KAYIP ÇAĞIN İNSANLARI

Posted: 13 Nisan 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Kendinizi hiç, Pessoa gibi “yazılmamış bir kitabın gereksiz yere uzatılmış yorumu” olarak düşündüğünüz oldu mu? Ya da var olmayan bir şehrin varoşu gibi… Bir süredir neden böyle hissettiğimi kendime sorup duruyorum. Sonra etrafıma bakınca, Türkiye’nin tam da böyle hissetmek için ideal bir yer olduğu kararına varıyorum. Pessoa gibi yazarlarla bu denli güçlü bağlar kuruyor oluşumuzun, kayıp çağın insanı oluşumuzla bir ilgisi olsa gerek.

Henüz yazılmamış bir kitabın yasaklandığı bir ülkede, henüz yazılmamış bir kitabın “gereksiz yere uzatılmış” bir yorumu olmaktan daha kötüsü, bunun böyle olmadığını düşünerek yaşamak... Böyle yaşayanlar için ne kadar üzülsek az. Kayıp çağın kayıp insanları olarak, refah ve lüks içinde yaşıyor olsalar dahi, bir hayatın nasıl yaşanmadan harcanabildiğinin en acıklı hikâyeleri olarak, insanlık tarihinin sayfalarında hüzünlü bir yere sahip olacaklar. Bu yüzden, kendimi şanslı olanlardan birisi olarak görüyorum. En azından dünyayı ve kendimi algılayışım otomatikleşmeden, yağmurun kokusunu içime çekerek gelecek güzel günlerin hayalini kurmaya devam edebiliyorum.

Emin olun bir gün, yağmuru bile makineler aracılığıyla koklayacağız. Koku duyusu uzmanı Averry Gilbert’in Süleyman Karahan çevirisiyle Epsilon Yayınları’ndan çıkan “Bir Burun Anlatıyor” kitabında, gelecekbilimcilerin koku duyusunu evrimsel bir fazlalık olarak gördüğünden ve bizim yerimize koklamak için geliştirilen “e-burun”lar, yani koku reseptörlerinden bahsediyor. Gilbert’e göre, kokular yalnızca kafamızın içinde. Havada dolaşan moleküllerin bazılarını “koku” olarak algılamamız mümkün olsa da, kokular, dünyada var olan şeyler değiller. Bir feniletil alkol molekülünü, gül gibi koklayabilmemizin sırrı, o molekülden daha çok zihnimizle ilgili bir mesele.

Rus biçimcilerden Şklovski, algının alışkanlığa dönüştükçe otomatikleşmesinden, bilinçdışı alışkanlıkların hayatımızı hiçliğe sürükleyişinden bahseder. Alışkanlıkların bu yok ediciciliğini, ancak sanat önleyebilir. Sanat, nesneleri yadırgatıcı hale getirerek, nesnelere ve kendimize dair alışkanlıklarımızı kırdığı için sahici bir hayatın kapılarını aralar biz fanilere… Ama ya sanatçılarımızın kendileri, onları kuşatan otomatikleştirme sürecinin kurbanlarına dönüşmüşlerse? “Piyasa sanatçıları”, tıpkı bir reklamcı gibi hedef kitleye yönelik ürünler üreterek, algının otomatikleştirilmesinin failleri arasındadırlar genellikle. Alışkanlıkları kırmak zordur çünkü, pahalıya patlar. Marquis de Sade’ın başına gelenleri biliyoruz. Intihar ya da isyan edenler dışında, kendi köşesine çekilip usulca silinmeye terk edilenlerle doludur sanat tarihi. Ama yaşarken silinmeye terk edilenlerin bıraktığı izler de öylesine derindir ki, sanatın içinden kolay kolay kopartılıp atılamaz o “şanslı” uyumsuzlar…

Otomatik Algı

12 Haziran seçimleri yaklaşırken algımızı otomatikleştirecek propaganda sürecinin iyice yoğunlaşacağına da tanık olacağız yeniden. Sokaklar iplere dizili “naylon” parti bayrakları ile donatılacak, partilerin seçim şarkılarını yüksek sesle çalan araçlar evlerimizin önünde fink atacak… Aynı nakaratı binlerce kere dinlemek zorunda kalacağız. İnsanların oy tercihlerinde, bu türden seçim çalışmalarının etkili olması, aşağılayıcı gelmiyor mu size de? Çünkü gerçekten de etkili oluyor. Şklovski’nin bahsettiği “algının otomatikleşmesi” tam da böyle bir şey ve reklamcılığın da en etkili araçlarından birisi olmaya devam ediyor.

Politikacılar, reklamcılar gibi düşünür genellikle. Siyasi düşünceler, pazarlanması gereken bir üründür onlar için. Politikacı ile pazarlamacı arasında bu yüzden pek bir fark yoktur. İkisi de güven verme ve ikna etme konusunda eğitimli olmak zorundadır. Hitler’in, politikaya atılmadan evvel bir ağacın karşısına geçip aylarca bağıra çağıra konuştuğu ve hitabet yeteneğini geliştirmek için çabaladığından bahseder tarih kitapları. Bir politikacının ne kadar engin ve derin düşündüğü değil, düşündüğünü nasıl ifade ettiği belirleyicidir genellikle. Seçim listelerinde yer alan milletvekili adayları arasında avukatların ağırlığı da bunun bir kanıtı değil mi?

Reklamcılığın bir başka prensibi de, satışını yapacağınız şeyi, öncelikle bir ihtiyaçmış gibi sunma becerisidir. Solun, pek çok reklamcı yetiştirmiş olmasına rağmen, bu becerisini yeterince kullanamadığı aşikâr. Çünkü öncelikle kendilerini ve düşüncelerini önemsemeleri gerekiyor ki, tanık olduğumuz pek çok şey, başarısızlık duygusunu karşımıza çıkarıyor. Sanatın da benzer bir başarısızlık duygusu içinde debelendiğinden daha önce bahsetmiştim. Mağduriyet psikolojisi, sanatçılarımız için neredeyse otomatik bir algıya dönüşmüş durumda. Dergilerin yazar ve editörlerle yaptığı mülakatlarda bunu açık bir biçimde görmek mümkün. Neredeyse yazar ya da editör olduklarına pişman olmuş gibi bir halleri var. Gençleri “piyasa sanatçısı” olmaya özendirdiklerinin farkında bile değiller. Halbuki, yaşanan tecrübelerden ders çıkarıp “yeni” bir anlayış geliştirmeleri gerekmez mi? Belki yanlış olan “kendileri”dir. Belki yerlerini gençlere terk etmelerinin vakti zamanı gelmiş de geçmiştir. Başarısız olan belki de edebiyat değil, miras alıp tabulaştırdıkları değerlerdir. Sanatın ve edebiyatın bu kayıp çağdaki zaruretine rağmen yaşanan bu süreç, ister istemez bu kuşkuları da peşinden getiriyor. Belki de “iyi edebiyatı” nasıl pazarlayacağımızı, görünür hale getireceğimizi bilmiyoruzdur. “İyi edebiyatı”, bir ihtiyaç olarak sunabilmek için, öncelikle “iyi edebiyat”ın mümkün ve ihtiyaç olduğuna inanmak gerekiyor ki, bu konuda epey bir anlaşmazlık var. Çünkü “iyi edebiyatı” ayırt edebilecek birikime sahip eleştiri anlayışı, piyasa koşulları içinde ya tasfiye edildi ya da görünürlülüğü sınırlandırıldı. Ama sanatta da, siyasette de, “Tahrir etkisi” dediğimiz bir sürece, eninde sonunda gireceğimiz aşikâr. İstediğiniz kadar “e-burun”lar geliştirin, birileri yağmurun kokusunu merak edecek ve o kokuyu içine çektikçe anımsayacak unutturulan şeyleri.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Nisan 2011)

SONSUZ VAATLER DEMOKRASİSİ

Posted: 7 Nisan 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Derrida’nın edebiyat tanımını çok beğenirim: “İnsanın her şekilde her şeyi söylemesine olanak tanıyan kurum…” Edebiyatın bu olanak sayesinde varlığını sürdürdüğü muhakkak. Ama bu olanağı kullanması için sadece kendi varlığı yetmiyor. Derrida, Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Edebiyat Edimleri” kitabında, edebiyatın “her şeyi söyleme yetkisi”nin modern demokrasi fikrinin doğuşuyla mümkün olduğunu da söylüyor. Modern demokrasi derken, yürürlükte olan demokrasilerden bahsetmiyor elbette.

Edebiyatın her şeyi söyleme yetkisi, “kurallardan kurtulma, onları yerinden etme ve hatta bundan şüphelenme gücü verir”. Edebiyatımızın belki de en temel eksikliği de, kendi gücünün farkında olamayışı. Tıpkı işçi sınıfının kendi gücünden habersiz, umudunu sistem partilerine, sendika ağalarına bağlaması gibi. Edebiyatçılarımız da güncel olana, tarihsel olana, piyasaya, görünürlüğünü sağlayacak iktidar mekanizmalarına hak ettiğinden fazla ilgi göstererek, edebiyatı çıkışsızlığa mahkûm ediyor. Yayınevlerinin çoğunun da, iyi edebiyattan çok, ne kadar satıp satmayacağının hesabını yapmak zorunda kalması, “okur”un yerini “müşteri”ye bırakması, eleştiriden çok tanıtıma ağırlık verilmesi gibi ayrıntılar da, çıkışsızlığı daha da derinleştiriyor.

“Sıcak Nal” edebiyat dergisinin 7. sayısında bu meseleyi tartışan bir yazı yazmıştım. O yazıda Italo Calvino’dan yaptığım bir alıntı var: “Edebiyatta, yaygın bir başarısızlık duygusu, her şeye sil baştan başlama hissi hâkim” diyordu Calvino, 20. Yüzyıl Avrupası’nın edebiyat dünyasını kast ederek. Aynı duygunun katmerlisinin bizim edebiyatımızda da bulunduğunu ve bu duygudan kurtulmanın çarelerini aramıştım o yazıda.

Mesela Metis Yayınları’ndan çıkan Orhan Koçak’ın “Bahisleri Yükseltmek” kitabı oldukça mühim bir çalışma. Çünkü bu kitap sayesinde, ancak ciddi bir Turgut Uyar okumasına tanık olabildik. Sırada daha o kadar çok yazarımız, şairimiz olmasına rağmen, edebiyat ortamımızın eski ustalara karşı sahte güzellemeler üretmekten öteye gidememesi, yapılan olumlu şeylerin de Orhan Koçak gibi eleştirmenlerin kişisel çabalarıyla sınırlı kalması, üzüntü verici. Çünkü başarısızlık duygusunu fena halde içselleştirmişiz. Türkiye’deki solun da benzer bir durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Edebiyatımızda olduğu gibi solda da aynı dışa kapalılığa, gelenekçiliğe, küçük cemaatler şeklinde örgütlenme anlayışına ve nefes almasını engelleyecek kadar sarıp sarmalayan o nostalji duygusuna tanık oluyoruz.

Yapılması gereken pek çok şey arasında iki tane önemli şey var: Öncelikle eski doğruları, yeni bir gözle tekrar gözden geçirmek. Çağdaş eleştirel teoriler ışığında klasiklerin yeniden okumasını yapmak gibi. Ikincisi de, “aşırılık”tan korkmamak. Ancak “aşırılıklar” sayesinde alternatif bir dünya istenci yaratılabilir. Tüm aşırılıkların törpülendiği bir edebiyat ya da siyaset, nihayetinde edebiyatı ve siyaseti yoksullaştırır.

“Express” dergisinin son sayısında Göksun Yazıcı’nın, merkezine Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel’i alarak, Gramsci ve Ulrike Meinhof üzerinden “aydın” eleştirisi yaptığı hoş bir yazı var. “Merkezin içine yuvalanan uslu eleştiri”nin eleştirel kültürü değiştirerek yeni hegemonyaya “ufuk önerme”görevini yerine getirdiğinden bahsediyor. Fena halde can yakıcı bir yazı. Özellikle Ahmet Şık’ın henüz basılmamış, hatta yazılması dahi bitmemiş kitabının başına gelenlerden yola çıkarak, aydınların tutumuna yönelik yaptığı tespite katılmamak imkânsız. Ahmet İnsel örneği üzerinden “politik doğruculuğu” tartışırken “merkezi eleştirinin, eleştirel gücü düşürülmüş bir doğruculuğa” nasıl vardığını, Ahmet Şık’ın tutuklanmasına karşı çıkan bazı aydınların “münferit bir olay” havası yaratarak iktidarlarla uzlaşmayı ihmal edemeyişlerinin ibret verici bir manzarasını çizmiş Göksun Yazıcı.

“Uslu eleştiri” ya da “merkezi eleştiri” denilen şeyin, aşırılıklardan ürken, hatta aşırılıkları törpüleyerek iktidarlara hizmet eden bir yapı olarak yerini sağlamlaştırması, solun başarısızlık duygusuna borçlu biraz da. Edebiyatın ve solun halini ortaklaştırdığım için, aynı şeyi edebiyatımız için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Başarısızlık duygusu içinde debelenen edebiyatımız, “uslu” ve “merkezi” bir eleştiriye sığınmış durumda. Şiirde durum, başarısızlık duygusunun azlığından olsa gerek, biraz farklı. Derrida, şiirin modernlik öncesiyle olan güçlü bağlarına atıfta bulunarak, şiiri edebiyatın içine pek de dahil etmiyor zaten.

“Express” dergisinde bir de Ahmet Şık ile mektuplaşarak yapılmış uzun bir söyleşi var. İnternette yayımlanan taslak halindeki kitabı, bu söyleşiyle birlikte okumak çok faydalı. Ahmet Şık’ın söyleşide dile getirdiği iddialar vahim bir manzara çiziyor. Derin devlet belasından kurtuluyoruz derken, çok daha büyük bir belanın içine doğru sürüklendiğimize dair “derin” kuşkular uyandıran bu iddiaları, yeterince ciddiye alıp almadığımızdan endişeliyim.

Yine Derrida’ya dönecek olursak, Derrida, “sonsuz vaat”ten bahsediyor kitabın bir yerinde. Öyle bir demokrasi düşünmeliyiz ki, “yarının demokrasisi”ni değil, “kavramı gelecek-olanla bağlantılı bir demokrasi”nin “sonsuz vaatler”ini düşünerek hareket etmeliyiz, muhafazakâr demokrasinin sınırlarına geri çekilerek değil. Edebiyatımızın kurtuluşunun bile buna bağlı olduğunu bilerek... Devletin, kendi derinliklerine gömüldüğü bir demokrasi…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 6 Nisan 2011)