MÜREKKEP LEKESİ DÜNYA

Posted: 30 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bahar, kara bulutların arasından şöyle bir yüzünü gösterip içimi azıcık ısıtsa da, edebiyatımızın değerli bir yazarı ve dostum Ali Teoman’ı kaybetmiş olmanın hüznüyle üşümem geçmiyor bir türlü. Adalet Ağaoğlu, romanlarından birisine “Ruh Üşümesi” adını vermişti. Her şeye karşı derin bir isteksizlik, her şeyde bir sessizlik ve yoksunluk hissi… Ali Teoman, YKY’den sıcağı sıcağına çıkan Taş Devri adlı öykü kitabının “Ateş Ayinleri” adlı öyküsünde yazdığı gibi, dünya gözüme “kocaman kapkara bir mürekkep lekesi” gibi gözüküyor: “Kalmamı istiyordu ve ona karşı koyacak gücü kendimde bulamıyordum. Sıfırı konuşacaktık, birbirimizi yani. Karanlık çağların üst üste gelen kırgınları, ülkeyi çöle dönüştürmüştü. Madde aşınmış, yıpranmış, bozunmuştu. Pıyrım pıyrımdı elimde tuttuğum parşömen. Bir zamanlar taptığımız o ilk yazı, artık okunmuyordu. Nükleer atıklar ve asit yağmurları tahrif etmişti yazıyı. Bütün harfler birbirlerine, ona ve hiçbir şeye benziyorlardı. Kocaman kapkara bir mürekkep lekesiydi geriye kalan.”

Gözümüzü dünyaya açtığımız zaman da, karşımızda kocaman kapkara mürekkep lekesinden ibaret bir dünya vardı. Felsefeyle, sanatla, devrimlerle, o mürekkep lekesini okunabilecek güzel bir yazıya dönüştürmek için çalışanlarla, o mürekkep lekesini kutsal sayıp dokundurtmayanlar arasındaki savaş hâlâ sürüyor. İnsanların ya nükleer enerjinin ya da denizlerin, balıkların tarafını tutmasına benziyor bu mücadele. Denizlerin ya da balıkların değil, asit yağmurlarının yazıyı tahrif edeceğini bilerek yazmak gerekiyor. Şimdi ben böyle yazınca, gözlüklerinin üstünden anlamlı anlamlı bakıp, mesaj verme kaygımın seni gülümsettiğini görür gibiyim sevgili Ali. Denizler ve balıklar için o mürekkep lekesinden öyküler ve romanlar çıkarmaktan yılmamıştın hiç. Ah bir de şu üçlemeyi bitirebilseydin…

Sel Yayıncılık’tan çıkan Eşikte adlı romanında şöyle yazmıştı Ali Teoman: “Yaşam bir tiyatro sahnesi, yaşam bir oyun, yaşam bir senaryo, yaşam bir öykü, yaşam bir düş, ne yaparsak yapalım bizden kaçan, parmaklarımızın arasından kayıp giden, rüzgârın oradan oraya savurduğu ufak kâğıt parçacıkları…”

İşte o ufak kâğıt parçacıklarından birini tutuyorum elimde. Parmaklarımın arasından kayıp gideceğini bildiğim o ufak kâğıt parçacığına ne yazarsam yazayım, anlamlı tek bir söz bile ortaya çıkmayacakmış gibi hissediyorum. Ama yazma arzusu dediğimiz şey, zaten böyle bir şey değil mi? Gözlerin artık görmez hale gelene kadar seni yazmaya kışkırtan bu his değil miydi? Yazdığın sonraki cümlede, sonraki yapıtta gizliydi her şey ve sen ona tam anlamıyla kavuşamayacağını bile bile yazmaya devam ettin. Foucault’nun Nerval için söylediklerini senin için de rahatlıkla söyleyebiliriz: “Nerval’in metinleri bize bir eserin parçalarını değil, yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır.” Üstelik yazdığımız o kâğıt parçacıklarının, parmaklarımızın arasından kayıp gideceğini bile bile yazmak ve yaşamak… Yazma arzusunun kölesi olmak bir lanetse, sen bu lanetle yaşamayı iyi bildin dostum.


Tekdüzeleşen Akıl Dışılık

Pessoa, hayatı tekdüzeleştirmenin bir bilgelik olduğundan bahseder. Hayat, tekdüzeleştiği zaman, insanı en küçük şeyin bile şaşırtması kolaylaşır. “Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda. Bizim durumumuz, Dünya turuna çıkan o gezginden farksız değil. Baksanıza, akıl dışı olaylara öylesine alıştık ki, henüz basılmamış, taslak halinde bir kitabın toplatılması ve imha edilmesi bile yeterince şaşkınlık yaratmıyor artık. Araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık’ın içeride, “yüzlerce kişiyi öldürdüm, işkence yaptım” diyen Ayhan Çarkın’ın dışarıda olması da…

Henüz basılmamış bir kitabın toplatılması, BirGün’e kesilen para cezası, Orhan Pamuk’un tazminat ödemeye mahkûm edilmesi, Hükümet’in “Demokratik Açılım”ı KCK davasıyla birlikte yürütmesi, nihayetinde bir şey anlatıyor. Devlet, Başbakan’ın ya da Bakanların açıklamalarıyla değil, verdiği cezalarla anlatır derdini. Dertse çok büyük. Her zamankinden büyük bir dert olduğu, yaşanan akıl dışı süreçle iyice görünürleşiyor. 12 Haziran yaklaşırken, daha pek çok şeye tanık olacağız, tekdüzeleşen bu akıl dışılık içinde.

Aslında akıl dışılığın ne olduğunu, bize verilen akıl ölçütleriyle anlayabiliriz sadece. Birisine göre akıl dışı olan, başka birisi için hiç de akıl dışı değildir. Siyasetin gerçekliğini yitirip retorik oyununa dönüşmesi, siyasetçinin oynadığı rolün gereği olarak ağlamasını ya da racon kesmesini kolaylaştırıyor ister istemez. “Kurtlar Vadisi” dizisinde rahatlıkla rol alabilecek yetenekte olmaları, milletvekili aday adaylarının rajon kesme dersi almalarını zorunlu hale getiriyor. İbrahim Tatlıses’e kadına yönelik şiddet suçlamaları dile getirildiği dönemde, hayranı kadınların “beni de döv, beni de döv!” diye çığlık çığlığa sahneye koşmaları aklıma geliyor, Başbakan’ın rajon kesme hünerinin halk üzerinde yarattığı etkisine bakınca.

Ama bize ne tüm bu racon kesmelerden, yalanlardan, sahte gözyaşlarından… Ahmet Şık, henüz bitiremediği bir kitap yüzünden içeride, yüzlerce insanın kanına girdiğini söyleyen Ayhan Çarkın aramızdayken, dünyanın kocaman kapkara bir mürekkep lekesine dönüşmesi nasıl engellenecek? Karanlık bir çağın sonu, daha büyük bir karanlıkla mı gelecek? Herkes kendi köşesine, kendi karanlığına dönüp, bu uzun gecenin bitmesini mi bekleyecek? Elimizden gelen neyse, onu yapmanın zamanı geçiyor azar azar. Azar azar geçip gidiyor hayat…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mart 2011)

ŞIK VE UTANGAÇ BİR ÖLÜM

Posted: 19 Mart 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

İşten çıkmış, metroyla eve dönüyordum. Herkes gibi perişan bir halim vardı. Grip salgını ve günün yorgunluğu yüzünden baharın ilk güneşi bile neşelendirememişti kimseyi. Üstelik İbo’yu da vurmuşlardı. Yolcuların aralarındaki sohbetlerden İbo’nun durumunun iyiye gittiğini öğrenmiştim. İbo denilince, Mehmet Özbek’in derlediği “Ayağında Kundura” türküsünü söyleyişi gelir aklıma. Sonra da “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” sözü… Kadınlara nasıl davrandığı ya da mafya meseleleri gibi ayrıntılar, onun başka bir gerçekliğiydi. Onun yoksullara sunulan “mağarada doğan imparator” imajının, Yılmaz Güney’in sunduğu imajın tam tersi olması da… Onu eleştirenler bile, sesinin güzelliği karşısında hemfikirdir her zaman.

Elimde Ali Smith’in Everest Yayınları’ndan Dost Körpe çevirisiyle çıkan “Bütün Hikâye ve Diğerleri” adlı kitabı vardı. Kitaptaki “Tez Olmak” adlı öyküyü okuyordum, İbo’yla ilgili konuşmaları dinlerken. Öyküdeki kahraman, bir trendeydi ve cep telefonu çalışmadığı için paniklemişti. Çünkü Ölüm’ü görmüştü yolcuların arasında. BBC yöneticisine benzeyen yakışıklı bir adamdı Ölüm ve ona gülümser gülümsemez cep telefonu kararmıştı. Neden bilmiyorum ben de bir an cep telefonuma bakma ihtiyacı duydum. Aynı öyküdeki gibi cep telefonum kapalıydı ve ne yapsam açılmıyordu bir türlü. Tesadüf olsa gerek diye düşünüyordum ki, kapalı olan telefonum çalmaya başladı. İşin tuhaf tarafı, arayan numara kendi numaramdı. Tüylerim diken diken olmuş bir halde telefonu açtım. Telefondaki ses, beynimin bütün hücrelerinin harekete geçmesi için yeterli olmuştu bile.

İnsanın kendisiyle başka birisiymiş gibi telefonda konuşabilmesi, gerçekten de ürkütücü... Öncelikle bunun bir şaka olduğunu düşünüyor, sonra da telefondaki sesin ısrarcılığı ve gerçekliği karşısında aklından şüphe etmeye başlıyorsun. Böyle bir şeye David Lynch’in “Kayıp Otoban” filminde tanık olmuştum. Filmin en ürkütücü sahnesi, kahramanın kendi kendisiyle telefonda konuştuğu sahneydi.

Telefonu açtığımdan beri durmaksızın konuşuyordu. Yaşadığım heyecan ve korkudan olsa gerek, ne dediğini anlayamıyordum. Kendimi tutamayıp “Neler oluyor” diye bağırdığım zaman, yolcuların hepsi telaş içinde bana doğru döndüler. Kendilerine dair bir tehlike olmadığını anlar anlamaz, toplu taşıma araçlarında insanların sinir krizleri geçirmelerine alışık oldukları için, kendi dünyalarına geri çekilmeleri zor olmadı. Telefondaki ses, bir an sustuktan sonra, konuşmaya devam etti: “Neler olmuyor ki. Büyük bir kargaşa hâkim burada. Korkulan her şey bir bir gerçekleşiyor. Önce büyük bir deprem oldu. O depremde, hükümetin inşa ettiği nükleer santraller de zarar gördü. Nükleer santrallerin inşa edildiği bölgelerde halk tahliye edilmeye çalışılıyor. Kontrolsüz yapılaşmaya izin verilen İstanbul ise, tam anlamıyla yerle bir oldu. Özellikle Boğaz’ın kenarındaki vilları dev dalgalar alıp götürdü. Tahmin edilenden daha büyük bir zararla karşı karşıyayız.”

Telefondaki ses, başka ayrıntılardan da bahsediyordu, rakamlar vererek. Gayri ihtiyari “İbo’nun vurulması dışında burada her şey yolunda gözüküyor” dedim telefondaki kişiye. “Zannetmiyorum” dedi. “Öyle olsa, şu an yerle bir olmuş bir şehirden seni arıyor olmazdım. Ortalık ceset kaynıyor ve insanlar hayatta kalabilmek için vahşi hayvanlar gibi davranıyorlar. Mesela ne yapıp edip, nükleer santrallerin yapılmasını engellemeniz gerekiyor. Çünkü asıl büyük zararı, depremden daha çok o nükleer santraller verecek.”

Onunla konuşmak zaten epeyce tuhaf bir olayken, bir de ona, Enerji Bakanı’nın Japonya’daki felaketten sonra yaptığı açıklamalardan, nükleer santral yapmak konusunda kararlı bir hükümetimiz olduğundan bahsedemeyeceğimi düşündüm. İstanbul da aynı İstanbul’du… Bir felaket olmasına gerek yoktu. Zaten felaketleri, her yağmur ya da kar yağdığında, öğrenciler ya da işçiler gösteri yaptığında, hatta işe gidip gelirken azar azar yaşıyorduk. Kâğıt üzerinde her türlü tedbir alınmış gözüküyordu. Ekonomi dahil her şey, kâğıt üzerinde iyi gözüküyordu zaten. Türkiye, dünyanın en büyük ekonomileri arasında ilk 20’de... Üstelik ileri demokrasi dönemine girdik. Bizim gazetecilerimiz ideolojik aktivistler olmasa, basın özgürlüğü sıralamasında da bu kadar aşağıda olmazdık. Etyen Mahçupyan, araştırmacı-gazeteciliğin yanlış anlaşıldığını yazdı ya geçenlerde. Ahmet Şık, olsa olsa ideolojik aktivistmiş, araştırmacı-gazeteci değil. Ölüm tehditleri, davalar sürüyor olsa da, açılımlar da tıkır tıkır işliyordu. Sokaklarda kadınların öldürülmesine bakmayın, kadına yönelik şiddet de epeyce azaldı ülkemizde. Daha ne yapılsın?

Telefondaki kendime söyleyecek bir şey bulamadım. Ben de “telefonum dinleniyor olabilir” gibi bir şey söyledim. Saçma bir şeydi. İnsanın telefondaki kendisine “dinleniyor olabiliriz” demesinin nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Savcı, “şu tarihte, kendinizle yaptığınız telefon görüşmesinde, neden dinleniyoruz diye uyardınız kendinizi” diye sorsa, nasıl bir cevap verirdim acaba? Ölüm’ün öyküdeki kadına gülümsemesi gibi gülümsedim ben de kendime… Telefondaki ben ise, konuşmaya devam ediyordu. Ona şöyle dedim: “Biz, farklı bir gerçeklik içindeyiz artık. İnsanlara gerçekleri söylemek yetmiyor. Gerçekleri nasıl söylediğinin de bir önemi yok. Kimin söylediği ve söyleyen kişinin gücü belirliyor her şeyi. Eğer tüm sivil toplum örgütleri birleşerek, birleşmekle kalmayıp kararlı bir biçimde nükleer santrallere karşı olduklarını devamlılığı olan eylemlerle gösterseler, belki mümkün olabilir olası bir felaketi önlemek. Ama siyaset de, sanat da, başarısızlık duygusundan kurtaramıyor yakasını bir türlü. Gerçekliği değiştiremediğimiz için, gerçekliği yorumlayışımızı değiştirerek zaman kazanıyoruz sadece.”

Telefon kesildi… Metro, sarsıla sarsıla tünelin içinde hızla ilerliyordu…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 16 Mart 2011)

PİŞMANLIK VE UMUTLA

Posted: 9 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Sevgili okur, şu anda bu yazıyı okuyorsan ben burada değilim. Nerede olduğumu ve kim olduğumu bilmiyorum. Senin nerede olduğunu ve kim olduğunu da bilmiyorum. Ama Ahmet Şık ve Nedim Şener cezaevinde. Onların nerede olduğunu biliyorum.

Bu köşede yazdığım yazılar, Eric Sanderson’ın kendisine yazdığı mektuplara benziyor aslında. Mektuplarının sonunu şöyle imzalıyordu Sanderson: “Pişmanlıkla ve umutla...” Sanderson da kim diye merak ediyorsunuzdur muhtemelen. Tıpkı benim gibi, sizin gibi hafıza sorunları yaşayan bir roman kahramanı. Alef Yayınevi’nin yayımladığı Steven Hall’un “Köpekbalığı Metinleri” adlı romanında yaşıyor Eric Sanderson. Bir kaza sonucu hafızası ciddi derecede hasar görmüş. Uyandığında bazen kim olduğunu ve nerede olduğunu anımsayamıyor. Aslında bu durum başına sık sık geldiği için, kendine mektuplar yazıp görebileceği yerlere bırakıyor, önlem olarak. Şöyle diyor mektuplarından birisinde: “Her şeyden önce sakin ol. Şu anda bunu okuyorsan, ben burada değilim demektir. Ahizeyi kaldır ve 1 tuşuna kayıtlı numarayı ara. Kadın bir doktordur ve adı da Randel’dır.”

Bu ülkede yaşayan herkes sık sık Sanderson gibi, hafızasını kaybediyor. Size tavsiyem, görebileceğiniz yerlere kendinize yazılmış mektuplar bırakmanız. Kendi kendinize söylediğiniz yalanlardan başlayabilirsiniz mesela. Sadece kendinize söylediğiniz yalanlar yetmez. Size söylenen yalanları da not etmeniz gerekiyor. Ne diyor hükümet yetkilileri: “Türkiye’de basın özgürdür!” Peki cezaevindeki gazeteciler? Peki ya, telefonu dinlenen 80 bin kişiden kaçı gazetecidir sizce? Kendinize mektuplar yazıp, görebileceğiniz yerlere bırakmanız gerekiyor ki, anımsayın unuttuğunuz şeyleri. Size her gün binlerce yalan söyleniyor gazetelerde, televizyonlarda, miting meydanlarında. Bu yalanların hepsini not etmeniz mümkün değil elbette. Şöyle kısa notlar düşebilirsiniz: “Aşağıda sıraladığım durumlarda, satılmış kalemler gerçekleri saptırarak ya da karartarak yanlış bilgi edinmemi ve bu sayede kamuoyunun, bazı güç odaklarının çıkarlarına uygun olarak yanlış yönlendirilmesini amaçlıyor. Aşağıda sıraladığım siyasi parti temsilcilerinin tümü yalan söylüyor. Ve yalan söyleme konusunda kendilerini öyle iyi yetiştirmişler ki, onlar için sadece yalan söylüyorlar demek yetmez. Yetmiyor. Onları nerede görürseniz, hemen arkanızı dönüp hızla oradan uzaklaşın. Televizyon ya da radyoda seslerini mi duydunuz, kapatın hemen televizyonu, radyoyu. Çünkü bir an dalgınlığınıza gelip, onların o inanılmaz hipnoz etme yeteneklerinin kurbanı olabilirsiniz.”

İşte bunun gibi bir mektup yazın kendinize, çünkü unutuyorsunuz. Hafızanız, kitle kültürünü yayan araçlar tarafından tıkış pıkış imajlarla, korkularla, yalanlarla, haz aldatmacalarıyla öylesine dolu ki, gerçeğe çok az yer kalıyor. Mesela asgari ücretle çalışan bir işçi, o kadarcık paraya onca saat nasıl çalışabiliyor sanıyorsunuz. O da insan değil mi? Arzuları, ihtiyaçları yok mu? Ne diye gidip kendisine yalanlar söyleyen o partilere oy veriyor öyleyse? On yıllarca Hüsnü Mübarek, Kaddafi gibi diktatörler, nasıl bu kadar kolayca kendi halklarına zulüm edebildiler, hiç düşündünüz mü? Hafızası yerine gelen halk, nasıl da kolay alaşağı edebiliyor, edebildi diktatörleri. Ama her an, Eric Sanderson gibi halklar da hafızalarını kaybedip başka bir diktatörü getirebilirler başlarına. O yüzden Mısır halkına her gün, otuz yıl boyunca neler yaşadıklarını anımsatacak mektuplar yazmalı, Mısır’ın gazetecileri. Gazeteci mi dedim? Evet, kalemini satmamış gazetecilerin en önemli görevlerinden birisi, halkın hafızası olmaktır. Mesela Ahmet Şık’ın, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte yazdığı, İthaki Yayınları’ndan çıkan “Kırk Katır, Kırk Satır” kitabı, size yazılmış bir anımsatma mektubudur, derin devletin sırlarını öğrenin ve unutmayın diye. “Ergenekon’da Kim Kimdir?” diye kitaba boşuna başlık koymamışlar. Şimdi o kitabın yazarı Ahmet Şık, cezaevinde. Onun bugüne kadar yaptığı haberleri gözünüzün önüne getirin bir. Ve henüz yayımlanmamış kitabı hakkında söylenenleri düşünün. Nedim Şener’in güncel Yayıncılık’tan çıkan “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” kitabını da anımsayın ve şimdi onların kimlerin yanına gönderildiğini gözünüzün önüne getirin. Nedim Şener’e sorulan soruları okumuşsunuzdur gazetelerde. Eğer o sorgulamayı bir romanda okusaydık, yazar hukuk sistemini eleştirmek için amma da ironi yapmış derdik. Ama ironi filan yapan yok. İşte anımsayın bunu ve tarihi bir davanın ne hale getirildiğini bir düşünün.

Anımsayın lütfen. Çünkü araştırmacı-gazeteci, bu topraklarda kolay kolay yetişmiyor. Bugünlerde YKY’den çıkan Zeynep Atikkan ve Aslı Tunç’un yazdığı “Blogdan Al Haberi” adlı kitapta, ABD’de bir araştırmacı-gazetecinin çalıştığı kuruma yılda 250 bin dolar maliyeti olduğundan, bu yüzden gazetelerin araştırmacı-gazetecilere bütçe ayırmayıp “pembe” habercilik peşinde koştuğundan, Wikileaks’in de bu boşluğu iyi kullandığından bahsediliyordu.

Türkiye’de bir araştırmacı-gazetecinin bütçesi ne kadardır acaba? O bütçenin de büyük bir kısmının avukat masraflarına gittiği kesin. Ve üstüne üstlük, bir araştırmacı-gazeteci olarak eğer hapis olmamışsanız, öldürülme ihtimaliniz de yüksek. Şimdi bu manzaraya bakarak, sırlarla dolu bu topraklarda doğru düzgün araştırmacı-gazeteci yetişebileceğini düşünmek mümkün olabilir mi?

Eric Sanderson, kendisine yazdığı mektuba şöyle başlıyordu: “Her şeyden önce, sakin ol.” Anımsamanın dehşet verici ağırlığını düşünerek değil, o boşluk hissinin verdiği telaşı önlemek için bu uyarıyı yapıyordu. Doktor Randel ise, Sanderson’a, “sakın o mektupları okuma, hastalığın daha da kötüye gider” uyarısı yapıyordu. Peki neden Sanderson, mektuplarını “Pişmanlık ve umutla” diye bitiriyordu? Çünkü anımsamak, pişmanlık ve umuttan başka bir şey değildir. Aynı hataları tekrarlamamak, pişmanlıkları anımsayarak mümkün olabilir ancak.

Sevgili okur, şu anda bu yazıyı okuyorsan ben burada değilim. Nerede olduğumu ve kim olduğumu bilmiyorum. Senin nerede olduğunu ve kim olduğunu da bilmiyorum. Ama Ahmet Şık ve Nedim Şener cezaevinde. Onların nerede ve kim olduklarını biliyorum.

Pişmanlıkla ve umutla…
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 9 Mart 2011)

SIKILMAK İYİDİR

Posted: 2 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

İnsanın kendisinden sıkılması iyi bir şey. Ben de bu iyiliği yaşıyorum bir süredir. Başka şeyler yazma, yaşama arzusu, yazdığım ve yaşadığım şeylerden beni uzaklaştırıyor.

Yolculuğa çıkmayı, okuduğum kitapları değiştirmeyi, gündemin kısırdöngüsünden uzaklaşmayı, doğaya dönüp dinginleşmeyi arzuluyorum. Ama bunları yapacak imkânım şu an yok.

Eğer kendimi değiştiremiyorsam, yazan kişi olan ‘ben’i değiştirmeliyim belki de. ‘Ben’ ile ‘yazan kişi olarak ben’, bildiğiniz gibi aynı kişi değil. Birbirlerinden izler taşıdıklarını söyleyebiliriz belki, ama aynı kişi olduğunu söyleyemeyiz. Zaten okurları şaşırtan şey de budur. Okuru oldukları yazarlarla tanıştıklarında hayal kırıklığı yaşamaları kaçınılmazdır. ‘Yazan’ kişinin ‘yaşayan’ kişi olduğuna inanmışlardır çünkü. Yazan kişi içinse, okur, tamamen flu bir şeydir. Onlarla karşılaşınca, paniğe kapılır yazar. Çünkü soyut bir şeydir okur onun için. Soyut bir varlığa yazmaktadır ve birden o soyut varlık, etten kemikten bir varlık olarak karşısında belirince, paniğe kapılır: Şimdi hangisi olacaktır? Yazan mı, yaşayan mı?

Yazan kişi olarak ben, yaşayan bene karşı acımasızdır her zaman. Rahatsız ve huzursuz eder onu. Sözcükler evreninde daha çok zaman harcaması için sürekli yazmaya kışkırtır, her zaman daha fazlasını ister ve onun bedenini yazının bir aracına dönüştürmeye uğraşır.

İşte o ‘yazan kişi’yle başım fena halde dertte bugünlerde. Gündemi takip etmek istemiyor artık. Güncel olanın tüketiciliğinden çok sıkılmış. Geri çekilelim istiyor. Geri çekilip daha derin ve anlamlı şeylerle uğraşalım. Benim ona itirazım, okurun “daha derin ve anlamlı şeyler” arzulamadığı yönünde. Çünkü çoğunluk, dikkatini uzun süre bir noktaya yoğunlaştırma yetisinden yoksun. Yüzeysel olsun, çarpıcı süslü cümleler olsun, bilgi edinmek zahmetsiz ve eğlenceli olsun istiyor. Bize ne öyle okurlardan diyor ‘yazan ben’. ‘Ben’ diyor “yeni tür için yazmak istiyorum. Onların yazarı olayım. Onlar da az değil hani. Her geçen gün artıyorlar. Çünkü sıkılmışlar artık hipnotize edilmekten, aynı sözleri işitmekten. Farklı şeyler duymak, yaşama başka pencerelerden bakmak istiyorlar.”

Ona, Alain Robbe-Grillet’nin Ayşe Ece çevirisiyle Sel Yayıncılık’tan çıkan “Barthes’ı Niçin Seviyorum” adlı kitabındaki şu sözlerini okuyorum: “Okurlar, tam tersine, zayıflıklardan, eksikliklerden, neredeyse böyle bir kişi karşısında doğal olarak hissedeceğimiz nefretten özellikle etkileniyorlar.”

Italo Calvino, yazarın sadece okurun tatmini için yazamayacağını söyleyerek, yazarken hayal ettiği okurun kendisinden daha kültürlü olduğunu düşünmesinin faydalarından bahsediyordu bir makalesinde. Para kazanmak, ünlü olmak ya da propaganda yapmak için yazanların ortak noktası, yazarken okurun kendilerinden daha az kültürlü olduğunu hayal etmeleridir. Özellikle ‘kitle kültürü’nün egemen olduğu günümüzde, bu tavrın yaygınlaştığı da bir gerçek. Ama bu tavır, edebiyattan gazeteciliğe, yazının tüm alanlarının yoksullaşması sonucunu da yaratıyor. Evet, yeni bir tür okurdan bahsetmek de mümkün günümüzde. Bu yeni tür okur, yerli edebiyattan daha ziyade çeviri eserlerle beslenmeyi tercih ediyor. Çünkü kesmiyor onları, var olan edebiyat ortamımız. Şiirimiz kadar girişken olamayan romancılığımız ve öykücülüğümüzün açmazları belirliyor bu durumu. Romanda ve öyküde, eleştirinin piyasa koşullarının da etkisiyle geri çekilmesi ve okurun artık müşteri olarak algılanıyor oluşu, ister istemez açmazları da derinleştiriyor.

“Hayır, senin kadar umutsuz değilim” diyor yazan kişi olarak ben. “Sadece beni özgür bırakmanı istiyorum artık. Sen ve senin şu kuruntularının bana engel olmasından çok sıkıldım. Okurla arama girmekten vazgeç. Ne yazmak istiyorsam onu yazmama izin ver. Bak bakalım neler oluyor.”

Mesela Norgunk Yayınları’ndan Ferhat Taylan’ın çevirisiyle çıkan Gilles Deleuze’ün ‘Nietzsche ve Felsefe’ adlı kitabı, onu öylesine heyecanlandırdı ki, çekiçle felsefe yapmanın sırlarının anlatıldığı bu kitaptan bir düzine yazı konusu çıkardı bile. Deleuze’ün, Nietzsche için söylediği “büyük olaylara değil, her olayın anlamındaki sessiz çoğulluğa inanır” sözünü kendisine çıkış noktası yaparak yazmaya başlaması, eminim onu değiştirdiği gibi beni de değiştirecek.

Nasıl her sene İstanbul’u yeniden fethediyor, cumhuriyet sanki yeniden kuruluyormuşçasına temel ilkeleri etrafında tartışıp durmaktan öteye gidemiyorsak, edebiyatımızın ve sanatımızın da kuruluşunu tamama erdirip, yüzyılımızın düşünce serüvenleriyle buluşamadık bir türlü. Seattle da, Tahrir de, Atina da bu yüzden bize uzak. Ama bu topraklarda da sıkıntı rüzgârları esmeye başladı. Geçiştirilmiş zamanlar sona eriyor artık.

Sıkılmak iyidir. Ehlileşmekten sıkılarak kurtulur insan.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 2 Mart 2011)