Talep” adlı kitabında da okumuştum. O da gerçeklikten kaçış anlamına gelen nihilizm yerine, dünyanın katı gerçekliğini anlamak için çaba göstermemiz gerektiğine inanıyordu.

Kurtadam, Vampirizmin yükselme dönemini tamamlayarak inişe geçeceğinden bahsediyordu bir yerde. Çünkü insanlık, uzun yıllardır devasa bir sanal gerçekliğin içinde yaşıyordu. O sanal gerçekliğin sıkışıp, içine aldığı herkesi nefessiz bırakacağı, umutsuzluğun bir zehir gibi kana karışıp siyaseti felç edeceği bir döneme girecekti dünya. Bu iniş sürecinin ortaya çıkaracağı ikiz canavarlar olan köktendincilik ve ırkçılığın yaratacağı kör şiddet, insanlığın yaşadığı hayalkırıklığıyla doğru orantılı bir güce sahip olacaktı. Her şey ne kadar kötü görünürse görünsün, insanların Kurtinsanlar gibi umutsuzluğa düşmeksizin, dünyayı tüm gerçekliği içinde anlamaya çalışmasından başka bir çaresi yoktu ona göre. Bu anlama çabası, zaten ne yapılması gerektiğini de bize gösterecekti.

Böyle yazmıştı Kurtadam defterine. Bir tür kehaneti andırıyordu tespitleri. Her kehanet gibi, ürkütücü bir sessizlik eşlik ediyordu sözlerine. Defterini almak için döndüğü zaman, ona sormak istediğim soruları düşünerek sabahın ilk ışıklarını seyre daldım...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 30 Haziran 2010)

KURTADAM’IN NASİHATLERİ – 1

Posted: 23 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Cat Power’ın seslendirdiği “Werewolf” şarkısını dinleyenler, dolunayın olduğu bir gece mutlaka Kurtadam’la karşılaşmışlardır. Geçtiği yerlerdeki dallara bile kıyamayan, sessizce ağlayan Kurtadam’la…

‘Werewolf’u bininci kere dinlemiştim ki, Kurtadam’ın penceremin dibinden geçip gittiğini gördüm. O kıllı vücudunu, havanın sıcaklığına rağmen pardösüyle örtmesi, anlaşılabilir bir şeydi. Başında da 1930’lardan kalma bir gangster şapkası vardı. Şarkıdaki gibi, yürüyüşü bile hüzünlüydü Kurtadam’ın. Biz insanlardan korkuyor gibi yürüyordu, duvar diplerinden, ara sokaklardan…

Biz insanlar, nasıl da korkunç yaratıklarızdır. Hayvanları öldürmek için fabrikalar inşa edip teknolojiler geliştirirken, asıl büyük silahları ve ölüm fabrikalarını da kendimizi öldürmek için inşa etmekten geri durmayız. İnekleri ya da balıkları öldürmek için nükleer silahlara ihtiyaç duyulmaz; ama kendimizi öldürmek için akla hayale gelmeyecek silahlar bulup geliştirmek zorundayızdır. Nasıl da korkuncuz biz insanlar. Nasıl da korkunç ve tiksincizdir çoğu zaman.
Kurtadam, insanlardan korkmakta haklıydı. Bir bilseler onun Kurtadam olduğunu, ya bir hayvanat bahçesine kapatırlar ya da hemencecik orada linç ederlerdi. Ne yapacaklarına karar vermeleri, Kurtadam’ı insan ya da hayvan olarak görüp görmemelerine bağlı. Sahi, bir Kurtadam, öncelikle kurt mudur, insan mıdır? Belki hayvanat bahçesine kapatmak yerine televizyon programı yaptırırlardı ona: “Kurtadam Show”, “Kurtadam’la Başbaşa”. Hazır bir sürü “Kurtadam” filmi çekilirken, belki bir başrol bile bulabilirdi Hollywood yapımlarında. Ama bu Kurtadam, fena halde hüzünlü, fena halde kırılmış ve öfkeliydi…

Onun o kaslı ve uzun bacaklarının yürüyüş hızına yetişmek imkânsızdı. Üstelik damlara da çıkıyordu. Bir ağıdı andıran ulumasını dinleyerek, kestirme yollardan izini bulabiliyordum ancak. Onu bu kadar hüzünlü yapan şey neydi? Biz insanlarla birlikte yaşıyor olması mıydı?
Nasıl oldu bilmiyorum. O mu geldi yanıma, yoksa ben mi gittim? Bir Kurtadam’la karşılaşmak, karşılaştığım onca tuhaf şey arasında benzersiz bir şeydi kuşkusuz. Balıkçı kahvesi kapanmış, sokaklarda sokak köpekleri ve kedileri dışında hiçkimse kalmamıştı. Kahvehanenin arkasındaki masalardan birisindeydik.

“Sessiz ol,” dedi bana. “Sessiz ol. Patlayan silahları duyuyor musun?” Hiçbir şey duymuyordum. “Duymalısın,” dedi bana. “Kulağını iyice kabart. Duyuyor musun silah seslerini.” Önümdeki deftere ve kaleme bakıp “Yazmaya da kalkma sakın. Kalemin çıkardığı sese karşı duyarlıdır bu yaratıklar.” “Hangi yaratıklar?” diye sordum, tüm ihtişamıyla karşımda oturan Kurtadam’a. “Vampirler” dedi. “Romanlardaki ya da filmlerdeki vampirlerden değiller ama. Romanlarda, filmlerde vampirler romantiktirler. Âşıktırlar çoğu. Aşkları için sonsuza kadar yaşamak isterler. Ama bu vampirler öyle değil. Onlara hiç benzemiyorlar. Dışarı çıkmak için karanlığı beklemelerine gerek yok. Güneş ışığı, onlara zarar vermiyor. Tedirgin havalarda çıkarlar onlar. Sık sık kılık değiştirirler. Politikacı, asker, din adamı ya da gazeteci kılığına girerler. Kürsüye çıkıp ‘Vurun! Öldürün!’ diye bağıran bir politikacı, ‘Vurun! Öldürün!’ diye yazan bir köşe yazarı, ‘Vurun! Öldürün!’ diye emir veren bir komutan olabilirler her an. Konuşurlarken uzayan dişlerini ve tırnaklarını görebilirsin. Ağızlarından tükürük saça saça onurdan, namustan bahsederler; ama asıl dertleri, dökülen kandan kendilerine düşecek payın ne kadar olduğudur.”

İşte o zaman anladım, Kurtadam’ın kaçması ya da saklanmasının nedeni insanlar değil, insan görünüşlü vampirlerdi. Korkunç, tiksinç olan, insan kılıklı vampirlerden başkası değildi. Kurtadam, insan yönetiminin uzun zamandır vampirlerin elinde olduğunu da anlattı o gece bana. Bazen orducu olurdu bu vampirler, bazen demokrat. Ama her başvampirin en büyük hayalinin, Hitler’in yarım bıraktığı işi tamamlamak olduğunu söyledi bana o gece. “Mesela” dedi “insanlar, baklava çaldığı ya da yazı yazdığı için hapislerde çürürken, yedi üniversite öğrencisini vahşice katleden bir vampir, salıverilir kolayca. İnsanlar bankaları soyarak hırsızlık yapar, vampirler banka açarak. Darbe yapıp binlerce insanı işkence tezgâhından geçiren, öldüren, bir ülkenin bütün kültürel ve entelektüel birikimini yakıp yok eden bir vampir, hayatının sonuna kadar lüks bir villada, sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilir. Gizli ilimleri vardır vampirlerin. IMF, nasıl ortaya çıktı sanıyorsun. Tersanelerde ya da madenlerde işçiler, neden ölüyor sanıyorsun. İçtikleri kan yeterli gelmiyor onlara. Daha fazlasını istiyorlar. Onlar daha fazlasını istedikçe, ekonomik krizler başlıyor, savaşlar çıkıyor, işsizlik artıyor. Onlar daha fazlasını istedikçe baskı ve şiddet de artıyor.”

Kurtadam’ın anlattığı şeylerden içim kararmıştı. Söylediği şeyler, bildiğim şeylerdi kuşkusuz. Benim kapitalist ya da faşist dediklerime, o vampir diyordu. Bazı insanlar, gerçekten de vampir olabilir miydi? İnsan olsalar, vicdanları elvermezdi yaptıkları şeye. Mesela insani yardım götüren Mavi Marmara gemisini, ancak insan olmayan birileri basabilir, korunmasız insanları öldürebilirdi. Bir insan, ne diye yiyecek ve oyuncak taşıyan bir gemiye, savaş gemisi muamelesi yapsındı ki? Belki de haklıydı Kurtadam. Sahip olduğu ideoloji, bir insanı kolayca vampire dönüştürebilirdi. Bir vampiri, insana dönüştürecek olan da başka bir ideolojiydi yine. Vampirlerin ideolojisi ile insanların ideolojisi arasındaki savaş belirleyecekti, insanlığın geleceğini.

Kurtadam bana o gece, kurtinsanlarla vampirlerin yüzyıllara yayılan savaşından da bahsetti. Onlar kadar içten pazarlıklı, ahlaksız ve kötücül olamadıkları için kurtinsan halkı kaybetmişti savaşı. Şimdi onun gibi birkaç kurtinsan kalmıştı yeryüzünde.

Eve dönüp Cat Power’ın o hüzünlü şarkısı “Werewolf”u dinledim uzun uzun… Önümüzdeki hafta, Kurtadam’la o balıkçı kahvesinde tekrar buluşacaktık. Bana, vampirleri alt etmenin yollarını anlatacaktı. Tabii başına bir şey gelmezse…

Bülent Usta (23 Haziran 2010, Birgün Gazetesi)

BİNLERCE TOPLU İĞNE

Posted: 18 Haziran 2010 Cuma by bülent usta in
0

Sıcak yaz gecelerinde uyku tutmaz beni kolay kolay. Kitaplardan ve düşlerden kurduğum kendi evrenimde seyahate çıkıp başka dünyalar keşfedip, sabah serinliğinde uykuya dalarım genellikle. Ama bu gece öyle olmadı. Bu evrenden ayrılıp kendi evrenime geçemedim. İçimdeki tarifsiz kederle ve beynimin hücrelerini infilak ettirecek kadar güçlü olan bir öfkeyle mücadele halindeydim. Ne zaman dara düşsem yardımıma koşan üç kulaklı bir kedi olan İvam, penceremde belirene kadar devam etti bu durum. İvam, pencereden girip kucağıma attı kendisini. Neyin var dercesine gözlerimin içine baktı uzun uzun. “İçim karanlık” dedim, masamın üzerindeki gazete ve dergi yığınını göstererek. “Bu kadar çok haksızlık, saçmalık ve acıyla baş etmekte güçlük çekiyorum bazen.” İvam, gülümseyerek “artık yanlış bir evrende yaşadığımızı kabul ediyor musun?” diye sordu. İvam, en kötü durumlarda bile bilgece gülümsemekten vazgeçmez. Spinozist bir kedidir İvam. Yaşı olmadığı için, belki Spinoza’nın da kedisi olmuş, benim gibi onunla da konuşmuştur sıcak yaz gecelerinde...


Gazetelerin birisinde, gözü yaşlı bir Özbek kadınının fotoğrafını gördüğümden bahsettim ona. Neden bilmiyorum, derinden etkilemişti beni, o fotoğraftaki kadının hüzünlü gözleri. Kırgızistan’daki iç savaş yüzünden evini terk etmek zorunda kalan bu kadının gözlerindeki hüzün, Afrika’dan Balkanlara kadar, göç etmek zorunda kalmış milyonlarca kadının gözlerindeki hüzne benziyordu tıpa tıp. Bazı şeyler, coğrafya ya da ırk tanımaksızın insanda ortaklaşabiliyordu, tıpkı bu hüzün gibi.

Hele ki, Anadolu’da ne kadar çok o Özbek kadını gibi gözü yaşlı evini terk eden kadın olmuştur kim bilir. Ermeni tehciri sırasında yaşananları okurken, bu toprakların, anaların gözyaşlarıyla ve kanla sırılsıklam olduğunu ve bu ölüm ıslaklığından uçsuz bucaksız bir hüzün bataklığının nasıl oluştuğunu daha iyi anlıyor insan. TESEV ve Göç-Der’in raporlarında, 1990’lı yıllardan bu yana 4 bin köyün boşaltıldığı ve yaklaşık 4 milyon insanın göçe zorlandığı yazıyor.

Bilinmeze doğru çıkılan bir yolculuktur göç. Edip Cansever, “insan yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna, toprağına” der ya bir şiirinde. Yaşadığı yerlere benzeyen insanlar, o yerlerden koparılınca, geriye sadece hüzün dolu bir boşluk kalıyor sanki. O şiirin devamında “gülemiyorsun ya gülmek / bir halk gülüyorsa gülmektir” diye yazıyordu.

Yıldırım Türker, “Radikal” gazetesindeki yazısında “Azat’ın çilesi”nden bahsediyordu. Daha bir buçuk yaşındayken üzerinde sigara söndürülerek işkence yapılmasını ve bunu yapanların yargılanamamasını, ona kim izah edebilirdi ki? 1996’da annesiyle birlikte gözaltına alınan Azat, 11 gün kalmış sorguda. Aradan yıllar geçmiş ve annesi hâlâ cezaevinde, üstelik ağır hasta. 14 yıldır annesinin yolunu bekleyen Azat ve Azat gibilerin çilesi bitmeden, hangi açılımdan bahsedebiliriz ki?

Bugün, polis kurşunuyla ölen Alaattin Karadağ’ın duruşması var Bakırköy 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde. İş kazasında bir elinin parmaklarını kaybetmiş, düşünceleri uğruna uzun yıllar cezaevinde yatmış, ölüm orucuna katıldığı için hastalanıp afla serbest bırakılmış, sonra da herkesin gözleri önünde vurulmuş bir işçi Alaattin Karadağ... Bir yanda Azat’ın, diğer yanda Alaattin’in çilesi... Yurdun dört bir yanına yayılan asker cenazeleri ise, bir başka büyük çile. Bu cenazelerden birisine yakından tanık olmuş ve oğlunu kaybeden bir babanın yaşadığı acının tarifsizliğine uzun süre hapsolmuştum. Bu kadar acıyı, hüzün bataklığına dönmüş bu topraklar, daha ne kadar alabilir içine, hiç bilmiyorum. Bildiğim, Edip Cansever’in yazdığı gibi, mendilimden kan sesleri işittiğim...

İvam, daha önce bana bir sırrı paylaşır gibi söylediği “paralel evrenler”den bahsetti o gece de. Hani şu bilimkurgu roman ve filmlerde sık sık bahsedilen, her evrenin birden fazla benzeri olduğu iddiasından. Dediğine göre, paralel evrenlerde seyahat edebiliyormuş. En çok bu evrende yaşayanların haline üzülüyordu İvam. Dediğine göre, o paralel evrenlerden en saçma ve akıldışı olanında yaşıyorduk. Birilerinin para harcamaktan sıkıldığı, birilerinin de o paranın hayatta kalmasına yetecek kadar azına razı olduğu böylesine saçma bir ekonomik düzeni, başka evrenlerde bulmamız mümkün değilmiş.

Aslında söylediği şeylerin çoğu bana mantıklı geliyor. Mesela “Mavi Marmara” olayı... Dokuz insan öldürülüyor ve ortalık bir anda ayağa kalkıyor. Her yerde gösteriler, yazılar, haberler… Aradan birkaç gün geçtikten sonra, eksen kayması tartışmaları dolduruyor gündemi. Epeyce bir köşe yazarı, akademisyen, uzman, siyasetçi, hayatını kaybeden dokuz insanı ve bir yardım gemisinin başına gelenleri değil de, dış politikadaki ekseni tartışmaya başlıyor. Peki o dokuz insana ne oldu? Bir kaza diye mi kabul edeceğiz o dokuz insanın ölümünü? İsrail’dir, yapar mı diyeceğiz? Silahsız, korunmasız bu insanların öldürülmesini, hangi gerekçe meşru gösterebilir? Onlar da gitmeselerdi mi diyeceğiz? Peki ya, tıpkı diğer cenazelerde olduğu gibi, bu cenazeleri de iç siyaset malzemesi yapmak isteyenlerin ölümü yücelten çığırtkanlıklarına ne demeli? Ölümü yücelten ideolojilerle hesaplaşılmadığı sürece, nasıl doğal olmayan ölümlerin önünü kesebiliriz?

Eksenin kayıp kaymadığı, kaydırılıp kaydırılmadığı umurumda değil. Eksen kayalı çok oluyor. Hemen yanı başımızdaki Irak’tan neredeyse her gün ölüm haberleri geliyor. Ama tıpkı kendi cenazelerimize alıştığımız gibi, Irak’tan gelen ölüm haberleri de uzun zamandır sıradanlaştı. Yapılan bir araştırmaya göre, dünyanın üçte biri, fiili olarak savaş alanıymış. 2. Dünya Savaşı gibi topyekûn bir savaş olmasa da, aynı şiddette bir savaşın içinde yaşadığımız bir gerçek. İnsanlığın kalbine doğrudan bıçak saplamak yerine, binlerce toplu iğne kullanarak uzun vadede, acıyı kontrol edecek anestezik politika ve araçlarla işini görüyor kapitalizm. Ölümlere, işkencelere, zorunlu göçlere, işsizliğe ve açlığa alıştığımız, alıştırıldığımız bir dünyada, neredeyse şizoid bir hayat sürüyoruz bir bakıma. Yangın, kendi evimize ulaşmadığı sürece, mahalle yanmış kül olmuş kimin umurunda...

İvam’a, diğer paralel evrenlerdeki benzerlerimin ne yaptığını sordum. “Mışıl mışıl uyuyorlar” dedi...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 16 Haziran 2010)

VİTA NOVA

Posted: 9 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Dışarıda fena halde yağmur yağıyor. Pek çok işi aynı anda yapmak zorunda kaldığım için, perişan olmuş bir halde, pencereden yağmurun yağışını izleyerek dinlenmeye çalışıyorum. Suyun arındırıcı, rahatlatıcı etkisi…

Yazmak da benim için arındırıcı bir eylemdi. İşler kötüye gittiği zaman, kâğıdı kalemi alıp balıkçı kahvesinin yolunu tutardım eskiden. O kahvede, yetmişinde Fransızca öğrenmeye çalışan Hasan Amca’nın masasına oturur, bol karbonatlı çaydan içip balıkçıların hikâyelerini dinlerken kalemim kontrolden çıkıp kâğıda kendi başına bir şeyler yazmaya koyulurdu. Dalgaların iskeleyi aşmaya çalışan çırpınışı, yazdığım sözcüklerin çırpınışına eşlik eder, gecenin ilerleyen saatlerinde, dalgalardan ve sözcüklerden sersemlemiş bir halde evin yolunu tutardım. Sadece zamanın ya da bilincin değil, mekânın da yazıyı etkilediğinin bir ispatıydı benim için yaşadığım o anlar. Bazı şeyler, sadece balıkçı kahvelerinde yazılabilir. Bazı kitapların sadece geceleyin ya da âşıkken okunması gerektiği gibi.

Balıkçı kahvesinde hiç şiir okumazdım nedense. Felsefe ve eleştiri kitaplarını okumayı tercih ederdim. Sayfalardaki sözcükler, sanki biraz sonra buharlaşıp uçacakmışcasına, aceleyle notlar alarak okurdum onları. Balıkçı kahvesinde en çok kafama takılan konulardan birisi de, yazma arzusuydu. Bir insan niçin yazar ya da yazmaz? Balıkçıların balık tutma arzusuna benzetirdim yazma arzusunu. Kimi ekmek parasını çıkarmak ve belki de zengin olma hayaliyle balık tutardı, kimi sadece balık tutmuş olmak için, kimi de başka bir şey yapamayacağına inandığı için. Ama içlerinde o arzu olmasa, balıkçılığın o zor koşullarına dayanamazlardı. Kışın tuz fıçısı içinde ölü bulunanlar olurdu, soğukta donmuş. Eskisi kadar balığın olmamasından şikâyet ederlerdi, tıpkı edebiyatın toplumlar için eski önemini kaybettiğinden şikâyet edilmesi gibi. Balıkçılar, pek çok açıdan yazarlara benzerlerdi. Günlerce balığa çıkıp da eli boş dönen balıkçıların hüznü, günlerce tek bir satır ya da dize yazamayan yazar ve şairlerin hüznüne benzerdi. Sadece bilgi ya da emek yetmez iyi balık tutmak için. İşin içinde sezgi de olmalı, şans da, yetenek de… Ama bilgi ve emek olmadığı zaman ne sezgi, ne de yetenek bir işe yarar. Öncelikli olan bilgi ve emektir. Yeteneksiz de olsanız, işin tekniğini bildiğiniz sürece balık tutma ihtimaliniz her zaman vardır. Gençlerin zayıf noktası da bilgi ve deneyimden çok, yetenekleriyle yazar ya da balıkçı olabileceklerine inanmalarıdır genellikle.

Romanın Hazırlanışı Tamamlandı!

Roland Barthes’ın Mehmet Rifat ve Sema Rifat çevirisiyle “Romanın Hazırlanışı” adlı son kitabının ikinci cildi yayımlandı Sel Yayınları’ndan bugünlerde. Kitabın ilk cildi 2007’de yayımlanmıştı ve kitap elime geçer geçmez soluğu o balıkçı kahvesinde almıştım. Benim için tam anlamıyla bir okuma şöleniydi. Ama “Romanın Hazırlanışı”, ancak ikinci cildinin de yayımlanmasıyla tam olarak aralamış olacaktı yaşamdan yapıta dönüşen gizlerin kapısı. Mehmet Rifat ve Sema Rifat’ın üç yıla yayılan yoğun ve titiz çalışmasıyla ikinci cilt de Türkçede hayat buldu sonunda. Kitap elime geçince, büyük balık tutmuş bir balıkçı gibi içimin sevinçle dolduğunu itiraf etmeliyim. Yazma arzusuyla yaşayan birisi olarak, başucu kitaplarımın arasına bir yenisi daha eklenmişti çünkü. Bu kitabı ancak Mehmet Rifat gibi, göstergebilim, dilbilim, çeviribilim ve eleştiri kuramları üzerine çok sayıda çalışmaya imzasını atmış, çeviriler yapmış, üstüne üstlük, “Romanın Hazırlanışı”nı yaratan Collège de France’taki derslere katılmış birisi Türkçeye kazandırabilirdi. Sema Rifat’ın da ne kadar iyi bir çevirmen olduğunu bilen bilir. Böylesine güvenilir ellerden çıkmış, Roland Barthes’ın “son yapıt”ı olduğu kadar “baş yapıt”ların birisi olan bu kitap, gerçek bir edebiyat olayı benim için. Yazılarımda bu iki cilde sık sık geri dönüşler yapacağım kesin.

Roland Barthes, Mehmet Rifat’ın kendisiyle yaptığım bir söyleşide belirttiği gibi, bu kitaba konu olan derslere, annesini kaybettikten sonra başlamıştı. Amacı, tıpkı Proust’un annesi öldükten sonra, belki de annesiz bir dünyayla baş etmek için roman yazmaya başlaması gibi, roman yazarak yeni bir hayata (Vita Nova) başlamaktı. Bunun için çeşitli notlar almaya, günceler tutmaya başlar Barthes. Ama bu “Vita Nova”nın etrafında çeşitli sorulara kafa yormaya başlayınca, bu “roman hazırlığı” sürecini, derslerinin konusu yapmaya karar verir. Barthes’ın annesine ne kadar düşkün olduğunu, annesinin ölümünden sonra tuttuğu “Yas Günlüğü”nde görmek mümkün. YKY’den çıkan “Yas Günlüğü”nü, yine Mehmet Rifat ve Sema Rifat Türkçeye kazandırmıştı.

Bu kitapta karşımıza çıkan Barthes, Mehmet Rifat’ın sözleriyle, “yaşama artık bir metne verdiği önem kadar önem veren, ya da yaşamı da bir metin olarak okuyan, salt bilimsel terimlere dayalı bir yaklaşımla yazınsal sorunlara bakmanın nerelerde tıkanacağını göstermeye çalışan, Özne’nin sansür edilmesine karşı çıkan, anadilinin sınırlarını zorlamaya giderek daha çok özen gösteren” bir son Barthes’tır. Barhes’ın “1950’lerde başlayan serüveninin 1978-1980’deki son aşaması” bu kitapla görünür hale gelmiştir.

“Romanın Hazırlanışı”nın ikinci cildini kolumun altına alarak, yağmura yakalanmadan balıkçı kahvesinin yolunu tuttum. Hasan Amca’yı, aynı masada Fransızca çalışırken bulur muyum bilmem ama, orada Barthes’la uzun bir sohbetin içinde olacağım kesin.

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 9 Haziran 2010)

AŞİNALIK TABAKASI

Posted: 2 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Sisli bir sabahtı. Üç kulaklı bir kedi olan İvam’la sadece birbirimizin gözlerini görebiliyorduk. Bana “biliyor musun” dedi “İsrail, Gazze’ye giden yardım gemilerine saldırmış.” O âna kadar sisin sebebini anlamamıştım. Atmosferle ilgisi olmayan duygusal bir sisti ortalığı kaplayan. Devlet terörü, yine kan dökmüştü. Aynı sis, Diyarbakır’da Ceylan Önkol adlı çocuk ölünce de şehri basmıştı…

Aslında sisli bir dünyada yaşıyoruz. Darfur’da, Afganistan’da, Irak’ta, Nida’nın öldürüldüğü İran’da, Alex’in öldürüldüğü Yunanistan’da yayılan sis, dünyayı çepeçevre sarmış durumda. Özellikle Ortadoğu, tam anlamıyla sisli bir coğrafya. Yarının ne olacağını kimse bilmiyor. Ama İsrail’in bu vurdumduymazlığının başına çok iş açacağı kesin. Ortadoğu’da, Türkiye’de yaşayanlar dahil herkes Filistinli. Herkesin Filistinli olduğu bir coğrafyada, İsrail devleti, ABD desteğiyle ne kadar varlığını sürdürebilir ki?.. Savaşmayı reddettiği için vatan hainliğiyle suçlanan Yahudiler de Filistinli aslında. Yahudi düşmanlığı yapan ırkçılara en güzel yanıtı, ödedikleri bedellerle bu Yahudi kökenli Filistinler veriyor gerçekte. Insanları birbirine düşman yapan yegâne güç olan devletlerin sorgulanacağı bir çağın müjdecileri olarak…

Hayatı bir metin gibi okuyamadığımız sürece, etrafımızı kuşatan sis dağılmayacak. Hayatı bir metin gibi okumaksa, insanın kendi varoluşuyla her düzeyde hesaplaşmasıyla mümkün olabilir. O zaman devletlerin varlığı da, savaşların ve sömürünün mantığı da görünür hale gelebilir. Shelley’in dediği gibi “şiir, etrafımızı çevreleyen izlenim ârazına tabi kılan laneti bozar. Hepimizin parçası ve algılayıcısı olduğu ortak evreni yeniden üretir ve ruhsal görüşümüzden, varlığımızın harikalığını bizden gizleyen aşinalık tabakasını temizler.”

1800’lü yıllarda yaşamış romantik bir şair olan Shelley’in bu sözüne, Niall Lucy’nin Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Postmodern Edebiyat Kuramı” adlı kitabında rastlamıştım. Benim sis dediğim şeye o “aşinalık tabakası” diyordu. Gerçekte görmemiz gereken şeyleri göremeyişimizin bir nedeni de bu “aşinalık” haliydi kuşkusuz. Şiirin “ortak evreni yeniden üretmesi” meselesi de, okuma edimiyle açıklanabilirdi. Çünkü “okuma” dediğimiz şey, metnin yeniden üretilmesidir. Hayatı okumak ise, hayatın yeniden üretilmesi... “Aşinalık tabakası” ise, bize dayatılan okumalardan başka bir şey değildir. Devlet ve egemen ideolojiler, hayatın kendilerine göre okunuşunu daha çocukken bize ezberleterek, okumanın yerini ezberlerle doldurmayı kendilerine görev bilirler. Ezberlemenin, yaratıcılıkla beraber pek çok şeyi öldürdüğünü ve düşünmenin yerine körü körüne itaati getirdiğini bilerek yaparlar bunu. Aksi taktirde, kendi mutlak egemenliklerini kuramayacaklarının farkındadırlar. Kutsal kitapları ezberlersiniz, anayasaları, ulusların tarihini, askerlik ve vatandaşlık kurallarını... Muhalif olanlar dahi, bu ezber sistemine başvururlar sıklıkla. Kitlelere sloganlar ezberleterek başlarlar kendi iktidarlarını kurma işine. İsrail devletinin politikalarına, ezberlenen, ezberletilen sloganlarla karşı çıkmak bu yüzden işe yaramaz. İsrail, devlet imgesinin yalın halinden başka bir şey değildir çünkü. Tarihsel nedenlerle kendisini maskeleyemeyen bir devlet olduğu için, vahşeti bu kadar görünürleşiyor gözümüze.

Costaguana, Türkiye mi?

Edebiyatımızın Latin Amerika edebiyatıyla daha güçlü bağlar kurması gerektiğini, Everest Yayınları’ndan çıkan Juan Gabriel Vasquez’in “Costaguana’nın Gizli Tarihi” adlı romanını okuduktan sonra, daha çok inanır oldum. 1973 doğumlu Kolombiyalı bir yazar olan Vasquez, Kolombiya’nın resmi olmayan tarihini, daha önce biyografisini yazdığı Joseph Conrad’ın “Nostromo” adlı romanı ve Jose Altamirano adlı kahramanın üzerinden ironik bir dille anlatmış. Askeri darbeler arasında, bir halkın kendi kimliğini bulma çabası, Türkiye’de yaşanan sürece öyle çok benziyor ki…

Aslında bu coğrafyada Latin Amerika’ya benzeyen tek ülke de Türkiye olsa gerek. Bunu olumlu ve olumsuz anlamlarıyla birlikte ele alıyorum. Olumlu anlamıyla, pes etmek nedir bilmeyen halklar yaşıyor bu topraklarda. Olumsuz anlamıyla ise, her zaman kurtarıcılar talep edişi söylenebilir. Bizim de pek çok Simon Bolivar’ımız var ve Bolivar olmaya özenen liderlerimiz.

Latin Amerika’ya benzeyen bir diğer özelliğimiz de, aydınlarımızın yaşadığı müşkülatlar olsa gerek. Vasquez’in romanında, anlatıcının babası Miguel Altamirano, önce din adamlarının bağnazlıklarıyla mücadele eder. Cesetlerin bilimsel amaçlarla kadavra olarak kullanılmasına karşı çıkan kilise ile amansız bir kavgaya tutuşur. Hatta Hristiyan olmama koşuluyla Çin’den kadavra ithal etmek zorunda kalır tıp fakülteleri. 90’lı yıllarda, bizdeki tıp fakültelerinden birisinde, kadavralara iç çamaşırı giydirilmesini talep eden öğrenciler olmuştu. Kadavralara iç çamaşırı giydirildi mi bilmiyorum, ama aydınlarımızın enerjisini tüketecek öyle çok şey var ki… En önemlisi de, “aşinalık tabakası”nın kazınması olsa gerek. Edebiyatın kendisi bile bir “aşinalık tabakası” haline geldiyse, Shelley’in bahsettiği “etrafımızı çevreleyen laneti”, “yanıtlayan” değil, “sorgulayan” yapıtlarla bozabileceğimizi kabul etmemiz gerek. Sanatı hayata ya da hayatı sanata taşımanın başka bir yolu yok. İşte o zaman, kadavraların namusuyla uğraşmak yerine, daha yaratıcı meselelerle uğraşabiliriz.

Yaşadığımız coğrafyayı sise boğan savaş makinelerinin susturulacağı günler, başka türlü gelmeyecek…

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 2 Haziran 2010)

DÜNYAYI DÖNDÜREN ŞEY

Posted: by bülent usta in
0

Kadim dostum İvam’la Fenerbahçe’nin şampiyonluğu kaçırışından Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasını kadar son zamanlarda yaşadığımız bir dizi hadiseyi değerlendirirken, televizyonlarda saatlerce süren güncel politik tartışmalar ile futbol programları arasındaki ortak noktalar üzerine düşünürken yakaladım kendimi. Evirip çevirip aynı şeyleri farklı sözcüklerle dile getiren bu insanların tutkusuna hayran olmamak imkânsız. Ivam’la bu tür programlara bayılıyoruz. İnsanı varoluş kaygılarından koparmasındaki giz, yarattığı akıl tutulması sayesinde mümkün oluyordur muhtemelen. Fırsat bulsalar, yıllarca stüdyodan çıkmadan futbol ya da siyaset konuşabilecek bu insanların sırrını deşifre etmek, sadece o sırra değil, tüm hayatı bir hipnoz seansa dönüştüren gerçekliğe de ışık tutabilir belki. Ama İvam, benim böyle şeyler yazmamı bir süredir istemiyor. Maden işçilerinin ölümünü “kader” diye geçiştiren bir Başbakandan ya da Kılıçdaroğlu’nun ‘Kürt Sorunu’na ‘ekonomik sorun’ etiketini yapıştıran konuşmasından da bahsetmemi yasaklamış durumda. Tekrar kitapların büyülü dünyasında dolaşmamızı özlediğini yineleyip duruyor. ‘Ama’ diyorum, ‘olağanüstü şeyler oluyor bu ülkede’. İvam, ‘Alice Harikalar Diyarı’na gönderme yaparak yanıtlıyor beni: “Her gün, o kadar çok olağanüstü şeyle karşılaşıyoruz ki, imkânsız çok az şey var artık”.

İvam’ın en beğendiği kitapların başında, Lewis Carroll’un ‘Alice Harikalar Diyarı’ gelir. Akasya ağacına bakan pencerenin kenarına oturup saatlerce ona Alice’in maceralarını okuduğumu bilirim. Yakınlarda, İthaki Yayınları, Kıymet Erzincan Kına’nın, Carroll’a yakışan çevirisiyle ‘Alice Harikalar Diyarı’nın yeni baskısını yayımladı, devamı olan ‘Aynadan İçeri’yle birlikte. Ciltli, içinde John Tenniel’a ait illüstrasyonların yer aldığı mükemmel bir çalışma ortaya çıkmış. Kitabın güzel yanlarından birisi de, Kıymet Erzincan Kına’nın Lewis Carroll ve yapıtlarına üzerine bir sunum yazısıyla birlikte, çeviri sürecini de okurla paylaşması. Keşke her çeviri yapıtta, çevirmenler kendi deneyimlerini ve izledikleri yöntemleri kısa da olsa okurla paylaşabilse.

Lewis Carroll’un bu ünlü eserinin öneminden bahsedecek değilim. Hatırlarsanız, ‘Matrix’ filminde bile karşımıza çıkmıştı. Kitabın, pek çok filme, romana ve felsefi tartışmalara malzeme sunmasının nedeni, Lewis Carroll’un hayal gücünden ibaret olmasa gerek. Sıkı bir matematikçi olmasının, alt okumalara müsait derinlikli bir yapı kurmasında mutlaka etkisi olmuştur. ‘Alice Harikalar Diyarı’, metafor zenginliğiyle sadece psikanalitik okumalara mümkün kılmamış, Salvador Dali’yi bile baştan çıkarmıştı. Bu yüzden, bir çocuk kitabı olmasından öte anlamlar taşıdığı kesin.

İvam, üç kulaklı büyülü bir kedi olduğu için olsa gerek, kitapta en çok Alice ile Cheshire Kedisi arasında geçen diyaloglara bayılır. Alice, Cheshire Kedisi’ne ne tarafa gitmesi gerektiğini sorar. Kedi de, “Bu daha çok nereye varmak istediğine bağlı” der. “Neresi olursa olsun?” der Alice. “Öyleyse ne tarafa doğru gideceğinin önemi yok” diye karşılık verir Kedi. Yeterince yürürse, bir yerlere varacağını söylemeyi de ihmal etmez.

Bilge bir kedidir Cheshire Kedisi, tıpkı İvam gibi… Cheshire Kedisi’ne göre, “Harikalar Diyarı”ndaki herkes delidir. Başka türlü orada bulunmaları imkânsızdır çünkü. Görünmezlik yeteneğine sahip Cheshire Kedisi ile İvam arasında bir bağ arayanlar çıkabilir. Defalarca sordum İvam’a. Cheshire Kedisi ile hiçbir akrabalığı yokmuş. Birkaç kere sohbet etme imkânı bulmuşlarsa da, sohbetin sonu hep kavgayla sonuçlanmış. Kavga etmelerinin fikir ayrılığından çok kedilere özgü nedenlerinden bahsetmişti bana İvam.

Kitapta benim en çok sevdiğim yer ise “Dokuzuncu Bölüm”de Alice’in Düşes ile yaptığı sohbet. Düşes, “Ah, aşktır dünyayı döndüren” der. Alice, “Bir başkası da demişti ki” der “herkesin kendi işine bakmasıdır, dünyayı asıl döndüren şey”. Düşes, “Eh, doğru. Bu da aşağı yukarı aynı kapıya çıkıyor. Bundan çıkarılacak kıssadan hisse de, sen anlama bak, söyleniş çeşit çeşit olur.”
Her şeyden bir ders çıkaran Düşes’e ne kadar da çok ihtiyacımız var. Hiçbir şeyden ders almayan halimiz, içler acısı. Deprem ya da sel felaketi gibi onlarca somut olay karşısında bile, ciddi önlemler alamazken. Daha bu tür somut felaketlerden bile yeterince ders çıkaramamışken, yaşadığımız siyasi felaketler karşısında ne yapabiliriz ki?

İvam, “Bunlar boş laf” dedi. “Herkes, her şeyin farkında. Sadece kendilerinin farkında değiller. Senin bu söylediklerini onlar da biliyor. Kendilerinin farkına vardıkları zaman, hani önceki yazında bahsettiğin şu insanlığı etkisi altına alan hipnoz sona erdiğinde, anlayacaklar gerçekte nerede ve nasıl yaşadıklarını. Ama şimdi derin bir uykudalar.”

Umutsuzluğa kapıldığım zaman, Düşes’in sözleri gelir aklıma hep: “Ah aşktır dünyayı döndüren”. Aşk, hep rüyaya yakıştırılır. Halbuki aşkın uyandırma gücüdür belki de onu tehlikeli yapan şey.

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 26 Mayıs 2010)