SEROTONİN BAĞIMLILIĞI

Posted: 27 Ağustos 2010 Cuma by bülent usta in
0


Serotonin salgılayan bu topraklarda neşeli olmayı nasıl başarabiliriz? Serotonin, beyindeki damarların kasılmasını sağlayan, çoğalınca mutsuz, azalınca da mutlu eden bir tür kimyasal... Depresyonun hammaddesi yani… Kapitalizm, insanlığın beyin hücrelerini söndürecek kasılmalar üretmekte benzersiz güçlere sahipken, depresyonu bu çağda hastalık olarak değerlendirmek mümkün müdür acaba? Hele ki, bizimki gibi ülkelerde, asgari ücreti, işsizliği, para tuzağı haline getirilen eğitim sistemini, linç çetelerini “sade vatandaş” olarak nitelendiren medyayı düşünürsek, serotonin içinde yüzdüğümüz bile söylenebilir. Yüzemeyip, bir de boğulanlar var tabii… Fiziksel olarak ölmeseler bile, ruhsal olarak öldükleri kesin…

Max Frisch’in, YKY’den çıkan “Günlükler”inin 1966–1971 yıllarını kapsayan ikinci cildinde, 68 Paris Olayları’nın bir tanığı olarak kendi kendisini sorguya çektiği bir bölüm var. Resmen kendisini bir polise ya da savcıya ifade verir gibi sorgudan geçiriyor. Sokakları, üniversiteleri işgal eden gençler için şöyle soruyor “A” kişisi: “Sence eksikliğini hissettikleri şey ne olabilir?” “B” kişi şöyle yanıtlıyor bu soruyu: “Örneğin şu deri ceketli, su püskürtücülerinin üzerine yürüyen gencin, haz almak dışında nasıl bir beklentisi olacağını bilmiyorum doğrusu.”


Haz almak… Tıpkı serotonin gibi, o su püskürtücüleri ya da tanklar da hazzı engellemek için oradalar. İnsanların “haz alma”sını ne kadar engellerseniz, onları o kadar zararsız hale getirirsiniz. O deri ceketli genç, sevişmekten ya da yemek yemekten aldığı hazzın bir benzerini, belki de daha fazlasını, tankların üzerine yürürken alıyordu. Aklıma Sitüasyonistlerden, “Gençler İçin Hayat Bilgisi / Gündelik Hayatta Devrim”in yazarı Vaneigem ve onun “Hayatta Kalma Hastalığı” teorisi geldi, o deri ceketli gencin yaşadığı hazzı düşünürken. Ona göre sistem, coşku ve hazzın karşıtıdır her zaman. Serotonin, “Hayatta Kalma Hastalığı”nın ürettiği kaygı ve endişenin bir ürünüdür bir bakıma. Bize sürekli ölümü düşündürten, daha doğrusu ölümle tehdit eden, bunun sonucunda da arzuları denetimine alıp, hazzı çeşitli bedellere bağlayan bu sistemin serotoninle beslenerek büyüdüğü bir gerçek.

Max Frisch’in günlüklerinde, kadınlarla, mizahla, parayla, umut ya da umutsuzlukla ilgili daha pek çok sorgulama var. Bu sorgulamalar, öylesine didik didik edici, öylesine şaşırtıcı ki… İddia ediyorum ki, Frisch’in sorduğu sorulara dürüstçe yanıt verebilecek herkes, kendi iç dünyasındaki engellenmişliği, faşizmi ve haz mezarlığını rahatlıkla keşfedebilir. Özellikle bizimki gibi, “kitle kültürü” içine hapsedilmiş insanların bu sorulara yanıt vermekte ne kadar zorlanacağını düşünemiyorum bile.

Mesela bir işadamına şöyle bir soru sorduğumuzu düşünelim: “Kendi zenginliğinizi nasıl haklı çıkarırsınız?” Frisch, bu soruya şıklar da koymuş. O şıklardan bazıları: “a) Tanrı rızasıyla mı? d) Herkesi besleyen ekonomik bir sistemi sadece zenginlerin döndürebildiklerine, yani girişimci ruha inanarak mı? h) Burjuvazinin kâr sistemiyle hiçbir ilgisi olmayan ahlaki alanlarda örnek teşkil edebilecek bir vicdan gösterip bu sayede çevre koşullarına uyum sağlayarak, kültürel alanlara ve sanat anlayışına karşı duyarlılık geliştirerek mi?”

Frisch’in şiddetle ilgili sorgulamaları da ilgi çekici. “A” kişisi şöyle soruyor “B” kişisine: “Varsayalım, eli silah tutan bir grup insan, Oerlikon’daki fabrikaları ele geçirip Bührle holdingini, şirket savaş ticaretini kesmezse fabrikalarını havaya uçurmakla tehdit etsin… Bununla ilgili olarak ne düşünürsün?” “B” kişisinin yanıtı: “Lev Tolstoy şiddetin her türlüsünü yargılar, cinayet olarak nitelendirdiği savaşı da öyle. Bührle holdinginin Tolstoy’u referans alabileceğini sanmıyorum.”

“B” kişisinin yanıtında “eli silah tutanlar”la ilgili bir açıklama yok. O, savaş ticareti yapan şirketin şiddetini yanıtlıyor, Tolstoy’u referans alması gerekenlerin devletler ve şirketler olduğunun altını çizerek. Aynı soruyu, bizim yazarlarımıza sorsak, sanırım herkes öncelikle “eli silah tutan” insanların şiddetiyle ilgilenecektir. Öyle de olmuyor mu zaten?

“A” ve “B” kişisinin tartışmasının başka bir yerine odaklanalım. Özellikle “anayasa referandumu”nun yaklaştığı bugünlerde… Şöyle diyor “B” kişisi: “Hukuk devletine inanan halkımız için üç-dört suçlunun bulunmuş olması yeterli. Bunun ötesinde önemli olan sadece iktisat, kurumlar ve anavatan arasında kendini kanıtlamış ilişkilerdir.”

“A” kişisi, bu sözler üzerine soruyor: “Halkımızın aptal olduğunu mu düşünüyorsun?”

“B” kişisi: “Holding sahibinin gülüşünü gazetede gördüğümde kendimi aptal gibi hissediyorum. Hakkı var. Hapse girmesine bile gerek kalmadan ödeyeceği para cezasını masraf gösterecek, kaldı ki ödemesi gereken meblağ, holdingin bugüne kadar ödediği rüşvetlerin yanında devede kulak kalıyor… Onu her tür şiddetten koruyan hukuk devleti için yapılmış masraflar.”

Max Frisch, hayatta olsaydı ve Türkiye’de “anayasa referandumu”na katılsaydı, nasıl bir oy kullanırdı acaba diye düşünmüyorum hiç. Serotonin salgılayan bu topraklarda neşeli olmayı nasıl başarabileceğimiz daha önemli bir sorun benim için. Çünkü bu topraklarda yaşayan herkes, biraz serotonin bağımlısıymış gibi geliyor bana. İçimizde sanki ağlayan hep küçük bir çocuk var... O küçük çocuğu da serotoninle besleyerek büyüttüğümüz için olsa gerek, dakka başı ağlayan birilerinin olduğu TV dizilerini, ağlayan ve ağlatan şarkıları daha çok seviyoruz. Edebiyatçılarımızın bir kısmı da çok seviyor hüznü, hüzünlenmeyi. Neredeyse hüzünlenmeden şiir ya da öykü yazmaları mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Kendi yaratıcılıklarını, serotonin damlayan kalemleriyle boğmalarına üzülüyorum ister istemez. Bizim daha fazla hüzne değil, yaratıcı hazlara ihtiyacımız var.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Ağustos 2010)

ÇUKUR HAYATLAR

Posted: 18 Ağustos 2010 Çarşamba by bülent usta in
0


Bence hepimiz “kitle kültürü” denilen derin bir çukurun içine atılmış durumdayız. Bu çukur, televizyonun o ışınlayıcı etkisiyle her geçen gün daha da büyüyüp derinleşiyor. Aslında, biz küçüldüğümüz için, çukur derinleşiyor da olabilir. O çukurun içinde kaldığımız sürece birbirimize daha çok benzeyeceğimiz, ortak alışkanlıklarımız sayesinde aynı şekilde davranıp düşüneceğimiz kesin. Romanlara ilham veren karakterler de birbirine benzeyen insanların dünyasında kaybolup gidecek yavaş yavaş. Belki günümüzde yazılan romanlarda görülen nostalji rüzgârının nedeni de budur.

Dost Kitabevi Yayınları’ndan Hakan Gür’ün çevirisiyle çıkan antropolog Clifford Geertz’in “Kültürlerin Yorumlanması” adlı kitabındaki bir cümle özellikle dikkatimi çekti: “İnsan nasıl güneşe uzun süre bakamazsa, boşluğa da bakamaz.” Geertz, Endonezya’daki siyasi kültürü analiz ederken yapıyor bu tespiti. 1965’teki çeyrek milyon insanın ölümüne neden olan askeri darbe sonrası, büyük bir kültürel belirsizlik ortaya çıkmış ve bu kültürel belirsizliği, ulusçu klişelerle şekillendirilmiş bir kitle kültürü doldurmuştu. Benzer bir süreç, 12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye’de de yaşandı. Şimdi o kitle kültürü çukuru, edebiyatımız dahil her şeyi içine alarak endüstrileştirirken, siyasi kültürümüzü de büyük bir yıkıma uğrattı. Bu yeni durumun siyaset kültüründeki karşılığı da ANAP’la başlayan AKP’yle devam eden, ilerlemeci-muhafazakâr bir hat oldu. Bir siyasi partinin hem ilerlemeci (ilerici değil), hem de muhafazakâr olması, anlaşılması zor bir şey gibi gözükse de, aslında Endonezya gibi pek çok üçüncü dünya ülkesinde rastlanabilecek olağan bir durum. Aslında CHP’nin de kitle kültüründen nasibini alıp ulusalcı klişelere bel bağlaması kaçınılmaz bir süreçti bir bakıma. Kitle kültürü, Frankfurt Okulu’ndan Martin Jay’in de bahsettiği gibi asla demokratik olamaz. Popüler kültürün endüstrileşmesiyle oluşan kitle kültürü, kitlelerin tüketmesi ve yönlendirilmesi için üretilen bir kültür olduğu için, faşizmle büyür, gelişir…

İşte bu “kitle kültürü” çukuru içinde, çukurun dibindeki karanlık boşluğa ya da çukurun tepesindeki aydınlık boşluğa bakıp duruyoruz. Çukurun içinde ya da dışında boşluktan başka bir şey yokmuş gibi gözüküyor. Çukur demişken, Paul Auster’in Can Yayınları’ndan çıkan “Karanlıktaki Adam” adlı romanındaki Owen Brick’i anımsadım. Derin bir çukurda gözlerini açan, oraya nasıl geldiğini, kim olduğunu, üzerinde neden asker üniforması olduğunu anımsamayan Owen Brick… Nasıl Brick, o çukurun içinde belleksizse, biz de içinde bulunduğumuz çukurda belleksiz bir hayat sürüyoruz. Baktığımız boşluk, bizim belleksizliğimizden başka bir şey değil aslında. Geertz, “İnsan uzun süre boşluğa bakamaz” derken, bellek sahibi bir insanı düşünüyordu muhtemelen. Halbuki insan belleksizse, zaten boşluğun kendisi olduğu için, baktığı şey de boşluk olmayacaktır.

Walter Benjamin ve Adorno, kitle kültürüne ve kültür endüstrisine dair ciddi saptamalarda bulunarak, içine atıldığımız bu çukurun nasıl kazıldığını ve insanların o çukurlara nasıl atıldığını yazmışlardı. Sanatçılar, bazen sezgisel, bazen de bilinçli bir biçimde bu çukurdan çıkmak için üretirlerdi eskiden. Şimdi yine içinde bulunduğumuz bu çukurdan çıkmak isteyenlere rastlamıyor değiliz. Ama bu defa sanatçılar, bu çukurdan daha büyük çukurlara, uluslararası çukurlara atlamak için çıkmak istiyorlar sanki. Çünkü çukurdan bireysel firarların pek işe yaramadığının, en fazla marjinal olarak anılacaklarının farkındalar. Çukurdan çıkmak, çıkmakla kalmayıp o çukuru doldurup kapatmak, Geertz’in bahsettiği gibi kitlelerin değil “halk”ların işidir. Şöyle diyor Geertz: “Ama bir kez bir nüfus yerine bir halk olma, bu dünyada sayılan ve dikkat edilen, tanınan ve saygı duyulan bir halk olma arzusu ortaya çıktı mı, bu arzu, gerçekleşmemesi durumunda belli ki yatıştırılamaz niteliktedir. En azından şimdiye kadar hiçbir yerde yatıştırılamadı.” Aydınların işi, halk olma arzusundaki nüfusları yatıştırmak yerine, onların halk olma mücadelesini desteklemek olmalı. Bana öyle geliyor ki, Kürtlerin kendi çukurlarından çıkma mücadelesi, boşluğa bakmaktan körelen gözlerimizi yeniden açabilir. Darbelerle dengesi bozulan bir halkın kitleler halinde tıkıldığı bu çukurlarda gidebileceği başka bir yön yok çünkü.

Geertz’in başka bir önemli tespiti daha var: Ulusçu duyarlılıklardaki artış, ulusal hayal kırıklılıklarıyla doğru orantılı. Bu topraklarda sadece Kürtler hayal kırıklığı yaşamadı. Otuz yıl boyunca darbeci bir anayasayla yönetilen, ekonomik ve kültürel açıdan ciddi sorunlarla boğuşan, baskıcı ve paranoyak siyasi bir iklimde yönsüz ve amaçsız bırakılan halkların kitle kültürü içine hapsedilerek çukurlara gömüldüğünü unutmamak gerek. AKP gibi, ilerlemeci-muhafazakâr ya da CHP gibi devletçi ve ulusçu siyasi geleneklerin bir tür “çukur siyaseti” yaptığını da unutmamak gerek.

Çukurun dibine uzanmış, gökyüzündeki aydınlık boşluğa bakarken, Calvino’yu anımsadım. Makalelerinden birisinde “ateşin içinden yanmadan geçecek olan sınırlı sayıda aydın”dan bahsediyordu. Kendiliğindenliğini kaybetmiş ya da kaybettirilmiş kitlelere bilinci ve tasarımı, kültürel miras aracılığıyla ancak onlar taşıyabilecek geleceğe... Çukur, bir kara deliğe dönüşüp hepimizi yutmadan...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Ağustos 2010)

TATİLSİZ TATİL

Posted: 16 Ağustos 2010 Pazartesi by bülent usta in
0

Bu hafta tatile çıktım. Avşa’dan başlayarak ada ada geziyorum. Ada, ütopyayla eş anlamlı kullanılır çoğunlukla. Sularla çevrili kara parçası, edebiyatçıların da ilgi kaynağı oldu hep. Zülfü Livaneli’nin de Remzi Kitabevi’nden “Son Ada” adlı bir romanı yayımlanmıştı geçen yıl. Livaneli’nin siyasi duruşundan farklı mesajlar taşıyan bir romandı. Beğeniyle, hayret ederek okuduğumu anımsıyorum. “Son Ada”da, mutlu ve kendi halinde insanlarla dolu bir adaya, emeklilik yıllarını geçirmek üzere darbeci bir başkanın gelişini ve adayı nasıl yok edişini anlatmıştı Livaneli. Darbeci başkan, ağaçları budayarak başladığı asayiş işini, martılara savaş açıp onları yok etmeye kadar vardırıyordu. Martılara savaş açan bir diktatör… Ne kadar da güzel tarif ediyor faşizmin gerçek yüzünü. Martı deyince, bir başka yazımda bahsettiğim Musa adlı şair arkadaşımı anımsarım hep. Ne zaman birlikte vapur yolculuğu yapsak, “farkında mısın, martıların sayısı her geçen gün azalıyor” derdi bana. Ben de ona “yoksa sayıyor musun martıları” diye takılırdım. O günlerde 19 Aralık katliamı yaşanmıştı ve martılar teker teker öldürülüyordu bu ülkede. Sıranın güvercinlere geleceği de belliydi… Emekli general Atilla Kıyat’ın “faili meçhul cinayetler, devlet politikasıydı” diye tarif ettiği o günler, çok mu geride kaldı şimdi?.. Herkesin bildiği bir şeyi, emekli bir generalin söylemesi elbette önemli. Şimdi onu birileri hainlikle suçlayacaktır, yargısız infaz yapanları kahraman olarak gördükleri için olsa gerek. İthaki Yayınları’ndan iki cilt olarak yayımlanan Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu’nun “Ergenekonda Kim Kimdir? Kırk Katır Kırk Satır” adlı kitabını mutlaka okumak gerek. Okumak gerek ama, faili meçhul cinayetlerin kimler tarafından nasıl işlendiğini bilmek, insanın ruh sağlığını tehdit edecek kadar ağır bir etki bırakabilir. Çocuklarımıza bu cinayetleri nasıl açıklayacağımızı bilemiyorum. Korku filmlerinin en pervasız olanlarında bile böyle bir vahşete ve acımasızlığa rastlamak mümkün olmasa gerek.

Belki de, yaşamın bunca vahşeti hiçbir şey olmamışçasına kaldırabilmesi, bende bir ada özlemi yaratmıştır, kim bilir… Eskiden beri bir adaya yerleşme hayali kurar dururum. Neden bir sahil kasabası ya da dağ başında bir köy değil de bir ada? Örneğin Marmara Adası’na yerleşip orada balıkçılık yapmayı, küçük balıkçı kulübemde romanlar yazmayı hayal ederdim. Sanırım adaya yerleşme isteğim, inzivaya çekilme, o adayı bir beden gibi giyinip yalnızlığımdan kurtulma arzumun bir yansımasıydı. Sonraları, yazma arzusunun da insanı bir adaya dönüştürdüğünü fark etmiştim. Yazabilmek için dış dünyadan kopmak, kendine ait bir dünya ve o dünyayı koruyacak mesafeler yaratmak gerekiyordu. Yani, bir ada olmak, etrafı sularla çevrili bir yerde yaşamak, bana “sonlu sonsuzluğu” anımsatmıştır her zaman. Sınırları belli bir kara parçası içisinde, sonsuzmuş gibi gözüken bir denizle kuşatılmak… Yaşam, sonlu bir sonsuzluktan başka ne olabilir ki?..

Adaya ayak bastığımdan beri, dünyadan uzaklaşmışım gibi hissediyorum. Bu durumun bir nedeni de tatilde oluşum elbette. Tatilin pek çok tanımı olsa da, ben tatili uzaklaşmak olarak anlıyorum. Yaptığın işten, gündelik hayattan, seni sarıp sarmalayan her şeyden bir parça uzaklaşmak… İnsanlar genelde sahil kenarında bir şezlonga uzanıp saatlerce güneşlenmeyi, akşam olunca da kendi zevkine uygun bir eğlence mekânında eğlenmeyi tercih ediyor. Bu güneşlenme aktivitesine ben de katıldım birkaç gün. Öyle boş boş denize ya da gökyüzüne bakarak yatıyorsun. Arada denize girip serinlemek dışında başka bir şey yapmana da gerek yok. Bir tür yoga gibi… Bu güneşlenme aktivitesini, güzelleşmek için kullananlar da var elbette. Ama insanların tatil deyince, güneşlenmeyi anlaması önemli bir gösterge bence. İnsanlar, dış dünyadan kaçmak istiyor. Aydınlatılamamış faili meçhullerle, ekonomik ya da idari krizlerle, eksik olmayan çatışma ve ölüm haberleriyle dolu bir dünyadan… Metropoellerin insanları sürekli aşağılayan, hayata seyirci kalmaya zorlayan sistemden bunalmış bir halde, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir kaygı duymadan saatlerce yatmak, akşam olunca da, bir disko ya da meyhanede içip unutmak istiyorlar sanki... Bir tür arınma aktivitesi gibi... Dinlenmiş ve dinç birisi olarak yeniden kaçtıkları hayata döneceklerini ve bu döngünün emekli olup sürekli tatil hakkı kazanana kadar süreceğini anımsamamaya çalışarak eğleniyorlar. Tabii bu ülkedeki çalışanların önemli bir kısmının, bu kısa süreli uzaklaşmaya bile sahip olamaması da başka bir acı gerçek…

Bir adadayım ve etrafım denizle çevrili… Okuduğum kitapların hiçbiri güncel değil. Adalarda sokak köpeklerinin neden hiç havlamadığı gibi konularla meşgul ediyorum kendimi. Toprağa uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Nasıl da özlemişim gökyüzüne bakıp hayaller kurmayı… Gökyüzüne bakarken, bulutların gizli bir metine ait satırlar gibi zihnimin içinde aktığına tanık oluyorum. İşte o zaman anlıyorum, yazarların tatili olmadığını…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Ağustos 2010)

DURAN TRENİN YOLCULARI

Posted: by bülent usta in
0

Sıcak bir yaz gecesinde, Haydarpaşa’dan kalkacak olan bir trendeyim. Düşüncelerim, gökyüzündeki bulutlar gibi şekilden şekile girse de, aslında hepsi hevesle bir yöne doğru akıyor. Ama düşüncelerimin nereye aktığı konusunda yine de bilgisizim. Bulut demişken, Mayakovski’nin en çok sevdiğim şiiridir “Pantolonlu Bulut”. “tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi” diyordu ya şiirin bir yerinde Mayakovski, işte o tersyüz olma hali gibi geliyor bana sanat... Sadece kendisini değil, hayatı tersyüz edebilenleri düşündüm uzun uzun. Yanımda, bugünlerde Can Yayınları’ndan çıkan bir roman vardı. Macar yazar Sandor Marai’nin “Bir Burjuvanın İtirafları” adlı romanı. Marai, otobiyografik özellikler taşıyan romanının bir yerinde şöyle yazmış: “İnsan korkunca çığlık atar. Korkunca yazmaya koyuldum.” Onu korkutan ve yazmaya teşvik eden şey, Kafka’nın yapıtlarıyla tanıştığı gün hayatı başka türlü görmenin gücü ve sorumluluğundan başka bir şey değildir. Yani Kafka onu “tersyüz” etmiştir. Yoksa “tersyüz” olmaksızın hayatı nasıl başka türlü görebilir ki insan? Âşık olunca mı? Evet, âşık olunca da…

Beni “tersyüz” eden aşklar ve kitaplar üzerine düşünürken tuhaf bir şey oldu. Duran bir trenin içinde olmama rağmen, yan taraftaki diğer tren hareket ettiği için, sanki içinde bulunduğum tren hareket ediyormuş gibi hissettim bir an. Benzer bir durumu eminim siz de otobüslerin mola yerlerinde ya da vapur yolculuklarında sık sık yaşamışsınızdır. Türkiye’yi, duran bir trene ve kendimi de bu trenin hareket ediyormuş yanılsaması yaşayan yolcularından birisi olarak düşündüm sonra. Yaşıyormuş gibi yaparak yaşamak, çalışıyormuş gibi yaparak çalışmak, sevişiyormuş gibi yaparak sevişmek ve en kötüsü düşünüyormuş gibi yaparak düşünmemize benzemiyor muydu bu yanılsama? Bizim dışımızda her şey hareket etse de, biz hareket etmiyorduk.

Marai gibi, hayatı başka türlü görmenin gücü ve sorumluluğundan habersiz, duran bir trenin penceresinden yolculuk ediyormuş gibi dışarıya bakan yolculardan çok, onlara duran bir trenin penceresinden hayaller izlettiren şeyi sorgulamak gerekiyor belki de. Nedir insanları “mış gibi” yaşamaya zorlayan?

Romain Gary, Emile Ajar adıyla yazdığı “Yalan Roman”da, “normal insanlar”ın dünyasına katılmak için “mış gibi” oyununu oynayan bir yazardan bahsediyordu. Kapatıldığı akıl hastanesinde ona öğretilen şey “mış gibi” davranmaktan başka bir şey değildi. Aslında normal gözüken her insanın bu oyunu oynadığını, gerçek olayları sıradan olaylar olarak görerek bilinçli olma tehlikesi yaşamadan ve tanık olduğu şeylerden rahatsızlık duymadan kendi halinde yaşadığını anlamıştır Emile Ajar...

Şu an Türkiye’de çoğunluk huzur içinde yaşıyorsa, bu biraz “mış gibi” yaşıyor olmamızla alakalı. Birileri birilerini linç mi ediyor, sendikalı olduğu için işçiler işten mi çıkarılıyor, otuz yıldır bir darbe anayasasıyla mı yönetiliyoruz, hiç önemli değil. Biz gelişen bir ekonomiye ve dünyanın en güçlü ordusuna sahip, genç ve dinamik bir ülkeyiz. Trenimiz hareket etmese de lokomotifimiz çok güçlü. İstesek bu trenle tüm dünyayı kat edebiliriz. Duran trenin penceresinden bakıp böyle hayaller kuruyorduk işte. Ama herkes baktığı pencereden aynı şeyi de görmüyor elbette. Çünkü herkesin bu trenle gitmek istediği yer farklı. Hatta aynı trende olmalarına rağmen herkes farklı yönlere gitmek istiyor. Muhtemelen treni durduran nedenlerden birisi de, farklı yerlere gitmek isteyenlerin aynı trene bindirilmiş olması. Peki ya hareket etmeyen bu trenden inip başka trene binmek isteyenler ya da lokomotife geçip treni hareket ettirmek isteyenler olmuyor mu hiç? Onları da başka bir vagona kitliyorlar muhtemelen. “Mış gibi” yaşayamayanlar vagonuna…

Bindiğim tren, sonunda hareket etti. Ama “duran tren” metaforuna kendimi öyle kaptırmıştım ki, hareket edenin gerçekte tren olduğundan hâlâ emin değildim. Tren durmaya devam ederken, tıpkı bulutlar gibi ağaçlar, binalar, şehirler hareket ediyordu...

Gazete yazarı eğer hareket eden bir trende durabiliyor, duran bir trende hareket edebiliyorsa, yani kendisini Mayakovski gibi “tersyüz” edebiliyorsa, iyi bir gazetecidir bana göre. Okura karşı sorumluluğun yerini, patrona karşı, hükümete karşı, orduya ya da başka bir güce karşı sorumluluk alıyorsa, orada sadece “mış gibi” gazetecilik yapanlar var demektir.

Aslında bu “tersyüz” olma hali, en iyi karnavallarda gözlemlenir. Mikhail Bakhtin’in karnaval için söyledikleri, tam da bir “tersyüz” olma halidir. Karnaval, ne seyredilir, ne de sergilenir. Herkes, o karnavalın aktif katılımcısıdır. Karnaval yaşamı, yoldan çıkarılmış, aksi yöndeki bir yaşamdır. Kişiler arasında her tür mesafe ortadan kalkarak, hiyerarşik düzen ve onunla bağlantılı bütün korkular ve kaygılar sona erer. Yani “mış gibi” yaşamaya son verilir karnavalda. Orada “normal” olmanın hiçbir anlamı yoktur. Herkes her an kral olabilir ve o krala tacı takanlar onu her an tahtından indirebilir. Bir edebiyat eleştirmeni olarak Bakhtin için karnavalın anlamı, sözün özgürlüğüyle alakalıydı elbette. Ama bu “tersyüz” olma halini, en iyi karnaval anlatıyor olsa gerek. Emile Ajar gibilerin, “mış gibi” yapmadan yaşayabileceği bir yer olarak karnaval...

Bizim karnavallara ihtiyacımız varken, linç çeteleri dolduruyor meydanları... “Mış gibi” yapmaktan sıkılanların sessiz çığlıkları arasında yol alıyor duran tren...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Ağustos 2010)

DEMOKRATİK İNFİAL

Posted: by bülent usta in
0

Yılmaz Güney, “Duvar” filmiyle ilgili yaptığı röportajlardan birisinde “biz hem devletin baskısıyla, hem de halkın sahip olduğu değer yargılarıyla mücadele halinde olduk” diyordu. Yılmaz Güney’in altını çizdiği bu ikili mücadele, aslında tüm dünyada aydınların alması gereken pozisyonunu da tarif ediyordu. Günümüz Türkiye’sinde, artık bu türden kaygılar iyice azaldı. Ya baskıcı devletin, ya da AKP gibi siyasi partilerin temsil ettiği muhafazakâr değerlerin tarafında yer alarak, ikili mücadeleden kaçınılıyor.

Türkiye’deki aydınların pozisyonunu zora sokan bir başka şey ise, mücadele edilen bu güçlerin pozisyonlarındaki belirsizlik. Örneğin darbe alışkanlığına sahip ordu, aynı zamanda Batı değerlerini temsil iddiasında olabiliyor. Hatta hatta askeri darbe yanlısı olmak, anti-emperyalist bir tutummuş gibi gösterilebiliyor. Ya da muhazakârlıktan beslenen ve onu yücelten bir siyasi parti, AB yanlısı ve özgürlükçüymüş gibi davranabiliyor. Ordu ile aynı çizgide bulunmaktan gocunmayan, devletçi geleneği sahiplenen bir parti de, sosyal demokrat iddiasında olabiliyor. Askeri darbe savunucusu olmakla suçlananlar, karşı tarafı sivil darbe yanlısı olarak nitelendirebiliyor. Böylesine karmaşık ve belirsiz bir siyasi ortamda siyaset nasıl mümkün olabilir?

Askeri darbelerin amacı siyaseti yok etmekti. Bunun için siyasi partilerden sendikalara, siyasetin tüm kanalları kapatılmış, örgütsüz yığınlar yaratılmıştı. Siyaset yapılacaksa, sınırları çok net bir alanda yapılmalıydı. AKP hükümetinin izlediği politikalar da farklı değil. Kimseyi muhatap almayan, kurumları halka, hatta halkı halka şikâyet ederek siyaset yapmaktan kaçınmayan ve siyaseti kilitleyen bu anlayış, Türkiye’yi tam anlamıyla bir tıkanma noktasına getirdi. Elbette siyaseti sadece AKP tıkamıyor. Ama hükümette olan bir parti olarak asıl sorumluluğun ona ait olduğu da bir gerçek.

İnegöl’de ya da Hatay’da yaşanılanlara bakınca, tüm bu iç savaş provalarının siyasetsizlikle bir ilişkisi olduğunu söylemek mümkün.

Peki siyaset nedir? Calvino, YKY’den çıkan “Yeni Bir Sayfa” adlı kitabında yer alan bir yazısında Fortini’nin ahlak tanımından bahseder: “Ahlak, değerler ile davranış arasında bir tutarlılığa ulaşma isteğinin yarattığı gerilim ve bu uyumsuzluğun bilincinde olmadır. Ahlak politika haline gelir, politikanın özel adıdır. Ahlakçılık, ahlakın belirli bir anda öngördüğü değerler ve davranışlardan başka değerler ve davranışlar olması gerektiğini ya da olabileceğini yadsıyan kişinin düştüğü hatadır.”
İşte bu yüzden “ahlak” ile “ahlakçılık”ı her zaman birbirinden ayrı tutmak ve düşünmek gerek. Bu anlamda faşizm de, muhafazakârlık da, ahlaklı olmasalar dahi ahlakçıdırlar her zaman ve siyasetten hiç haz etmezler.

Todd May’in siyaset tanımı da Fortini’nin ahlak tanımıyla örtüşür: Olan ile olması gereken arasındaki gerilim... Eğer siz, bu gerilimi ortadan kaldırarak, olanın zaten olması gereken olduğunu iddia ederseniz, siyaset dışına çıkarsınız; kimseyi muhatap almaz, diyalog yerine dayatmayı, empati yerine demagojiyi koyarsınız.

Türkiye’de hem kurumların, hem de halkın gereğinden fazla politize olduğunu iddia edenler, aşırı politize olmanın, siyasetsizlikten kaynaklandığını göremiyorlar. Sokaklarda linç çeteleri kol geziyorsa, bunun bir nedeninin de örgütsüzleştirilen halktır.

Ve medya... Bir televizyon kanalında, açık oturum tarzı bir programın sunucusu, sık sık konuşmacıların sözünü keserek Hatay’daki olayları abartılı bir biçimde aktarıp duruyordu örneğin. Eğer bir yerde bu türden olaylar varsa, gazetecilik etiği, olayları daha da kışkırtacak açıklamalar ve haberler yaymaktan kaçınmayı gerektirir. Ama özellikle birkaç haber kanalı neredeyse canlı olarak bu linç olaylarını televizyonlardan aktarmaya devam etti. Üstelik, provokatörleri sıradan insanlarmış, duyarlı vatandaşlarmış gibi göstererek... Edirne’de ya da Trabzon’da üniversiteli gençleri sokak ortasında linç etmeyi çalışanları da, duyarlı vatandaşlar olarak nitelendirmişti aynı medya. Halbuki yapılan şey, birilerinin onayı ve desteğiyle gerçekleşen terörden başka bir şey değildi.

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, buralarda olsaydı, ona sorardım “ne yapmak gerek” diye. Ama bu sıcak havalarda dışarı çıkmaktan hoşlanmıyor anlaşılan. Belki de serin bir ülkeye gitmiş, keyfine bakıyordur. Yine de içimden İvam’a sorup, ondan gelebilecek yanıtı düşünmekten kendimi alamıyorum. Bana şöyle şeyler söyleyebilirdi: “Türkiye’de her şey iç savaş için zemin yaratmaya yönelik gerçekleşiyor. Hiçbir güç, erkini kolay kolay başka bir güce teslim etmek istemez. Bu güçler savaşı içinde üçüncü bir güç yaratılamadığı sürece, siyasetsizlikten doğan şiddet, alıp başını gider. Sivil toplum kuruluşları, daha fazla siyasete dahil olmazsa, iç savaş kaçınılmaz. Mesela on binlerce kişi sokağa dökülüp şiddete karşı yürümeli ve siyaseti geri çağıracak demokratik bir infial ortamı yaratılmalı.”

Aslında İvam’la, “Cogito”nun son sayısını da konuşabilirdik, her şeye rağmen. Kime sorduysam haberi olmamış, “Cogito”nun son sayısını futbola ayırdığını... Eğer şu iç savaş provaları gündemde olmasaydı, futbolun, o “güzel oyun”un entelektüel dünyadaki karşılığını yazmak niyetindeydim. Kaçırılmaması gereken bir “Cogito” özel sayısı... Derrida, felsefeci değil de futbolcu olsaydı, sahanın neresinde oynardı acaba?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Temmuz 2010)

ORTAK YOLDAN ORTAK ZEMİNE

Posted: by bülent usta in
0

Başbakan, kadın örgütleriyle yaptığı demokratik açılım toplantısında Sakine Ana’dan bahsetmişti. Üç çocuğu gerilla olan ve üç çocuğunun da ölüm acısını yaşamış bir anneden... Sakine Ana’dan bahsederken, çocuklarını terör örgütüne kaptırmış ifadesini kullanmasına, Sakine Ana itiraz etmiş: “Benim çocuklarım terörist değil.”

Sakine Ana’yla empati kurmaya davet eden birisinin, “çocuklarını terör örgütüne kaptırmış bir anne” portresi çizmesine şaşırmıyoruz elbette. Ama demokratik açılımın gerçek yüzünü de bu türden ifadeler göstermiyor mu? Ve yine aynı siyasi partinin “demokratik anayasa” girişimine ne derece inanmak mümkün? Bu anayasa değişikliği, pragmatik, popülist ve fırsatçı bir siyasi geleneğin, bu türden demokratikleşme ataklarıyla daha radikal demokrasi taleplerinin önünü kesme çabası olarak görülebilir mi?

Eğer Türkiye’yi böylesine pragmatist ve popülist siyasi hareketlerin özgürleştireceğine inanıyorsak, halimiz pek de iç açıcı değil. Ama bu siyasi partinin karşısındaki muhalefete bakınca, insan çok daha büyük bir karamsarlığa kapılıyor.

“Birikim”in son sayısında “Turbulence” olarak anılan yazar kollektifine ait bir yazı yer aldı. Yazının başlığı “Zombi Liberalizme Karşı Ortak Zeminler – Belirsizlikte Yaşam?” “Turbulence”, İngiltere, Almanya, Amerika ve Brezilya’dan yazarların oluşturduğu bir kollektif ve “alternatif küreselleşme hareketi” içinde biraraya gelerek çareler arıyorlar. “Turbulence”, David Harvie, Keir Milburn, Tadzio Müller, Rodrigo Nunes, Michal Osterweil, Kay Summer, Ben Trott gibi yazarlardan oluşuyor.

Bahar Bilgen’in çevirdiği bu yazı, Türkiye’deki tıkanmış siyaseti anlamak için de oldukça önemli ipuçları içeriyor. Türkiye’nin, dünya gezegeninde bulunduğu çok sık unutulan bir gerçeklik. Türkiye’de solun, Hindistan’dan Afrika’ya başka sollarla bağlantısızlığı bilinen bir durum. Son zamanlarda bir Güney Amerika ilgisi var, ama o da oldukça sınırlı ve geçici bir ilgi gibi gözüküyor. Sanatta ya da siyasette, bir tıkanma sürecine girdiysek, mutlaka dışarıda neler olup bittiğine bakmamız gerek. Hatta, dışarısını artık dışarısı gibi algılamayıp dışarıya dahil olmak gerekiyor günümüzde. Çünkü Brezilya’daki bir işçinin kaderi, Türkiye’deki bir işçinin kaderinden bağımsız değil artık. Tıpkı, bir ülkede patlayan ekonomik krizin sadece o ülke sınırları içine hapsolmaması gibi…

“Turbulence”ın yazısında, Türkiye’nin de siyasi atmosferini belirleyen “orta yol”culuktan bahsediliyor uzun uzun. Türkiye’de siyaset, hep merkeze göre tanımlanan bir şey oldu. Siyasi partilerin ortanın solu ya da sağı olarak sınıflandırıldığını, hatta merkezde yer almak için partilerin kıyasıya mücadele ettiğini görüyoruz. Peki ya “orta yol”, yani “merkez” sabit bir yer midir? Aslında “orta yol” denilen şeyin, uçlara göre tanımlanması beklenir. Ama Türkiye’de sanki uçları “orta yol”a göre tanımlama eğilimi daha baskınmış gibi gözüküyor. Bu da siyasetin doğal akışı içinde şekillenememesinin bir sonucu olsa gerek. Merkezin sola kaydığı görüldüğü anda, askeri darbelerin gündeme gelmesi gibi. Mesela “Balyoz Planı”, merkezin İslamcılığa kaydığına dair bir endişenin ürünü değil mi?

Peki siyasette “orta yol”un önemi nedir? Öncelikle, “orta yol”dan ne kadar uzaklaşılırsa bir düşüncenin, projenin ya da eylemin gözardı edilme ya da bastırılma ihtimali artar. Ama “orta yol”a ne kadar yaklaşılırsa, “orta yol” tarafından içerilme ihtimali de vardır. Mesela AKP hükümeti, Kürt sorununu çözme iradesi ortaya koydu. Bu projesini hayata geçirmek için de “orta yol”u denedi. “Orta yol”u değiştiremeyeceği için, kendisini “orta yol”a çekmesi gerekiyordu. Ama Türkiye’deki “orta yol”, devletçi ve milliyetçi bir gelenekle tarif edilmişti her zaman. Projenin adı “Kürt Açılımı”ndan “Demokratik Açılım”a, ardından da “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”ne dönüştü. Sadece projenin isimlendirilmesindeki bu değişim bile bize “orta yol”un tanımını ve “açılım”ın yaşadığı değişimi göstermesi için yeterli. Ama “orta yol”a yaklaşma çabasının, devletin Kürtçe televizyona izin vermesi gibi, Kürt meselesinde bir “orta yol” kaymasını da sağladı.

“Turbulence”ın yazısında da karşımıza çıktığı gibi, var olan sistem içerisinde bir şeyleri değiştirmenin yolu “orta yol”a yaklaşmakken, aynı zamanda “orta yol” istenen değişimin niteliğini de dönüşüme uğratarak bir çıkmaza da sokuyor süreci. Kürt meselesinde yaşadığımız tıkanma, aslında bir “orta yol” krizinden başka bir şey değil. İsterse yüzlerce, binlerce uzman ya da siyasetçi çıkıp televizyonda konuşsun, yüzlerce köşe yazarı çareler arayıp dursun, Türkiye’de siyaset kendi doğal akışına bırakılmadığı ve “orta yol” tanımı değişmediği ya da ortadan kaldırılmadığı sürece, hiçbir değişim ya da çözüm talebini hayata geçirmek mümkün gözükmüyor.

“Turbulence” yazarları, “orta yol” siyasetine karşı, “ortak zemin” siyasetini öne sürüyor. “Çeşitli mücadelelerin, eylemlerin, söylemlerin, hedeflerin ve göndergelerin kesişmeleri ve çakışmaları” olarak tanımlıyorlar “ortak zemin”i. “Orta yol”un aksine, “ortak zemin”de her türlü uç fikir birarada bulunabiliyor, kendi kimliğini yitirmeksizin. Kürt sorununun çözümü için de, “orta yol”a değil, “ortak zemin”e ihtiyaç olduğu ve bu zeminsizliğin şiddet üretmek dışında bir işe yaramadığını anlamak gerekiyor artık.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Temmuz 2010)