KULAÇ

Posted: 20 Ağustos 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Koylardan birinde güneşlenip yeterince ısındıktan sonra denize giren bir tatil yaratığına dönüştüğümden beri, beynimin çalışırken kullanmadığım kısımlarının epeyce zayıflamış olduğunu fark ettim. Çalışmak beynin hazla ilgili kısımlarını kullanıp geliştirmeyi engelliyor çünkü. Yetişkinlerin boş kalınca ne yapacaklarını bilemiyor oluşları, onların suçu da değil. İnsanları, kendilerine ayırmaları gereken süreden mahrum bırakan kapitalizm, tatili bir ihtiyaca dönüştürerek, her bütçeye uygun tatil paketleri sayesinde insanları çalışırken de, dinlenirken de sömürüye ara vermemiş oluyor. Sömürülmemek için çalışmayacak ya da tatile gitmeyecek değiliz elbette. Ama işçi sınıfı aleyhine çalışan bir hükümete sahip oluşumuz, çalışma koşulları ve sürelerinin iyileştirilmesi için aşılacak engelleri de çoğaltıyor ister istemez. Daha çalışma koşullarını düzeltememişken, tatil koşullarını ve sürelerini düzeltmek şimdilik bir hayal olsa gerek.

Aslında bu yaz tatile çıkmak da bir hayaldi benim için. Ama oldu. Kendime deniz kenarında küçük bir kulübe bile buldum. Zeytin ağaçları içinde cırcır böceklerinin bıkmaksızın tekrarladıkları namelerle kuşatılmış bir kulübe… Kumsalda, diğer tatil yaratıklarıyla birlikte güneşlenip, denizde yüzmenin keyfini yaşıyorum. Geceleri de kulübemin önündeki masaya oturup kitap okuyorum. Okuduğum şeyler beni yormayacak eften püften şeyler genellikle. Hayatımdaki her şeye ara vermek istiyorum. Arada gazetelere bakıp, kabuk değişim merasimini tamamlayan iktidarın büyümesini manşet manşet izlemekten kendimi alamıyorum yine de. Gücün bir yerde bu denli yoğun bir biçimde toplanıyor olması, huzursuz edici. Güneş ışığını bir noktaya toplayan mercek gibi. Bir de şu taktik siyasetin sıkıcılığı var. Hiçbir şeyin doğrudan söylenmemesi, her şeyin alıştıra alıştıra halledilmesi, siyasetin ürün pazarlama stratejisi gibi sunulması, kapalı kapıların ardında süren pazarlıklarla yürüyen bir sistemin sivil bir hareketmiş gibi gösterilmesi, ordunun polise görev teslimi gibi olması her şeyin… Açılım denilen şey, dağ komandosunun yerini özel harekâtın almasıymış meğerse…

Geceleyin dalgaların sesini dinlerken, eften püften okumalara ara verip ciddi bir kitap okumak istedim. Tatil yaratığı olarak yeterince güneşten ve denizden gıdamı almıştım. Ben de çok merak ettiğim İskoçlu bir yazar olan Ali Smith’in Dost Körpe çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıkan “Gibi” adlı romanını elime aldım. Ali Smith’in sözcükleri kullanma hüneri ve yarattığı karakterler öylesine cezp edici ki, kısa bir süre sonra, ünlü bir akademisyenken okumayı bile unutan esrarengiz Amy karakteri ve onun bir büyüye benzeyen sekiz yaşındaki kızı Kate ve Amy’nin lezbiyen aşkı Ash, kulübemin önündeki masada oturup gökyüzündeki yıldızları seyrederek bana hikâyelerini anlatmaya başladılar. Tam burada, masamı saran sandalyelere oturmuş, birbirilerine bakmaksızın konuşup duruyorlardı. Elbette benim ve diğerlerinin farkındaydılar ama görmüyorlardı birbirlerini ve beni. Sanırım bunu dünyada yaşayan herkes için söyleyebiliriz. Birbirimizi görmemiz, sanki bir cadının lanetiyle engellenmiş. O lanet ortadan kalkmadığı sürece, tüm aşklar eksik, tüm çocukluk anıları hüzünlü, tüm insanlık şaşkın ve çaresiz kalacak. Cadının lanetini bozacak şey de, sanattan başka bir şey değil.

Anne ve kız arasındaki ilişkiden lezbiyen aşka kadar, merkezinde sadece kadın olan, erkek olarak sadece kadın karakterlerin babalarına izin verilen bu roman sayesinde, onlar beni göremese de, ben onları burnumun dibindeymişim görebiliyorum. İskoçya’da bir trende karşılaşsam, belki de hiç dikkatimi çekmeyecek bu iki kadın ve küçük kız, şimdi benimle insanın karmaşık doğasını tartışabiliyor rahatlıkla. Örneğin Ash, romanın bir yerinde, Amy ile edebiyatla ilgili bir tartışmaya girerek, Virginia Woolf’un romanlarını sıkıcı, inandırıcılıktan uzak ve temasız bulduğunu söylüyor. “Bütün o ruhun ölümü, kadın onu seviyordu, kadın ondan nefret ediyordu, hayatın anlamı nedir filan gibi laflar, çoğu insanın yaşadıklarıyla alakası yok bunların; çoğu insan için gerçeklik, yaşadıkları sıkıcı ya da korkunç günü atlatmak ve günün sonunda evlerine yiyecek götürecek kadar para kazanmaktır, durup hayatın anlamını merak etmeye vakitleri yoktur.” Ash’in bu sözlerine Amy “sanatta ve estetikte sıradan gerçeklikle ilgisiz kurallar vardır” gibi bir lafla karşılık veriyor sadece.

Ash’in bu sözlerine benzer çok söz işittim bugüne kadar. Roman ya da şiir okumaktan hoşlanmayanlar, ya da değişen sanat karşısında ezbere gerçekçilerin günümüzde yapılan sanatı aşağılamak için kullandığı bu sözlerin bir doğruluk payı var elbette. Gerçekten de insanların çoğu için Virginia Woolf’un yazdıklarının bir anlamı yok. Çünkü durup anlamaya vakitleri yok. Tatiller ise, çoğunlukla hiçbir şey yapmamak, eğlenerek ve dinlenerek geçirilen bir zaman dilimi olarak algılanıyor. Çünkü kapitalizm, insanların hayatın anlamını sorgulamasını değil, hayatın anlamını tüketmesini istiyor. “Hayatın Anlamı” gibi kişisel gelişim kitaplarıyla, kendisini kapak yapan yazarların suya sabuna dokunmayan yapıtlarıyla, hayatın anlamını da bir tüketim nesnesine dönüştürebiliyor.

Evet, Ash haklı. İnsanlar “yaşadıkları sıkıcı ya da korkunç günü atlatmak ve günün sonunda evlerine yiyecek götürecek kadar para kazanmakla” öylesine meşguller ki, onları bu kısırdöngüye mahkûm eden sistemi sorgulayacak kudreti kendilerinde şimdilik bulamıyorlar. Ama onların böyle olması, sanatın kendi gerçekliğini değiştirmiyor yine de. Yani Amy de sözlerinde haklı, “sıradan gerçeklik” ile sanat arasında ilgisiz kurallardan bahsederken. Ama şöyle bir düşünürsek, sokak ortasında eşi tarafından öldürülen bir kadın ile Virginia Woolf arasında bir bağın olduğunu görmek hiç de zor değil aslında. Birilerinin o bağı göremeyişi, o bağın varlığını yok etmiyor.

Güneş doğarken kumsala indiğim zaman, ortalıkta kimsecikler yoktu. Kendimi denizin dalgalarına bırakınca, denizin serinliği ve genişliği karşısında ürpermekten kendimi alamadım. Hayatın anlamını sorgulamak, işte bu ürpertiye benziyordu biraz. Koskoca evrenin karşısında tek başına olduğunu bilerek, seni yutmaya hazır dalgaların içinde kulaç atıp yüzmek…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 10 Ağustos 2011)

PAUSE ÇIKMAZI

Posted: by bülent usta in
0

Gazete yazarlığının en güzel tarafı serbestlik. Ama bu serbestlik sadece mekânla ilgili. Mesela şu an tatilde, deniz kenarındaki bir çay bahçesine oturup yazabilsem de, mekânı değiştirdiğim rahatlıkta zamanı değiştirmem mümkün değil. Şu an aklım yazdığım romanla ve aşk gibi insan ilişkilerinin en karmaşık yanlarını ele alan konularla dolu olsa da, ülke gündeminde olup bitenler, ister istemez dikkatimi gazete manşetlerine ve o manşetlerin ardındaki soru işaretlerine çeviriyor. Gördüğüm şey de, tüm bu olup bitenleri yorumlayacak farklı bakışaçılarına uzak olduğumuz. Mesela şike operasyonuyla komutanların istifa etmeleri, Abdullah Öcalan’ın geri çekiliyorum dediği bir zamanda Kemal Burkay’ın Türkiye’ye dönmesi arasında bir bağ olabilir mi? Yorumların büyük bir kısmı, yüzeysel ve taktiksel çıkarımlardan ibaret kalıyor genellikle. Sonbahara girerken her şeyin hızlı bir biçimde değişerek yeni durumlarla karşı karşıya kalacağımız, bu son yaşananlarla birlikte iyice kendisini belli etti.


Bu yeni durumlar, sadece siyaseti değil, gündelik hayatı da dönüştürecek güçte olacak gibi gözüküyor. Gücü ele geçirenlerin, ele geçirdikleri gücün kıymetini gayet iyi biliyor olmaları ve bu gücü kullanmak konusunda en ufak bir tereddüt yaşamayacak olmaları, kendimizi içinde bulacağımız yeni durumların pek de hayra alamet olmadığını da gösteriyor bir yandan. Belki de bu yüzden, sonuca hızla ulaşmak için bize seyrettirilen filmi fena halde hızlandırmış durumdalar. Her şey o kadar hızlı yaşanıyor ki, pause tuşuna basıp neler oluyor diye düşünene kadar filmin sonu gelebilir. Aslında her şey, olması gerektiği gibi cereyan ediyor. Ve olup bitene bakarak daha nelerin sırada beklediğini görmek için belki müneccim olmaya gerek yok ama, Mars’a gitmiş bir antropolog gibi hissetmemize gerek var. Çünkü bu yeni durumu, ancak her şeye başka bir gözle bakarak anlamlandırabiliriz.

Aslında bu “Mars’ta Bir Antropolog” espirisini, bugünlerde çıkmış bir kitabın adından ödünç aldım. Oliver Sacks’ın Osman Yener çevirisiyle YKY’den çıkan kitabının adı “Mars’ta Bir Antropolog”. Sacks, bir nöro-antropolog olarak, kaza geçirdiği için ya da doğuştan gelen bazı özellikler yüzünden beyni farklı çalışan yedi kişinin yaşam öyküsünden yola çıkarak normal ile patoloji arasındaki ayrımı araştırıyor kitabında. Otistik bir dahi olan Temple, kendisini Mars’ta bir antropolog gibi hissettiğini söylüyor. Çünkü yaşadığı toplumdaki insanları incelemeden normalin ne olduğunu, o insanlara nasıl davranması gerektiğini bilemiyor. Ama Temple’ın otistik olmasından kaynaklı güçlü bir aygıtı var: Bellek. Yaptığı tüm gözlemleri, bir deneyim arşivi olarak belleğinde saklayabiliyor. Tek sorun, bireylerarası karmaşık ilişkilerin ona fazlasıyla anlaşılmaz gelmesi. Çünkü Temple, her otistik gibi hile, aldatma, kin gibi davranış ve duygulara yabancı. Kendisini korumak için bu yüzden başka bir mantık geliştiriyor. Mesela, tasarımını yaptığı işletmelerden birisinde belli aralıklarla bir makinenin sürekli olarak bozulduğunu öğreniyor. O makinenin bozulmasının mantıklı açıklamasını bulamıyor kimse. Temple, makinenin bozulduğu günlerle bozulmadığı günleri karşılaştırarak, çalışanlardan birisinin özellikle o makineyi bozduğunu tespit ediyor. Yaptığı tek şey, belleğinden faydalanıp basit bir biçimde akıl yürütmek.

Sanat ya da siyaset dünyamızdaki arızaların çözümü için Temple’dan yardım istesek, bize sağlam bir arıza listesi verip hepimizi şaşkına çevirebilir. Ve o listenin başına, “yarım kalmış bir projeyi sürdürmek, yeni bir projeye başlamaktan daha zordur” gibi bir özlü söz de ekleyebilir.En azından benim tahminim bu yönde.

Normal olanın hızla değiştiği, bize akıldışı gelen pek çok şeyle yaşamaya alıştırıldığımız bir zamanda, belleğe ve o belleği kullanacak çokboyutlu akıla duyduğumuz ihtiyaç da artmış durumda.

Hızlandırılmış bir filmi seyrederken, seyredilen şeye yabancılaşmaktan ve edilgenleşmekten kurtulmak mümkün değil. En azından filmin konusundan bahseden yorumlardan haberdar olup, filmi zihnimizde yavaşlatacak çareler arayabiliriz. Her filmin bir senaryosu olduğuna göre, bu senaryonun bize göstererek anlattığı şeylerden yola çıkarak göstermeden anlattığı şeyleri de bulabiliriz belki. İzlediğimiz bu filmin yapımcısına, yönetmenine ve oyuncularına bakarak, filmin bir 12 Eylül projesi olduğu tespitini yapanlara rastlamak mümkün olsa da, teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanarak görsel efektlerle zenginleştirilmiş bu 12 Eylül filmini, yeni bir filimmiş gibi izleyenler çoğunluktaymış gibi gözüküyor. Çünkü bizim Temple gibi belleğini kullanarak akıl yürüten insanımız pek fazla yok.

Geçen yazımda “ezberi gerçekliğimiz”den bahsetmiştim. Ezbere bir gerçeklik içinde, aslında yalan bir dünya içinde yaşadığımızdan… Emin olun, o çok kızdığınız politikacılar, köşe yazarları, sanatçılar, kendilerine ezberletilen bir gerçekliğin mahkûmu oldukları için, akla ve vicdana sığmayacak şeyleri benimsemek konusunda tereddüt yaşamıyorlar. Gücü devraldıkları kişiler gibi, onlar da kendi gerçekliklerini ezberletmek için çabalamakla yükümlü hissediyorlar kendilerini. Çünkü birer hayaletten başka bir şey değiller ve ancak o “ezbere gerçeklik” içinde varolabilirler. Aslında tüm mücadele de, bize ezberletilen gerçeklikle yaşadığımız gerçekliğin mücadelesi olarak karşımıza çıkıyor. Tüm kültürlerin ve uygarlıkların tarihine, bir de bu gözle bakmak gerek. İktidarların bize zorla ya da özendirerek taktığı o gözlükleri çıkartıp, hayata çıplak gözlerle bakmanın acı dolu deneyimini yaşamaksızın, yapılan sanatın da, siyasetin de, sadece birer ezber faaliyeti olarak kalacağı kesin.

Hava sıcak… Deniz kenarında oturmuş karamsar şeyler yazıyor olmaktan hoşnut değilim. Bir taraftan, olup bitene bakıp içimde ümitler de yeşertiyorum çünkü. Doğayla baş başa olmak, gerçekliğin ezberini bozan hayatın mucizelerini fısıldar durur insanın kulağına… Belki de o yüzden….

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 3 Ağustos 2011)

YAS GECELERİ

Posted: by bülent usta in
0


Yaz değil, yas geceleriyle geçirdik Temmuz’u… Norveçli bir faşistin yaptığı katliam da yas gecelerini daha bir kararttı. En son Didem Madak’ı uğurladık bu dünyadan. 20 Haziran 2007’de, Didem Madak’ın kitabı için bu sayfada yazdığım yazıyı, onun değerli anısı için yeniden paylaşmak istiyorum sizinle:

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”
“Şurada bir yerde olacaktı. Şu arka taraftaki raflarda... Biliyorsunuz, şiir kitapları artık kitapçıların en arkadaki raflarına konulur oldu. Yok hayır, şiir kitabı az basıldığı için değil. Şiir, hâlâ yürümekte... Ama bugünlerde şiir kitaplarına talep azaldı. Neden azaldı bilmiyorum. Halbuki şiir olmazsa edebiyat olmaz derler. Hele ki Türkçede, şiir amiralidir edebiyatın derler. Amiral battı diyenlere inat, birbiri ardına şiir kitapları yayınlıyor birileri. Sanki hiç satmasa yine de basacaklar o kitapları. İnanmışlar bir kere şiire. Düşün, iki yüz tane şiir dergisi varmış. Ama iki yüz tane satan şiir kitabı bulmak bile zorlaştı bugünlerde. Şiir basanlar değil, almayanlar utansın. Tamam, işte oradaki rafta. Didem Madak'ın kitabı. Metis'ten çıkmış...”

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”
“Hani şu devamlı darbuka çalan mahalle mi? Deli onlar deli... İlacını içmeyi unutmuş delilerin mahallesi orası. Kaç zamandır karantinada, mahallenin talih kuşları, kuş gribine yakalanmış. Uzak durmalısınız oradan, uzak...”

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”
“Bilmez miyim? Ben o mahalleye yerleşmeden evvel orası bu kadar eskimemişti. Pulbiber Mahallesi'nin vakanüvisiyim ben. 'Hayaletler için masumiyet karineleri icat etmektir işim.' Aslında sadece vak'a... Neydi ya, hah vakanüvisi de değilim üstelik. Bana öyle tuhafmışım, çocukmuşum gibi bakmayın lütfen. Vakanüvisleri vardır her mahallenin. Sadece kolay kolay ortaya çıkmazlar. Ama vardırlar ve hepsi de tıpkı benim gibi 'büyü'müş çocuklardır. Zengin evlerindeki Harry Poter gibidir bu çocuklar. Peki sen Tomtom Mahallesi'ni bilir misin? Bilirmiş gibisin... Hatta sen Tomtom Kaptan Sokak'tan da geçmiş gibisin. Bir filmde vardı o sokak, 'Hayallerim, Aşkım ve Sen' filmiydi galiba. İşte sen o filmdeki senarist çocuk gibisin.

'Birçok şarkının ortasında yürürken İstiklal Caddesi / Tomtom Mahallesi'ne taşıyor beni / Ben yürümüyorum Füsun cadde yürüyor / Bir cadı olduğumu buradan anlıyorum'. Cadı mı dedim. Biraz cadıyım da üstelik. Bizim mahalleye gelsen Füsun'u bilirsin, Zeyna'yı, Keltoş'u, Burcu'yu, Leman'ı, Raif Bey'i, şiirin ortasında striptiz yapan kadını, Efendimiz'i, Yürüklerin İbram'ı, mahallemizin Hz. İsa'sını, Miss Marpple'ı ve daha kimleri, kimleri...
Ama belki de bilmezsin. Bu sana kalmış.

Kim kendi mahallesini yeterince biliyor ki, mahallelerin vaka neydi, vakanüvisleri hariç. Ama 'bana artık büyü diyorlar / Bütün renkleri mezun etmişler hayatlarından / Karanlığa emekli öğretmenler gibi sanki insanlar.' 'Artık büyüyüm, bilmiyorlar. / Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum'. Bilir misin, bizim mahallede hiç acı yok, ama 'Mahalleli pulbiber ekiyor suyumuza / Nilüferler gibi açılıyor taneleri.'

Sen Pulbiber Mahallesi'ne gittin mi hiç? Mahallemizin sprey boya kusan duvarlarını gördün mü? Biliyor musun ben aynı zamanda 'Kelimelerin mezarlığında gece bekçisiydim. / Dirilecekleri günü bekledim.' 'Rahmin kadar konuş diyorlardı bana / Hamile kalıyordum oysa durmadan roman kahramanlarından'. Sonra bir gün, 'Ben kırmızı tırtıl dili gördüm, bize geldi, siren sesleri arasında.' 'Tutuklamalar vardı. Çünkü o zaman kırmızı tırtıl dilini kim / kaybetmişti ki ben bulayım. / Yakup da bulmamıştı, beni tutuklamalar vardı, beni nereye / koyacaklarını bilmiyordum, bilmiyordu, bilmiyorlardı, içimde dönüp duran gezegenleri seyrederken, gezmeyegen olmuştum.'
Ya işte öyle... Seni sevdim. Hiç konuşmuyor, ne söylesem anlıyormuşsun gibi bakıyorsun. Ben, bir şair miyim? Sana söyledim ne olduğumu, 'bir şair değil şiir ithafkârı'yım” ben.

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”

“İçinden çocuk romanları geçen mahalleyi mi söylüyorsun. Hiç okudun mu çocuk romanları? 'Pal Sokağı Çocukları'nı mesela. 'Küçük Karabalık'ı... Bence yeniden okumalıyız çocukluğumuzun romanlarını, çocuk romanlarını. Şimdi sen o mahalleyi soruyorsun ya, benim için o mahalle bir roman taslağıdır her zaman. Adı Pulbiber olmayabilir, Tomtom da olabilir, hiç önemli değil. O mahallenin mora boyanmış bir kütüphanesi olmalı mutlaka derim. İçinde sadece çocuk romanları olan bir kütüphane... Ben de o kütüphanenin memuru olayım mesela. Bütün gün çocuk romanları okuyup çocuklaşayım isterim.

Şimdi sen bana o mahalleyi sordun ya, sakın Pulbiber Mahallesi'nin mısralardan yapılmış işaret tabelalarına güvenmeyesin. Yoksa o mahallenin içine düşer, bir daha da çıkamazsın çok istesen de. Sonra yalvarırsın 'Beni çöz Miss Marple / İçimden çıkmak istiyorum artık.” diye. Sen, çocuk romanlarında ve masallarında sadece iyi şeyler olduğunu mu zannediyorsun? O canavarlara, kırmızı başlıklı kızları yemeye kalkışan kurtlara ne demeli? O yüzden küçümseme içinden çocuk romanları geçen bu mahalleyi. Acıyı oyunlaştırmamıza aldırma. İçten içe büyüyen bir sıkıntı kemirir içimizi. Depresyona girmeye vakti olmayanların, aslında depresyonu ertelediklerini ve ilk fırsatta içine balıklama dalacaklarını da unutma derim. Önemli olan depresyona girmek ya da girmemek değil, nasıl ve niçin girdiğinizdir. Siyasal ve sosyal meselelerden de olabilir, aşk gibi siyasal ve sosyal meselelerin özelleştirilmiş hallerinden de. Şimdi sen bu mahalleyi bana sorarak, başka bir şey sorduğunun farkındasındır herhalde. Ben de sana bu mahalleyi anlatayım derken, başka şeyleri anlatıyorum başından beri. İki ucu açık mahalle dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 21 Temmuz 2011)

VAMPİR UYARI TABELASI

Posted: by bülent usta in
0

Hissettiğim şey şu: Kimsenin birbirini sevmediği insanlarla dolu bir otobüste, bir bilinmeyen doğru yol alıyoruz. Öyle belalı bir yolculuk ki bu, yanınızda oturan kişi, her an bir vampire dönüşüp size saldırabilir. Otobüsün şoförü de, yolcuların yarısının desteğini aldığı için, daha önce defalarca girilmiş çıkışı olmayan yolları yeniden denemek konusunda bir tereddüt yaşamıyor. Bizi okyanusa götüreceğini zannederken, meğerse çöle gidiyormuşuz. Bundan sonra süreç farklı olacak derken, kast ettiği şey, çöle de gitmeyeceğimiz olabilir mi? İstediği kaseti takıp zorla kendi sevdiği şarkıları dinletiyor yolculara. Seveceksiniz diyor, çünkü otobüsün yarısı seviyor bu şarkıları.

Başımı otobüsün camına dayayıp uzaklardaki dağlara, denizlere bakarak yolcuları ve otobüsün rotasını anlamaya çalışıyorum. Aklıma takılan sorular arasında gerçekten barış isteyip istemediğimiz de var. Birey oranı azaltılmış kamuoyunun, dünyayla nasıl baştan savma ilgilendiğini görmek, şaşırtıcı olmasa da üzüntü verici. İnsanların kendi mutsuzluklarını ve çaresizliklerini yansıtan linç ayinlerinin travmatik sonuçları da öyle. Kendi memleketlerinden kalkıp bu sıcakta, ekmek parası için inşaatlarda çalışan işçileri linç etmeye çalışan güruhu, önemsememek hata olur. Bu türden kışkırtmaların, aniden parlayıp büyük bir yangına dönüşme ihtimali her zaman mevcutken... Ama asıl mesele, kamuoyunun gerçekten barışı arzulayıp arzulamadığı. Benim bugün için yanıtım: Hayır, barış istemiyor. Hayır, çözüme yakın değiliz. Uzaklaşıyoruz otobüsle… Şoför, bizi uzaklaştırarak unutturacağını sanıyor.

Otobüs nasıl bir geçidin içinde ilerliyorsa, Türkiye de bir geçiş sürecinin sonuna doğru yaklaşıyor. Ortadoğu’yu saran Arap Baharı rüzgârının, öyle tesadüfi bir durum olmadığını, içinde bulunduğumuz otobüste de görmek mümkün. Bu yolculuk çok şey biriktirdi. Biriken sadece acılar, yoksunluklar, ölümler de olmadı. Arzular da birikti ve taşma noktasına geldi artık. Bir Beyaz Türk’ün ya da Beyaz Türk ruhu taşıyan birisinin “Kürtler cazdan ne anlar ki” dediğini anımsıyorum. Aynur Doğan’ı Caz Festivali’nde yuhalayanlar, yas bahanesiyle bu yeni duruma tepki gösteriyorlardı aslında. Eğer gerçekte yas tutuyorlarsa, ne işleri vardı festivalde? Kürt kökenli sanatçının, üstelik Kürt kimliğiyle uluslararası bir üne sahip oluşuna içerliyor olmaları, protestonun en önemli motivasyonuydu kanımca. Bunu açık açık söylemiyorlar, söyleyemiyorlar ama, durum bu. Üstelik giyimi, davranışları, konuşmasıyla modern bir kadın Aynur Doğan. Modern bir Kürt kadını… Onun böyle olması, daha bir öfke uyandırıyor Beyaz Türklerde.

Benzer bir tavra, Köy Enstitüleri’nin kapatılma sürecinde de rastlamıştık. Köy çocuklarının iyi bir eğitim alması, aralarından ressamların, müzisyenlerin, bilim insanlarının çıkıyor olması elit kesimi fena halde tedirgin etmişti o yıllarda. Kendi çocuklarını ayrıcalıklı kılan eğitim farkının ortadan kalkıyor olması, bu aydınlanmacı modernist projeden ürkmelerine neden olmuştu. Doktorun çocuğu doktor, paşanın çocuğu paşa olurken, köylünün çocuğu da köylü kalmalıydı ki, devran sürsün. Zaten cumhuriyetin yarım kalmış bir proje olarak kaybettiği yer de burası oldu. Aşiretlerle, ağalarla uzlaşarak, askeri darbelerin koruyucu kalkanı arkasına sığınıp Anadolu’yu tümden terk ederek, muhafazakârlığın önündeki tüm engelleri kaldırdılar. Her şey, mutlu olması gereken bir azınlığın çıkarına göre düzenlendi. Aynı durumu Tunus’ta da, Mısır’da da görmek mümkün. Necip Mahfuz’un romanlarını bir de bu gözle okursanız, ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Sorun, zaten sorunlu bir proje olan modernleşmeden çok, o modernleşmeyi uygulayanların samimiyetinden kaynaklanıyordu. Eğer o modernleşme, elit bir kesimin çıkarına göre değil de, asıl amacına uygun olarak samimi bir biçimde gerçekleştirilebilseydi, emin olun bugün yaşadığımız “kimlik” sorunları, bu denli karmaşık bir hale gelmezdi. Yarım bırakılan modernleşme sürecini, şimdi modern Kürt siyaseti kendi kendine gerçekleştiriyor. Onları milliyetçi bulan, dini söyleme geniş yer verdikleri gerekçesiyle eleştirenler, önce kendilerine bakmalılar. Kendi cephelerinde milliyetçilik, muhafazakârlık, dini söylem ne durumda? Solun bir kısmı iktidar partisinin kuyruğuna takılıp muhafazakârlaşırken, bir kısmı da tam tersi yönde ulusalcı cephe içerisinde milliyetçi bir söyleme yönelmiş durumda. Özgürlükçü sol, bu yüzden Kürt siyasal hareketine dolaylı ya da doğrudan destek vermek, destek almak zorunda. Ama bu destek, o hareketin içerisinde erimekle sonuçlanırsa, ne kendilerine, ne de onlara bir faydası olmayacağı da açık.

Basın açıklamalarında, sürekli olarak Caz Festivali gibi bir etkinliğe katılanların gelir ve eğitim durumuna atıfta bulunularak, beklenmedik bir olay olduğundan bahsedildi. Beni en çok şaşırtan da bu şaşkınlık oldu açıkçası. Medyada ve sosyal medyada, böyle bir kesimin varlığı aşikârdı halbuki. Kendilerini köşeye sıkışmış hissettikleri için saldırganlaşmalarından daha doğal bir şey yok. Yeter ki, onların şiddetini meşrulaştıracak bir fırsat çıksın, hiç vakit kaybetmeksizin harekete geçmeye hazırlar. Bu, ister Caz Festivali olsun, ister bir cenaze töreni, hiç fark etmez.

Bu kesimi, sokakta linç ayinleri düzenleyen güruhtan ayıran şeyse, aklın ya da vicdanın kabul edemeyeceği fikirleri, birtakım meşru kabul edilen fikirlerle karıştırıp doğruymuş gibi gösterebilme yeteneklerinde gizli. Mesela anti-emperyalist bir söylemin ardına gizlenip, kendi milliyetçiliklerini meşrulaştırmak konusunda epey maharetliler. Ama bu maharetleri, savundukları doğru şeylere de ciddi zararlar verdiği için, bir maharetten çok lanete benziyor.

Beni bu süreç içerisinde endişelendiren tek şey, birey yoğunluğu düşük olduğu için, kolayca yönlendirilebilir bir kamuoyu içinde yaşıyor oluşumuz. Bu yüzden, tüm özgürlükçü aydın ve sanatçıların, kamuoyunu kendi kendini imhaya sürükleyecek kışkırtmalara karşı bilgilendirerek, bu basınca karşı ortak hareket edebilme refleksini gösterebilmesi. Ölüme karşı hayatı savunma işini, sadece bir grup aktivist aydın ve sanatçının üzerine yıkıp uzaktan seyretmemesi. Çünkü otobüste yanınızda oturan kişinin ne zaman vampire dönüşüp size saldıracağını bilemezsiniz...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 20 Temmuz 2011)

İSTİKRAR KIYIMI

Posted: 14 Temmuz 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Kolay “yönlendirilebilir” bir kamuoyu içinde yaşamanın en kötü yanı, birey olmanın değersizleşip, insanların özel aidiyetleri içine hapsedilmesi oldu. Hem de bu duruma öyle fena alıştırıldık ki, insanları yavaş yavaş içine alan, tepkileri görünmezleştiren, daha doğrusu anlamsızlaştıran bir kabullenme sisi içerisinde, önümüzü ardımızı göremez bir hale geldik. Mesela “şike operasyonu”nu bile, artık tik haline gelmiş bir şaşkınlık ve kafa karışıklığı içinde izliyoruz. Erkenekon’a ya da Kürt sorununa da kamuoyunun verdiği tepki aynıydı. Gerçekten bu kadar karışık olabilir mi bu meseleler, yoksa gerçeklik algımızı yitirdiğimiz için mi bu kadar kolay şaşkaloza dönüyoruz?

Tamam, gelenekselci, muhafazakâr bir toplumda yaşıyoruz ve içinde yaşadığımız toplum hiyerarşik yapıların bir sentezi ve hiyerarşik yapılar bizim nasıl yaşamamız gerektiğini belirlemek için büyük bir rekabet içindeler. İyi de, kamuoyunun birey yoğunluğu daha ne kadar aşağılara inebilir ki? Bu gidişatın sonunu görmek için Foucault, Legros ya da Certeau okumaya gerek yok. Putin benzeri liderlerin “istikrar” sözcüğünü neden ağızlarından düşürmediklerini ve toplumun “istikrar” uğruna her tür bedele razı oluşundaki giz, insanlık tarihinin pek çok aşamasında karşımıza çıkmış toplumsal bir krizin göstergesinden başka bir şey değil aslında. İstikrar denilen şey, çatlak seslerin yok edildiği, “tek millet ve tek bayrak” altında “tek” bir hedefe doğru uygun adım yürümekse, bu yürüyüşe hevesli olanların sayısı sürekli olarak artıyor. Ama bu sürecin kendisi kadar önemli bir başka şey de, toplumu “istikrar”a muhtaç hale getiren nedenler. Bu noktada söze 12 Eylül’den başlayarak siyasi tarihimizin bir analizini yapabiliriz elbette. Ama bu analizi öyle çok yaptık ki, artık bu ezberin dışında bir şeyler söylemenin vakti geldi de geçiyor bile.

Ali Karabayram’ın görsel sanatlara dair “Sıcak Nal” dergisi için yazdığı yazının başlığı, “Ezbere Gerçeklik”ti. Bu başlık, yaşadığımız pek çok meseleyi de özetliyor aslında. Ezberlenmiş bir gerçeklik, ezberlendiği oranda gerçekliği tehdit eden bir güce de dönüşüyor zamanla.

Kolay yönlendirilebilir, birey yoğunluğu düşük bir kamuoyunun, gerçekliği ezberlemek dışında başka bir şansı da yok. Çünkü tüm canlılar gibi insanlar da varlıklarını sürdürmek için gerçekliğe ihtiyaç duyarlar. İnsanları, yalan olduğunu bile bile hiçbir şeye inandıramazsınız. Ama siz ona, ezberlenmesi kolay bir gerçeklik verirseniz, gerisini de aramaz pek fazla. Üstelik bu gerçekliği toplu bir biçimde ezberletirseniz, artık o gerçeklikten en ufak bir kuşku duymaz hale gelen toplum, istikrarlı bir yapıya da kavuşur zamanla. Ama bu “istikrar”, ezberletilen gerçeklik gibi “göstermelik”tir. Çünkü kendisini istikrarlı zanneden toplum, her an patlamaya hazır sosyal adaletsizlikler ve kimlik çatışmalarıyla iç içe bir hayat sürmeye devam ediyordur. Belki de bu tehlikelerin kendisi, toplumu “istikrar” aldatmacasının kucağına itiyor, kim bilir...

Bu kadar az bireyle yapılan sanat da, siyaset de, bilim de ancak bu kadar olur diyerek, bardağın sadece boş tarafını görerek umutsuz çıkarsamalar yapmak, kolay bir yol. Bu kadar az “birey”le, bu denli zor koşullar altında hâlâ ezberleri bozmak adına birileri bir şeyler yapabiliyorsa, demek ki hâlâ gidilecek bir yolumuz var. O yolda bizleri hangi zorlukların beklediğinin bir önemi yok, yolun kendisi olduğu sürece.

Geçenlerde bir dergide inanılmaz karamsar bir yazıya rastladım. Şiirle ilgili bu yazıya, zaten şiir kitapları dergileri satmıyor, kimse şiir okumuyor, yazılan şiir de şiire benzemiyor diye başlıyordu yazar. Böyle yaparak bir tespitte bulunduğunu sanıyordu. Halbuki yaptığı şey, ezberlediği şeyleri tekrarlamaktan öteye gitmiyordu. Yüzden fazla şiir dergisi ya da şiir kitabının yayımlandığı bir mecrayı topyekûn değersizleştirmek o kadar kolay olabilir mi? Benzer bir tavra, soldaki siyasi yorumlarda da rastlamak mümkün. Solun da kendine has ezberlenmiş bir gerçekliği var. Ve o gerçekliğin yıpranmış, lime lime olmuş örtüsünü kaldırıp atmak gerek artık. Çünkü “gerçek” dediğimiz şeye öyle muhtaç bir hale geldik ki, altına saklandığımız ve bir yara kabuğu haline gelen o örtüyü üzerimizden atmadığımız sürece, bu istikrar kıyımından sağ çıkmamız mümkün gelmiyor bana. Ezberlediğimiz ya da bize ezberletilen şeyleri unuttuğumuz zaman, gerçekten düşünmeye başlayacağız. O zaman bize akıl pazarlayan uzmanlar ordusuna, kanaat önderlerine, pazarlama şirketleri gibi çalışan siyasi partilere, nasıl yaşayacağımızı belirlemeye çalışan güçlere ihtiyaç duymaksızın, birer birey olarak yaşamaya başlayacağız.

Geçenlerde, “Sanatta Bireyin Doğuşu” adlı bir kitap yayımladı YKY. Todorov, Foccroulle ve Legros’un yazılarından oluşan kitabın amacı, bireyin ortaya çıkışının felsefi ve estetik temellerini araştırmak olsa da, Legros’un “Modern Bireyin Doğuşu” adlı yazısı, zihin açıcı tespitlerle dolu. Şöyle diyor Legros: “Her insan, yalnızca şu ya da bu özel aidiyete, şu ya da bu eğilime bağlı olarak değil, kendiliğinden düşünerek, yargılayarak, harekete geçerek ve hissederek benlik duygusunu kazandığı ölçüde kendisini özne olarak deneyimleyecektir.”

“Arap Baharı”nı, tüm o katı hiyerarşik yapılar içerisine sıkıştırılmış ve “istikrar” uğruna onlarca yıl diktatörlere boyun eğmiş insanların kendilerini özne olarak deneyimleme mücadelesi olarak görmek mümkün. Elbette onlarca yıl süren “istikrar” atmosferi içinden, öyle tam donanımlı bireylerin çıkmasını beklemek olası bir şey değil. Ama “Arap Baharı”nda tomurcuklanan bireylerin zamanla gelişip serpileceğini söylemek de bir hayal değil artık.

Yani hâlâ her şey mümkün... Ezberlediğimiz şeylerin, bir bahar rüzgârıyla uçup gitmesiyle...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 13 Temmuz 2011)

KARANLIK KUTU ÖĞRETİSİ

Posted: 6 Temmuz 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu sıcak havalarda ciddi ve ağır konulardan bahsetmeye hiç niyetim yok. Bir tür hat kesilmesi durumu yaşıyorum. Tıpkı telefon hattının kesilmesi gibi... Böyle zamanlarda yapmak istediğim tek şey, uzanıp saatlerce gökyüzüne bakmak... Ya da yanıma nevalemi alıp tekneyle ufka doğru açılmak... Gündemin bunaltıcı atmosferinin gün be gün hiç azalmadan devam etmesi bilinçaltının bir tür yansıması olan gökyüzünü ve denizi seyretmeye duyduğum ihtiyacı da fena halde arttırmış durumda. Emin olun şu satırları yazarken bile, kafamdakileri toparlamakta güçlük çekiyorum.

Başlarda, zihnimi tam anlamıyla gündelik hayatın telaşından kurtaracak bir hat kesintisini yaşayabileceğime dair hiç ümidim yoktu. Çünkü çalıştığım yayınevinde, iki derginin ve onlarca kitabın hazırlığı tüm hızıyla sürerken, yapabildiğim tek şey, balkona çıkıp eski İstanbul havasının hâkim olduğu bir mahallenin içinden gökyüzüne bakabilmekti sadece. Yani anlık kesintilerle idare ediyordum. Ama geçenlerde beni tüm bu hayhuyun içinden çekip çıkaracak tuhaf bir olay gerçekleşti:
Çok değer verdiğim bir dostum, eşiyle Ankara’ya gitti bu hafta sonu. Giderlerken de bana evde baktıkları ördek yavrusunu bıraktılar, onlar dönene kadar bakmam için. Ördekle birbirimize önce alışamadık. İkimiz de neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için, tedirgindik biraz. Küçük bir karton kutunun içinde gelmişti bana. Kutudan çıkarıp evin içine bıraktım. Doğru düzgün yürüyemiyordu bile. Yemeğini, suyunu önüne koyup, yazımın başına döndüm. Çalışma odasına gidince, o da paytak paytak peşimden gelmesin mi? Bir yandan da vakvaklıyordu. Onunla ilgilenmezsem bana rahat vermeyeceği belliydi. Çünkü ne zaman ona doğru dönüp bir şeyler söylesem sesini kesip beni pürdikkat dinliyor, yazıma dönüp bir şeyler yazmaya kalkışınca da, dikkati kendisine çekmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Arkadaşımı arayıp ne yapmam gerektiğini sordum hemen. Sabaha kadar bitirmem gereken bir yazı vardı önümde. Kutusuna koyup örtüsünü örtünce, sesini keseceğini söyledi dostum. En azından yazımı bitirene kadar onu kutusunda inzivaya çekilmesi için teşvik etmek, doğru bir tavır olacaktı bu durumda. Gerçekten de kutusuna koyup örtüsünü örtünce, hapsedildiği karanlık onu susturmuştu çabucak.

Ama bu defa da onu karanlığın içine hapsetmeye gönlüm elvermedi bir türlü. Tekrar kutusundan çıkarıp masamın üzerine koydum. Ona “öyleyse bu haftaki yazıyı seninle birlikte yazacağız ördek kardeş” dedim. O da klavyemin üzerinde dolanıp vakvaklayarak beni onayladı.

Öncelikle ördeğin, tıpkı benim gibi bu dünyadan fena halde sıkılmış olabileceğini düşündüm. Hem her şeyi anlıyor, hem de hiçbir şeyi anlamıyor gibi bakıyordu etrafına. Yaşamak hem zevkli bir şeydi –şeftaliye bayılmıştı-, hem de içine hapsedildiği o kutu gibi karanlık... Metin Lokumcu gibi, dünyayı gerçekten seven insanların biber gazıyla katledildiği, Sivas Katliamı’nın yasını bile insanların dilediğince yaşamasına izin verilmeyen karanlık bir kutunun içinde yaşayıp da, bir sevgilinin dokunuşundan ya da o dokunuşu hayal ederek yazılan bir şiirden, bir çocuğun gülüşünden ya da o gülüşün çağrıştırdığı şeylerden alınan zevkti bizi hayatta tutan şey. Bu kadardı işte. Bir kutunun içine kapatılıp üzeri örtülmüş bir halk, sessizleşiyordu ister istemez. Çünkü karanlıkta ses çıkarmak riskli bir şeydi. Tehlikenin nereden ve nasıl geleceğini kestiremeyeceğin bir karanlık, senin sığınağın da olabilirdi, içine düştüğün bir tuzak da... Ördeğin karanlığın içinde sabırla beklemesinin nedeni, her şeye rağmen iyi şeyler olacağına dair yaşama duyduğu inançtan başka bir şey değildi aslında. Böyle bir inanç dışında, elinden başka bir şey de gelmiyordu. Çünkü kendisinin belirleyici olamadığı şartlarla kuşatılmıştı. Kendisini temsil etmesi için seçtiği kişinin meclise gitmesine izin vermeyen, nasıl düşüneceğinden nasıl eğleneceğine, nasıl çalışacağından nasıl öleceğine kadar her şeyine karar veren ve bunu yaparken de keyfi bir tutum takınan bir sistemin içinde yaşayan insanların ruh haline benziyordu, o karanlık kutunun içinde yaşadığı şey.

Hayatla iletişimimizi kuran hatlar, içinde ördek yavrusunun yer aldığı bir köşe yazısıyla, içinde güç ve iktidar hesaplarının yer aldığı köşe yazısı arasındaki farklar gibi şeylerle belli ediyordu kendisini. Hayat kurtaran bir doktorla, para için insanları kobay gibi kullanan doktor arasındaki fark gibi. Bu farkı gören gözlerin, içine hapsedildiğim kutuyu aydınlatan yegâne şey olduğunu bildiğim için, yazma arzum, çalışma masamın üzerinde bana eşlik eden ördek yavrusunun coşkusuna benziyor biraz. İkimiz de biliyoruz, içine hapsedildiğimiz karanlık kutu, biriktirdiği sessizliği taşıyamaz uzun süre. Sessizlik, gizlediği şeyler yüzünden ağırlaşır ve bir gün, yırtar kutuyu en karanlık yerinden...

Ördek yavrusunu kucağıma alıp biraz serinlemek için balkona çıktım ve bir tür hat kesilmesi olarak yaşadığım şeyin, hayatla ve yazıyla arama yeni bir hat döşemek için uygun bir fırsat olabileceğine karar verdim. Acaba üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, duyuyor muydu beni, o mucizevî üçüncü kulağı sayesinde. Kim bilir, ördek yavrusu ile arasında, benim bilmediğim gizli bir hat vardır. Bu dünyada, hem nasıl bu kadar yalnız, hem de nasıl bu kadar kalabalık olabildiğimize şaşarak, kaldığım yerden yazmaya devam ettim...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 6 Temmuz 2011)

12 EYLÜL SUYU

Posted: 3 Temmuz 2011 Pazar by bülent usta in
0

2007’de ressam ve şairlerimizden Komet ile editörlüğünü yaptığım şiir kitabı “Olabilir Olabilir” hakkında keyifli bir söyleşi yapmıştık. O söyleşinin son cümlesi, Komet’in 1960’larda yazdığı bir dizeyle bitmişti: “Herkes bir şey söylüyor, böylece devam ettiğini anlıyoruz.”


Peki ya gerçekten herkes bir şey söylüyor mu? Yoksa bir şey söylüyormuş gibi yapmayı alışkanlık haline getirenlerin devamlılığına mı tanık oluyoruz? Mesela Kürt sorunu hakkında söylenenlerin ne kadarı dinleniyor, ne kadarı bıktırıcı olacak kadar tekrar, ne kadarı çözüme yönelik? Bunu tespit etmek için televizyon kanallarındaki konuyla ilgili tartışmalara bakmak ya da köşe yazarlarının yazılarını taramak yeterli. Söylenen şeylerden sadece sorunların daha da çetrefilleşerek devam ettiğini anlıyoruz. Çünkü sorunun çözümü için bir şeylerin söyleniyor olması yeterli değil. Yumurta kapıya dayanmadan sorunu çözme gibi bir alışkanlığımızın olmaması da cabası. Deprem olup binlerce kişi öldükten sonra, deprem için önlemler almamıza benziyor yaşadığımız her sorun. Kürt sorununun deprem sorunundan hiçbir farkı yok. Otuz bin kişi öldükten sonra böyle bir sorunun varlığı herkes tarafından ancak kabul edilebilmesi acı bir gerçek değil mi? Peki ya herkes böyle bir sorunun varlığı konusunda hemfikirken, deprem sorununa yönelik çözümlere benzer yarım yamalak, göstermelik çözümlerle insanları oyalamaya çalışmanın sonuçlarını hesaba katacak bir “ortak akıl”dan yoksun oluşumuzu nasıl açıklayabiliriz?

“Ortak akıl” üretemeyişimizin en önemli nedeni, gerçekte nasıl bir sorunun içinde yaşadığımızın farkında olamayışımız aslında. Batı’da yaşayan birisinin, medyanın ve siyasetin kuşatıcı, yok sayıcı dilinden sıyrılarak Kürt sorununu anlayabilmesi kolay bir mesele değil çünkü. Geçen yıl kaybettiğimiz Evrim Alataş gibi yazarların varlığı bu yüzden çok önemli. Evrim Alataş, sorunun varlığını hissettirmek için canla başla yazdı hep. Son yazılarından birisinde şöyle sesleniyordu, Kürtlerin neden isyan ettiğini anlamayanlara: “Arkadaş, üç bini aşkın köyü yaktınız mı? Yaktınız. Binlerce insanı göç ettirdiniz mi? Ettirdiniz. Peki, köy yakma ve yıkma ‘işlemleri’ esnasında milleti meydanlara toplayıp belirli çaplarda Nazi uygulamaları yaptınız mı? Eh onu da yaptınız. Sonra o millet göç ettiği şehirlerde bir kuru ekmeğe muhtaç kaldı mı? Kaldı. Bu çocuklar üniformalardan ve devleti çağrıştıran her şeyden nefret eder hale geldi mi? Geldi... Nefreti için yeterince nedeni var mı? VAR! Öyleyse efendim, susunuz, ‘ekmeğini yediği ülkesine ihanet etmek’ laflarını bırakınız. Çünkü siz, ülkenin ekmeğini yemiş olabilirsiniz, bilemem ama Kürt dediğin dayağını yemiştir bu ülkenin. Çok istiyorsan gel sen de ye, bu sofra herkese açık.”

David Foster Wallace adında, Siren Yayınları’nın peş peşe kitaplarını yayımladığı yazarın “Bu Su” adlı kitabı, iki genç balığın yüzerlerken yaşlı bir balıkla karşılaşmasıyla başlıyor. Yaşlı balık, genç balıklara, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sorar. Genç balıklar, bu sorudan bir şey anlamaz. Çünkü suyun bilgisine sahip olmaları, suyun dışına çıkamadıkları için mümkün değildir.

Wallace, balık hikâyesinin ana fikrinin “gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır” diye yazmış.

Bizi sarmalayan sorunlar, balıkların suyun içinde olup suyun ne olduğunu bilememelerine benziyor biraz. Bizim suyumuz, 12 Eylül’den başka bir şey değil aslında. Ben kendimi bildim bileli 12 Eylül’ün içinde yüzüyorum. 12 Eylül bilgisine elbette sahibim, ama sahip olduğum bilgi, 12 Eylül’süz bir yaşamın nasıl olabileceği bilgisinden yoksun olduğu için, her zaman eksik bir bilgi olarak kalmaya devam edecek. Çünkü 12 Eylül, 12 Eylül 1980’de de başlamış bir şey gibi de gelmiyor bana. Otuz yıldır değiştirilemeyen bir anayasanın varlığı bile, içinde bulunduğumuz suyun derinliğini anlamak için yeterli aslında. O kadar derin bir su ki, suyun içinde ne olup bittiği öyle kolay kolay seçilemediği gibi, suyun yüzeyine ne kadar yakın olduğumuzu da bilemiyoruz. Aşağısını ya da yukarısını seçemediğimiz bir suyun içinde, balık hafızalı insanlara dönüşmemiz ve gördüğümüz en ufak bir parıltıya can havliyle koşmamız, uyanık siyasetçilerin oltalarına yakalanmamızı kolaylaştırıyor ister istemez. Anayasa hukukçularının topluma giydirilmiş deli gömleğine benzettiği 12 Eylül Anayasası’ndan otuz yıldır kurtulamayışımızın başka bir açıklaması olabilir mi?

Seçimlerin hemen ardından, Hatip Dicle üzerinden yaşanan tartışmalar, Blok milletvekillerini meclise sokabilmek için seferber olmuş toplumsal gücü yılgınlığa sürükleme çabası gibi gözüküyor. Siyasetin seyirlik bir medya gösterisi ve parlamentodan ibaret olup olmayacağı, terbiye edilmek istenen o toplumsal gücün mücadelesine bağlı bir bakıma. Hatip Dicle’nin meclis kürsüsüne çıkıp çıkmayacağı, sadece bir hukuk meselesi olarak değil, halkın iradesine sahip çıkma mücadelesi olarak görülmeli. Yoksa, bu bulanık sularda “yalancı yemler”le daha çok balık avlanır...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 29 Haziran 2011)

DEKODERİN GÖSTERDİĞİ

Posted: 24 Haziran 2011 Cuma by bülent usta in
0

Seçmenlerin oy kullanma tercihini ve siyasetle ilişkisini anlamak için, bir gazete yazarı olarak sokağa inmeye karar verdiğimden bahsetmiştim önceki yazımda. “Gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle eve dönüp odama kapanmış ve yazmaya başlamıştım.

Bunaltıcı ve sıcak havaya bir de sivrisinek serenatları eklenince, yazdığım şeyleri fırlatıp tekrar sokağa çıkmam uzun sürmedi. Yanımda defter ve kalem götürmeyi de ihmal etmedim elbette. Yazacağın şeyin, ne zaman ve nasıl aklına geleceğini çoğu zaman bilemezsin. Aslında yazarlığı, daha doğrusu gazete yazarlığını bir tür dekoder olma durumuna benzetirim. Nasıl ki dekoderler, şifreli yayınları çözüp televizyonda yayınlıyorsa, gazete yazarlığı da, kanıksanmış olsun ya da olmasın dağınık, düzensiz ve şifreli bilgileri alıp anlamlı bir bütüne dönüştürerek sözcüklere dökmektir bir bakıma. Bu yüzden dekoderin bozuk olup olmaması, ne kadar hızlı çözüp yayımladığı önemli bir mevzu. Dekoderlerin bozuk, cızırtılı yayın yapmasına öyle çok alışmışız ki, eski model dekoderlerin piyasadan kalkması için daha vakit var gibi gözüküyor. Dekoderlerin parazitli görüntü yayınlamasının bir diğer nedeni de, dekoderlerin kullandığı “codec”ler. Yani dekoderin kullandığı sistem dosyaları… Bazı dekoderler, sadece devletten gelen görüntüleri çözecek “codec”ler kullanırken, bazıları holdinglerden, bazıları da siyasi partilere özgü üretilmiş “codec”leri kullanarak gerçekliği yorumluyor.

Benim yaptığım şeyse, tamamen korsan yayıncılık. Sokaklardan topladığım bilgileri, sanatın da verdiği ilhamla tek bir “codec”le değil, her duruma ve olaya özgü yeni “codec”ler üreterek çözümlemek ve yansıtmak… Eduardo Galeano gibi gazetecilerin yaptığı şey de buydu. Bakın o ünlü gazete yazarlarına, hepsinin bir ayağı edebiyatın içinde, bir ayağı da sokaklardadır… Galeano, kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırıldığımız için körleştiğimiz uyarısını yaparak, gazete yazarlarına dekoderleri için “codec” tavsiyesinde bulunuyordu aslında. Belki de bozuk dekoderlerden kendimizi izleye izleye zihnimiz parazitten geçilmiyor, bu kadar bulanık görüyorduk her şeyi… Metis Yayınları’ndan Bülent Kale çevirisiyle çıkan “Biz Hayır Diyoruz” adlı kitabında, insanın sadece etten ve kemikten değil, sözcüklerden de yapıldığının altını çizerek, edebiyatın ve gazete yazarlığının bir zaruret olarak yaşamımızdaki öneminin hiç azalmayacağının işaretini verir.

Benim dekoderimin en iyi çektiği yer, yazılarımda sık sık bahsettiğim “balıkçılar kahvesi”dir genellikle. Deniz kenarındaki bu küçük balıkçı kahvesinde, bayat çayımı yudumladığım zaman, birden dünyaya bakışımdaki bulanıklık kaybolur ve her şeyi olduğu gibi görmeye başlarım. Bu defa da öyle oldu. Kungfu Hikmet’le seçimleri ve sonuçlarını konuşurken, dekoderimin ışığı birden yeşile döndü:

Sokaklarda geçirdiğim süre içinde, Vaneigem’in “insanın hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” sözünün doğrulandığını gördüm. Bu gerçekler, belki hepimizin yaşadığı, bildiği şeyler. Ama öylesine kanıksamışız ki, gözümüzün önünde ne olup bittiğini fark edemiyoruz genellikle.

Öncelikle, “halk” dediğimiz şeyi yanlış algıladığımızın farkında değiliz. Teoride belki doğru tanımlıyoruz ama “halk” sözcüğünün bizdeki çağrışımının duygusal etkileri çok daha belirleyici oluyor. Fransız Devrimi’ni ya da 17 Ekim Devrimi’ni, çoğunlukla devrimi yapanların gözünden, onların anlattığı kadarıyla biliyor olmamızın bir etkisi olabilir bu algı bozukluğunda. O dönem yazılan romanlar bile, çoğunlukla devrimcilerin gözünden ve onları meşrulaştıracak şekilde yazılmıştı. Kimse, o yıllarda halkın “gerçekte” ne yaşadığıyla, devrime hangi duygularla katıldığıyla yeterince ilgilenmemişti. Bugün de aynı şey oluyor. Siyasi partiler, yoksullukla mücadeleyi kendilerine görev bilip çeşitli projelerle çıktılar seçimlerde halkın karşısına. Ama halkın çoğunluğunu, yoksulluğun bu projelerle sonlandırılacağına ikna edemediler.

Bu konuda yapılan yorumların en sağlıklısı, “sınıf siyaseti”nin yerini “kimlik siyaseti”ne bıraktığına dair tespit oldu. Ama sağ ve solu, sadece sınıf siyasetine mal etmek, siyaseti dar bir alan içine hapsetmek anlamına geliyor ki, dekoderlerin bozulması da kaçınılmaz oluyor. Kılıçdaroğlu, her ne kadar iyi niyetli bir biçimde aile sigortası vb projelerle, siyaseti eski kanalına oturtmaya çalışsa da, seçim sonuçları “kimlik siyaseti”nin belirleyici olduğunu bir kere daha gösterdi. Kürt sorunundan muhafazakârlığın artışına kadar pek çok şeyin “kimlik” meselesiyle ilişkisini görememek, kullanılan “codec”lerin eskidiğinin ispatı bir bakıma. Çünkü anlayamıyoruz bir türlü. İnsanların aç kalmayı göze alıp da, ana dillerini kullanmak için bu kadar çok belayı göze alışları ya da bir başörtüsü uğruna okullarını terk edişlerindeki mantık, bazı dekoderlerde görüntüye dönüşemiyor bir türlü. 12 Eylül’ün siyasete düşman iktidarlar yaratmasının elbette bir etkisi var bu sonuçta. Gündelik hayatın her şeyi kapsayarak dönüştürmesinin, kapitalist ahlakın bir virüs gibi toplumun bütün hücrelerini ele geçirmesinin böyle bir sonucun doğmasında etkisi olmuş olabilir. Ama bu duruma bakarak hayıflanmak ne işe yarar ki? Zamanı geriye döndürmek mümkün mü? Üstelik tüm dünyada “kimlik” meselesi, en can yakıcı meseleye dönüşmüşken… Mesela Meksika’da da, hükümetin neoliberal politikaları yürürlüğe sokarak köylü örgütlerine baskı yaptığına, hapisler, işkenceler ve katliamlarla köylü direnişini etkisizleştirmeye çalıştığına tanık olmuştuk. O köylü hareketinin zamanla sınıf siyasetinden yerli halkların kimlik siyasetine evrildiğine tanık olduk daha sonra. Zapatistler, asıl gücünü Cheipas Kızılderililerinden almıştı. Çünkü ortada bildiğimiz anlamda bir proleterya yoktu. Cheipas Kızılderililerinin siyasi bir özne olarak belirmesiyle, Türkiye’de Kürtlerin siyasi bir özne olarak belirmesi arasında büyük bir benzerlik var. Ama solun bir kısmı, siyaseti saf ve mutlak bir şeymiş gibi düşündüğü için, bu değişen sürece adapte olamayıp marjinalleşme sonucuyla karşı karşıya kaldı. Sendikaların sarı sendikaya dönüştüğü ve siyasete düşman devlet anlayışının çokuluslu şirketlerle işbirliği yaparak neoliberal küreselleşmenin atomlaştırıcı etkisini kullandığı bir zamanda, solun sadece sınıf siyaseti eksenine göre hareket etmesi mümkün gözükmüyor.

Balıkçılar kahvesinde otururken, içeriye kaybıyla tesellisi imkânsız bir acı yaşamamıza neden olan Sorumlu Yazı İşleri Müdürümüz İbrahim Çeşmecioğlu’na benzeyen birisi giriyor. O kişinin İbrahim Abi olmadığını elbette biliyorum. Ama dekoderimin ışığı çoktan kırmızıya dönmüş bir kere...

Devamı gelecek…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 22 Haziran 2011)

TUHAF ZAMANLAR

Posted: 19 Haziran 2011 Pazar by bülent usta in
0

Seçimlerden bahsetmeye hiç niyetim yoktu. Okuduğum kitaplarla odama açtığım koridorlardan geçip başka dünyaların kapılarını aralamak istiyordum. Ama tüm bu olup bitene bakarak, seçmenlerin oy kullanma tercihinin ve siyasetle ilişkisinin arka planını bir gazete yazarı olarak merak ettiğim için, bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp durmayı tercih ettim.

Merakımı diğer gazete yazarları ve televizyon yorumcularının, hele hele siyasetçilerin gidermesinin mümkün olmadığını biliyordum. Onlar daha ziyade, bulundukları pozisyonu savunma ve kendilerini haklı çıkarma gayretindeydiler. Retorik denilen şey, hakikatle yer değiştirdiğinden beri, Türkiye’nin tam ortasında kocaman bir karadelik belirmişti. Bu yüzden köşe yazılarının da, miting alanlarında söylenenlerin de önemini ya da belirleyiciliğini bir süredir kaybettiğini, bu seçimlerde bir kere daha görüp yaşadık. Kimse Tayyip Erdoğan’a “çılgın projeleri” için oy vermemişti, Kılıçdaroğlu’na “aile sigortası” vb projelerinden ötürü oy verilmediği gibi. Blok adayları, -iktidar iddiasından şimdilik uzak oldukları için- daha çok birer hakikat söyleyicisi ya da sözcüsü olarak belirdiler alanlarda.

Ama gerçeklik, sürekli yer ya da boyut değiştirerek, ciddi anlamda itibar kaybına uğradığı için, kafamdaki soruların tümünü insanların arasında onlarla birlikte arama ihtiyacını öyle yoğun bir biçimde yaşadım ki, kitapların arasından başımı kaldırarak kendimi sokaklara vurmak dışında başka bir seçeneğim yoktu. Aslında kitapların içine gömülü bir halde yaşarken de, görünmez üçüncü kulağımla sokakları dinlemekten hiç vazgeçmemiştim.

Öncelikle, karşılaştığım, konuştuğum hiç kimsenin, kendisine aydınlatılmayı bekleyen insan muamelesi yapılmasını istemediğini gördüm. Yani, sokaklarda bilinçlendirilecek, aydınlatılacak, uyandırılacak, silkinip kendisine getirilecek insan kalmamış. Bu yüzden 70’lerin, hatta 90’ların insan profiline hiçbir yerde rastlayamıyorsunuz. Elbette öyle insanlar da var ama onlar da öyle oldukları için fena halde mutsuzlar ve bir şeyleri kaçırıyor olduklarına dair hisle kendi çıkış yollarını arıyorlar. Televizyonlardaki talk show programlarını ya da internetteki sosyal paylaşım sitelerini takip ederek çağın ruhunu bir yerden yakalayabileceklerini sanıyorlar. Çünkü gündelik hayat denilen şeyin cazibesi öylesine artmış ve öyle kapsayıcı bir hale gelmiş ki, internet bağlantısı ya da cep telefonu olmayanların kayıp insan muamelesi gördüğü zamanları yaşıyoruz. Herkesin hem her şeyden, hem de hiçbir şeyden haberi olmadığı tuhaf zamanlar…

Bu tuhaf zamanlarda insanları, “gelecek güzel günler” söylemiyle ikna etmeniz mümkün değil. Çünkü zaman dediğimiz şey -buna ister bir yanılsama, ister yeni bir hakikat deyin- eskisi gibi “geçmiş-şimdi-gelecek” olarak birbirinden kolayca ayrılamıyor. Gelecekçi bildirgeleri, daha iyi bir dünyanın anahtarını elinde tuttuğunu iddia eden siyasetçileri, sanatçıları, aydınları umursayan yok. Hatta bilakis siyasetçiler, sanatçılar, aydınlar, “gelecek güzel günler”e dair bir anahtara sahip olmadıklarının gayet farkındalar. Daha çok ellerinde bir tomar anahtarla dolaşarak, her kapıyı başka bir anahtarla açmaya çalışıyorlar ki, o kutsal “tek anahtar”ın, “kutsal kâse” gibi mitololojik bir nesneye dönüştüğünü yaşanan tecrübeler onlara ziyadesiyle öğretmiş. Farkında olmayanlara, daha çok yaşı ilerlemiş olanlarda rastlıyoruz ki, onların da sayısı her geçen gün azalıyor. Ellerine geçirdikleri maymuncuklarla anahtarmış gibi oynamayı tercih ettikleri için, onlardan sonra onlar gibi yazacak ya da o söylemi devam ettirecek birilerini bulmaları pek mümkün olmayacak gibi gözüküyor. Çünkü maymuncuğun açamayacağı kapılar da var artık.

Günümüzde çatışmaya dayalı zıtlaşmalara da ihtiyaç duymuyor insanlar. Daha çok yeni kümeleşmeler peşinde koşan kitleler var karşımızda. Bu kümeleşmelerin, çağın en temel ve en derin sorunu olan “kimlik” sorunuyla alakalı olması ve “kimlik” sorununa yeterince önem verilmemesi yüzünden yeni çatışma alanlarının doğması, şimdilik ürkütücü bir noktaya gelmiş değil. Disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine ne ölçüde çözülüp çözülmeyeceği, bu yeni çatışma alanlarının yaygınlığını da belirleyecekmiş gibi gözüküyor. İşte bu noktada, meclis ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişki, her zamankinden daha önemli bir hale geldi. Özellikle, devletin olanaklarını kullanarak, belirli bir sermaye kesiminin desteğiyle ciddi bir oy oranına sahip olan iktidar partisinin izleyeceği seyir, eğer çatışmaya dayalı disipliner devlet geleneğine sıkı sıkıya sarılmak olacaksa, sokakların bu çatışma kültürünün yaratacağı yeni kümeleşmelere terk edileceği muhakkak. Ama hiçbir iktidar partisi, böyle bir sonuçla karşılaşmak istemez herhalde. Bu yüzden, karamsar olanların da, iyimser olanların da düşüncelerinin karşılığını sokaklarda göremedim. Toplum, korku eşiğini çoktan aştığı için, kimse insanları “şeriat geliyor, bölünüyoruz vb” söylemlerle korkutarak siyaset yapamaz artık. Yapılsa da çok düşük ölçekte bir siyaset olacaktır bu. Muhafazakârlığın artması dahil pek çok meselenin, “kimlik” meselesine nasıl yaklaşacağımızla alakalı olduğunu, nedense görmekte zorlanıyoruz.

Sokaklarda gördüğüm bir başka şey de, insanların umutsuz söylemlere rağbet etmediği. Roberto Bolano’nun Metis Yayınları’ndan çıkan “Vahşi Hafiyeler” romanındaki karakterlerden birisi, “ömrü boyunca umutsuz yaşanamaz, beden pes eder, acı dayanılmaz olur, bilinç buz gibi dalgalarla kaçar” diyordu. Umutsuzlar için yazılmış eserleri okumak, nasıl bir süre sonra okumaktan soğutursa insanı, umutsuzluğu yayan bir siyasi söylem de siyasetten soğutur. Muhalif olmak, baktığı her şeyde olumsuz olanı görmek anlamına gelmemeli. Philippe Djian’ın “Betty Blue” adlı romanında yazdığı gibi: “Ve bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanmak bir kere daha yanılmaktır. Çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır.”

Bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp evime döndüğüm zaman, sadece siyasetin değil, sanatın da bu tuhaf zamanlarda “gündelik hayat”ın kapsamına girdiğini düşünerek üzülmek yerine, “gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle yazmaya başladım.

Devamı gelecek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 15 Haziran 2011)

ZARFSIZ KUŞLARIN TÜRKÜSÜ

Posted: 8 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Metin Lokumcu için yas tutanlar arasında Malezya’dan Filistin’e, Kanada’dan Uruguay’a kadar dünyanın her yerinde “Su Kardeşliği” olarak da bilinen, Dünya Su Aktivistleri”ni görüp, Metin Lokumcu için yazdıkları mektubu okuyunca, yok olup gitmekten çok, yaşarken hayatlarımıza anlam katıp katmadığımızın önemli olduğunu anımsadım yeniden. Alexander Nehamas’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Edebiyat ve Hayat” adlı kitabında Kazancakis’ten şöyle bir alıntı var: “En son, en büyük ayartıya boyun eğdiriyorum: Umut. Bizden istediği için savaşıyoruz; bizi işitecek kulaklar olmamasına rağmen söylüyoruz türkümüzü. Nereye gidiyoruz? Galip gelecek miyiz ki? Tüm bu savaş ne adına? Soru sorma! Savaş!”

Hopa’da ve daha pek çok yerde insanlar hakları için savaşıyor. Blok adayları ve onları destekleyenler, tüm polis ve sivil faşist baskısına, saldırılarına rağmen, özgürlük türküsünü söylemekten vazgeçmiyorlar. Belki de bu özgürlük savaşını kazanacakları günü, Metin Lokumcu gibi göremeyenler olacak aralarında. Denizlerin, Mahirlerin, Alexlerin, Nidaların, hayatlarını feda etmekten çekinmeyişlerini, hayatlarına anlam katmaktan yoksun olanların anlayabilmesi düşünülebilir mi? Siyasal İslam görüşüne sahip birisinin, şu sorunun yanıtını aradığına tanık olmuştum: “Bizler, ölünce cennete gideceğimizi bildiğimiz için hayatlarımızı kolayca feda edebiliyoruz. Peki ya onlar? Onları motive eden şey ne?”

Elinde limonla polisin kullandığı biber gazından etkilenenlerin yardımına koşan Metin hocamızın motivasyonu neydi? Neden evinde oturup, olan biteni televizyonun karşısında izlemedi de sokaklara çıkıp söylenen türküye ortak oldu? Onlarca polisin hastanelik ettiği Dilşat Aktaş’ın derdi neydi de, Metin hocamız için yapılan spontan bir nümayişte o panzerin üzerine çıkma cesaretini gösterdi? Şimdi en az altı ay hastanede tedavi görecek. Denilene göre felç olma tehlikesini de atlatabilmiş değil.

Ne Metin hocamız, ne Dilşat Aktaş, ne de Tahrir Meydanı’na çıkan o binlerce insan, kendi hayatlarını feda etme düşüncesiyle sokağa çıkmadılar. Kendi hayatını kolayca feda edebilecek birisi, umudun değil umutsuzluğun kurbanıdır. Onlar, hayatlarına kattıkları anlamın korkuya karşı kayıtsızlığını yaşadılar sadece. Kendi hayatına değer veren kişi, hayatı savunma ihtiyacı da duyan kişidir çünkü. Dini amaçlarla kendini feda eden birisinden bu açıdan ayrılırlar. Öte dünya için değil, bu dünya için, karşılığında bir ödül beklemeksizin feda ederler kendilerini. Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde yazdığı gibi “Yaşamayı ciddiye alacaksın, / yani o derecede, öylesine ki, / mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Metin Lokumcu, sokağa çıkıp özgürlük türküsünü söylediği zaman, Malezya’dan Uruguay’a kadar binlerce insanın onu can kulağıyla dinlediğini, bugün dünyanın her yerinden havalanan ve Metin hocamıza doğru uçan “zarfsız kuşlar”dan anlıyoruz.


Otoriterliğin Seçimsizliği


12 Haziran’ın motivasyonu, birileri için nasıl güç ve paraysa, birileri için de özgürlük ve adalet... Aslında seçimlerden çok, halkın erklenme mücadelesi ve bu mücadeleye yeni deneyimler ekleniyor olması önemli. Yoksa temsili demokrasinin itibar kaybı ya da parlamenter sistemin sivil toplum ile devlet arasındaki etkin bir bağlanma aracından başka bir şey olup olmadığı zaten tartışılan bir şey. Hükümran devletten, Foucault’nun tabiriyle “yönetimsel devlet”e geçerken, parlamentonun bir aygıt olarak ekonomiyi nasıl sunacağı, sivil toplum ile devletin bağlanma düzeyi ile belirlendiği için önemli bu seçimler. Devlet –her ne kadar zaman zaman bağlarını az biraz gevşetse de- otoriter bir kültüre sahip toplumsal hayat sürdüğümüz içindir ki, kendisini her şeyin üzerinde görmeye devam ediyor.

Otoriter kültürlerde siyasetçilerin, halkla arasındaki ilişkiyi hem döven, hem seven “baba” rolüne uygun olarak sürdürdüklerine bu seçimde de tanık oluyoruz. Bu açıdan, “memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” diyen “tek parti döneminin” Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ile gazetecileri hizaya sokmaya çalışan, her tür eleştiriye tahammülsüzleşen Tayyip Erdoğan arasında ciddi bir benzerlik yok mu? AKP’li siyasetçilerin “tek parti dönemine” yönelik yaptıkları eleştirilerin aynısı, bugün AKP iktidarı için yapılıyorsa, bunun en önemli nedeni demokrasiyi içselleştirmeyişimiz değil, otoriter bir kültürde başka türlü bir demokrasinin mümkün olamayışıdır aslında. “Demokrasi kültürü”nü yaratacak tek şey, sivil toplum örgütlerinin hem kendilerini, hem de devleti dönüştürecek siyasal alanlar yaratmasıyla mümkün olabilir ki, bu konuda umut verici gelişmeler de var. HES’lere karşı halkın örgütlenmesi ya da Demokratik Toplum Kongresi’nin çalışmaları gibi, başka bir siyaset ve demokrasi kültürü yaratmak isteyenlere, sanatçıların ve aydınların katacağı çok şey var. Sanatçı ve aydınların devlet adamlarına akıl hocalığını yapmayı bırakıp hakikatin sözcüleri olarak halkın arasına karışmaları, sadece halkı değil, kendilerini de özgürleştirecek tek şey belki de... “Yetmez ama evetçilerin”, iktidara yaptıkları akıl hocalığının göstermelik icraatlardan öteye gitmediği, hatta iktidarın onlar üzerinden yakaladığı meşruluk yüzünden her şeyin nasıl sarpa sardığı, bunun bir ispatı değil mi? Tüm deneyimi ve birikimine rağmen, pek çok aydını “özgürlükçü sol” içerisinde artık göremeyecek oluşumuz, yaşanan bu sürecin bir sonucu aslında. Ne diyordu Başbakan: “Taraf olmayan bertaraf olur.”

AKP’nin cemaatlerle arasındaki bağ ve bir cemaatmiş gibi örgütleniyor oluşu, devletin içindeki iktidar mücadelesinde ona başarı kazandırsa da, siyasi açıdan neo-Özalizm çizgisinin takipçisi olarak ortaya koyabileceği tek şey “çılgın projeler” ve istikrar vaadinden başka bir şey olamıyor. Bu tür bir siyaset anlayışıyla da varlığını sürdürmesi neredeyse imkânsız. Sorun, AKP ya da diğer partilerin siyasetsizliğe saplanıp kalıyor olmaları değil, bu siyasetsizliği üreten disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine dönüşüp dönüşemeyeceği. Ve bu dönüşümün, otoriteryen kültüre sahip bir toplumda nasıl yaşanacağı?

Bizi işitecek kulak olup olmadığına bakmaksızın türkümüzü söylemeye devam edeceğiz, 12 Haziran’da da...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 8 Haziran 2011)

SANSÜR ve RİSK

Posted: 1 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” adlı romanın edebi eser olmadığına karar verirken “kopuk anlatım tarzının benimsenmesi”ni gerekçe göstermesi, önce fena halde şaşırtmıştı beni. Ama sonradan yaşadığımız akıldışı sürece çok uygun bir gelişme olduğuna karar verdim.

Guillaume Apollinaire, William S. Burroughs ya da Chuck Palahniuk’u “toplumun sosyal normlarıyla çatışan” eserler yazdıklarını iddia edip o eserleri yayımlayanları cezalandırmak istemeleri, henüz yayımlanmamış, hatta yazılmamış bir kitabı toplatan zihniyetle birebir örtüşmüyor mu?

Sansür kurulunun “toplumun sosyal normlarını” nasıl belirlediği ya da “kopuk anlatım tarzını” neye göre edebi bulmadıklarını düşünürken, iki buçuk aylıkken açlıktan ölen bir çocuk üzerinden Recep Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiğe takıldı aklım. Ümraniye’de miting yapan Başbakan halka sesleniyor: “Haberimiz yok ya kardeşim, bir telefon edersin, ambulans helikopterimizle, jetimizle biz alırdık onu.”

Başbakan’ın özel jeti, açlıktan ölen çocuk ve seçim mitingleri, zihnimde kopukluklar oluşturmaya başladı birden. Artık hiçbir şey düşünemeyecekmişim gibi bir korkuya kapıldım. Bence “Sansür Kurulu”nun kesinlikle bildiği bir şey var. Zihinsel olarak dağılmış bir halka Burroughs gibi yazarları okutmak büyük bir risk. Burroughs ya da Palahniuk okuyup, “toplumun sosyal normları”yla çatışmak yerine, o sosyal normları sahiplenip, “Sansür Kurulu”nun buyurduğu gibi, “basın-yayın, araç ve organları toplumu bu konuda yönlendirme, ikaz etme, hatırlatma görev ve sorumluluğu”nu da yerine getirmeliyiz. Öyle kolay iş değil, sosyal normlara sahip olmayan bir toplumun varlığını koruyup düzenini sağlayabilmesi. Şimdi Burroughs okuyacağız diye, o kadar bedel ödeyip oluşturduğumuz sosyal normlardan mı olacağız? Aç kalır ölürüz daha iyi. Eğer açlıktan ölmek, bir toplumun sonunu getirseydi, “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu” yerine “Küçükleri Açlıktan Koruma Kurulu” kurulurdu.

İngiltere’de D. H. Lawrence’ın “Lady Chatterley’in Sevgilisi” adlı romanına açılan dava, 1959’da bilim, edebiyat ya da sanat eserlerinin “kamu yararı”na olduğunu savunan bir yasayla sona ermişti. Bilim, edebiyat ya da sanatın, bizdeki yasalara göre “sosyal normlar”ın karşısında ve onlara düşman olarak konumlandırılması, bizim bilim ve sanatta hangi noktada olduğumuzun ve olacağımızın bir ispatı olarak yorumlanabilir. Ama yanlış. Yazacağınız eserleri, bebekleri leyleklerin getirdiği gerçeği üzerine inşa ederseniz, yaratacağınız sanatsal etki, emin olun çok daha güçlü olur. Cinsellik gibi insan ruhunun karmaşık meselelerine girip “kopuk bir anlatım tarzı”yla ucuz eserler vereceğinize, toplumun sosyal normlarına katkı yapacak, onları güçlendirecek eserler vererek, insan ruhunun güzelliklerini ortaya çıkarma hazzını da yaşayabilirsiniz.

Bize benimsetilen şey, kişisel ahlakımızın toplumsal ahlakla uyum içinde ve değişmez olduğudur. Sanatın yaşamla olan bağını ise, birey üzerinden kurmanız, doğal olarak muhafazakâr değerlerle çatışmanızı getireceği için, içinde yaşadığınız toplum ve o toplumun normları çerçevesinde hareket etmeniz gerekir.

Sansür Kurulu’na sanatçıların vereceği tepki ya arzularını ölçülü bir biçimde yaşayıp yansıtmak olacak, ya da arzuların bastırılmasına yönelik eserler vererek üremeyi öne çıkartmak olacak. Herkesin en az “üç çocuk” yaparak toplumun çoğalmasına katkıda bulunması, o açlıktan ölen çocuğun, ailenin üçüncü çocuğu olduğunu düşünürsek, gerçekten çok mühim. Üç çocuk yapmanın, bu türden ölüm risklerinden toplumu korumak gibi, ihmal edilemeyecek bir yanı da var.

Eğer “Sansür Kurulu”, ahlaki ölçüt olarak kendisine Georges Bataille’ın düşüncelerini temel alsaydı, biz sanatçılara vereceği tavsiye, “toplumun yüksek ahlaka ulaşması için, sanatın insanları kışkırtarak yasakları ve kuralları aşmalarına yardımcı olmak gibi bir görevi vardır” şeklinde olurdu. Bataille, özellikle edebiyata “yüksek ahlak” konusunda özel bir yer ayırır ve edebiyatın risk aldığı zaman gerçek konumuna kavuştuğunu öne sürer. Baudelaire, Sade, Kafka, Blake gibi yazar ve şairler, insanlığın “yüksek ahlak”a kavuşmaları için o riski göze alarak, edebiyatın ve sanatın önünü açmış, insan aklını özgürleştirecek “yüksek ahlak” yolunda önemli adımlar atmışlardır. Geleneksel, toplumsal normların dayandığı ahlak, alışkanlıklardan ibaret ikiyüzlü bir ahlaktır Bataille gibi düşünürler için. Gerçek ahlak, ancak bu ikiyüzlü ahlaktan sıyrılanabildiği ölçüde mümkün olur.

Sivil toplumun devleti emerek, devletleşme sürecini tersine çevireceği günler, şu an çok uzakmış gibi gelebilir bize. Ama eninde sonunda bu süreç tersine işleyecek. Tek sorun, insanlığın acıya katlanma kabiliyetinin de her geçen gün artması. Yaşananlara bakınca, insanların bunca acıya ve o acının ürünü olan saçmalıklara katlanabilme kabiliyetlerine şaşırmadan edemiyor insan. Küçük bir çocuğun açlıktan ölmesinden daha büyük bir acı ve ahlaksızlık olabilir mi? Bu acıya ve ahlaksızlığa nasıl dayanabildiğimiz ise, edebiyatın risk alması gereken temel bir mesele olarak karşımızda duruyor.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 1 Haziran 2011)

KIŞKIRTICI SANAT

Posted: 25 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Lars von Trier’in Nazi olduğunu açıkladığı sahne, hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil. Trier, belki skandal yaratmak için yaptı bunu, belki yorumcuların bahsettiği gibi megalomanlığından, belki de önce bir tepki olarak başlayan Nazilere ilgisi faşizme dönüştü zamanla, kim bilir...

“Hitler’i anlıyorum” gibi, sokakta sıradan faşistlerin ağzından duymaya çok alıştığımız klişe ve ırkçı bir sözü, bir sanatçıdan işitmeyi hoş gösterecek bir gerekçe olamayacağı gibi, Trier’i tüm bu olup bitene rağmen sıradan bir faşist olarak damgalamak da zor gözüküyor. Daha küçük bir çocukken atom bombasından çok korktuğu için, her gece uyumadan önce dünyayı kurtaracağını düşündüğü bazı törensel hareketler yapan, otuzlu yaşlarına kadar kendisini Yahudi sanarak yaşamış, komünist annesinden etkilenerek “Danimarka Komünist Gençlik Partisi’ne üye olmuş, “Dalgaları Aşmak”, “Karanlıkta Dans”, “Dogville” gibi akıllardan kolay kolay çıkmayacak filmlere imza atmış birisinden bahsediyoruz çünkü. Otuz üç yaşına geldiği zaman, ölüm döşeğindeki annesinden babasının Yahudi değil, bir Alman olduğunu öğreniyor. Bütün hayatının bir yalan üzerine kurulu olduğunu düşünerek ciddi bir travma yaşıyor Lars von Trier. Yahudi kimliği sayesinde, modern sanatta özlemini çektiği acıya ve tarihsel bilince kavuştuğuna inanan birisi için, üstesinden gelmekte zorlanacağı ağır bir travma...

Agora Kitaplığı’ndan 2005’te, Begüm Kovulmaz çevirisiyle Jack Stevenson’ın “Lars von Trier” biyografisi çıkmıştı. Yaşanan skandaldan sonra, yeniden o kitaba göz atma ihtiyacı duydum. Trier, Danimarkalı bir sinemacı ve Danimarka, komünistlerin öncülük ettiği bazı direniş hareketlerinin varlığına rağmen Hitler Almanya’sına fazlaca sorun çıkarmadan teslim olmuş bir ülke. Savaş bittikten sonra, Nazi karşıtlığı, neredeyse milli bir tabu haline geliyor Danimarka’da. Bırakın Nazilerden bahsetmeyi, Alman ekspresyonizmini beğenmek bile dışlanmanıza neden olabiliyor o günlerde. Trier, böylesine baskın bir atmosferde büyüyor ve o baskın atmosfere rağmen Alman kültürü ve tarihinin tüm aşırılıklarına inadına ilgi gösteriyor. Onun bu ilgisi, Stevenson’ın hazırladığı biyografinin verdiği izlenime göre, bir tür tepki. Nazilerden bahsetmenin tiksinilen ya da utanılan bir şey olarak üzerinin örtülmeye çalışılması, Trier’e göre derin bir suçluluk hissinin yansıması çünkü... Bu yüzden daha ilk filmlerinden itibaren, iyilik-kötülük-masumiyet gibi temalara ilgi gösteren bir sanatçı olarak, bu suçluluk hissinin üzerine kışkırtıcı bir biçimde gidiyor ve savaş sonrası Avrupa sinemasında ilk defa bir Nazi’nin olumsuz olarak gösterilmediği “Rahatlama Görüntüleri” filmini çekiyor. Özellikle filmde Danimarkalıların bağımsızlığa kavuştukları zaman Nazilerle işbirliği yapanlara yönelik şiddet gösterilerinin yer aldığı sahneler, tepkilere neden oluyor. Trier’e göre, “Bağımsızlık Günü”, “Hüküm Günü”ne dönüşmüş, pasif işbirlikçiler birden vatanperver kesilip sağa sola saldırarak Nazi düşmanlığı yarışına girişmişlerdir. Naziler, sanki uzaydan gelip bunca kötülüğü yapmış gibi bir hava estiriliyor. Zamanında Kenan Evren’in elini öpüp “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyen sanatçılarımızın, politikacılarımızın, gazetecilerimizin, bugün hep bir ağızdan 12 Eylül’e lanet okuması gibi... Ya da Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatılırken ses çıkartmayanların birden Kürt sorununa sahip çıkıp rant peşinde koşması gibi... Avrupa’nın, Nazi geçmişiyle tam anlamıyla yüzleşebilmesi henüz gerçekleşebilmiş değil. Belki Trier gibi kışkırtıcı sanatçıların çoğalması gerek, bu yüzleşmenin sağlıklı yaşanabilmesi için.

Benim üzerinde durmak istediğim asıl mesele, sanatçının toplumsal kabullerle ilişkisinin nasıl olması gerektiği... Stevenson’ın kitabında yer alan Trier’in şu sözlerini bir yere not etmeli: “Sinemamızın üslubu o kadar ince ve sevimli ki kimseyi rahatsız etmesi mümkün değil. Bütün öyküler zararsız bir üslupla çekilmiş, hep zararsız öyküler. Sadece herkesin hemfikir olduğu konular hakkında filmler çekiliyor.”

Trier’in yakınmasında bir doğruluk payı var gibi geliyor bana. Bu sözleri, kendi sanat ve edebiyat ortamımız için de söyleyebiliriz. Bizde “aşırılık” diye sunulan şeyler, daha çok “beat kuşağı”nın taklidi karikatürleşmiş figürlerin kendini tekrarlayan, ergen isyankârlığından ileriye gidemeyen üretimlerinden başka bir şey değil. Farklı şeyler yapmak isteyen sanatçılarımız yok mu? Elbette var. Özellikle güncel sanat pratiği içinde, belki de kamuoyunun merakını yeterince cezbetmediği için kışkırtıcı üretimlere rastlamak mümkün. Ama edebiyat ya da sinema gibi kontrolün elden bırakılmadığı alanlarda, rahatsız edici olmayı göze alacak sanatçılara pek rastlayamıyoruz. Çünkü kamuoyu görüşüne tek başına karşı çıkmanın riski bizde oldukça ağır ve bu riski göze alanlar da kolayca manipüle edilebiliyor

Galerilerin basılıp sanatçıların dayak yediği, heykellerin yıkıldığı, Guillaume Apollinaire ya da William S. Burroughs gibi artık klasikleşmiş yazarların, resmi makamlarca Türk toplumunun ahlak yapısına göre yargılandığı bir ülkede, sanatçıların ortak algıya hitap eden, fazlasıyla temkinli ve hesapçı bir dili tercih etmek zorunda kalması, Türkiye’de sanatın geleceğini de derinden etkiliyor. Ele aldığı meselenin sertliğine uygun olarak, “Press” filmi daha farklı çekilemez miydi mesela?

Aslında “ortak algı”yı üreten kamuoyu denilen şeyin de, televizyon, okullar, basın, üniversiteler ve dini kurumlar aracılığıyla egemen güçler tarafından üretildiğini unutuyoruz genellikle. Bağımsız bir çoğunluk olmadığı için, çoğunluğun seçtiği yönetim de, verdiği kararlar da, sanat beğenisi de bağımsız olamıyor. Sanatın özgürlüğü, çoğunluğun özgürlüğüne bağlı olduğu için de, çözümü sadece sanatın içinde aramak imkânsız hale geliyor. İşte bu yüzden, Kürt sorunu da, yoksulluk da, faili meçhul cinayetler de, basın özgürlüğü de sadece siyasetin değil, sanatın başat sorunu haline geliyor. Max Frisch’in “Günlükler”inde bahsettiği gibi, kamuoyunun baskın olduğu yerlerde dalkavukların çoğalması ve çok olduğunun farkında olan dalkavukların artık dalkavukluğu bırakıp saldırganlaşması, linç kültürünün yaygınlaşmasıyla sonuçlanıyor. Kısacası, sanatın geleceği, dalkavukluk ile kışkırtıcılık arasındaki yol ayrımında belirecek. Ama bu yol ayrımı, hayata düşman olan ile hayatı savunan sanat arasında yaşanacak.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 25 Mayıs 2011)

GERİ GERİ YÜRÜRKEN

Posted: by bülent usta in
0

Önümüzdeki bir noktaya bakarak geri geri yürüyoruz. Cenazeler geçiyor yanımızdan. Ağıtlar duyuyoruz, dağlardan şehirlere inen sisin içinde. Geri geri yürüdükçe kim olduğumuzu unutuyor, rüzgârda uçuşan bir tüy gibi hafifliyoruz. Ama şunu hatırlamakta fayda var: “Tarih, hiçbir zaman durmaz!”

Hava günlük güneşlik olsa da, görünmez bir sis, her yeri ıssızlaştırarak karartmaya devam ediyor aslında. Başkaları yakınınızda olsa bile, sisin içerisinde onları göremediğiniz için gerçekte yokmuşlar gibi geliyor. Yüzlerce kişinin dağlarda cenazelerini aradığını göremiyoruz mesela? O sise polis ve asker cenazelerinden yayılan sis de eklenince, göz gözü görmüyor artık. Birbirini dinleyecek mecali ve tahammülü olmayanlar, kendilerini kuşatan siyasetsizlik iklimine uyum sağlayarak, ezberledikleri fikirlerin kendilerine ait olduklarını sanıp dua eder gibi tekrarlayıp duruyorlar aynı şeyleri. Zaten ezberlenmiş ya da ezberletilmiş fikirler değil mi, bizleri geri geri yürüten?

Pınar Öğünç, Radikal gazetesindeki köşesinde, Dicle Üniversitesi’nde yapılan sınavdaki bir sorudan yola çıkarak, o soruyu soran akademisyenle telefon görüşmesini yayımladı geçenlerde. Ermeni meselesiyle ilgili resmi bakışı öğrencilerine ezberletmeyi kendine görev edinen akademisyen, Ermenilerin hainliklerinden bahseden o bildik ezberi tekrarlayıp duruyordu konuşmasında: “Hakikati geçtik diyelim, devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir yani. Başbakanımız da diyor, gelsin bütün dünya tarihçileri bir komisyon oluşturalım, herkes elindeki belgeyi ortaya koysun. Gelmiyorlar. Demek bu bir hakikat. Bizim milletimiz soykırım yapmamıştır. Asıl hainlik eden Ermenilerdir.” “Hakikati geçtik” ya da “devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir” diyen bir akademisyenin zihninden dünyaya bakınca, geri geri yürüdüğümüzü fark etmemesi anlaşılır bir şey.

Kimsenin “ortak akıl” gibi bir derdi olmaması, her şeyin retorikle manipüle edilebilir hale gelmesi ve “iç savaş” stratejilerine uygun söylem geliştirmenin bu kadar revaçta olması, pencereden dışarı çıkmak isteyen sineğin inatla cama toslamasına benziyor. Kimse, pencereyi açmayacağı için, sineğin cama toslamaktan vazgeçip çareler düşünmesinden başka bir şansı yok. İşte o çareler, siyaset yapmayı yeniden öğrenmemizle belirecek hayatımızda. Her ne kadar, bütün pencereleri sıkı sıkıya kapalı parlamentonun havalandırma deliğinden içeriye sızmaya çalışanlar olsa da, siyasetin bizim toplum olma becerimizle ve dayanışma güdülerimizle güçleneceği açık.

12 Eylül, en büyük kötülüğü, siyaset düşmanlığını bir devlet politikasına dönüştürerek yapmamış mıydı? Duvara “barış” yazdığı için çocuklara işkence yapılırken, istenen şey, halkın siyasetten soğutulmasından başka bir şey değildi. Anne-babalar, çocuklarını üniversiteye gönderirken siyasetten uzak durmaları için kırk kere tembihler, ideolojik damgası yemiş her şeyden köşe bucak kaçar hale getiriliyordu. Biber gazıyla ve copla terbiye edilmeye çalışılan bir toplumda, siyaset sadece bireysel menfaatler alanına dönüştürüldü. Toplum olma becerimiz, yani örgütlenme kabiliyetimiz felce uğrayınca, parçalanmış kimlikler içine sıkışıp “ortak akıl” üretmekten aciz bir konuma getirilmemiz, muhafazakârlığın yükselmesini de peşinden getirdi. Doğan Kitap’tan çıkan Riaz Hassan’ın “Müslüman Zihinler” kitabı, bu açıdan önemli veriler sunuyor. Türkiye’yi diğer Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerle karşılaştıran bu bilimsel çalışmada, henüz durumumuz Pakistan’a benzemese de, “Allah inancına dayalı olmayan herhangi bir devlet kusurlu olacaktır” şıkkına “kesin” bir katılım gösteriyor araştırmaya katılan kişiler.

Matt Ridley’in YKY’nin “Cogito” dizisinden Erhun Yücesoy çevirisiyle çıkan “Erdemin Kökenleri” adlı kitabını okuyorum bu aralar. Kitap, ünlü anarşistlerden Kropotkin’in Saint Petersburg’taki yüksek güvenlikli bir cezaevinden kaçırılışıyla başlıyor. Yazara göre, olağanüstü bir dayanışma ve özveriyle gerçekleştirilen bu kaçış planı, Kropotkin’in yardımlaşma ve dayanışmanın insanın özünde var olduğuna dair kanısını güçlendiriyor. Kropotkin, bencilliğin hayvanlardan, erdemliliğin ise medeniyetten kaynaklandığına her daim karşı çıkmış bir filozof. Yaşamın bencil varlıklar arasında sürüp giden acımasız bir mücadele olduğuna dair o yaygın kapitalist ve devletçi propagandaya karşı, dayanışmanın hayvani dürtüler kadar eski ve güçlü bir gelenek olduğunu, biyolojik verilerden faydalanarak ispatlayan eserler vermişti. Aslında insanın doğasına dair tartışmalar çok eskilere, Antik Yunan’a kadar uzanan derin bir mesele. Hatta insanın bir “doğa”sı olup olmadığı da çokça tartışıldı bugüne kadar. Ridley’e göre, aradan yüzyıl geçmesine rağmen Kropotkin’in tespitleri, büyük oranda geçerliliğini koruyor. Çünkü, Kropotkin’e göre toplum, “onu bilinçli olarak icat ettiğimiz için değil, evrim geçirmiş eğilimlerimizin kadim bir ürünü olduğu için işlerlik kazanır.”

Biyolojiden bahsedince, Metis Yayınları’nın David Sloan Wilson’ın “Herkes İçin Evrim” adlı kitabını yayımladığını da haber verelim. Darwin’in “Evrim Teorisi”ni benimseyen bir akademisyenin gözünden “hakikati geçmeksizin”, hatta “hakikati” mesele hale getirerek, Matt Ridley gibi, toplumsal dayanışma dahil pek çok meseleyi, “Evrim Teorisi” içinden ele alıyor kitabında Wilson. Ve bunu, günlük tutar gibi samimi bir dille, kendi yaşamındaki örnekler üzerinden gerçekleştiriyor. Wilson’ın yakındığı önemli bir şey var: “Halkın geneli, biliminsanlarının üstünlüğünü doğrularcasına adeta her geçen gün daha da aptallaşıyor.” Bu aptallaşmanın nedeni olarak da, insanın zihnini körelten işlerde çalışmak zorunda kalmasına ve boş zamanlarında da bin bir türlü şeyle oyalanıyor olmasına bağlıyor. Bir de buna, bizimki gibi ülkelerde karşımıza çıkan “hakikati geçen” akademisyenleri ve “çılgın projeler” üreten politikacıları da eklersek, durum daha da vahimleşiyor.

Belki de çoğunluğun güçsüz kesimlerden oluştuğunu, güçsüzlerin de rahatsız edilmemek için değişim istemediğini söylerken Max Frisch haklıdır. Belki de, çoğunluk güçsüz olduğu yalanıyla yaşamaya alıştırılmıştır. Ama şurası kesin: Tarihin durduğu ya da geri gittiği görülmemiştir.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 18 Mayıs 2011)

ŞİFA NİYETİNE

Posted: 11 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

İleride, kendimizi demokrat zannedip yaptığımız bu seçimlere, partilere, liderlerin atışmalarına, hatta liderlerin kendilerine, kendimize ve daha pek çok şeye, çok güleceğiz. Öyle çok güleceğiz ki, sinirlerimiz bozulacak. Sinirlerimiz bozulduğu için sinirlerimizi daha da bozacak kahkahalar atacağız ve o kahkahalar tarihin belli bir dönemini silip atacak hafızalarımızdan.

Bu hayatın, ünlülerin “survivor” saçmalıklarıyla geçiştirilemeyecek kıymette olup olmadığına toplum karar verene kadar, hafıza ya da akıl diye bir şey kalırsa tabii…

Eskiden televizyon başka bir şeydi sanki. Açılışı ve kapanışı belli olan, hayatımızın her anına sıçramayan, daha saygılı ve uzak bir şeydi. Yani hayatın gerisindeydi, çünkü hayat renkliyken, televizyon siyah-beyazdı. Bu yüzden, üstün olamazdı hayattan. Şimdiyse televizyon renklenmekle kalmayıp, gerçekle takas edilebilecek üç boyutlu bir dünya sunar hale geldi.

Peter Hook’un “No Television” kanalı, bence bu açıdan müthiş bir fikir: “Cümle cümle, edebiyatın en sevilen öyküleri ve romanlarının” aktığı bir ekran. Televizyon kumandanızda NoTV tuşu olup olmadığını kontrol edin. Varsa eğer, Saadet Özen çevirisiyle YKY’den çıkan Rodrigo Fresan’ın “Kensington Bahçeleri”ni, TV ekranından okuma şansını bulabilirsiniz belki. Peter Hook, “Kensington Bahçeleri”nde Keiko Kai adlı çocuğa, Peter Pan’ın yaratıcısı James Matthew Barrie’yi anlatıyor gece boyunca. İnanılmaz bir serüven içinde, değinmediği konu kalmıyor Peter Hook’un. Son zamanlarda okuduğum en iyi romanlardan birisi “Kensington Bahçeleri”. Daha da önemlisi Peter Hook diye birisinin varlığından bu sayede haberdar olmam.

Romanın bir yerinde Peter Hook şöyle diyor: “O devirdeki bütün devrimci çıkışların olabileceği ya da olabildiği kadar vasat, kaba ve kolaydılar mutlaka: Beyaz yerine siyah olsun, her şey tepe taklak olsun, savaş yerine barış, Chanel parfümün yerine de tefarik otu kokusu gelsin.”

Haksız sayılmaz Peter Hook. Gerçekten de böyle bir yaklaşımın kolaycılığına yeltenenlere hâlâ rastlıyoruz. Ama hayatın akışı, bu tür kolaycı yaklaşımlarla değiştirilemedi hiçbir zaman. Değişmeyecek de… Belki de hepimiz televizyonculuğu öğrenmeliyiz yeni baştan. Reklamcılığa, borsacılığa, hayata ve insana düşman olan her şeye daha yakından bakmanın yollarını aramalıyız. Foucault, cezaevlerine, akıl hastanelerine boşuna yakından bakmamıştı. Ya da Marx, kapitalizmi kapitalistlerden daha iyi çözümleyerek, kapitalizmi kendi dinamikleriyle alt etmenin yollarını aramamıştı boşuna. Bütün mesele, sahip olduğumuz birikimi kullanabilme kapasitemizde gizli. Ama var mı böyle bir niyet? Edebiyatçılarımız, Peter Hook gibi çareler düşünüyor mu? Gazetecilerimiz, gazete yazarlığını yeterince ciddiye alıp, üç boyutlu televizyonlarla mücadele etmek için başka boyutlara tüneller kazıyorlar mı? Kimse, “Survivor” programındaki ünlüler kadar bile yaptığı işi ciddiye almıyor desem, çok mu abartmış olurum? Çamurun içinde debelenip oyunlar oynayan bu yetişkin-çocukları seyreden toplumun, iç savaş atmosferi içinde, provokatör parti liderlerinin kışkırtıcı beyanatlarıyla seçime gidiyor olmasından daha doğal ne olabilir ki?

Peter Hook, romanın bir başka yerinde edebiyata dair şu tespiti yapıyor: “Gençlik 18. yy. edebiyatının mirasıydı. 19. yy. çocukluğu, 20. yy. ise ilk gençlik çağını göklere çıkardı… 21. yy. hangi yaşa sahip çıkacak acaba? Cüretimi hoş görürsen ihtiyarlık diyeceğim, bence 21. yy. sağlıklı ve umutsuz ihtiyarla dolup taşacak.”

İhtiyarlık ile yaşlanmak, her zaman apayrı şeyler gibi gelir bana. Her yaşlanan ihtiyarlamaz, ama her yaşta ihtiyarlara rastlayabiliriz. İşin kötü tarafı, televizyonlaşan hayat, çocukları yetişkin, yetişkinleri de çocuklaştırırken, aslında herkesi birer umutsuz ihtiyara da dönüştürme tehlikesini yarattı. Bu duyguyu, her sokağa çıkışımda yaşıyorum. Genci yaşlısı, sanki herkes aynı yaştaymış gibi geliyor bana. Aynı telaşı, aynı hüznü, aynı korkuyu görüyorum insanların yüzlerine bakınca. Sanki insanların bedenleri oradayken, ruhları twitter ya da facebook’ta, bir televizyon dizisi ya da reklam panosundaymış gibi… Belki yanılıyorum. Belki hayatın ve insanın sürprizlerle dolu varlığını unutuyorum sık sık. Belki, bize sunulduğu gibi, hayatın üç boyuttan ibaret olduğunu zannedip, sanatın boyutlararası yolculuklarını görmekte zorlanıyorum. Ama dünyanın ve kaç yaşında olursa olsun insanların ihtiyarladığını görmek için, sadece belediye otobüsüne binmek bile yeterli. Kendimi böyle anlarda, ölmek üzere olan ihtiyarlamış insanlığımızın başucunda bekliyormuş gibi hissediyorum. Bütün mesele, edebiyatı, başucunda beklediğimiz insanlığı yeniden diriltecek doğru sözcükler bulmak için mi, yoksa ölmek üzere olanın vasiyetini yazmak için mi kullandığımız. Belki de aynı şeydir ikisi de: İnsanlığın vasiyeti, şifası da olabilir mi?

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 11 Mayıs 2011)

BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ

Posted: 5 Mayıs 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Bu aralar uzun tren yolculukları yaptım. Hatta hızlı tren dediklerine bile bindim Ankara-Eskişehir arasında. Daha çok otobüs ya da uçak yolculuğunu anımsattı bana hızlı trenler. Karşınızdaki ekrandan trenin hızını görebildiğiniz için, pencereden manzara izlemek yerine, herkes o ekrana bakıp, 250 km hız limitini aşan bir aracın içinde bulunmanın farkını yaşamaya çalışıyordu. Aslında o kadar hızlı giderken, pencereden izleyeceğiniz, hayallere dalacağınız bir manzaradan da söz edemeyiz. Bilgisayar oyunlarındaki bulutlara, dağlara benziyordu baktığım yer.

Trenler ile hızlı trenler arasındaki fark, günümüz insanının algı sorunlarını da yansıtıyor bir bakıma. Öyle hızlıyız ki, düşünmeye, hissetmeye, hayaller kurmaya vaktimiz yok. Saatte 250 km hızla Eskişehir’e ilerler gibi geçip gidiyor hayatımızdaki her şey. 250 km hız da yetmeyecek bir gün, ışınlanmak isteyeceğiz gitmek istediğimiz yere. İşte bu yüzden derinlik dediğimiz şey, sıkıcı bir şeye dönüşüyor gitgide. Çünkü her kitap, bir yolculuktur bir bakıma. Mesela Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Şairin Romanı”, hızlı tren yolculuklarına benzemiyor hiç. Yazar, sıkıcı bir yolculuk olmasın diye romanını mümkün olduğunca eğlenceli ve sürükleyici kılmaya çalışmış. Ama derinlikli bir bakış isteyen öyle çok ayrıntı var ki, günümüz hız limitlerinin epey bir aşağısında kalıyor ister istemez. Tek bir sözcüğe takılıp uzun uzadıya hayallere dalmanız mümkün “Şairin Romanı”nı okurken.

İnsanların “sıkıcı” bulduğu filmleri ya da romanları, çoğu zaman “sıkıcı” bulmasam da, uzun soluklu metinlerin başıboşluğu da canımı sıkar çokça. Yazar, roman yazarken aklına gelen her şeyi yazıyor, uzun ve ağdalı cümlelerle okurun hayal gücüne müdahale edip, her şeye onun gözlerinden bakılmasını talep ediyor, yani okuru edilginleştirerek okuduğu metne teslim olmasını istiyorsa, orada ciddi bir sorun varmış gibi geliyor bana. Tamam, hızlı tren yolculuğuna benzememeli bir roman. Ama yüzlerce kilometreyi de yürütmemeli okura. Yazar, bizi nereye götüreceğini biliyorsa, yürümeye de razı olabiliriz belki. Ama aynı yerde dönüp duruyor ya da çıkmaz sokaklardan çıkmaya çabalıyor, dağın içinden geçen bir tünel varken, o dağı etrafından dolaşıyorsak, yolculuğa çıktığına pişman olabiliyor insan.

Bizim ülkece çıktığımız yolculuk da böyle bir şey aslında. Ülkeyi idare eden siyasetçiyi, bir roman yazarına benzetebiliriz. İnsanları kendisine oy vermeye ikna edip bir yolculuğa çıkartıyor. Ama işin kötü tarafı, siyasetçi, bu yolculuğun nereye gittiği konusunda genelde bilgisiz. Kendi çizdiği güzergâhın, kendisinden öncekilerin çizdiği güzergâhlardan farkını açıklayamıyor bir türlü. Özal’ın çizdiği güzergâhtan ne kadar uzaklaşabildik mesela? Hepimiz, 12 Haziran’daki seçimlerden sonra, hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. En fazla hızlı trenlerin hızı biraz daha artacak. Ama hiçbir hızlı tren, devlet ile insanlar arasındaki uzaklığı azaltacak kadar hızlanamayacak. Çünkü siyasetimiz, tıpkı edebiyatımız gibi “aşırılıklar”dan beslenecek kanallara sahip değil. Siyaset, tıpkı edebiyat gibi “deneysellik”lere ve ideallere sahip olarak, çeşitli sınamalarla yanlışların düzeltilmesine ihtiyaç duyar. Bunu yapabilmek için de “aşırılıkçı” fikirlerle yeni yollar keşfederek güzergâhını sürekli olarak değiştirir. Ama siyaset dünyamız, öylesine merkezileşmiş durumdaki, her şeyin “merkez”e dönüştüğü bir yerde artık yönlerden de bahsetmek mümkün olmuyor. Siyasetin bu siyasetsizlik hali, toplumun ideal imgesinin kaybolduğu anlamına geliyor bir bakıma. “Var olan”la, “olması gereken” arasındaki gerilimin bu kadar azalmış olması, çok daha büyük bir gerilimin göstergesi aslında. Gazetelerin üçüncü sayfalarında, cinayet ve tecavüz haberlerindeki artışa bakarak bile bunu görmek mümkün.

Trenin lokantasına oturmuş, Ursula K. Le Guin’in, Aylin Ülçer’in çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan son romanı “Rüyanın Öte Yakası”nı okuyordum ki, romandaki Uzaylı kahramanın “bir çiçekle bahar olmaz” sözüyle birlikte, gözüm masalardaki yapay çiçeklere kaydı. Sanki her şeyi özetliyordu bu “yapay çiçekler”...

Bir çiçekle niye bahar olmaz? Herkes kendi iç dünyasında yetiştirdiği çiçeği, başka çiçeklerle buluşturmalı demek istiyordu sanki Uzaylı. Kimsenin kimseye ihtiyaç duymak istemediği bir zamanda, ancak bir Uzaylı biz insanlara böyle nasihat edebilirdi. Romanın bir yerinde, faydacılığa karşı çıkan Orr, her şeyin illa bir amacı olması gerekliliğine, sanki “evren bir makineymiş de her parçasının faydalı bir işlevi varmış” gibi gösterilmesine isyan ediyordu. Ama Orr’un altını çizdiği önemli bir nokta vardı: “Asıl önemli olan bütünün içinde bir parça olmamız. Bir kumaşın içindeki iplik ya da kırdaki bir ot sapı gibi. O nasıl öylece varsa, biz de öylece varız. Bizim yaptıklarımız, çimenleri yalayıp geçen rüzgâra benziyor.”

Acaba öyle mi? Ursula K. Le Guin, rüyalarıyla dünyayı yeniden tasarlayan kahramanlar aracılığıyla, bu meseleyi derinlemesine tartışıyor. Evrenin gidişatına müdahale mi etmeli, yoksa ona uyum mu sağlamalı? Tanrı rolüne soyunan insanın dünyaya vereceği zararı, bugüne kadar verdiği zararlardan görmek mümkünken... Kendisini Tanrı gibi gören insanın müdahalelerine karşı pasif kalmanın da bir çözüm olmadığı ortada. Toplum mühendisliğine elbette karşı olunmalı, ama bu bakış, her şeyi akışına bırakmak anlamına gelmiyor. Çünkü toplumsal olan her şey, müdahalelerle mümkün olan bir şey. AKP, Kemalizmi, “toplum mühendisliği”ne soyunan elit bir kesimin icraatları olarak eleştirirken, kendisinin de “toplum mühendisliği”nden uzak durduğunu söyleyebilir miyiz mesela?

12 Haziran seçimleri, yapay çiçeklerin arasına karışmış birkaç gerçek çiçeğe rağmen, demokrasimizin sahte bir baharı nihayetinde. Rengârenk çiçeklerle süslü gerçek bir baharı yaşamak için, bütün gerçek çiçekler 1 Mayıs’ta alanlarda toplanacak. Bekleriz… Bir çiçekle bahar olmaz çünkü…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Nisan 2011)