COPZA LUCA

Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta in
0

Pencereden karın yağışını izlerken, yağan kar sihirli olsa, dokunduğu her şeyi değiştirebilse diye hayal ettim. Yağan karın dokunduğu herkes, birkaç gün de olsa televizyonu değil de pencereden karın yağışını izlese. Karın yağışını izlerken herkes, gündelik hayatın stresinden, hayhuyundan sıyrılıp varoluşsal sorunlarıyla yüzleşebilse. Bilmem farkında mısınız, ne halde olduğumuzun? Yaşamak istediklerimizi değil de, yaşamak zorunda olduklarımızın ağırlığı daha da bir artıyor omuzlarımızda. Bir türlü düzelmek bilmeyen ekonomi için, habire ne mucizeler gerçekleştirdiklerini anlatıyor politikacılar. “Az kaldı, demokratikleşiyoruz. Az kaldı, işsizlik sorunu çözülecek. Yolsuzluklar tarihe karışacak…” deyip duruyorlar. Bundan elli ya da yüz yıl evvel de, başka şekillerde ‘sabır sabır’ deyip, sahte umutlarla oyalıyorlardı dedelerimizi, ninelerimizi... Değişen hiçbir şey yok. Hayatta kalmak için asgari ücrete bile razı yüz binlerce insan yaşamıyor mu bu topraklarda? Binbir hayallerle üniversitede okuyan Jaguarsız gençler, geleceksizliğin sancısıyla sınavdan sınava koşmuyorlar mı? Yine de nasıl açız umuda. Sahte de olsa umutlara kanmaya öyle hazırız ki…

‘Express’ dergisinin Ocak sayısında ünlü deneysel romancı ve şair Kathy Acker’ın Cezayir sorunu üzerine yazdığı yazıdan bir alıntı var. Şöyle diyor güzeller güzeli Kathy Acker: “Bu adi yaşama biçimimizin altında, yemeğimizi yemek istiyoruz, birilerini sevmek istiyoruz. (Kader! Seni seviyorum!) Bireyleri umutsuz çözümlere iten bir toplum yaşanabilir bir toplum değildir. Topyekûn değişmelidir!”

“Topyekûn değişmelidir!” diye haykıran, haykırmakla kalmayıp değiştirmeye kalkışan bir başka güzeller güzeli Ulrike Meinhof’un hayatını anlatan bir kitap yayımlandı bugünlerde. Jutta Ditfurth’ün yazdığı bu biyografi, Saliha Nazlı Kaya’nın çevirisiyle Agora Kitaplığı’ndan çıktı.

Pencereden karın yağışını izlerken Ulrike Meinhof’un o fırtınalı ve hüzünlü hayatını düşündüm. Başarılı bir gazeteci olarak rahat bir hayat sürecekken, ikiz kızlarından ayrı, çatışmalar, işkenceler ve kuşatma altında geçen, hücresinde asılarak öldürülmesiyle sonuçlanan zorlu bir hayatı seçmişti Ulrike. Polisten kaçarken, yazarları arasında yer aldığı ünlü “Konkret” dergisinde, onu teslim olmaya ikna etmek için manevi annesi Renate Riemeck’in “Ulrike Meinhof’a açık Mektup” adıyla bir yazısı yayımlanır. Yazıda demagojik bir dille kısaca “vazgeç” denilmektedir. Ulrike o mektuba “Köle Anne Evladına Yalvarıyor” başlığını taşıyan başka bir mektupla yanıt verir. İğneleyici bir dil kullanan Ulrike şöyle yazar manevi annesinin ağzından: “Bütün köleler iktidara itaat ediyorlar. İsyan edip zafere ulaşanlar bile, köle olmaya devam edebilmek için, zaferlerini iktidarın ayakları altına serecekler. Köleler özgür olmak isteyenlerden nefret ederler. Özgür olanlar, isyanın ne kadar anlamsız olduğunu kavraman için sana yardım etmeyecekler. Cesaretin acımasız, çünkü kendi korkaklığımızı cesaretimizden nasıl gizleyebiliriz ki? Ebediyen köle kalmak yerine ölmeyi tercih etsen de, bizi huzursuz etmeye hiç hakkın yok. Asya’da, Afrika’da ve Güney Amerika’daki plantasyonlarda gardiyanlarını öldüren eziyet altındaki o toprak kölelerini Tanrı affetsin. Biz ev kölelerininse, ellerinde kamçılarıyla o gardiyanları gönderen efendileri cehennemin dibine yollama hakkımız yok. Efendilerin evini düzen içinde tutmak bizim görevimiz. Çocuğum günaha girme. İktidarın verdiği ceza ne kadar korkunç olursa olsun, tövbe et.”


İktidarın Ulrike Meinhof ve arkadaşlarına verdiği ceza, gerçekten de korkunç oldu. Güzeller güzeli Ulrike Meinhof, öldürüldükten sonra bile rahat bırakılmadı. Nazi zihniyetine sahip doktorlar tarafından Ulrike’nin beyni çıkartılıp incelendi. Böylesine eğitimli ve yetenekli safkan bir Alman, nasıl olur da her şeyi topyekûn değiştirmek isteyen bir solcuya dönüşür diye, merak etmiş olmalılar. Mümtaz’er Türköne, solculuğu patolojik olarak nitelendirirken, bu incelemelerden faydalanmış olabilir. Ulrike’nin beyni, ancak yıllar sonra, 2001’de mezarına gömülebildi.

Ulrike’nin yaşadığı deneyimin benzeri pek çok deneyim yaşandı bu topraklarda da. Silahla gidilen yol, çoğunlukla bir yerde tıkandı hep. Tıkandığı yer de, acaba Ulrike’nin alaycı bir dille yazdığı mektupta bahsettiği gibi kölelerin “özgür olmak isteyenlerden” nefret etmesi olabilir miydi? Öyle çok nefret gösterisine tanık olduk ki bu topraklarda, hepsinden tek tek bahsetmeye mecalim yok. Ama, bu topraklarda muhafazakârlığın artması, nefretin de arttığı anlamına geliyor bir bakıma. İnsanlara ahlak dersi veren, herkesi “inançlara saygılı olmaya” çağırırken bir sanat eserine “ucube” diyebilecek kadar sanata ve sanatçıya saygısızca davranabilen bir zihniyetin, gücünü, “özgür olmak isteyenlere” karşı duyulan toplumsal nefretten aldığı söylenebilir. Bu nefret, önce sanatçıları ve aydınları kendisine hedef seçer, çünkü özgür olmayı varoluşsal olarak kendisine iş edinen öncelikle onlardır. Eğer sanatçıların ve aydınların itibarını zedeler, onları piyasa koşullarında terbiye ederseniz, köleleştirmenin önünde artık hiçbir engel kalmaz. Ondan sonra bireyleri istediğiniz kadar yabancılaştırır, onların arzularıyla istediğiniz gibi oynar, gündelik hayatın hayhuyu içinde onları istediğiniz kadar oyalayabilirsiniz. 

Üzerinde durmamız gereken şey, sadece darbe yapmaya hevesli askerlerin varlığı değil, o askeri darbelere ya da diktatörlüğe hevesli liderlere kitlelerin nasıl olup da boyun eğdiği olmalı.

Pencereden karın yağışını izlerken, yağan karın sihirli olduğunu hayal ettim. Yağan karın dokunduğu herkes, bir an Roman şarkıcı Adrian Simionescu’nun “Copza Luca”sını duyup dans etmeye başlasa… Tony Gatlif’in o hüzünlü filmlerinin verdiği haz gibi, acıdan zevk almayı öğrenmektir belki de hayat… Ne yazmıştı Faulkner, “Çılgın Palmiyeler” romanında: “Acıyla yokluk arasında acıyı seçiyorum ben.”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 26 Ocak 2011)

KARANLIĞI SORGULAMAK

Posted: by bülent usta in
0

4 yıl evvel bugün, göz göre göre Hrant Dink vuruldu. Rakel Dink’in cenaze töreninde söylediği sözler hâlâ kulaklarımda: “Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim.”

Hiçbir şey yapılamadı sevgili Rakel Dink. Söylediğin gibi, “bir bebekten bir katil yaratan karanlık” sorgulanamadığı için, dört yıldır hiçbir şey yapılamadı. Katiller, bir kahramanmış gibi ortalıkta gezdiği sürece, o katilleri koruyup kollayanlar makamlarında oturduğu sürece, daha uzun süre bir şey yapılamayacak. Çünkü bizler, bırakın karanlığı sorgulamayı, karanlıkta yaşamaya fena halde alıştırıldık.

Hrant Dink’in ölümünden sorumlu olanlar sadece tetikçi ve ona yardım ettiği öne sürülen birkaç kişi miydi? Peki, devletin içine sızmış birileri mi onları tetikçi olarak kullanmıştı? Avukat Fethiye Çetin, yıllardır ısrarla, “Genelkurmay Başkanlığı’ndan yargı makamlarına, hükümet sözcülerinden güvenlik birimlerine, medyadan paramiliter güçlere, tüm resmi/siyasi aktörlerin Hrant Dink’in öldürülmesinde, cinayetin önlenememesinde, gerçek faillerin ortaya çıkarılmamasında sorumluluğu” olduğunu söylüyor.

Sorumlular listesine “biz”i de eklememiz gerekmiyor mu? Göz göre göre işlenen bu cinayete, öyle ya da böyle seyirci kalanları? Vaktinde tüm o kurum ve kuruluşları harekete geçmeye zorlamayanları? Abdi İpekçi cinayetinden Uğur Mumcu cinayetine yüzlerce cinayetin, Sivas katliamı gibi onlarca katliamın önlenememesinde, sorumlularının cezalandırılamamasında, bizim de payımız yok mu? Karanlıkta yaşamaya alıştırılan bizler, karanlığı sorgulamak için elimizden gelen her şeyi yaptık mı? Sadece anma etkinlikleri düzenleyerek ve senede bir gün toplanarak, bu karanlığı dağıtmamız mümkün olacak mı?

Avukat Fethiye Çetin’e göre, bu karanlığın yaptığı işlerde olağanüstü bir uyum gözleniyor. “Dink cinayetinin hazırlanması, işlenmesi, cinayetin ardından delillerin gizlenmesi, karartılması, gerçeğin üstünün örtülmesi, yargı süreçlerinin sınırlarının ve çerçevesinin çizilmesi ve bu sınırların dışına çıkılmamasındaki uyum”un benzerini, karanlığı sorgulamak için yeterince gösteriyor muyuz?

Karanlığı sorgulamak için, öyle aman aman felsefi bir derinlik filan da gerekmiyor. Çünkü korkularımızla, umursamazlığımızla, otoriteryen kültürel yapımızı sorgulamayışımızla, karanlığı derinlerde gizleyen bizleriz. Onlar, sadece çeşitli yasaların, hukuki düzenlemelerin, gizli ya da açık ırkçı hissiyatların arkasına gizlenselerdi, bu kadar pervasız olabilirler miydi?

27 Ocak 2007’de yüz binlerce kişinin yürüdüğü günü anımsayın. Yüz binlerce kişi, sanki bir kâbustan uyanmak istercesine sokağa dökülmüştü. Bir şey, onları mıknatıs gibi tek bir noktaya doğru çekmişti. Yürüdükçe, yürünülen sokakta köylüler, işçiler, memurlar, üniversiteli gençler, işsizler, aydınlar, sanatçılar çoğalmıştı. Öyle çok ve öyle kararlıydılar ki, karanlığın hizmetkârları, şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilememişlerdi. Hele ki, “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganı, İstanbul’un sokaklarında, meydanlarında yankılanınca, ölümlerle, işkencelerle, ırkçılıkla beslenerek büyüyen karanlık, sanki başlarına yıkılmıştı.

27 Ocak 2007’deki o yürüyüş, bir başlangıçtı. O gün orada olanlar, geçen bu dört yıl boyunca bir şeylerin değişmesini beklediler. Ama onlara sunulan, Ağca’nın starlar gibi devletin televizyonunda ağırlanışı, yüzlerce cinayetten yargılanan Hizbullahçıların serbest bırakılışı, Hrant Dink’in her şeye rağmen 301. Madde’den mahkûm edilişi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde akıllara durgunluk veren skandal Nazi savunması gibi şeyler oldu. Diğer cinayetler gibi, Hrant Dink cinayetinin de çözümsüzlüğünü kabullenmemiz bekleniyor açıkçası. Hatta 2012’ye kadar cinayeti işleyen kişi hüküm giymezse, tahliye olabileceği bile konuşuluyor. Dört yılda geldiğimiz nokta bu. Tüm bu gelişmelerden sorumlu olan hükümet de, “heykel” ve “dizi” tartışarak gündem yaratmakla meşgul. Ne de olsa, karanlıkta yaşamaya alıştırıldık. Biraz daha karanlık, daha karanlık yapmaz hayatımızı.

Dört yıldır gökyüzünde kanatları kana bulanmış güvercinler uçuyor... Denizin üzerinde kanatlarını yıkayacak bir damla su bulamayan güvercinler... Hrant Dink cinayeti tüm yönleriyle aydınlatılmadığı sürece, kanatları kana bulanmış güvercinler eksik olmayacak gökyüzümüzden...

Bugün saat 3’te, BirGün yazarı Hrant Dink için, Agos gazetesi önünde…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 19 Ocak 2011)

KARA NOKTALAR

Posted: by bülent usta in
0

Her şey hareket ediyor. Şu gördüğün dağlar bile... Belki biz görmüyoruz dağların milim milim yürüdüğünü. Hissetmiyoruz hiç, Dünya’nın 1670 km hızla döndüğünü. Evrende hareket etmeyen, değişmeyen hiçbir şey yok. Umutsuzluğa kapıldığım zamanlar, Güneş’ten daha büyük yıldızların nasıl söndüğünü, yeni yıldızların da nasıl doğduğunu düşünürüm.

Bugünlerde herkes yargının ne hale geldiğini tartışıyor, yaşanan son tahliyelerle birlikte. Seri katiller aramızda dolaşıyor diye manşetler atıyor gazeteler. Hizbullahçıların salıverilmesinin yeni faili meçhul cinayetlere neden olmasından endişe ediliyor. Ama bu tahliyeler, yargının ne halde olduğunu da tamamen gözler önüne sermiyor mu? 28 yıl süren siyasi davaların yaşandığı bir ülkede, yakın zamana kadar pek çok kişi “yargıya güvenim tam” diye söze başlamaz mıydı? Şimdi de “yargının çivisi çıktı” diye hayıflanıyor olmaları, dağların yürüdüğünün traji-komik bir ispatı olsa gerek.

Bir başka traji-komik hadise de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün öğrenci konseyi temsilcilerini davet ettiği yemeğe, öğrencilerden birisinin Jaguar marka otomobiliyle gitmesi oldu. Bence eşi benzeri olmayacak şık bir hareketti bu. Her şeyi nasıl da güzel bir biçimde gözler önüne sermişti. Eminim köşke girerken, öğrencilerin üstünde yumurta kontrolü de yapılmamıştır. Onun yerine jambonlu yumurta yedirmişlerdir davetlilere...

Bugün artık son olaylarla birlikte tamamen gözler önüne serilen, inkâr edilmesi ya da görmezden gelinmesi mümkün olmayan bir başka hadise de muhafazakârlık... “Porno tez” tartışmaları, Bilgi Üniversitesi’nin telaşa kapılıp hocaları işten atması, sanatçı Şükran Moral’ın ölüm tehdidi alıp yurt dışına kaçması, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın bir televizyon dizisine karşı gösterdiği tahammülsüzlük ve cezalandırma talep eden yaklaşımı ve daha pek çok olay, muhafazakârlaşmanın geldiği noktayı apaçık bir biçimde gözler önüne seriyor. Tophane’deki galeri baskınları ve sanatçılara dayak, bitmeyen başlangıçlardan biriydi sadece. Mersin’deki bir lisede okul müdürü, kız ve erkek öğrencilerin en fazla 45 cm yaklaşabileceğini buyurup yemekhanelerini bile ayırması gibi şeylere de iyice alışmıştık zaten. Bitmeyen başlangıçlara başka şeyler de ekleneceğinden bahsedip korkuları depreştirme niyetinde değilim. Ya da korkular üzerinden siyaset yapmayı teşvik etmeye de niyetim yok. Ama her şeyin bu kadar alenen yaşanıyor olması, bence olumlu bir gelişme. Her şeyin geçiştirilmesine, gizlenmesine, şimdi daha önemli şeyler var deyip ertelenmesine çok alışmıştık. Artık her şeyin bu kadar çıplak bir biçimde gözler önüne serilmesi, dağların yürümesini hızlandırabilir belki...

Belki diyorum, çünkü muhafazakârlaşmanın feci yanlarından birisi de, “bakar körlük”tür. Siz ne kadar her şeyin ortaya serildiğine inansanız da, muhafazakâr kişi, baktığı şeyi değil, inandığı şeyi görür. Çünkü muhafazakârlığın temel niteliği “muhafaza” etmeye dayanır. Muhafazakâr kişi, değerlerini, inançlarını muhafaza etmek adına, eşcinselliği hastalık, flört etmeyi günah, çocuk yapmayı görev olarak değerlendirip sadece kendi arzularını değil, başkalarının da arzularını kilit altında tutmak için çabalar. Yani bir muhafazakârın -Bülent Arınç örneğinde olduğu gibi- demokrat olmasının sınırları vardır. İnançlarına karşı diye orduya kafa tutabilir, üniversiteye başörtüsüyle girilmesi için inanç ve fikir özgürlüğünden bahsedebilir, Mustafa Kemal’in tabulaştırılmasına karşı çıkabilir. Ama Said Nursî’yi tabulaştırmaktan, Kanuni’yi seks düşkünü gösteriyorlar diye bir TV dizisini hedef göstermekten çekinmezler. Muhafazakârlaştırılmış bir toplumda, ilerleme denilince sadece teknolojik ilerleme ya da ihracatın artması anlaşılır. Ve toplumu bir kere muhafazakârlaştırırsanız, dağlar yürümeyi bırakıp koşsa bile, o topluma bir şeylerin değiştiğini anlatamazsınız.

Bugünlerde Paul Auster’ın Seçkin Selvi çevirisiyle Can Yayınları’ndan çıkan “Sunset Park” adlı romanını okuyorum. Romanın bir yerinde, romanın karakterlerinden birisi olan Miles’ın “kendisini kardan yapılmış bir dünyadaki kara bir nokta gibi” gördüğü yazıyordu. Kim kendisini “kardan yapılmış bir dünyada” “kara bir nokta” gibi görmek ister ki? Berbat bir durum. Aydınların ve sanatçıların ölümcül lanetidir bu ve başka türlü de var olmaları mümkün değildir. Muhafazakârlık, “kardan yapılmış” tertemiz bir dünya vaat ederken, onlar, temizliğin karlar altına gömülen arzulardan ibaret olduğunu bilirler. Bahar gelince doğanın canlanması gibi, arzuların da karlar eriyince topraktan fışkıracağını hayal ederler. Ve bir gün, o kara noktaların bir araya gelip kara delikler oluşturacağı umudunu taşırlar içlerinde. Her türlü maddi oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyen uzaydaki kara delikler gibi kara delikler... Tüm arzuları kendisine çekip onlardan yeni evrenler oluşturan kara delikler...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 12 Ocak 2011)

KADIN BEDENİNDE SABOTAJ

Posted: by bülent usta in
0

Godard’ın 60’larda çektiği filmlerden kendime bir sinema gecesi yaptım geçenlerde. ‘Alphaville’, ‘Vivre sa vie’, ‘Le petit soldat’, ‘A bout de souffle’... Filmleri izlerken, eski siyah-beyaz filmlerden neden keyif aldığımı düşündüm uzun uzun. Öncelikle, o incelikli sinema anlatımının günümüzde görsel efektler içinde kaybolmaya yüz tuttuğunu düşündüm. Artık sinemada öncelik senaryoda değil, kullanılan görsel efektlerde. Üç boyutlu, görsel efektlerle süslü filmlerin çoğunda sıradan bir senaryodan başka bir şey yok. İşin kolayına kaçan sinemacılar, özgün senaryo derdine düşmek yerine, birkaç ünlü ismin ve görsel efektlerin arkasına gizlenerek senaryonun zayıflığını kapatmaya çalışmaktan vazgeçecek gibi görünmüyorlar.

Baudrillard, Yaşar Avunç çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Cool Anılar’ kitabında “günümüz filmlerinin çoğu içeriklerinin kanlı sapmasıyla, öykülerin ve bunların aldatıcı teknolojisinin yoksulluğuyla –yararsız high tech- yönetmenlerin kendi araçlarını ve kendi mesleklerini küçümsemelerine” neden olduğunu yazıyordu. Hatta “görüntünün görüntü profesyonelleri tarafından sabote edilmesi, politikanın politikacıların kendileri tarafından sabote edilmesiyle aynı kapıya” çıkıyordu Baudrillard’a göre.

Politikayı nasıl politikacıların kendisi sabote ediyorsa, solcular da solu sabote etmek konusunda kimseye fırsat bırakmıyor. Nasıl mı? Bugüne kadar üretilmiş teorileri ve tarihsel birikimi sıfırlayarak... Ben böyle söyleyince “onlar da solcu mu?” gibi sözler duyuyorum etrafımda. Nasıl solcu oldukları ayrı bir tartışma konusu olsa da bana göre kendisine solcuyum diyen herkes solcudur. Bunca tecrübeden sonra, solcuların solu homojenleştirme çabasından artık vaz geçmeleri gerek.

Geçen gün NTV’de Oğuz Haksever’in hazırladığı “Gerçek Orada Bir Yerde” adlı programda Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şerif Mardin konuşuyorlardı. Murat Belge, solun içler acısı halinden bahsetti yine. Gündüz Vassaf da, geçmiş sosyalist deneyimlerin bireye önem vermemesi yüzünden çöktüğünü anlattı. Yani yıllardır sola yönelik yapılan küçümseyici eleştirilerin bir özetini dinledik. Geçmiş sosyalist deneyimlerin savunusunu yapacak değilim. Ama bu “ne olacak solun hali” retoriği artık bıkkınlık getirdi. Sanki bir yerde solcu diye birisi var ve ona konuşuyor herkes. “Cumartesi Anneleri”nin 300. defa toplandığı bir ülkede, solcuları suçlamaktan kolay ne var? Hatta o programda “yumurta” meselesi açılınca, Murat Belge “o işin hedefi başka” diyerek konuyu kapattı. Şimdi bu “yumurta” hadisesi ilginç aslında. Ulusalcıların attığı yumurtalarla, özgürlükçü solcuların attığı yumurtanın hedefi aynı olduğu için, ikisinin de aynı kefeye yerleştirildiğini görüyoruz. Benim önerim, yumurtaları boyamak... Böylelikle yumurtaların kime ait olduğu ve gerçek hedefinin ne olduğu belli olur. Meselenin elbette komik tarafı bu. Gözden kaçırılan nokta, toplumsal muhalefetin homojen olamayacağı gerçeği. Hükümete muhalefet eden herkesi aynı niyete sahip olmakla suçlamak, muhalifleri zayıflatma amacından başka neye hizmet edebilir ki? Hükümete eşcinseller de, Kürtler de, ulusalcılar da, çevreciler de, birbirlerinden farklı, hatta tamamen birbirlerine zıt nedenlerle muhalefet edebilirler, ediyorlar... Ulusalcılar ülkeyi bölüyorsunuz diye, Kürtlerse daha fazla özgürlük isteğiyle, tamamen birbirlerine zıt taleplerle aynı hedefe yumurta atabilirler. Eğer atılan yumurtalar iktidar sahiplerine değil de yazarlara yönelikse, orada bir sorun elbette var. Ama polisin uyguladığı şiddetle yumurta eylemini eşitleyenlerin düşünsel körlüğünü, cehaletle açıklamanın izahı yok maalesef. Gazze’yi bombalayan İsrail’in, onlar da bize roket atıyorlar savunusu yapması bile komik bulunurken, yumurtayla jopu, biber gazını aynılaştırmak nasıl açıklanabilir bilmiyorum.


Porno Tez

Bilgi Üniversitesi’nde bitirme tezi olarak porno çekildiğine dair haberler dolaşıyor ortalıkta. Üniversite yönetimi, tezle ilgili öğretim görevlilerini görevden almış. Olayın aslını ve tezin içeriğini bilmediğim için, bir yorum yapamayacağım. Peki üniversitede porno tez konusu olabilir mi? Olabilir ve olmalıdır da... Meseleyi hem savunu, hem de eleştiri yönünden akademiler tartışabilmeli. Özellikle yabancı literatürde feminizm ve “cinsel özgürlük” meselesi yönünden porno çok ciddi bir tartışma konusu. Hatta “feminist porno filmleri festivali” bile yapılıyor başka ülkelerde. Bizim gibi muhafazakârlaşan ülkelerde, pornonun konumu ve yeri ise elbette çok farklı. Ve bu meseleyi, cinsel özgürlükler üzerinden tartışmaya açmamız şart. Daha önce devasa bir endüstriye dönüşen pornoyu eleştiren yazılar yazmıştım. Ama meseleyi endüstri sınırları dışında tartışmak gerekiyor.

Cinsel özgürlüğün kilit noktası, aslında kadın özgürlüğünde düğümlenen bir mesele. Kadınların özgürlük mücadelesinin alacağı mesafe, cinsel özgürlüğün de sınırlarını belirliyor ister istemez. Bu aralar meseleye edebiyat açısından bakan Tamer Kütükçü’nün Cinius Yayınları’ndan çıkan “Kadın Bedeni ve Cinselliğin Temsili” adlı kitabı yayımlandı. Adalet Ağaoğlu’ndan Leyla Erbil’e, İnci Aral’dan Latife Tekin’e, kadın edebiyatçılarımızın kadın bedenini ve kadın cinselliğini eserlerinde nasıl ele aldıklarını inceliyor kitap. Tamer Kütükçü’yü “Varlık” dergisindeki yazılarından takip ediyor ve böyle bir çalışma yapmasını açıkçası bekliyordum. Kadın edebiyatçıların kadın bedenini ele alış şekli gerçekten de ilginç ayrıntılarla dolu. Ama beni asıl ürküten, incelenen yapıtlarda da ortaya konulduğu gibi, kadınlarımızın bedenlerindeki tarihin aslında acı dolu ayrıntılarla dolu olduğu. Ve toplumun muhafazakârlaşmasıyla, cinselliğin bir yara gibi o bedeni kaplamaya devam edeceği.

“Cool Anılar”da Baudrillard, bugüne kadar çekilmiş en güzel feminist filmin Ridley Scott’ın “Thelma & Louise” olduğunu ve filmde ele alınan özgürlük anlayışının, “önlerindeki mekânı ısrarla istemeye değil, kendilerinden başka hiçbir şeyle boy ölçüşmeksizin bu mekânı yaratmaya dayanır” diyordu. Bu da bedende başlayan bir süreç... Sadece ruhların değil, bedenlerin de özgürlüğü için, önce kadınlar...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 5 Ocak 2011)

CENNET AĞZI

Posted: by bülent usta in
0

Yağmurlu havalar yüzünden olsa gerek, sürekli uykum geliyor. Otobüste ya da iş yerinde kafamı koyacağım bir yer bulur bulmaz güzel rüyalar görme umuduyla gözlerimi kapatıyorum. Bu sabah da öyle oldu. Belediye otobüsüyle üniversitede ders vermeye giderken Norman Manea’nın Nesrin Demiryontan çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan “Holigan’ın Dönüşü” adlı romanını okuyordum. Cennet ve cehennemden bahsediyordu bir yerde ve pencereye çarpan yağmur damlalarının sesiyle uyuya kalmışım. Ama emin değilim, çünkü rüyamda da aynı otobüste kitap okurken uyuya kalıyordum. “Inception” filmindekine benzer, rüya içinde rüya görüyordum anlayacağınız. Bu yazıyı yazarken de, uyanık olup olmadığım konusunda emin değilim. Belki de Sufilerin dediği gibi “hayat bir rüya hali”den başka bir şey değildir.

Otobüste gözümü açtığım zaman, ne Beşiktaş her zamanki Beşiktaş’tı, ne de Etiler her zamanki Etiler... Araç trafiği yoktu ya da gökyüzünü kaplamış olan yağmur bulutları... Pırıl pırıl bir bahar sabahıydı ortalık. Ama otobüs her zamanki güzergahını izlemiyordu. Kendimizi bir anda Galatasaray Lisesi’nin önünde bulmuştuk. Lisenin önündeki kalabalığı görür görmez tanımıştım Cumartesi Anneleri’ni... Annelerin otobüse binmesini bekledik. Epey kalabalık olmuştu otobüs. Annelerden birisine yerimi verip ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Daha önce gördüğüm gibi gözü yaşlı değildi hiçbirisi. Aksine yüzleri gülüyordu. Annelerden birisine neler oluyor diye sordum. “Gidiyoruz” dedi, “çocuklarımız bizi bekliyor.” “Neredelermiş” diye şaşkınlık içinde sordum. Soruma yanıt vermedi kimse. Ama otobüs şoförü nereye gittiğinden oldukça emindi. Rüyalarda mesafeler, gerçek yaşamdakinden farklı olduğu için olsa gerek, otobüs kısa sürede Özbekistan’a varmıştı. Etgar Keret, “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” adlı öykü kitabında Özbekistan’da bulunan “Cehennem Ağzı” diye bir yerden bahsediyordu. Halbuki orada “Cennet Ağzı” diye bir yer de varmış. “Cennet Ağzı” denilen, bir dağın içindeki oyuktan yirmi dört saatliğine ölüler dünyayı ziyarete geliyormuş. Analar, gözaltında kaybettikleri çocuklarıyla “Cennet Ağzı”nın bulunduğu yerdeki kasabada hasret gideriyorlarmış. Karşılama mekânına, adım listede olmadığı için almamışlardı. Ben de “Cennet Ağzı Kasabası”ndaki kahvehanelerden birisine oturarak otobüsün dönüş saatini beklemeye başladım. Yaşadığım şeyin, rüyadan başka bir yerde gerçekleşemeyeceğini bildiğim için, bu rüyanın tadını çıkarmak istiyordum. Ama bulunduğum kahvehaneye, elinde tahta bavulu olan bir genç girdi. Sanki vücudunu beyaz bir ışık sarıp sarmaladığı için, onun diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştım. Genç adam, masalardan birisine oturarak içecek bir şey söyledi. Karşı taraftan birisini görmenin heyecanıyla yanına gidip masasına oturup oturamayacağımı sordum ben de. Buyur etti delikanlı. “Ziyaretçilerden misin?” diye sordum. “Evet” dedi. “Neden karşılama mekânında değilsin?” diye sordum bu defa. “Benim annem yok” dedi, “hiç tanıyamadım kendisini. Ölmüş olsaydı, onu bulurdum mutlaka. Belki beni bulur diye ziyaret saatlerinde çıkıyorum dışarıya.” Başka kimsesi olup olmadığını soramadım. Yok demesinden çekindim. “Bunun bir rüya olduğunu biliyorsun değil mi” dedi. “Evet, sanırım” dedim. Nedense “Böyle biliyor olman güzel” gibi şeyler söyledi. “Sana bir şey söyleyeyim” dedi. Heyecanla “buyur” dedim. “Bizlerin ölüm nedenlerini araştıran bağımsız bir komisyon kurulmalı. Biz genç yaşta öldüğümüz için üzülmüyoruz hiç. Elbette sevdiklerimizden ayrı düştüğümüz için acı çekiyoruz. Ama o acı, uğruna öldüğümüz güzel günlerin düşüyle hafifliyor. Ama neden ve nasıl öldüğümüz ortaya çıkarılamadığı için derin bir huzursuzluk yaşıyoruz.” “Cumartesi Anneleri, 25 Aralık’ta 300. defa Galatasaray Lisesi’nin önünde toplandılar” dedim. Gözleri çakmak çakmak yumruğunu masaya indirdi: “Sadece anaların üzerine yıkılamaz bu görev!” diye haykırdı. Ona her ne kadar “Cumartesi İnsanları”ndan da bahsetsem, haklıydı aslında. Sorumlular bulunana kadar her gün Cumartesi olmalıydı. Cumartesi Anneleri, üzerlerine düşeni fazlasıyla yapıyordu ama ya diğer insanlar? Onlar ne yapıyordu? Gözaltında kaybedilen Kenan Bilgin için, zamanın devlet bakanı, “Ben de haber alamadım, bence Kenan Bilgin’i konuşturamadılar, işkence yaptılar, bir kenara da attılar” dememiş miydi? Her şey bu kadar ortadayken, Cumartesi Anneleri 300’üncü defa toplanıp bekleyişlerini sürdürüyordu.

İçimdeki acıyla rüyam dağılıp yeniden itiş kakışın yaşandığı, trafikte zar zor yol alan önceki otobüste buldum kendimi. O pırıl pırıl bahar sabahı gitmiş, yağmur yüklü kara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü. Balıkçı dostum Cavit Abi’nin “her şey birbiriyle alakalı” sözünü anımsadım o an. “Eskisi kadar balık yok. Havalar da şaşırdı iyice. Ama balıkların yokluğu ile havaların bozulması birbiriyle alakalı şeyler. Balıklar azaldıkça havalar daha bozacak. Her şey birbiriyle alakalı anlayacağın. İnsanların çoğu, bunun farkında değil. Aslında farkında olamıyorlar. Bu alakayı görmelerini istemiyor tepedekiler” demişti. Biz ne zaman Cumartesi Anneleri’yle alakalı olan şeyleri görebilirsek, o zaman baharları bahar gibi, kışları da kış gibi yaşıyor olacağız. O zaman, üzerimize çöken laneti bozacağız. Gördüğümüz rüyalar bile değişecek... Belki de her sokağın başında bir “Cennet Ağzı” belirecek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 29 Aralık 2010)

BALIKLAR AZALDIKÇA

Posted: by bülent usta in
0

Balıkçı kahvesinde herkes sıkıntılı bugünlerde. Balığa çıkamayan bir balıkçı, yazamayan bir yazar gibi, kendisini boş ve gereksiz hisseder. Ama balıkçılar, yazarlar kadar kaygılı bir ruh haline sahip olmazlar hiçbir zaman. Cavit Abi, masama oturduğu zaman, nasıl bu kadar rahat olabildiğini sordum. Güldü bu soruma Cavit Abi. Sonra “bir çay söyle de anlatayım” der gibi baktı. Ben de Osman’a “çayları tazele” der gibi baktım ve anlatmaya başladı Cavit Abi: “Eskisi kadar balık yok. Havalar da şaşırdı iyice. Ama balıkların yokluğu ile havaların bozulması birbiriyle alakalı şeyler. Balıklar azaldıkça havalar daha bozacak. Havalar bozdukça, insanların ruh hali daha kötüye gidecek. Her şey birbiriyle alakalı anlayacağın. İnsanların çoğu, bunun farkında değil. Aslında farkında olamıyorlar. Bu alakayı görmelerini istemiyor tepedekiler. Nasıl huzurlusunuz diye soruyorsun. Deniz, balıkçıyı eğitir. Balıkçı, doğayla savaşarak değil, uyum göstererek yaşayacağını öğrenir denizden. Biz de denizdeki balıklar gibiyiz sonuçta.”

Cavit Abi’nin bu “her şey birbiriyle alakalı” felsefesini Kungfu Hikmet’ten de dinlemiştim. Sanırım onların olaylara bir tür animistik bakış açısıyla bakabilme ve olaylar ile nedenler arasında kurabildikleri ilişkiyi kurabilme becerisinden yoksunuz. Mesela, ateşkes dönemiyle silah yasasının hazırlanması arasında bir ilişki var mıdır? Cavit Abi’ye sorsam, “silah tüccarlarının ateşkes yüzünden işleri kesat bu aralar, o yüzden böyle bir tasarıyı meclisten geçirmek istiyorlar” diyebilir. Ya da 19 Aralık ve Maraş katliamları arasında bir bağ var mıdır? Cavit Abi, Hrant Dink’in öldürülmesini de bu katliamlar zincirine bağlayacaktır muhtemelen. Haydarpaşa Garı yangını ile, şiir okumayan toplum gerçeğini de buluşturabiliriz bu mantıkla.

Türkiye’de yaşanan tüm katliamların, politik açmazların temelini, balıkçı felsefesinin ve Ricouer’ün yardımıyla tek bir noktada buluşturabiliriz: Kimlik... Kim ne derse desin, yaşadığımız bütün sorunların temelinde “kimlik” meselesinin yattığını ve bu meseleyi çözemediğimiz sürece, bu topraklarda rahat yüzü göremeyeceğimizi, katliamlar zincirine yeni halkalar ekleneceğini, silah tüccarlarının servetine servet katacağını, faşizmin her tür şiddetine daha da alışacağımızı kabul etmemiz gerek. Kimlik meselesi, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da çağımızda uğraşacağı temel mesele olmaya devam edecek. Özellikle bizimki gibi ulus-devlet modeliyle çelişen toplumsal bir yapıda, daha sancılı ve çatışmalı olacağı da kesin. Bugünlerde gündemi epeyce meşgul edecek Demokratik Toplum Kongresi’nin yayımladığı bildiri bunun bir örneği.

Kılıçdaroğlu da, Erdoğan da, meselenin kimlik boyutunu ya görmüyor ya da yanlış anlıyorlar. Kılıçdaroğlu’na göre, mesele ekonomik. Erdoğan’ın ise ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlayamadık. “Demokratik Açılım” adının “Milli Birlik ve Kardeşlik”e dönüşmesi bile, meselenin geldiği boyutu gösteriyor aslında. Milli birlik, kardeşlik filan dedikçe, karşı taraf da çıtayı yükseltmeye devam edecek gibi gözüküyor.

Aslında CHP’nin de, AKP’nin de, kimlik sorunu karşısında takındıkları bu tavır anlaşılır bir şey. Ulus-devlet perspektifiyle, kimlik meselelerini çözebilme şansları neredeyse hiç yok. Bu kadarcık esniyor oluşları bile, sürecin ne kadar ağırlaştığının bir kanıtı olsa gerek.

Daha önce de bahsettiğim, Mehmet Rifat çevirisiyle YKY’den çıkan “Eleştiri ve İnanç” adlı kitapta Paul Ricœur, kimlik meselesine komünotarizm ile evrenselcilik arasındaki tartışmalardan bakıyor. Özellikle ABD’de bu tartışmaların çok somut temellere dayandığını söylüyor: “ABD’de çokkültürlülük iki olguya dayanır: Dernek yaşamının sürekli oluşturucu gücü ile yerel erklerin federal erke göre öncelik hakkı.” Fransa’da ise, güçlü bir evrenselcilik hâkim. Fransa’da yaşanan devrimci kopuş, tüm ara kurumları ortadan kaldırarak birey ile devleti karşı karşıya getirmiştir. ABD ise, “her biri kendi gelenekleri ve kültürleriyle donanmış ve art arda gelen göçmen topluluklarından oluşmuştur.” Türkiye, devlet olarak modelini Fransa’dan aldığı için, tıpkı Fransa’da olduğu gibi birey ile devlet arasındaki bütün ara kurumları ortadan kaldırmaya çalışmış, ama toplumsal yapı buna müsait olmadığı ve ideolojik yapıdaki yetersizlikleri otoriter makyajlarla gizleme hastalığı, ulus-devlet modelinin ihtiyaçlara karşılık vermesini engellemiştir. Çünkü bizdeki dini ve etnik yapı, Fransa’yla benzerlik taşımıyor. “Uygarlıklar Beşiği Anadolu” derken bile, çokkültürlülüğün bu topraklarda esas olduğunun altını çizmiş olmuyor muyuz? Mübadeleler, tehcirler, katliamlar da, ulus-devlet modelini kötü bir kopyaya dönüştürdü ister istemez. Baksanıza, Maraş katliamını anmak için toplananların önü, bozkurt işareti yapanlarca kesilebiliyor. Mağdurların kendi ölülerine bile sahip çıkmasına izin verilmiyor. ABD’de bilmem kaçıncı defa Ermeni Yasa Tasarısı senato gündemine alınıyor. DTK, özerklik istediğini açıklayan bir bildiri yayımlıyor.

Aslında bu meselenin bu hale gelmesinin önü, çok önceden kesilebilirdi. Ricœur, kitapta “tanınma” ve “kimlik” arasındaki farktan bahsederek bir ipucu veriyor: “Tanınma kavramı bana çokkültürlülük tartışmasının genellikle çevresinde dönüp dolaştığı kimlik kavramından çok daha önemli görünüyor. Kimlik kavramında yalnızca aynılık fikri vardır; tanınma ise, işin içine doğrudan doğruya başkalığı (ötekiliği) katan, aynı ile başkası arasında bir diyalektik sağlayan kavramdır. Kimliğin hak olarak istenmesinin başkası açısından her zaman için şiddetli bir yanı olmuştur. Buna karşılık, tanınmanın arayışı karşılıklılığı içerir.”

Aslında Ricœur, başka meselelerde de sergilediği uzlaştırma alışkanlığını bu meselede de ortaya koymuş oluyor. Çünkü “birey”i temel alan evrenselciliğin, tamamen göz ardı edilemeyecek kazanımlara sahip olduğunu öngörüyor. Komünotarizm ile evrenselcilik arasında diyalektik bir ilişkinin kurulmasının, daha faydalı sonuçlar yaratacağını iddia ediyor. Meselenin çözümü, Türk ya da Kürt olmayı ya da dini aidiyetleri “birey” olmanın önüne geçirecek iç kimlikleri güçlendirmek değil. Meselenin çözümü, var olan tüm kimlikleri tekleştirecek, birbirine katıp eritecek politikalar da değil. Bizi bu yakıcı meselenin iki kutuplu halinden kurtaracak olan yeni bir bakış açısına acilen ihtiyacımız var. Yoksa, Cavit Abi’nin dediği gibi “balıklar azaldıkça havalar daha da bozacak...”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 22 Aralık 2010)

KARARTMA GÜNLERİ

Posted: by bülent usta in
0

Bir tür karartma günlerine benzetiyorum yaşadığımız süreci. Gazeteleri, köşe yazarlarını okuyunca, televizyonlarda neredeyse her akşam aynı kişilerce icra edilen tartışma programlarını izleyince, karartmanın boyutlarını tahmin etmekte güçlük çekiyorum.

Entelektüel düzeyde de ciddi bir karartma içindeyiz. Liberal bir köşe yazarı çıkıp polisin orantısız şiddetiyle öğrenci eylemlerini aynı kefeye koyarak, sözü “orantısız şiddet istemiyorsak, orantısız eylem de yapmayın” demeye getirebildi örneğin. Hemen ardından da sıfır toleransla Türkiye’nin işkence meselesini çözdüğünü iddia ederek, sanki toleransın azalacağına dair üstü kapalı bir uyarıda da bulundu. Liberallerimizin bile fena halde devletçi oluşuna şaşırmıyorum elbette. Ama yine de bir liberalden, öğrenci eylemlerini desteklemese bile, göstermelik de olsa polis şiddeti karşısında durmasını beklerdim.

Aslında bütün mesele, yıllar yılı süren açık ya da gizli mücadelelerin sonucunda sol muhalefetin sesinin kısıldığına dair yerleşmiş inancın sarsılmasıyla alakalı. Yoksa Burhan Kuzu, kendisine yumurta atılmasına neden bu kadar şaşırdı ki? Üyesi olduğu iktidar partisi, eğitimle ilgili hangi sorunu çözdü de, öğrencilerin tepkisine şaşırıp kızabiliyor? YÖK’ü mü kaldırdı? Eğitimi parasız hale mi getirdi? Dershane meselesini mi çözdü? Üniversiteyi bitirenlerin rahatça işe yerleşmesinin olanaklarını mı yarattı? Daha geçenlerde Başbakan’ı protesto etti diye öğrenciler hapis cezası almamış mıydı?

Aslında “karartma günleri”, sadece bu iktidar dönemine özgü bir uygulama değil. Önceki iktidarlar faili meçhul cinayetleri ya da dört başı mamur yolsuzlukları gizlemek için ciddi “karartma”lar uygulamıştı hatırlarsanız. Mesela Çiller dönemini, nedense kimse eşelemek istemiyor. “Bir+Bir” dergisinin son sayısında, 90’ların efsane gazetesi “Özgür Gündem”in Diyarbakır bürosunda yaşanan olayları anlatan “Press” adlı filmin yönetmeni Sedat Yılmaz’la yapılmış bir söyleşi var. Söyleşide “kurşunla tekzip” diye bir şeyden bahsediyor Sedat Yılmaz. “Kurşunla tekzip”, bir şeyhin, ağanın ya da kontrgerillanın hoşuna gitmeyen haber yapan gazetecinin öldürülmesi anlamına geliyor. Gazeteci ölümlerinin sıradanlaştığı “karartma günleri”ni anlatıyor “Press” filmi... Sedat Yılmaz’a göre, artık “kurşunla tekzip” olmasa da, kurşunların yerini para cezaları alarak “karartma günleri” sürmeye devam ediyor.

Mağduriyet ve Haklar

Siyasi belleğimizi canlı tutacak “Press” gibi filmlerin çekilmesi gerçekten de mühim bir olay. Ama geçmişte yaşanmış mağduriyetlerle bugün talep edilen haklar arasındaki bağı yine de sorgulamamız gerekmiyor mu? Örneğin Kürt meselesini, hâlâ korkunç işkencelerin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi üzerinden tartışıyor olmamız ne derece doğru? Bana bu soruyu sorduran da Mehmet Rifat’ın çevirisiyle YKY’nin “cogito” dizisinden çıkan F. Azouvi ve M. De Launay’ın Paul Ricœur’le gerçekleştirdikleri söyleşilerden oluşan “Eleştiri ve İnanç” adlı kitap. İlginç ve önemli bir noktaya değiniyor Ricœur. Aslında değişen dünyanın dinamiklerini sorgulamamızı sağlayacak çeşitli ipuçları veriyor. Yaşanan süreci “gerici sağın bir entelektüel terörizm girişimi olan McCarthy”cilik döneminden itibaren başlayan haklar mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendiriyor kitapta. “[B]ireylere mevcut koşullarda yapıldığı ileri sürülen haksızlıklara dayalı değil de belli bir aidiyeti olan bir topluluğa geçmişte yapılmış haksızlıklar” temel alınıyordu artık hak talep edilirken. Bu durum, dünyanın hemen hemen her yerinde benzer bir biçimde yaşanıyor. Kürt sorununu, işin içine Diyarbakır Cezaevi’ni ya da faili meçhul cinayetleri karıştırmadan tartışabilmek bugün pek mümkün gözükmüyor. Aslında bu durumu yaratan da, ulus-devlet reflekslerinin ürünü olan yoksayıcı ve suçlayıcı kışkırtmalar. “Press” filminin yönetmeni Sedat Yılmaz’a, basın toplantısı sırasında “filminizde bebek katili terör örgütünün yaptıklarını niye anlatmadınız” diye sataşılabiliyor mesela. Bu da ister istemez geçmişteki mağduriyetlerin hatırlanmasına, hatırlatılmasına neden oluyor. Ama bu durum Ricœur’ün de altını çizdiği gibi “hem hukuksal ve siyasal bireyselcilikle, hem de toplumsal sözleşmenin varsaydığı çağdaşlık ilişkisi”yle çelişen bir durum. Türkiye’nin hukuksal ve siyasal bireyselciliği ne kadar başardığı düşünülürse, bizde işler daha da vahim bir sürece işaret ediyor.

Türkiye, ABD’de Siyahlar, Yahudiler ve eşcinseller üzerinden şiddetli tartışmalarla yaşanan bu sürece daha yeni girdi. Devletin öyle çok mağduru ve o mağdurların anlatacağı öyle iç paralayıcı hikâyeler var ki, bu süreci “karartma günleri” sürerken nasıl aşacağımız tam anlamıyla bir muamma. Aslında meselenin özünü tartışmak yerine etrafında dolaşa dolaşa, halihazırda karmaşık olan bir meseleyi daha da karmaşık bir hale getirdiğimiz de kesin. Düşünsenize, anadilde eğitim ya da mahkemede savunma yapılıp yapılamayacağını tartışıyoruz hâlâ.

Ricœur’ün uyarılarına dönecek olursak, “düzeltici adalet” ile “farklılık ideolojisi”nin uyumsuz birlikteliğini çözmek gibi temel bir sorundan bahsediyor kitapta. Ricœur’ün görüşüne göre “farklılık ideolojisi, farkları farksızlaştırarak eleştirel düşünce biçimini yıkar; çünkü eleştirel düşünme, aynı tartışma kurallarının paylaşılması”nı gerektirir. En önemli mesele de “farklılıkların övülmesinin, oluşturulan grupların iç kimliklerini güçlendirme sonucunu yaratması.”

İç kimliklerin güçlenmesinin bizde nasıl etkileri olacağını şimdiden tahmin etmek güç. Ama kimlik meselesinin, bu çağın en kritik meselelerinden birisi olduğu kesin.

Ricœur’le yapılan söyleşilerden oluşan bu kitapta, sanattan siyasete, hatta üniversitelerden dine pek çok başlık yer alıyor. Ricœur’ün, özellikle 68 olayları sırasında Paris’te bir yıl süren dekanlık görevi sırasında yaşadığı ve gözlemlediği olaylar da ilgi çekici ayrıntılara sahip. Kitabı Türkçeye kazandırdığı için Mehmet Rifat’a ne kadar teşekkür etsek az...

Haydarpaşa Garı’nda yangın sürüyor, alevler görünmese de...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 15 Aralık 2010)

DOĞAMAMIŞ BEBEĞE MEKTUP

Posted: by bülent usta in
0

“Sevgili Bebek,

Seni, Başbakan’ın rektörler toplantısının gerçekleştiği gün kaybettik. Annen, kendisini joplayıp tekmeleyen polislere “vurmayın, hamileyim” diye bağırmıştı. Ama onu dinlemediler. Etrafını saran polisler, sırtına ve karnına jopla ve tekmeyle vurdular. Üstelik, annen zar zor hastaneye ulaşmış olmasına rağmen, acil servisten içeriye sokmayıp, kanamalı olduğu halde uzun süre beklettiler. Halbuki annen ve üniversiteli öğrenciler, sadece demokratik haklarını kullanarak, uygulanan eğitim politikalarını protesto etmek istemişlerdi. İstanbul’un dört bir yanında alışık olduğumuz üzere üniversite öğrencilerini, tam teçhizatlı orantısız şiddetle engellemeye çalıştılar. Polislerin bu canla başla mücadelesini, nedense Hrant Dink cinayetinde görememiştik. Muhtemelen, Mehmet Ali Ağca’ya yaptıkları gibi, Hrant Dink’in katilini de, bir gün devlet televizyonuna kahramanmış gibi çıkarırlar. Neden olmasın? Onunla boşuna hatıra fotoğrafı çektirmediler ya. Devletin 2009 1 Mayıs’ı olsun, üniversite öğrencilerinin ya da TEKEL işçilerinin çeşitli protesto girişimleri olsun aldığı o geniş çaplı yüksek tedbirleri, Haydarpaşa Garı’nda çıkan yangında da görememiştik. Tophane’de galerilere saldırıp sanatçıları linç etmek isteyenler de aramızda dolaşmaya devam ediyor hâlâ. Alt tarafı, Başbakan rektörlerle toplanacak. Ne yaptılar biliyor musun Sevgili Bebek, bütün İstanbul’u düşman işgalinden koruyormuşçasına, savunmasız binlerce gence gün boyunca orantısız şiddet uyguladılar. Orantısız şiddet sözü, onların kullanmayı sevdiği bir söz. Sana nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Sırtlarında gaz tüpleri, bir grup genci ortalarına alıp hem jopluyor, hem de o gazı suratlarına sıkıyorlardı. Ne olup bittiğini bilmeyen birisi, o görüntülere tanık olsa, bu gençleri bir böcekmiş gibi ezip yok etme istencinin ardında çok ciddi gerekçeler olduğunu düşünebilir. Ama bu silahsız, korunmasız, ellerinde sadece pankart taşıyan gençler, sadece kendileri için değil, senin gibi daha doğmamış milyonlarca bebeğin eğitim hakkını savunduğu için bu şiddete maruz kaldılar. Üstelik, alıp götürüldükleri karakollarda da şiddet görmeye devam ettiler.

Sevgili Bebek, rektörlerle rahat rahat toplantı yapsın diye gençlerin şiddet görmesine göz yuman Başbakan, İsrail’in Mavi Marmara baskını için yapmadığını bırakmamıştı. Senin gibi daha doğmadan ölen binlerce bebeğin yaşadığı şehir olan Gazze’ye giden yardım gemisini, İsrail ordusu basmış, dokuz kişiyi öldürecek kadar ağır bir şiddet uygulamıştı. Başbakan da, bu şiddetin vicdansızlığı karşısında ayağa kalkmış, İsrail’i şiddetle kınamıştı. Peki ya, o geminin içinde, hükümeti protesto eden üniversiteli gençler olsaydı ve o gemi, Gazze yerine İstanbul’a hareket etseydi, neler olurdu acaba? Şimdi kim bizi inandırabilir, Mavi Marmara baskınını protesto eden hükümetin inandırıcılığına? Göz yaşları dahil, her şeyin göstermelik olmadığına kim inandırabilir?

Sevgili Bebek, iki seçenekten birisini tercih etmek zorundaymışız gibi bir hava estiriliyor uzun zamandır. Önceki iktidarlardan, askeri darbelerden bunalanlara, sanki başka bir tercih üretilemezmiş gibi, şimdiki hükümete kayıtsız şartsız teslim olunması isteniyor. Hükümete eleştirel bakan herkesi de, karşı tarafın ekmeğine yağ sürdüklerine ikna etmeye çalışıyorlar. Wikileaks belgelerindeki iddiaları bile Başbakan’a soramayan gazeteciler var aramızda. Başbakan’ın yalanlamış olması yeterli geliyor onlara. Hangi ülkede basın, Başbakan’ın sözüyle bu kadar kolay ikna edilebilir bilemiyorum. Belki Suudi Arabistan gibi krallıkla yönetilen ülkelerde...

Sevgili Bebek, yaşadıklarından ve sana anlattıklarımdan yola çıkarak, iyi ki gelmemişim dünyaya diye düşünebilirsin. Ama senin bir yolunu bulup dünyaya yeniden geleceğinden eminim. Gelip, o pankart taşıyan gençlerin arasında yerini alacağından, sermayenin çıkarlarına göre politika üreten tüm iktidarlardan hesap soracağından eminim. Zaten bu mektubu, sana başka türlü ulaştırmamın imkânı yok. Bu dünyaya yeniden geldiğin zaman, umarım her şeyi yoluna koymuş oluruz da, sadece kötü bir düş olarak hatırlarsın yaşadıklarını.”

Henüz doğmadan polis şiddetiyle aramızdan ayrılmış olan bebeğe anlattığım şeylerden yüreğim daraldığı için, mektubumu uzayacakken kısa kestim. Yeniden dünyaya geleceğinden kendi adıma eminim. Ama işleri yoluna koyma konusunda içim pek rahat değil. Harala gürele yaşanıyor her şey. Durup bir meseleyi enine boyuna tartışmaktan aciziz. Örneğin ne zaman bu polis şiddetine dur denilecek? Ne zaman, muhalif görüşlere sahip olan herkese böylesine dehşet uyandırıcı linç girişimleri uygulamaktan vaz geçilecek? Neden bir protestocu, onlarca polis tarafından tekmelenir? O gazlar, gaz bombaları neden kontrolsüzce kullanılır? Hastanelerin acil servislerine bile atılmıştı o bombalardan. Şimdi hep birlikte göreceğiz, o bebeğin ölümüne neden olanlar hakkında ne yapılacağını. Yıllar yılı, Ceylanlarla, Uğurlarla uzayıp giden çocuk ölümleri listesine, şimdi de doğmamış ölü çocuklar maddesi mi ekleyeceğiz?

Haydarpaşa Garı’nın önünden önceleri utanç içinde başımı öne eğerek geçiyordum. Bu defa durup baktım yangından kalanlara. Haydarpaşa Garı’nın o çökmüş çatısına bakarken, baktığım sadece bir yangın yeri değildi. Yanan sadece Haydarpaşa Garı değildi...

Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde, “Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar / Ve dağılmış pazar yerlerine memleket / Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile” diyor ya, artık dağılmış değil, yanmış bir tren garına benziyor memleket...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 8 Aralık 2010)

HAYDARPAŞA GARI YANARKEN

Posted: by bülent usta in
0

Her sabah işe giderken yaptığım gibi, Haydarpaşa Garı’nın önünden geçtim bugün de. Yanmış, çökmüş çatısını, o kapkara yangın izlerini görünce içim cız etti. Haydarpaşa Garı’na bakmaya utandım. Haydarpaşa Garı olmasa, İstanbul nasıl bir yer olurdu hiç düşündünüz mü? Haydarpaşa Garı’nın yer aldığı filmlere, şiirlere, öykülere, romanlara, ne olurdu? Behçet Aysan’ın “Ay Düşünce” şiiri ne olurdu mesela: “ay düşünce denize / seni hatırlarım / ince ince yağan yağmur, / iskeleye yanaşan vapur / haydarpaşa garı / seni hatırlarım”

Bir gün, uyanıp Haydarpaşa Garı’nı, Galata Kulesi’ni, Ayasofya’yı, Kız Kulesi’ni yerinde bulamamaktan korkuyorum açıkçası. İstanbul’un eski semtlerindeki tarihi binalar nasıl bir bir yakılıp lüks binalar yapılıyorsa, simgeleşmiş bu mimari yapıların da sonu pek hayırlı gelmiyor bana. Belki bile isteye değil, ihmalkârlıkla yapacaklar bunu. Ciddiyetsizlikle, pişkinlikle, umursamazlıkla... Haydarpaşa Garı’nın başına gelenlerden sonra, her şeyi beklemek mümkün. Acaba her tür doğa felaketine, kundaklamaya, kazaya karşı bu yapıları koruyacak projeleri var mı yetkili makamların? Yoksa göstermelik planlarla mı yetiniyorlar? Her yağmur ya da kar yağdığında, ölümlerin olduğu bir metropolde yaşıyorsanız, planlı ve güvenli bir şehirde yaşamadığınız kesin. Peki kimin umurunda bu durum? Yepisyeni boğaz köprüleri, şekilsiz çirkin gökdelenler inşa etmekle meşgul yetkililer. Böyle Her tür rant için planlarının mevcut olduğu kesin. Haydarpaşa Garı’nın yanmasının sorumlusu, onu yakanlar mı sadece? Sıradan bir olay olarak unutulup gidecek mi bu yangın da? Yanan sadece Haydarpaşa Garı değil çünkü. Üstelik, ne kadar da bakımsız Haydarpaşa. Kendi haline bırakılmış bir ülkenin simgesi gibi. Bakmaya utanarak geçtim Haydarpaşa Garı’nın önünden. Sadece utanarak da değil, acı da çekerek, ucundan tutuşturulmuş, yağmalanmış bu yaşlı şehirle birlikte...

BİR KAHRAMAN OLARAK ASSANGE
ABD’li bir yetkili Wikileaks sitesinin kurucusu Jullian Assange’yi terörist ilan etmiş. Assange, dünyadaki en büyük terör faaliyetlerini organize etmesiyle anılan bir devletin sırlarını deşifre ettiği için, olsa olsa bir kahramandır muhtemelen. Özellikle, bu belgeleri sızdırdığı iddia edilen ABD’li asker Bradley Manning’i, ileride dünyanın saygıyla anacağı kesin. Wikileaks’in yayınladığı belgelerde dişe dokunur hiçbir bilgi olmasa bile, bu olayın önemi, gözetleyenin gözetlenmesini sağladığı için, inanılmaz derecede mühim bir olay. Mesela, her yere mobese kameraları koyuyor ya devlet. Peki ya tüm devlet dairelerine bu kameralardan konulsa ve halk rahatça kendisini yönetenleri gözleyebilse, neler olurdu acaba? Rüşvetin, cinsel tacizin, adam kayırmaların, kirli pazarlıkların önüne geçilmez miydi? Sadece bir gün, kapalı kapıların ardında olup biteni izleme şansımız olsaydı, neler olurdu acaba?

Bradley Manning , uzun zamandır bir askeri üste hücreye kapatılmış olarak yaşıyormuş. Gregor Jordan’ın “Unthinkable” adlı filminde gösterdiği gibi belki de işkenceli sorgulardan geçiyorlardır onu. “Unthinkable”ı, işkence sahneleri yüzünden sonuna kadar izleyememiştim. Müslüman bir militana akıl almaz işkenceler yapıyorlardı askeri bir üste. Film, işkencenin meşruluğunu sorguluyordu bir bakıma. Filmdeki militan, kalabalık mekânlara bombalar yerleştirmişti. O bombaların yerini öğrenmek için fazla vakitleri olmadığı için militana işkence yapmaktan başka bir şansları yokmuş gibi bir kanıya kapılmıştı askeri yetkililer. Binlerce kişinin hayatı mı önemliydi, yoksa bir insanın çekeceği acılar mı? Bu basit mantıktan yola çıkılırsa, işkence meşruymuş gibi gözükebilir birileri için. Ama ya öyle bir bomba yoksa? O militan sadece blöf yapıyorsa? Ya da tüm bunları bir köşeye bırakırsak, o bombaların yerini biliyor olsa bile, işkenceyi yine de meşru olarak göstermek mümkün müdür? Bu soruya verilecek yanıt, işkence gibi insanlığın en büyük ayıbının da kaderini belirleyecek bir mevzu aslında. Meselenin diğer bir boyutu da, ABD’nin öldürdüğü sivillerin hesabını sormak ve başkalarının ölümünü engellemek için militanın o bombaları yerleştirmiş olması. O da yaptığı şeyi, aynı mantıkla meşrulaştırıyordu: Birkaç bin ABD’linin hayatı mı, yoksa milyonlarca müslümanın çekeceği acılar mı daha önemli? Bana iki soru da benzer geliyor. İnsanlığın bu iki soruya vereceği yanıta göre, siyasi geleceğimizin şiddetle ilişkisi belirlenecek bir bakıma.

Mağduriyet ve Çokkültürlülük

Çok önemli kitapların arada kaynamasına daha çok rastlar olduk nedense. Neredeyse her gazete kitap eki veriyor olsa da, kitap eklerinin yeterince özen gösterilmeden hazırlanması mı, yoksa hızlanan bu çağda, bir kitabın raftaki ömrünün azalması mı buna neden oluyor bilmiyorum. Mesela Metis Yayınları’ndan çıkan Donna J. Haraway’in “Başka Yer” adlı seçkisi, çıkalı aylar olsa da, hakkında yazılmış doğru düzgün bir yazıya rastlayamadım. Halbuki feminist teori içinde büyük tartışmalara neden olmuş “Siborg Manifestosu”nun yazarını, Türkçede başka türlü ağırlayabilmeliydik.

Yine bugünlerde çok ama çok önemli bir kitap yayımlandı. Mehmet Rifat’ın özenli çevirisiyle YKY’nin “cogito” dizisinden çıkan F. Azouvi ve M. De Launay’ın Paul Ricœur’le gerçekleştirdikleri söyleşilerden oluşan “Eleştiri ve İnanç”. Paul Ricœur’ün daha önce “Zaman ve Anlatı” yapıtını yine Mehmet Rifat çevirisiyle okuma fırsatı bulmuştuk. Bu kitap, hem Ricœur gibi çok önemli bir düşünürü ve yapıtlarını daha iyi anlamamız için bir fırsat sunuyor, hem de günümüzde çokça tartışılan meselelere yeni başlıklar açıyor. Açtığı başlıklardan birisi de, neredeyse dilimize pelesenk olmuş “çokkültürlülük” meselesi. Ve bu çokkültürlülük meselesinin mağduriyetle olan ilişkisi. Ricœur’den yola çıkarak bu meseleyi etraflıca tartışma niyetindeyim. Mesela Kürt meselesini, neden hâlâ 12 Eylül’de korkunç işkencelerin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi üzerinden tartışıyoruz? Orada yaşanan mağduriyet ile bugün talep edilen haklar arasında kurulan ilişki, gerçekten sağlıklı bir ilişki mi? Çokkültürlülüğün ABD’de yaşanan seyrine bakan Ricœur’le tartışacak çok meselemiz var bence. Haydarpaşa Garı yanarken, yanan sadece Haydarpaşa Garı değil çünkü...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 1 Aralık 2010)

KOMŞUMUZ PARALEL EVREN

Posted: by bülent usta in
0

Paralel evrenlerden haberiniz vardır mutlaka. En azından TV dizileri ya da filmler aracılığıyla haberiniz olmuştur. Benim paralel evrenden haberdar olmam, eskiden sık sık ziyaretime gelen üç kulaklı bir kedi aracılığıyla mümkün olmuştu. Yazılarımı takip edenler, üç kulaklı dostum İvam’ı bilirler. Uzun süredir kendisinden haber alamıyorum. Ama bana öğrettiği yöntemle, paralel evrendeki kendimle sürekli olarak iletişim halindeyim. Bulunduğumuz evrenin bir benzeri olan paralel evrendeki ben de, tıpkı benim gibi prestijli bir gazetede yazıyor. Benden tek farkı, biraz daha zayıf olması. Bir de yazılarına okurlardan daha fazla tepki alabiliyor. Ama emin olun, paralel evrendeki halimiz de pek iç açıcı değil. Orada demokrasi görünümündeki başkanlık otokrasisi yüzünden halkın durumu epey kötü. Otokrasi diye anılan yönetim biçimi, monarşiye çok benzese de, yönetim miras yoluyla değil kişi tarafından ele geçirilir ve başkanlık tarafından alınan her karar halk adına uygulanır. Dün fena halde telaşlıydı benzerim. Onların Bay Başkan olarak andıkları kişi, içinde benim de olduğum (yani paralel evrendeki ben) gazetecileri konağına davet etmiş.

Kendisini özgürlükçü olarak takdim eden, bütün darbecileri yargılayıp hapse atmakla övünen Bay Başkan’ın bu davetine katılmamak düşünülemeyecek bir şey olduğu için, bizimkisi de kalkıp gitmiş o ihtişamlı konağa.

Yoksul bir ülkede yaşıyor olsalar da, devleti yönetenler ve o devleti koruyup kollayan silahlı güçler, her zaman ihtişamlı konaklarda müsrif bir hayat sürmekle ünlüymüşler. Aslında bu durumu garipseyen de yokmuş pek. Ama Bay Başkan, sık sık gecekonduları ziyaret ederek, halktan birisi olduğuna dair imajını koruma gayretinden de hiç vazgeçmiyormuş. Her neyse, bizimkisi gidip kendisine gösterilen yere oturmuş. Yüzlerce gazeteciyle birlikte önce devasa ekranda, yaşadıkları ülkenin nasıl zenginleştiğini ve gücüne güç kattığını gösteren bir reklam filmi izlemişler. Ardından Bay Başkan kürsüye çıkıp gazeteciliğin müreffeh toplumlardaki öneminden bahsetmiş uzun uzun. Gazetecilerin bardağın hep boş tarafını gösteren anlayıştan uzaklaşıp, halkı karamsarlıktan kurtarmalarını öve öve bitirememiş. Bardağın dolu tarafını gösteren gazetecilik anlayışı sayesinde, istikrarlı, güçlü, kabına sığmayan bir ülke olduklarını söylemiş. Bay Başkan, konuşmasını bitirdikten sonra, gazetecilerden soru da almış. Ama herkes, Bay Başkan’ın ülkeyi ne kadar iyi yönettiğine dair konuşmalar yapıp, konuştuğu şeyleri daha da süsleyip püslemekle yetinmiş. Hatta birisi, medya için oluşturulan sansür kurulunun daha da güçlendirilmesini bile talep etmiş Bay Başkan’dan. Sonra da hep birlikte yemeğe oturmuşlar.

Paralel evrendeki benzerim, durumun epey acıklı olduğunu, çünkü gazetecilerin boş bardağa bakarak doluymuş gibi yazmaktan, ruhsal rahatsızlıklar geçirdiklerini söylüyor. O gece de, yemek sırasında çıldırıp üstünü başını yırtan birkaç gazeteci olmuş. Peki sen ne yapıyorsun diye sordum ona. Hiç, sadece izliyorum dedi. Bu yönetim anlayışının sürme şansı yok ona göre. Yıldırılmış ve yorgun bir halk var ortada. Bu yüzden, boş bardağı dolu görmek istiyorlar bir süre. Yani benzerim bana göre epey iyimser.

Benzerimle bir radyo dalgası aracılığıyla haberleştiğimiz için, zaman zaman bağlantımız kopuyor. Aslında bir insanın kendi kopyasıyla konuşması, pek kolay bir şey değil. David Lynch’in “Kayıp Otoban” filminde öyle bir sahne vardı. Adam, evini aradığında telefonu yine kendisi cevaplıyordu. Tüylerim diken diken olmuştu o sahnede. Şimdi aynı şey benim başıma geliyordu. Onun söylediği şeylerin dışında söyleyemediklerini de anlıyordum sanki. Çünkü o bendim, ben de o...

Ama aramızda tuhaf bir bağ oluşmadı da değil hani. Mesela o şimdi eşiyle çocuk bekliyor. Bunu öğrendiğimden beri çocuk sahibi olma fikri beni de meşgul eder oldu. Ama asıl merak ettiğim şey, benzerimin yazıları... Hatta sıkıştığımız zamanlar birbirimize yardım edebileceğimizi de söyledim. Mesela bu aralar fena halde sıkışmış durumdayım. Üniversitedeki dersler ve editörlüğünü yaptığım dergiler ve kitaplar, yazma etkinliğimi fena halde zayıflatmış durumda. Sonuçta benim kopyam değil mi? Onun yazdıkları, benim de olmuyor mu aynı zamanda. Üstelik başka başka evrenlerdeyiz. Bunu ona söylediğim zaman, epey sert tepki gösterdi. Beni açgözlü olmakla suçladı. “İyi bari, başka paralel evrenlerdeki benzerlerini bulup onları da sömür bari” bile dedi. Alınmadım elbette bu sözlerinden. Çünkü bunları söyleyen zaten bendim. Sözlerinde haklılık payı da vardı zaten. En azından zaman zaman, onun yazdığını belirterek yazılarını yayımlayabilirim belki. En azından paralel evrende neler olup bittiğine bakarak, farklı çözüm yolları bulabiliriz.

Benzerimle yaptığımız görüşmeler sırasında, paralel evrende tartışılan iki önemli mühim konu olduğunu öğrendim: Ulusalcılık ve muhafazakârlık... Benzerime göre, ulusalcılıkta sola cazip gelen en önemli şey, sömürgecilik karşıtı oluşuymuş. Ama paralel evrendeki sömürgecilik sonrası dönem, pek de arzulananı başaramamış. Ulusalcılar, sömürgeciliğin ortadan kalkmasının kendiliğinden bir ulusu hür ve müreffeh bir hale getirebileceğine inanmışlar. Ama öyle olmamış. Yeni kurulan devletlerde iktidar savaşlarının biri bitip diğeri başlamış. Bastırılmış olan geleneksel topluma ait değerler, daha güçlü bir biçimde kendisini dayatarak alternatif olma özelliğini sürdürmeye devam etmiş.

Muhafazakârlık dediğimiz şey, ulusçuluğun ve modernizmin krizinden başka bir şey değilmiş benzerime göre. Ona Clifford Geertz’in Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Kültürlerin Yorumlanması” adlı kitabından bahsettim. Geertz’e göre, ulusalcıların yanıldığı en önemli nokta, bağımsızlık hareketiyle kolektif yeniden tanımlamanın aynı şey olduğu yanılsamasıdır. İşgalciye karşı, tüm toplumsal kesimlerin biraraya gelmesi doğal bir durumdu. Ama bu biraraya geliş, onların her zaman birarada olması ve ortak bir kimlik içerisinde erimesi anlamına gelmiyordu. Türkler ve Kürtler, bağımsızlık için birlikte savaşmış olabilirlerdi, ama işgalcilere karşı bu birlikte savaşma, onları ortak bir kaderde birleştirmek için yeterli olmamıştı. Bu yüzden ulusalcılık krizdeydi ve muhafazakârlık, güçlenmesini bu krize borçluydu. Paralel evrende, parti olgarşisinden, başkanlık otokrasisine, askeri diktatörlükten temsili demokrasiye yönetim arayışları sürmeye devam ediyordu bu yüzden. Bakalım biz nasıl çözeceğiz bu krizi? Muhafazakârlaşarak ya da özgürleşerek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 24 Kasım 2010)

HUZURSUZLUKTAKİ HUZUR

Posted: by bülent usta in
0

Kılıçdaroğlu’na katıldığı bir televizyon programında, Avrupa’ya seyahati sırasında Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarlarını ziyaret edip etmeyeceği sorulduğunda, fırsat bulursa ziyaret edeceğini söyledi. Ve sanki yanlış anlaşılmamak ister gibi, “bazı vatandaşlarımız onların görüşlerine katılmıyor olabilir. Zaten sanatçılar, aykırı kişilerdir. Sanatçı olmak rüzgâra karşı yürümektir bir bakıma. Onlar bizim değerlerimizdir” gibisinden uzun uzun açıklamalarda bulundu. Yanlış anlaşılmaktan bu kadar korkan başka bir siyasi parti lideri olmasa gerek. Yılmaz Güney’in ve Ahmet Kaya’nın görüşlerine katılmayan vatandaşların da oyuna talip olduğu için, kimseyi ürkütmek istemiyordu sanki. Peki, onların görüşlerini “aykırı sanatçı”lıklarıyla açıklamak mümkün mü? Eşitlik, adalet, özgürlük emelleri, onları nasıl aykırı yapıyor? Çoğunluk bu emellerden uzak olduğu için mi?

Kılıçdaroğlu’nun, ürkek davranmaya ve dengeleri sürekli gözetmeye devam etmesini, solun parçalanmışlığıyla açıklamak mümkün. Hem ulusalcı, hem de özgürlükçü solu bir noktada buluşturma ve yoksul kitlelerle arasındaki engelleri aşma çabası, onun bu kaygılı ruh halinin nedeni olabilir. Peki gerçekten de böyle bir hat izleyerek bunu başarabilir mi? Yani hem ulusalcı, hem özgürlükçü bir hat oluşturulabilir mi? Ortada Kürt sorunu olduğu sürece bu çok zor. Ecevit’in bir zamanlar bunu başarabilmesi, Kürt sorununun bu denli ağır ve kitlesel bir mesele olarak gündemde olmaması, sosyalist solun günümüze göre daha güçlü ve örgütlü oluşuyla mümkün olabilmişti. Kılıçdaroğlu’nun eğer böyle bir niyeti varsa, bunu herkese eşit mesafede durmaya çabalayarak değil, siyaseten sola yakışanın ne olduğunun altını çizerek, solun temel değerlerine sahip çıkarak yapabilir ancak. O değerler de, mezarlarını ziyaret edeceği “aykırı” sanatçıların ortak değerlerinden başka bir şey değil. Yaşadığımız süreç, bu çok değerli iki sanatçımızı doğruladı sürekli olarak. Yaptıkları şey de, aykırı fikirler öne sürmekten çok, solun temel değerlerini anımsatmaktı sadece. Bugün yapılması gereken de başka bir şey değil. Çünkü, solun temel değerleri, büyük bedeller ödenerek kazanılmış zengin bir tarihsel birikime sahip ve şimdi bu değerlerin unutturulmaya, saptırılmaya çalışıldığı zamanları yaşıyoruz. “Özgürlük” başka türlü, “eşitlik” başka türlü anlaşılır oldu artık. Sanki, Hollywood filmlerinde yaşıyormuşuz gibi algılıyoruz pek çok şeyi. Aslında bu algılama meselesi, temel bir mesele. Fernando Pessoa’nın dediği gibi “bütün mesele dünyayı kavrayışımızdan kaynaklanıyor: Dolayısıyla dünyayı kavrayışımızı değiştirirsek dünyayı da kendimiz için değiştirmiş oluruz.”

Bu aralar huzursuz bir ruh hali içinde olduğum için midir nedir, Fernando Pessoa’nın Saadet Özen çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlanan “Huzursuzluğun Kitabı”nı yeniden okumaya başladım. Pessoa gibi katışıksız bir sanatçının huzursuzluğunda huzur buluyorum bir bakıma. Benim için bir “Huzur Kitabı” olması, dünyayla ve kendimle arama giren parazitleri temizlemesiyle ilgili olsa gerek.

Pessoa’nın huzursuzlukları arasında, dünyanın yönetilişiyle ilgili toplumsal olanlar da var. Şöyle yazmış kitabına: “İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve aldatmak.” Bütün karmaşa ise, bu iki temel ilkenin uygulanışında gizli. Baskı altına almanın ve aldatmanın o kadar çok yolu ve yöntemi var ki...

Pessoa’yı huzursuz eden bir başka şeyse, reformistler. Reformistlerin, dünyadaki yüzeysel kötülükleri gidermek üzere kendilerini ortaya atışlarından nefret ediyor. Çünkü böyle yaparak temeldeki kötülükleri derinleştirdiklerine inanıyor. Ekonomik krizleri çözmek için ekonomistlerin reform arayışını anımsadım bu satırları okurken. Obama, böyle bir reform istenciyle ABD İmparatorluğu’nun başına geçmemiş miydi? Ama tüm bu reformlar, yine kapitalizmin ekonomik sistemi içinde gerçekleştiği için, krizin daha derinlerde birikip güçlenmesinden başka bir işe yaramadı. Reformların sonu gelmezken, sorunlar da sanki yapılan reformlara inat, git gide büyüyor. İnsanları aldatmanın yolu, öncelikle reform yapmaktan geçtiği için olsa gerek, bütün siyasi partilerin programlarında da reform sözcüğüne bolca rastlar olduk.

“Ortadan kaldırılması ya da etkisiz hale getirilmesi mümkün olmayan merhametsiz kurallarla” yönetildiğimize inandığı için, Pessoa, fena halde karamsar bir yazar. Bu yüzden insanlardan uzak, düşlerde süren bir hayatı tercih ediyor. Ama tüm kitap boyunca görüyoruz ki, düşlere sığınsa da, içindeki huzursuzluklardan hiçbir vakit kurtulamıyor. Hatta kurduğu düşler, onun gerçeklere ve dış dünyaya farklı bir gözle bakmasını sağlayarak daha da huzursuzlaştırıyor. Çünkü hayal etme kapasitemiz arttıkça, gerçeklik o kadar görünür hale geliyor önümüzde. Pessoa’nın karamsarlığı da, olması gerekenle olan arasındaki gerilimle açıklanabilir belki de. Bu öyle bir gerilim ki, gerçek hayatı bir tür tutsaklık, düşleri ise alçakça bir özgürlük olarak nitelendirebilmesine yol açabiliyor. Alçakça bir özgürlük, çünkü kendisinden kaçıyor olmasının utancını hissediyor Pessoa bir yandan. Mutlu olmak için, hayatı kendi dışında bir şey gibi görüp, bir kedinin ya da köpeğin yaşadığı gibi yaşamak gerektiğine inanıyor. Çünkü düşünmek, yıkmaktır Pessoa’ya göre.

“Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor. İnsani hayatları, gerçekten duyarlı olsalar sonsuz acı verecek olaylarla dolu. Ama gerçekte bitkisel hayatta olduklarından, yaşadıkları şeyler ruhuna değmeden uçup gider” diye yazmış ya Pessoa. Sanata düşman olanların, insanların bitkisel hayatlarından uyanmalarını istemeyenler olduğunu düşünüyor insan. İşte bu yüzden, huzursuzluklarımdan huzur duyuyorum.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 17 Kasım 2010)

TEMBEL RUHLARIN TELAŞI

Posted: 27 Ocak 2011 Perşembe by bülent usta in
0


“Hürriyet” gazetesinde Tufan Türenç’in, Mahsun Kırmızıgül’ü “sınır tanımayan, sürekli kendini aşan, çok büyük hedeflere kilitlenen sanatçı belli ki Hollywood’a tırnaklarını geçirmiş” diye lanse eden yazısını okuduktan sonra, acaba kaçırdığım bir şeyler mi var, sinemayı ya da sanatı değerlendirme ölçütleri mi değişti diye kuşkuya kapılmadan edemedim. Kırmızıgül’ün roman yazacağı tutarsa Nobel’e aday gösterilmesi bile mümkün bence. Cem Yılmaz yazsa, kesin Nobel alır zaten.

Alain Badiou’nun Aziz Ufuk Kılıç’ın çevirisiyle “Başka Bir Estetik” adlı kitabı çıktı Metis Yayınları’ndan. Şiirden sinemaya, estetiği felsefenin bir alt disiplini olarak ele almadan, doğrudan estetik ürünlerin felsefesini araştıran ve bunu yaparken de kışkırtıcı tanımlamalar ve tespitler yapmaktan geri durmayan bir Badiou var karşımızda. Ve bütün sanatsal üretimleri, “didaktizm, romantizm ve klasisizm” üçlü şemasına yerleştirip, günümüzde bu üç şemaya doymuş olan sanatın yeni bir şema geliştirip geliştiremeyeceğini araştırıyor kitabında. Hatta avangard sanatın artık mümkün olamayacağını, Dadaizm ve sitüasyonizm örneklerinden yola çıkarak öne sürüyor ki, hiç de haksız sayılmaz hani. Ama “avangard”ın, bahsedilen o şemalara eklemlenmek gibi bir derdi olamayacağı ya da yeni bir şema öneremeyeceği için, zaten deneysel olmaya mahkûm çabalar olduğunu da kabul etmek gerekmez mi? Belki de, doygunluğa ulaşan bu üç şema değil de, sanatın kendisidir.

Bir gazete yazısında Badiou’nun bu incelikli ve kışkırtıcı tespitlerini uzun uzadıya ele almak mümkün değil elbette. Ama Badiou’nun bu sorusunu, kendi sanat üretimlerimiz için değiştirerek sorabiliriz: Bizim bu üçlü şemadaki yerimiz neresi? Badiou’nun bahsettiği bu üçlü şemaya yerleştirilebilecek sanatsal üretimler, bizim için doygunluğa ulaşmış mıdır? Hiç sanmıyorum. Badiou, sanata ilişkin düşünüşleri bakımından Marksizmin didaktik, psikanalizin klasik, Heideggerci yorumbilgisinin de romantik olduğunu iddia ediyor ki, bu üç düşünüş biçiminin bizim sanatsal üretimlerimizin üretiminde ya da değerlendirilişinde yetkin bir biçimde kullanılamadığı ortada. Daha doğrusu, felsefe ile sanatı birarada düşünebilme becerisini, çok sınırlı düzeyde belli başlı sanatçı ve eleştirmenlerde görebiliyoruz yalnızca. Eğer üniversitede ders vermesem, soyut düşünme kapasitemizin ne kadar düşük olduğunu bilemeyecektim hiçbir zaman. Son sürat ticarileştirilen ezberci eğitim sistemimiz, felsefeyi sevmeyen, kavramlarla düşünmeyi korkutucu ve sıkıcı bulan nesiller yarata yarata bu noktaya geldik. Ama yine üniversitede verdiğim dersler sayesinde, soyut düşünebilmenin aynı zamanda ne kadar kolay kışkırtılabileceğini de gördüm.

Günümüzde yaşadığımız en büyük sorun, zihnin uyaran bombardımanı altında tembelleştirilmesi. Bir konu hakkında, şöyle etraflıca, sakin sakin düşünmek mümkün değil artık. Hani Gülten Akın, bir şiirinde diyordu ya: “ah kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.” Gerçekten de teknolojinin sağladığı avantajlarla daha çok düşünmeye vaktimiz olacakken, olmalıyken, en gencimizden yaşlımıza, büyük bir telaş içinde düşünüp hareket etmeye çabalıyoruz. Ve bu telaş, bir süre sonra bıkkınlığa ve yorgunluğa neden olarak tembelleştirici bir hal alıyor. Mesela kaç kişi oturup bir şiir kitabını baştan sona şöyle keyif ala ala okuyabiliyor. Ya da bir romanın sayfaları arasında şöyle aheste aheste gezinebiliyor. Hep bir şeylere geç kalmışız duygusuyla, bir ona, bir buna saldıran, okuduğu kitapları yarım bırakan, bir resim sergisini gezmeyi sıkıcı bulup da bir barda saatlerce oturmayı ya da evindeki televizyon ekranına bakarak deşarj olmayı sıkıcı bulmayan tembel ruhlarla dolup taşıyor ortalık. Gazete alıp okumak bile sıkıcı olabiliyor onlar için, canlı yayın yapan haber kanalları her şeyi taptaze önlerine koyarken. Bırakın roman okumayı filan, gündemdeki meseleleri bile şöyle etraflıca düşünemeden, düşünmemize izin verilmeden, hemen bir başka gündemin içinde buluyoruz kendimizi.

Böyle bir manzara varken, sanatın doyum noktasına ulaşıp ulaşmadığını tartışmak birilerine saçma gelebilir. Ama sanat, biz onu düşünsek de, düşünmesek de hep buradadır ve insan var olduğu sürece de bir yere ayrılmayacaktır.

Canlı Bomba Hukuku

Son günlerde uzun uzun tartışılıyormuş gibi gözüken ama aynı sözlerin tekrarlandığı bir mesele de Taksim’de polislere yönelik gerçekleştirilen canlı bomba eylemi oldu. Bu eylemin gerçekleştiği günlerde de, Metis Yayınları, kendisine kalkış noktası olarak Walter Benjamin’in ünlü “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” adlı yazısını alan bir seçki yayımladı. Şiddet üzerine en az Fanon’un kitapları kadar önemli olan bu yazıyı ve hemen ardından bu yazıyı yapıbozuma uğratan Derrida’nın yazısını okumak oldukça zihin açıcı.

Mesela devlet, illegal sol örgütlere karşı gerçekleştirdiği kararlı ve ısrarlı imha çabasının bir benzerini neden mafya örgütlerine karşı gerçekleştirmez? İllegal sol örgütlerle mücadeleye ayırdığı gücün bir kısmını mafyayla mücadeleye ayırsa, tek bir tane mafya kalmazdı ortalıkta. Bu durum tüm devletler için geçerli bir tespit. Derrida, Benjamin’in tespitlerinden yola çıkarak şöyle açıklıyor bu durumu: “Devletin, en güçlü halindeki hukukun, korktuğu şey pek o kadar suç veya eşkıyalık değildir; çünkü bu suç ve eşkıyalık, mafya veya büyük uyuşturucu trafiğinde olduğu gibi tikel çıkarlar sağlamak amacıyla ihlal etmektedir yasayı.” Yani bir mafya örgütü, sadece alacağı paraya bakar. Devlet, tüm gücüyle bu yapılarla savaşırmış gibi gözükse de, “para aklanması” işinden payını alarak, bitirici hamleyi hiçbir zaman gerçekleştirmez. Hatta bu tür yapılarla zaman zaman işbirliği bile yapabilir. Halbuki isyancı bir örgüt ya da topluluk, hatta genel grev talep eden işçi sınıfı, tikel çıkarlar için değil, devletin kurucu şiddetinden doğan hukuk ilişkilerini dönüştürme, değiştirme talebiyle hareket ettiği için, devletler, bu tür yapı ve örgütlere karşı bitirici hamle yapmak konusunda hiçbir zaman tereddüt etmezler. Bütün mesele, devletin kurucu şiddetinden doğan hukukunun sınırları içinde kalınıp kalınmadığıdır. Şimdi o sınırların çeşitli hukuk talepleriyle esnekleştirilmeye, genişletilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz. Aslında biraz da, gündemden hiç düşmeyen hukuk tartışmalarına, hukukun kaynağından bakmak gerekmiyor mu?

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 10 Kasım 2010)

DÜŞSÜZ BİR GELECEK

Posted: by bülent usta in
0


İnsanlar kendi hayallerini yaratmazsa, birileri onlar için hayaller tasarlar mutlaka. Reklamcılar, televizyoncular, politikacılar, din adamları sürekli belirli kalıpta hayalleri televizyonlardan, kürsülerden, okullardan empoze ederek toplumun bilinçaltını şekillendirdi hep.

Hani “Inception” diye bir film oynamıştı sinemalarda. Türkiye’de “Başlangıç” diye gösterilmişti. Filmde insanların rüyalarından fikir çalan, belirli fikirleri insanlara empoze eden bir çeteden bahsediliyordu. Kurbanları için özel olarak rüya tasarlayan bir çete... Günümüzde bu çetelerin daha bir organize, daha bir kurumsal, daha bir karmaşık hale geldiğini söylemek mümkün. Bütün mesele, insanların arzularını kimin tahakküm altına alacağı. Çünkü Freud’un da belirttiği gibi, arzular yok edilemez, ama arzular yönlendirilip yer değiştirilebilir.

Yoksulların neden sağ partilere yöneldiği tartışılıyor bir süredir. Kabahat de sola mal ediliyor. Halkın sesine kulak vermediği, onların özlemlerini yansıtamadığı filan söyleniyor büyük bir pişkinlikle. Bir solcu, bir solcuya rahatlıkla bu tür şeyler söyleyebilir, ama bir sağcının solculara akıl vermeye çalışması, akıl alır bir şey değil. Sanki onca darbe, yargısız infaz, dünya tarihinde az rastlanacak büyüklükte kitap yakımına kadar varacak olan fikir düşmanlığı yaşanmadı bu ülkede. Profesörler dipçiklerle dövülerek öldürülmedi. Sanki sol ve sağ eşit koşullara sahipti de, solcular mankafalılıklarından fırsatları değerlendiremedi. Elbette bu eşitsizliği bahane ederek hataların üzerini örtmek ya da aklamak derdinde değilim. Ama böylesine pervasız ve art niyetli değersizleştirme çabalarına da tahammül etmek zor.

Aslında bütün mesele, rüya çetelerinin yoksulların rüyalarını çalıp yerlerine başka rüyalar koymasıyla alakalı. Üstelik ellerinde sadece gelenek ve göreneklerin o yüzyıllara dayanan köklü araçları dışında, televizyon gibi başka rüya gördürücüler de var. Kitap okumayan, sinemaya ya da tiyatroya gidemeyen, hayalgücü sadece televizyon ve iktidarların şekillendirdiği kültürel ortamdan beslenen bir kitlenin, fikir edinmek gibi meşakatli bir yolu seçmek yerine, doğar doğmaz kendisine empoze edilen fikirlerle ve o fikirler üzerine inşa edilen hayallerle sağa yönelmesi, kimseyi şaşırtmamalı. Tüm bu olumsuzluklara, ezberci bir eğitim sistemini, daha doğrusu tamamen ticarileştirilmiş, devasa bir sınav sektörüne mahkûm edilmiş bir eğitim sistemini de eklerseniz, varın gerisini siz düşünün...

Asıl, tüm bu olumsuzluklara rağmen eğer sol güçlü olsaydı, o zaman şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşmış olurduk. Ve öyle bir sola da mutlaka kuşkuyla bakmak gerekirdi.

Beyaz Türklerin Makûs Kaderi

Bugünlerde gazetelerde sürekli olarak Beyaz Türklük hakkında bir şeyler okur olduk. Bir zamanlar aşağılamak için kullanılan bu ifade, önce Serdat Turgut’un, sonradan da Ertuğrul Özkök’ün sahip çıkmasıyla iyice popülerleşti. Olur olmadık yerlerde, özellikle bazı köşe yazılarında “Ben Beyaz Türk’üm ve bundan utanmıyorum” gibi şeylere rastlıyorum. Belki ironi yapıyor yazan kişi, belki şakacı bir tonlamayla itirafta bulunuyor. Ama bir insanın kendisine “Beyaz Türk”üm diyebilmesini anlamak güç. Üstelik, AKP iktidarıyla birlikte Beyaz Türklüğün tanımı da değişmişken. Hadi dedi diyelim, Beyaz Türklükle nasıl övünülebilir? Belki de “Beyaz Türklük”ten anladığımız şey farklıdır. Laikliği savunanlara da Beyaz Türk diyebiliyorlar örneğin. Batılı değerlere sahip çıkan herkese topyekûn yapıştırılan bir etiketmiş gibi kullanılabiliyor. Ama birisinin Beyaz Türk olması için, belirli okullardan mezun olması gerek. Savunduğu ideolojinin de bir önemi yok. Muhafazakâr da olabilir, solcu da. Hatta sosyalist bir partinin başkanı dahi olabilir. Ama ne olursa olsun, hiçbir zaman sırtı yere gelmeyecek birisidir Beyaz Türk. 12 Eylül’de arkadaşları işkenceden geçirilse de, o rahatlıkla yurt dışına gidip eğitimini tamamlayabilir, sonra da bir işadamı olarak dönebilir Türkiye’ye. Başkaları Kürt meselesi hakkında yazdığında onlarca yıl ceza alırken, bir Beyaz Türk’e dokunulmaz kolay kolay. Ekmeğin fiyatını bilmek zorunda değildir mesela. Örneğin laikliği savunan Kemal Kılıçdaroğlu Beyaz Türk değildir. Ama onun karşısında yer alan Mehmet Barlas, “Beyaz Türk”tür. Hasan Cemal gibi daha pek çok isim sayılabilir Beyaz Türkler arasında... Yani doğuştan ayrıcalıkları olan bir kesime denir “Beyaz Türkler”. Ve bunun övünülecek bir yanı yok.

Aslında bu durum, eski “Beyaz Türkler”in güçlerini kaybetmeleriyle, bugüne kadar savundukları fikirlerin geçersiz olduğunun ortaya çıkmasının yarattığı telaşla açıklanabilir. “Beyaz Türklük” savunusu yapan aynı köşe yazarı, defalarca 12 Eylül’ü öven yazılar da kaleme almıştı.

12 Eylül darbesinin bana en acı gelen yanı, kafası zehir gibi çalışan gençleri ya öldürüp ya da akla hayale gelmeyecek işkencelerle etkisizleştirerek, değersiz kişilerin önünü açması oldu. Ve bu kişilerin sahip olduğu erk, başka fikirsiz ve değersizlerin de erklenmesine ve halkın rüyalarını çalan çetelerin boy göstermesiyle sonuçlandı. Şair bir dostumun sık sık dile getirdiği gibi “vasatların dayanışması, en güçlü ve acımasız dayanışmanıdır.” Vasatlık, fikirsizlik, 12 Eylül darbesiyle birlikte hızla edebiyattan siyasete, akademilerden sokağa yayıldıkça, düşünmeye korkan, düşünmekten korkutulan insanlar da, doğuştan sahip oldukları fikirlere sarılarak muhafazakârlaştıkça muhafazakârlaştı. İşin ilginç tarafı da, bu muhafazakârlaşmanın en büyük destekçisinin, sırf militarist hegemonyayı yerinden edecek diye liberallerin olması. Ama militarizm, sadece askerden ibaret bir şey değil ki... Siperde poz veren politikacıların militarizme karşı olduğunu söyleyebilir miyiz mesela?

Rüya hırsızlarına karşı, sanatçıların, en azından kendisini halka yakın hisseden, John Fowles’un söylediği gibi “sanatçı olmak için önce solcu olmak gerek”tiğine inananların, birer rüya tasarımcısı olarak yeni taktikler geliştirmesi şart. Yoksa fabrikasyon ürünü paket hayaller piyasasındaki rekabet, insanları düşsüz bir geleceğe hapsedecek.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 3 Kasım 2010)

SANATIN CEHALETİ

Posted: by bülent usta in
0

Uzun zamandır Okan Bayülgen’in TV şovlarını izlemiyorum. Ilk çıktığı zaman, farklı bir şey yapılıyor yanılsamasıyla izlerdim. Popüler kültürün içinden bir popüler kültür eleştirisine yönelmesi, çeşitli TV ikonlarının acımasızca tiye alınarak, ne kadar da aptallar, ne kadar da aptalız, bu ne saçmalıktır böyle dedirterek, utanç içinde kahkahaların atıldığı programlardı bunlar. Okan Bayülgen, herkesin fark edemediği şeyleri fark ettiren otoriter bir fügür olarak karşımıza çıkmıştı. Otoriterliği, telefonla bağlanan seyircinin suratına telefonu kapatmasıyla, herkesle ve her şeyle dalga geçebilmesiyle pekişiyordu. Okan Bayülgen’den bahsetme nedenim, onun şovunu eleştirmek için değil. Hollywood sinemasının, Vietnam savaşını kutsayan filmlerle de, eleştiren filmlerle de gişe yaparak kazanç sağlaması gibi, Okan Bayülgen de, o çok eleştirdiği popüler kültürün bir parçası nihayetinde. Yani işini yapıyor. Onun bu yaklaşımını, bir başka yönden ele almak gerek. O da Okan Bayülgen’in bu otoritesini neye borçlu olduğu? Seyircilerin cahilliğine mi, yoksa kendisinin olayları yorumlayışındaki yeteneğine mi?

Aslında Okan Bayülgen, yıllar yılı uygulanan bir sanat politikasını popüler kültüre taşımakla yetiniyor. Sanata karşı sanatçıların eserleri, nasıl müzelerde sergilenip, karşı oldukları sanatın bir parçasına dönüştürülüyorsa, o da popüler kültüre karşı olan bir pop figür olarak televizyon programları müzesinde yerini almış oluyor.

Sanatçı, sanatı aracılığıyla, kitlelerin cahilliğini gideren, insanların zihinlerini işgal edip onları çepeçevre kuşatan uyaranları ayıklayıp, o uyaranlar arasında bağıntılar kurup gerçeği gözler önüne sermekle yükümlü hisseder kendisini. Ama kitleler, gerçekten de onun tasavvur ettiği kadar cahil midir? Bu tür bir sanat anlayışı, günümüzde ne kadar anlamlıdır? Bu meseleyi, çeşitli örneklerle etraflıca tartışan bir kitap yayımlandı bugünlerde. Jacques Ranciére’in E. Burak Şaman çevirisiyle “Özgürleşen Seyirci” adlı Metis Yayınları’ndan çıkan kitabı, bu konuyla ilgili daha pek çok soru soruyor.

Aslında bu meseleyle doğrudan bir ilgisi olmasa da, Italo Calvino’nun, bir yazar olarak kendisine sorduğu şu soruyu da gündeme getirebiliriz: Kimin için yazıyorum? Kendimden daha az bilgili bir okur için mi, yoksa kendimden daha bilgili bir okur için mi? Bir yazarın bu soruya vereceği yanıt, onun bütün yazarlık serüvenini de belirleyecek bir sorudur. Eğer kendinden daha az bilgili bir okur için yazıyorsan, öğretici, gösterici bir misyonu benimseyecek, yazdığın insanların algısının çok düşük olduğunu varsayıp sanatından ödün vereceksin. Günümüzde bu tavrın yaygınlaştığını, kitle kültürü içerisinde yer almak isteyenlerin böyle bir yol izlediğini biliyoruz. Kendisinden daha bilgili okurlar hayal edip yazanlar ise, daha dar bir çevre içerisine sıkışmak durumunda kalıyorlar. Ama sanatı çoğaltıp zenginleştirenler de onların binbir güçlükle ürettikleri bu ürünler oluyor aslında. Eğer sanat diye bir şeyden bahsediyorsak, bunu bestseller yazarlarına ya da gişe hasılatı için yarışan filmlere borçlu olmadığımız açık.

Cahil kitleleri eğitme anlayışı 19 yy’dan beri süren yaygın bir tavır. Bu tavır, kitleleri artık sanattan, bilimden, siyasetten soğutan bir tavıra da dönüşmüş durumda. Artık sanat ile politika arasında eskisi gibi bağlar kurmamız düşünülemez. Kitlelerin cahilliği kadar, onlara öğretmeye, görülemeyen gerçekleri göstermeye soyunanların da cahilliğinin sorgulandığı bir zamandayız. Yani öğreten ile öğretilen arasındaki mesafenin azaldığı ya da kaldırıldığı bir zamanda… Bu sorgulamayı yaratan en önemli öge de, aslında çoğulcu demokrasilerden başka bir şey değil. Sık sık Umberto Eco gibi bazı önemli aydınların, “cahillik hiç bu kadar popüler olmamıştı!” haykırışlarına da tanık olmamız da, bu süreçle ilgili bir durum. Gerçekten de cahillik hiç bu kadar popüler olmamıştı. Çünkü hiç bu kadar görünür olmamıştı. Çoğulcu demokrasilerin cahilliği görünür kılmasında etkili olduğu bir gerçek.

Peki bu yeni durumun içerisinde, sanat ve politika arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz? Cahilliğin popüler kılınışına yönelik, sanat nasıl bir tavır takınacak? Her şeyin piyasa kurallarına göre belirlendiği bir zamanda, sanatın kaderi ne olacak? Sanat, sadece eğlendirmek için mi üretilecek?

Yüzyıllardır sanatçıların çeşitli eserlerinin sergilendiği bir sanat müzesi düşünelim. O müzede her hafta, her ay, her yıl, durmaksızın sanat eserleri yer değiştirir, birbirinin yerini alır, izleyenlere estetik bir haz vermek isteyenlerden, mesaj kaygısıyla hareket edenlere kadar çeşitli amaçlarla sanatçılar, eserlerini o müzede sergiler. Hatta müzenin kendisini de eserlerine ortak eden yaklaşımlar ortaya çıkabilir bu süreç içerisinde. Sadece o müzedeki eserleri değil, o eserleri izleyenlerin de sanata ortak edilerek teşhir edildiği etkinlikler de boy gösterir o müzede. Peki tüm bu sanat eserlerinin ortak noktası nedir? Sanata karşı olan bir sanat bile o müzede kendisine bir yer buluyorsa, sanatın insan ve toplum yaşamındaki önemine dair neler söyleyebiliriz? Ya da tüm bu sanat eserlerinin ortaklaştığı bir nokta var mıdır? Sanat ile politika arasında ilişki kurmak için hangi yaklaşımlar ortaya çıkar?

Aslında o müzenin kendisi, tüm içindeki devinimlerle, tartışmalarla, karşı çıkışlarla, bir bütün olarak sanatın kendisinden başka bir şey değil. Sanat bugün, aynı türden olmayan mantıkların, yöntem ve anlayışların iç içe geçtiği bir görünüme sahip. Böyle olması, sanat için bir avantaj. Belki de tüm bu iç içe geçmiş mantık ve yöntemler, sanata dair daha özgür bir eleştirel anlayışın doğmasına neden olabilir. Bu konu üzerinde düşünmeye Ranciére gibi düşünürlerle devam edeceğim. Am Ranciére’in şu sözünü hiç unutmamalı: “Sanatın dışında kalacak bir gerçek dünya yoktur.”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 27 Ekim 2010)

KARA KARGALAR UÇUNCA

Posted: by bülent usta in
0

Benim araştırmacı-gazeteciler gibi devletin içinden bilgi kaynaklarım yok. Hiçbir gizli bilgiye bir telefon kadar yakın değilim. Dinleme cihazlarım, gizli kameralarım da yok. Ben de herkes gibi gazeteleri, dergileri, televizyonları takip ederek öğreniyorum her şeyi. Bazı köşe yazarlarının, plazalarına gitmek için bindikleri taksilerde taksicilerle sohbet edip bunu ballandıra ballandıra yazdıkları gibi halkın nabzını da tutmuyorum. Belki de taksicilerden çok berberlerin bilgisine başvurduğum içindir... Neçayev “Devrimcinin Anahtar Kitabı”nda, bilgi almak için ‘şehir dedikoducuları’na özel bir yer veriyordu. Neçayev’in bu kitabını, bir grup arkadaş 90’lı yıllarda ‘Karaşın’ adlı fanzini çıkarırken, Süreyyya Evren çevirmiş ve fotokopi-betik tarzında yayımlamıştık.

Berberleri ‘şehir dedikoducuları’ kategorisine sokabilir miyiz bilmiyorum. Ama halkın nabzını tutmak için bence taksicilerden daha idealler. Özellikle, uzun zamandır müşterisi olduğum Berber Kemal’i tanıdıktan sonra, ermiş olmak için berber olmak gerektiğine inanır oldum hepten. Mesela, müşteriye nasıl bir tıraş istediğini sormaz hiçbir zaman. Aslında sanki olmuş olacak her şeyi biliyormuş gibi, kimseye bir şey sormaz. Ama siz onun, yüzündeki o yarım gülümsemesine bakıp bir şey öğrenemezsiniz de... Gülüyor mu, düşünüyor mu, üzüntülü mü?.. Kendisini anlatmaktan çok, insanları dinlemeyi tercih etmesi, belki de yaptığı mesleğin bir özelliğidir. Yazmakla arası iyi olsaydı, onu kesinlikle roman yazmaya teşvik ederdim. Kim bilir ne hikâyeler anlatırdı insana ve hayata dair...

Şimdi nerden çıktı Neçayev diyebilirsiniz. Aslında ‘Qijika Reş’ adında Van’da çıkan bir anarşist dergi anımsattı bana Neçayev’i... İnternette blog sayfalarının adını Neçayev koymuşlar çünkü... Neçayev, Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’ adlı romanına esin olmuş bir anarşist...

‘Qijika Reş’, Türkçe ‘Kara Karga’” demekmiş. İlk sayısında Kürtçe yazı yok ama, önümüzdeki sayılarda Kürtçe yazıların da yer alacağını duyurmuşlar. Van’da anarşist bir derginin yayımlanıyor oluşuna belki şaşıranlar çıkabilir. Üstelik bugünlerde anarşist yayınlarda ciddi bir azalma gözlenirken, Van’da böyle bir derginin çıkıyor oluşu, belki başka yayınları da kışkırtır ümidini doğurdu bende. Çünkü anarşizme dair, öyle sınırlı ve dolaylı bilgiye sahibiz ki, “Siyahî” dergisinin bir süredir yayımlanamıyor oluşuna içerlemeden edemiyor insan.

Derginin giriş yazısında, uzun uzun neden ‘kara karga’ ismini seçtiklerini anlatmışlar. Bu kadar geniş bir ‘karga övgüsü’ne yer vermeleri önce ilginç geldi bana. Ama, Oxford Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde incelenen Betty adlı bir karganın maharetlerinden bahsedilmesi, acaba Betty’nin aklına gelir miydi hiç, bir derginin ilk sayısında kendisinden bahsedileceği diye hayal kurmama neden oldu. Betty, epey ünlü bir kargaymış meğerse, internette maharetlerini gösteren epey bir fotoğraf ve video var.

Kargaların zekâsına ben de hayran kalmışımdır her zaman. En çok da özgüvenlerine... Çocukluğumdan hatırlıyorum, bahçeye ektiğimiz mısır tanelerini, sanki kendi elleriyle koymuş gibi bulurlardı. Çatının üzerinden nerelere ektiğimizi izlerlermiş meğerse...

‘Qijika Reş’ de özgüveni yüksek bir dergi. Giriş yazısında şu ifadeler yer alıyor örneğin: “Tüm iddiamız; Devletin, Ulusun ve Dinin sınırlarını çizdiği siyaset alanının dışında kalan seslerin ortak, çoksesli bir yerel platformu olmayı başarmaktır. Dergimizin konumlandığı önemli zeminlerden biri de, Batı merkezli modern siyasal teorilerin görünmez kıldığı veya görmezlikten geldiği Avrupa dışı coğrafyalardaki sistem karşıtı hareketleri anlamak ve görünür kılmak olacaktır.”

Özellikle dergide, Ramazan Kaya’nın yazısında yer alan tespit, bu tür yayınların neden elzem olduğunu da gösteriyor: “Kozmopolit bir dünyanın kıyılarında ‘köksüzlüğe kök salmış’ göçmenler olarak gidecek bir evimiz kalmadığı gibi, aslına rücu etmek de artık mümkün değildir. Küresel kapitalizmin büyük ve çoğul dünyasında ‘herkes’ göçebeler haline gelmektedir. Bir ‘sınır durumu’nda yaşamaya mahkûmuz. Yıllarca direnişin, yalnızca ezenin dilini yansıttığı ve ters çevirdiği mantık parçalanıyor, bozuluyor, sorgulanıyor. Bunun sonuçlarından biri de homojen ve aşkın bir ‘öteki’ anlayışının parçalanmasıdır. Sabit bir yer şeması ve güven verici kimlik düşüncesi çatırdamaktadır. Artık otantik bir milliyetçilik ile homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak iyiden iyiye zorlaşacaktır. Yani hem modern “hâkim anlatılar” düzeninin, hem de bu anlatıların tersine çevrilmiş madun direniş imgelerinin de ötesine geçmeliyiz. Tek-merkezci ve etnik-merkezci siyasal ve kültürel inşaların reddedilmesi, kaçınılmaz bir biçimde, bu yönelimleri normlaştıran açık bir merkezin de ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır.”

Yaygın medyanın görmediği bu derginin, sokak çatışmalarının eksik olmadığı, derin ya da açık devlet şiddetinin yaşandığı bir coğrafyada çıkıyor olmasının öneminin, bilmem farkında mısınız?

Benim araştırmacı-gazeteciler gibi devletin içinden bilgi kaynaklarım yok. Dinleme cihazlarım, gizli kameralarım da... Her edebiyatçı gibi, sokağı dinlemeyi tercih ettim hep. Berber Kemal’le bir bardak çay içip sohbet etmek de yeterli oldu benim için. Evet, benim dinlediğim nabız, ‘Qijika Reş’in çıktığı coğrafyada farklı atıyor. Çünkü orada felsefe, siyaset, edebiyat bir ölüm-kalım meselesi olarak algılanıyor. Bizde ise, akıl almaz bir rehavet ve yılgınlıkla...

Ben böyle kendimi kaptırmışken, Berber Kemal, usulca dizime vuruyor... “Biliyor musun evlat, herkesin kendisini görmek için bir başkasına ihtiyacı vardır her zaman.”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 20 Ekim 2010)