İSTİKRAR KIYIMI

Posted: 14 Temmuz 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Kolay “yönlendirilebilir” bir kamuoyu içinde yaşamanın en kötü yanı, birey olmanın değersizleşip, insanların özel aidiyetleri içine hapsedilmesi oldu. Hem de bu duruma öyle fena alıştırıldık ki, insanları yavaş yavaş içine alan, tepkileri görünmezleştiren, daha doğrusu anlamsızlaştıran bir kabullenme sisi içerisinde, önümüzü ardımızı göremez bir hale geldik. Mesela “şike operasyonu”nu bile, artık tik haline gelmiş bir şaşkınlık ve kafa karışıklığı içinde izliyoruz. Erkenekon’a ya da Kürt sorununa da kamuoyunun verdiği tepki aynıydı. Gerçekten bu kadar karışık olabilir mi bu meseleler, yoksa gerçeklik algımızı yitirdiğimiz için mi bu kadar kolay şaşkaloza dönüyoruz?

Tamam, gelenekselci, muhafazakâr bir toplumda yaşıyoruz ve içinde yaşadığımız toplum hiyerarşik yapıların bir sentezi ve hiyerarşik yapılar bizim nasıl yaşamamız gerektiğini belirlemek için büyük bir rekabet içindeler. İyi de, kamuoyunun birey yoğunluğu daha ne kadar aşağılara inebilir ki? Bu gidişatın sonunu görmek için Foucault, Legros ya da Certeau okumaya gerek yok. Putin benzeri liderlerin “istikrar” sözcüğünü neden ağızlarından düşürmediklerini ve toplumun “istikrar” uğruna her tür bedele razı oluşundaki giz, insanlık tarihinin pek çok aşamasında karşımıza çıkmış toplumsal bir krizin göstergesinden başka bir şey değil aslında. İstikrar denilen şey, çatlak seslerin yok edildiği, “tek millet ve tek bayrak” altında “tek” bir hedefe doğru uygun adım yürümekse, bu yürüyüşe hevesli olanların sayısı sürekli olarak artıyor. Ama bu sürecin kendisi kadar önemli bir başka şey de, toplumu “istikrar”a muhtaç hale getiren nedenler. Bu noktada söze 12 Eylül’den başlayarak siyasi tarihimizin bir analizini yapabiliriz elbette. Ama bu analizi öyle çok yaptık ki, artık bu ezberin dışında bir şeyler söylemenin vakti geldi de geçiyor bile.

Ali Karabayram’ın görsel sanatlara dair “Sıcak Nal” dergisi için yazdığı yazının başlığı, “Ezbere Gerçeklik”ti. Bu başlık, yaşadığımız pek çok meseleyi de özetliyor aslında. Ezberlenmiş bir gerçeklik, ezberlendiği oranda gerçekliği tehdit eden bir güce de dönüşüyor zamanla.

Kolay yönlendirilebilir, birey yoğunluğu düşük bir kamuoyunun, gerçekliği ezberlemek dışında başka bir şansı da yok. Çünkü tüm canlılar gibi insanlar da varlıklarını sürdürmek için gerçekliğe ihtiyaç duyarlar. İnsanları, yalan olduğunu bile bile hiçbir şeye inandıramazsınız. Ama siz ona, ezberlenmesi kolay bir gerçeklik verirseniz, gerisini de aramaz pek fazla. Üstelik bu gerçekliği toplu bir biçimde ezberletirseniz, artık o gerçeklikten en ufak bir kuşku duymaz hale gelen toplum, istikrarlı bir yapıya da kavuşur zamanla. Ama bu “istikrar”, ezberletilen gerçeklik gibi “göstermelik”tir. Çünkü kendisini istikrarlı zanneden toplum, her an patlamaya hazır sosyal adaletsizlikler ve kimlik çatışmalarıyla iç içe bir hayat sürmeye devam ediyordur. Belki de bu tehlikelerin kendisi, toplumu “istikrar” aldatmacasının kucağına itiyor, kim bilir...

Bu kadar az bireyle yapılan sanat da, siyaset de, bilim de ancak bu kadar olur diyerek, bardağın sadece boş tarafını görerek umutsuz çıkarsamalar yapmak, kolay bir yol. Bu kadar az “birey”le, bu denli zor koşullar altında hâlâ ezberleri bozmak adına birileri bir şeyler yapabiliyorsa, demek ki hâlâ gidilecek bir yolumuz var. O yolda bizleri hangi zorlukların beklediğinin bir önemi yok, yolun kendisi olduğu sürece.

Geçenlerde bir dergide inanılmaz karamsar bir yazıya rastladım. Şiirle ilgili bu yazıya, zaten şiir kitapları dergileri satmıyor, kimse şiir okumuyor, yazılan şiir de şiire benzemiyor diye başlıyordu yazar. Böyle yaparak bir tespitte bulunduğunu sanıyordu. Halbuki yaptığı şey, ezberlediği şeyleri tekrarlamaktan öteye gitmiyordu. Yüzden fazla şiir dergisi ya da şiir kitabının yayımlandığı bir mecrayı topyekûn değersizleştirmek o kadar kolay olabilir mi? Benzer bir tavra, soldaki siyasi yorumlarda da rastlamak mümkün. Solun da kendine has ezberlenmiş bir gerçekliği var. Ve o gerçekliğin yıpranmış, lime lime olmuş örtüsünü kaldırıp atmak gerek artık. Çünkü “gerçek” dediğimiz şeye öyle muhtaç bir hale geldik ki, altına saklandığımız ve bir yara kabuğu haline gelen o örtüyü üzerimizden atmadığımız sürece, bu istikrar kıyımından sağ çıkmamız mümkün gelmiyor bana. Ezberlediğimiz ya da bize ezberletilen şeyleri unuttuğumuz zaman, gerçekten düşünmeye başlayacağız. O zaman bize akıl pazarlayan uzmanlar ordusuna, kanaat önderlerine, pazarlama şirketleri gibi çalışan siyasi partilere, nasıl yaşayacağımızı belirlemeye çalışan güçlere ihtiyaç duymaksızın, birer birey olarak yaşamaya başlayacağız.

Geçenlerde, “Sanatta Bireyin Doğuşu” adlı bir kitap yayımladı YKY. Todorov, Foccroulle ve Legros’un yazılarından oluşan kitabın amacı, bireyin ortaya çıkışının felsefi ve estetik temellerini araştırmak olsa da, Legros’un “Modern Bireyin Doğuşu” adlı yazısı, zihin açıcı tespitlerle dolu. Şöyle diyor Legros: “Her insan, yalnızca şu ya da bu özel aidiyete, şu ya da bu eğilime bağlı olarak değil, kendiliğinden düşünerek, yargılayarak, harekete geçerek ve hissederek benlik duygusunu kazandığı ölçüde kendisini özne olarak deneyimleyecektir.”

“Arap Baharı”nı, tüm o katı hiyerarşik yapılar içerisine sıkıştırılmış ve “istikrar” uğruna onlarca yıl diktatörlere boyun eğmiş insanların kendilerini özne olarak deneyimleme mücadelesi olarak görmek mümkün. Elbette onlarca yıl süren “istikrar” atmosferi içinden, öyle tam donanımlı bireylerin çıkmasını beklemek olası bir şey değil. Ama “Arap Baharı”nda tomurcuklanan bireylerin zamanla gelişip serpileceğini söylemek de bir hayal değil artık.

Yani hâlâ her şey mümkün... Ezberlediğimiz şeylerin, bir bahar rüzgârıyla uçup gitmesiyle...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 13 Temmuz 2011)

KARANLIK KUTU ÖĞRETİSİ

Posted: 6 Temmuz 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu sıcak havalarda ciddi ve ağır konulardan bahsetmeye hiç niyetim yok. Bir tür hat kesilmesi durumu yaşıyorum. Tıpkı telefon hattının kesilmesi gibi... Böyle zamanlarda yapmak istediğim tek şey, uzanıp saatlerce gökyüzüne bakmak... Ya da yanıma nevalemi alıp tekneyle ufka doğru açılmak... Gündemin bunaltıcı atmosferinin gün be gün hiç azalmadan devam etmesi bilinçaltının bir tür yansıması olan gökyüzünü ve denizi seyretmeye duyduğum ihtiyacı da fena halde arttırmış durumda. Emin olun şu satırları yazarken bile, kafamdakileri toparlamakta güçlük çekiyorum.

Başlarda, zihnimi tam anlamıyla gündelik hayatın telaşından kurtaracak bir hat kesintisini yaşayabileceğime dair hiç ümidim yoktu. Çünkü çalıştığım yayınevinde, iki derginin ve onlarca kitabın hazırlığı tüm hızıyla sürerken, yapabildiğim tek şey, balkona çıkıp eski İstanbul havasının hâkim olduğu bir mahallenin içinden gökyüzüne bakabilmekti sadece. Yani anlık kesintilerle idare ediyordum. Ama geçenlerde beni tüm bu hayhuyun içinden çekip çıkaracak tuhaf bir olay gerçekleşti:
Çok değer verdiğim bir dostum, eşiyle Ankara’ya gitti bu hafta sonu. Giderlerken de bana evde baktıkları ördek yavrusunu bıraktılar, onlar dönene kadar bakmam için. Ördekle birbirimize önce alışamadık. İkimiz de neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için, tedirgindik biraz. Küçük bir karton kutunun içinde gelmişti bana. Kutudan çıkarıp evin içine bıraktım. Doğru düzgün yürüyemiyordu bile. Yemeğini, suyunu önüne koyup, yazımın başına döndüm. Çalışma odasına gidince, o da paytak paytak peşimden gelmesin mi? Bir yandan da vakvaklıyordu. Onunla ilgilenmezsem bana rahat vermeyeceği belliydi. Çünkü ne zaman ona doğru dönüp bir şeyler söylesem sesini kesip beni pürdikkat dinliyor, yazıma dönüp bir şeyler yazmaya kalkışınca da, dikkati kendisine çekmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Arkadaşımı arayıp ne yapmam gerektiğini sordum hemen. Sabaha kadar bitirmem gereken bir yazı vardı önümde. Kutusuna koyup örtüsünü örtünce, sesini keseceğini söyledi dostum. En azından yazımı bitirene kadar onu kutusunda inzivaya çekilmesi için teşvik etmek, doğru bir tavır olacaktı bu durumda. Gerçekten de kutusuna koyup örtüsünü örtünce, hapsedildiği karanlık onu susturmuştu çabucak.

Ama bu defa da onu karanlığın içine hapsetmeye gönlüm elvermedi bir türlü. Tekrar kutusundan çıkarıp masamın üzerine koydum. Ona “öyleyse bu haftaki yazıyı seninle birlikte yazacağız ördek kardeş” dedim. O da klavyemin üzerinde dolanıp vakvaklayarak beni onayladı.

Öncelikle ördeğin, tıpkı benim gibi bu dünyadan fena halde sıkılmış olabileceğini düşündüm. Hem her şeyi anlıyor, hem de hiçbir şeyi anlamıyor gibi bakıyordu etrafına. Yaşamak hem zevkli bir şeydi –şeftaliye bayılmıştı-, hem de içine hapsedildiği o kutu gibi karanlık... Metin Lokumcu gibi, dünyayı gerçekten seven insanların biber gazıyla katledildiği, Sivas Katliamı’nın yasını bile insanların dilediğince yaşamasına izin verilmeyen karanlık bir kutunun içinde yaşayıp da, bir sevgilinin dokunuşundan ya da o dokunuşu hayal ederek yazılan bir şiirden, bir çocuğun gülüşünden ya da o gülüşün çağrıştırdığı şeylerden alınan zevkti bizi hayatta tutan şey. Bu kadardı işte. Bir kutunun içine kapatılıp üzeri örtülmüş bir halk, sessizleşiyordu ister istemez. Çünkü karanlıkta ses çıkarmak riskli bir şeydi. Tehlikenin nereden ve nasıl geleceğini kestiremeyeceğin bir karanlık, senin sığınağın da olabilirdi, içine düştüğün bir tuzak da... Ördeğin karanlığın içinde sabırla beklemesinin nedeni, her şeye rağmen iyi şeyler olacağına dair yaşama duyduğu inançtan başka bir şey değildi aslında. Böyle bir inanç dışında, elinden başka bir şey de gelmiyordu. Çünkü kendisinin belirleyici olamadığı şartlarla kuşatılmıştı. Kendisini temsil etmesi için seçtiği kişinin meclise gitmesine izin vermeyen, nasıl düşüneceğinden nasıl eğleneceğine, nasıl çalışacağından nasıl öleceğine kadar her şeyine karar veren ve bunu yaparken de keyfi bir tutum takınan bir sistemin içinde yaşayan insanların ruh haline benziyordu, o karanlık kutunun içinde yaşadığı şey.

Hayatla iletişimimizi kuran hatlar, içinde ördek yavrusunun yer aldığı bir köşe yazısıyla, içinde güç ve iktidar hesaplarının yer aldığı köşe yazısı arasındaki farklar gibi şeylerle belli ediyordu kendisini. Hayat kurtaran bir doktorla, para için insanları kobay gibi kullanan doktor arasındaki fark gibi. Bu farkı gören gözlerin, içine hapsedildiğim kutuyu aydınlatan yegâne şey olduğunu bildiğim için, yazma arzum, çalışma masamın üzerinde bana eşlik eden ördek yavrusunun coşkusuna benziyor biraz. İkimiz de biliyoruz, içine hapsedildiğimiz karanlık kutu, biriktirdiği sessizliği taşıyamaz uzun süre. Sessizlik, gizlediği şeyler yüzünden ağırlaşır ve bir gün, yırtar kutuyu en karanlık yerinden...

Ördek yavrusunu kucağıma alıp biraz serinlemek için balkona çıktım ve bir tür hat kesilmesi olarak yaşadığım şeyin, hayatla ve yazıyla arama yeni bir hat döşemek için uygun bir fırsat olabileceğine karar verdim. Acaba üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, duyuyor muydu beni, o mucizevî üçüncü kulağı sayesinde. Kim bilir, ördek yavrusu ile arasında, benim bilmediğim gizli bir hat vardır. Bu dünyada, hem nasıl bu kadar yalnız, hem de nasıl bu kadar kalabalık olabildiğimize şaşarak, kaldığım yerden yazmaya devam ettim...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 6 Temmuz 2011)

12 EYLÜL SUYU

Posted: 3 Temmuz 2011 Pazar by bülent usta in
0

2007’de ressam ve şairlerimizden Komet ile editörlüğünü yaptığım şiir kitabı “Olabilir Olabilir” hakkında keyifli bir söyleşi yapmıştık. O söyleşinin son cümlesi, Komet’in 1960’larda yazdığı bir dizeyle bitmişti: “Herkes bir şey söylüyor, böylece devam ettiğini anlıyoruz.”


Peki ya gerçekten herkes bir şey söylüyor mu? Yoksa bir şey söylüyormuş gibi yapmayı alışkanlık haline getirenlerin devamlılığına mı tanık oluyoruz? Mesela Kürt sorunu hakkında söylenenlerin ne kadarı dinleniyor, ne kadarı bıktırıcı olacak kadar tekrar, ne kadarı çözüme yönelik? Bunu tespit etmek için televizyon kanallarındaki konuyla ilgili tartışmalara bakmak ya da köşe yazarlarının yazılarını taramak yeterli. Söylenen şeylerden sadece sorunların daha da çetrefilleşerek devam ettiğini anlıyoruz. Çünkü sorunun çözümü için bir şeylerin söyleniyor olması yeterli değil. Yumurta kapıya dayanmadan sorunu çözme gibi bir alışkanlığımızın olmaması da cabası. Deprem olup binlerce kişi öldükten sonra, deprem için önlemler almamıza benziyor yaşadığımız her sorun. Kürt sorununun deprem sorunundan hiçbir farkı yok. Otuz bin kişi öldükten sonra böyle bir sorunun varlığı herkes tarafından ancak kabul edilebilmesi acı bir gerçek değil mi? Peki ya herkes böyle bir sorunun varlığı konusunda hemfikirken, deprem sorununa yönelik çözümlere benzer yarım yamalak, göstermelik çözümlerle insanları oyalamaya çalışmanın sonuçlarını hesaba katacak bir “ortak akıl”dan yoksun oluşumuzu nasıl açıklayabiliriz?

“Ortak akıl” üretemeyişimizin en önemli nedeni, gerçekte nasıl bir sorunun içinde yaşadığımızın farkında olamayışımız aslında. Batı’da yaşayan birisinin, medyanın ve siyasetin kuşatıcı, yok sayıcı dilinden sıyrılarak Kürt sorununu anlayabilmesi kolay bir mesele değil çünkü. Geçen yıl kaybettiğimiz Evrim Alataş gibi yazarların varlığı bu yüzden çok önemli. Evrim Alataş, sorunun varlığını hissettirmek için canla başla yazdı hep. Son yazılarından birisinde şöyle sesleniyordu, Kürtlerin neden isyan ettiğini anlamayanlara: “Arkadaş, üç bini aşkın köyü yaktınız mı? Yaktınız. Binlerce insanı göç ettirdiniz mi? Ettirdiniz. Peki, köy yakma ve yıkma ‘işlemleri’ esnasında milleti meydanlara toplayıp belirli çaplarda Nazi uygulamaları yaptınız mı? Eh onu da yaptınız. Sonra o millet göç ettiği şehirlerde bir kuru ekmeğe muhtaç kaldı mı? Kaldı. Bu çocuklar üniformalardan ve devleti çağrıştıran her şeyden nefret eder hale geldi mi? Geldi... Nefreti için yeterince nedeni var mı? VAR! Öyleyse efendim, susunuz, ‘ekmeğini yediği ülkesine ihanet etmek’ laflarını bırakınız. Çünkü siz, ülkenin ekmeğini yemiş olabilirsiniz, bilemem ama Kürt dediğin dayağını yemiştir bu ülkenin. Çok istiyorsan gel sen de ye, bu sofra herkese açık.”

David Foster Wallace adında, Siren Yayınları’nın peş peşe kitaplarını yayımladığı yazarın “Bu Su” adlı kitabı, iki genç balığın yüzerlerken yaşlı bir balıkla karşılaşmasıyla başlıyor. Yaşlı balık, genç balıklara, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sorar. Genç balıklar, bu sorudan bir şey anlamaz. Çünkü suyun bilgisine sahip olmaları, suyun dışına çıkamadıkları için mümkün değildir.

Wallace, balık hikâyesinin ana fikrinin “gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır” diye yazmış.

Bizi sarmalayan sorunlar, balıkların suyun içinde olup suyun ne olduğunu bilememelerine benziyor biraz. Bizim suyumuz, 12 Eylül’den başka bir şey değil aslında. Ben kendimi bildim bileli 12 Eylül’ün içinde yüzüyorum. 12 Eylül bilgisine elbette sahibim, ama sahip olduğum bilgi, 12 Eylül’süz bir yaşamın nasıl olabileceği bilgisinden yoksun olduğu için, her zaman eksik bir bilgi olarak kalmaya devam edecek. Çünkü 12 Eylül, 12 Eylül 1980’de de başlamış bir şey gibi de gelmiyor bana. Otuz yıldır değiştirilemeyen bir anayasanın varlığı bile, içinde bulunduğumuz suyun derinliğini anlamak için yeterli aslında. O kadar derin bir su ki, suyun içinde ne olup bittiği öyle kolay kolay seçilemediği gibi, suyun yüzeyine ne kadar yakın olduğumuzu da bilemiyoruz. Aşağısını ya da yukarısını seçemediğimiz bir suyun içinde, balık hafızalı insanlara dönüşmemiz ve gördüğümüz en ufak bir parıltıya can havliyle koşmamız, uyanık siyasetçilerin oltalarına yakalanmamızı kolaylaştırıyor ister istemez. Anayasa hukukçularının topluma giydirilmiş deli gömleğine benzettiği 12 Eylül Anayasası’ndan otuz yıldır kurtulamayışımızın başka bir açıklaması olabilir mi?

Seçimlerin hemen ardından, Hatip Dicle üzerinden yaşanan tartışmalar, Blok milletvekillerini meclise sokabilmek için seferber olmuş toplumsal gücü yılgınlığa sürükleme çabası gibi gözüküyor. Siyasetin seyirlik bir medya gösterisi ve parlamentodan ibaret olup olmayacağı, terbiye edilmek istenen o toplumsal gücün mücadelesine bağlı bir bakıma. Hatip Dicle’nin meclis kürsüsüne çıkıp çıkmayacağı, sadece bir hukuk meselesi olarak değil, halkın iradesine sahip çıkma mücadelesi olarak görülmeli. Yoksa, bu bulanık sularda “yalancı yemler”le daha çok balık avlanır...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 29 Haziran 2011)