KULAÇ

Posted: 20 Ağustos 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Koylardan birinde güneşlenip yeterince ısındıktan sonra denize giren bir tatil yaratığına dönüştüğümden beri, beynimin çalışırken kullanmadığım kısımlarının epeyce zayıflamış olduğunu fark ettim. Çalışmak beynin hazla ilgili kısımlarını kullanıp geliştirmeyi engelliyor çünkü. Yetişkinlerin boş kalınca ne yapacaklarını bilemiyor oluşları, onların suçu da değil. İnsanları, kendilerine ayırmaları gereken süreden mahrum bırakan kapitalizm, tatili bir ihtiyaca dönüştürerek, her bütçeye uygun tatil paketleri sayesinde insanları çalışırken de, dinlenirken de sömürüye ara vermemiş oluyor. Sömürülmemek için çalışmayacak ya da tatile gitmeyecek değiliz elbette. Ama işçi sınıfı aleyhine çalışan bir hükümete sahip oluşumuz, çalışma koşulları ve sürelerinin iyileştirilmesi için aşılacak engelleri de çoğaltıyor ister istemez. Daha çalışma koşullarını düzeltememişken, tatil koşullarını ve sürelerini düzeltmek şimdilik bir hayal olsa gerek.

Aslında bu yaz tatile çıkmak da bir hayaldi benim için. Ama oldu. Kendime deniz kenarında küçük bir kulübe bile buldum. Zeytin ağaçları içinde cırcır böceklerinin bıkmaksızın tekrarladıkları namelerle kuşatılmış bir kulübe… Kumsalda, diğer tatil yaratıklarıyla birlikte güneşlenip, denizde yüzmenin keyfini yaşıyorum. Geceleri de kulübemin önündeki masaya oturup kitap okuyorum. Okuduğum şeyler beni yormayacak eften püften şeyler genellikle. Hayatımdaki her şeye ara vermek istiyorum. Arada gazetelere bakıp, kabuk değişim merasimini tamamlayan iktidarın büyümesini manşet manşet izlemekten kendimi alamıyorum yine de. Gücün bir yerde bu denli yoğun bir biçimde toplanıyor olması, huzursuz edici. Güneş ışığını bir noktaya toplayan mercek gibi. Bir de şu taktik siyasetin sıkıcılığı var. Hiçbir şeyin doğrudan söylenmemesi, her şeyin alıştıra alıştıra halledilmesi, siyasetin ürün pazarlama stratejisi gibi sunulması, kapalı kapıların ardında süren pazarlıklarla yürüyen bir sistemin sivil bir hareketmiş gibi gösterilmesi, ordunun polise görev teslimi gibi olması her şeyin… Açılım denilen şey, dağ komandosunun yerini özel harekâtın almasıymış meğerse…

Geceleyin dalgaların sesini dinlerken, eften püften okumalara ara verip ciddi bir kitap okumak istedim. Tatil yaratığı olarak yeterince güneşten ve denizden gıdamı almıştım. Ben de çok merak ettiğim İskoçlu bir yazar olan Ali Smith’in Dost Körpe çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıkan “Gibi” adlı romanını elime aldım. Ali Smith’in sözcükleri kullanma hüneri ve yarattığı karakterler öylesine cezp edici ki, kısa bir süre sonra, ünlü bir akademisyenken okumayı bile unutan esrarengiz Amy karakteri ve onun bir büyüye benzeyen sekiz yaşındaki kızı Kate ve Amy’nin lezbiyen aşkı Ash, kulübemin önündeki masada oturup gökyüzündeki yıldızları seyrederek bana hikâyelerini anlatmaya başladılar. Tam burada, masamı saran sandalyelere oturmuş, birbirilerine bakmaksızın konuşup duruyorlardı. Elbette benim ve diğerlerinin farkındaydılar ama görmüyorlardı birbirlerini ve beni. Sanırım bunu dünyada yaşayan herkes için söyleyebiliriz. Birbirimizi görmemiz, sanki bir cadının lanetiyle engellenmiş. O lanet ortadan kalkmadığı sürece, tüm aşklar eksik, tüm çocukluk anıları hüzünlü, tüm insanlık şaşkın ve çaresiz kalacak. Cadının lanetini bozacak şey de, sanattan başka bir şey değil.

Anne ve kız arasındaki ilişkiden lezbiyen aşka kadar, merkezinde sadece kadın olan, erkek olarak sadece kadın karakterlerin babalarına izin verilen bu roman sayesinde, onlar beni göremese de, ben onları burnumun dibindeymişim görebiliyorum. İskoçya’da bir trende karşılaşsam, belki de hiç dikkatimi çekmeyecek bu iki kadın ve küçük kız, şimdi benimle insanın karmaşık doğasını tartışabiliyor rahatlıkla. Örneğin Ash, romanın bir yerinde, Amy ile edebiyatla ilgili bir tartışmaya girerek, Virginia Woolf’un romanlarını sıkıcı, inandırıcılıktan uzak ve temasız bulduğunu söylüyor. “Bütün o ruhun ölümü, kadın onu seviyordu, kadın ondan nefret ediyordu, hayatın anlamı nedir filan gibi laflar, çoğu insanın yaşadıklarıyla alakası yok bunların; çoğu insan için gerçeklik, yaşadıkları sıkıcı ya da korkunç günü atlatmak ve günün sonunda evlerine yiyecek götürecek kadar para kazanmaktır, durup hayatın anlamını merak etmeye vakitleri yoktur.” Ash’in bu sözlerine Amy “sanatta ve estetikte sıradan gerçeklikle ilgisiz kurallar vardır” gibi bir lafla karşılık veriyor sadece.

Ash’in bu sözlerine benzer çok söz işittim bugüne kadar. Roman ya da şiir okumaktan hoşlanmayanlar, ya da değişen sanat karşısında ezbere gerçekçilerin günümüzde yapılan sanatı aşağılamak için kullandığı bu sözlerin bir doğruluk payı var elbette. Gerçekten de insanların çoğu için Virginia Woolf’un yazdıklarının bir anlamı yok. Çünkü durup anlamaya vakitleri yok. Tatiller ise, çoğunlukla hiçbir şey yapmamak, eğlenerek ve dinlenerek geçirilen bir zaman dilimi olarak algılanıyor. Çünkü kapitalizm, insanların hayatın anlamını sorgulamasını değil, hayatın anlamını tüketmesini istiyor. “Hayatın Anlamı” gibi kişisel gelişim kitaplarıyla, kendisini kapak yapan yazarların suya sabuna dokunmayan yapıtlarıyla, hayatın anlamını da bir tüketim nesnesine dönüştürebiliyor.

Evet, Ash haklı. İnsanlar “yaşadıkları sıkıcı ya da korkunç günü atlatmak ve günün sonunda evlerine yiyecek götürecek kadar para kazanmakla” öylesine meşguller ki, onları bu kısırdöngüye mahkûm eden sistemi sorgulayacak kudreti kendilerinde şimdilik bulamıyorlar. Ama onların böyle olması, sanatın kendi gerçekliğini değiştirmiyor yine de. Yani Amy de sözlerinde haklı, “sıradan gerçeklik” ile sanat arasında ilgisiz kurallardan bahsederken. Ama şöyle bir düşünürsek, sokak ortasında eşi tarafından öldürülen bir kadın ile Virginia Woolf arasında bir bağın olduğunu görmek hiç de zor değil aslında. Birilerinin o bağı göremeyişi, o bağın varlığını yok etmiyor.

Güneş doğarken kumsala indiğim zaman, ortalıkta kimsecikler yoktu. Kendimi denizin dalgalarına bırakınca, denizin serinliği ve genişliği karşısında ürpermekten kendimi alamadım. Hayatın anlamını sorgulamak, işte bu ürpertiye benziyordu biraz. Koskoca evrenin karşısında tek başına olduğunu bilerek, seni yutmaya hazır dalgaların içinde kulaç atıp yüzmek…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 10 Ağustos 2011)

PAUSE ÇIKMAZI

Posted: by bülent usta in
0

Gazete yazarlığının en güzel tarafı serbestlik. Ama bu serbestlik sadece mekânla ilgili. Mesela şu an tatilde, deniz kenarındaki bir çay bahçesine oturup yazabilsem de, mekânı değiştirdiğim rahatlıkta zamanı değiştirmem mümkün değil. Şu an aklım yazdığım romanla ve aşk gibi insan ilişkilerinin en karmaşık yanlarını ele alan konularla dolu olsa da, ülke gündeminde olup bitenler, ister istemez dikkatimi gazete manşetlerine ve o manşetlerin ardındaki soru işaretlerine çeviriyor. Gördüğüm şey de, tüm bu olup bitenleri yorumlayacak farklı bakışaçılarına uzak olduğumuz. Mesela şike operasyonuyla komutanların istifa etmeleri, Abdullah Öcalan’ın geri çekiliyorum dediği bir zamanda Kemal Burkay’ın Türkiye’ye dönmesi arasında bir bağ olabilir mi? Yorumların büyük bir kısmı, yüzeysel ve taktiksel çıkarımlardan ibaret kalıyor genellikle. Sonbahara girerken her şeyin hızlı bir biçimde değişerek yeni durumlarla karşı karşıya kalacağımız, bu son yaşananlarla birlikte iyice kendisini belli etti.


Bu yeni durumlar, sadece siyaseti değil, gündelik hayatı da dönüştürecek güçte olacak gibi gözüküyor. Gücü ele geçirenlerin, ele geçirdikleri gücün kıymetini gayet iyi biliyor olmaları ve bu gücü kullanmak konusunda en ufak bir tereddüt yaşamayacak olmaları, kendimizi içinde bulacağımız yeni durumların pek de hayra alamet olmadığını da gösteriyor bir yandan. Belki de bu yüzden, sonuca hızla ulaşmak için bize seyrettirilen filmi fena halde hızlandırmış durumdalar. Her şey o kadar hızlı yaşanıyor ki, pause tuşuna basıp neler oluyor diye düşünene kadar filmin sonu gelebilir. Aslında her şey, olması gerektiği gibi cereyan ediyor. Ve olup bitene bakarak daha nelerin sırada beklediğini görmek için belki müneccim olmaya gerek yok ama, Mars’a gitmiş bir antropolog gibi hissetmemize gerek var. Çünkü bu yeni durumu, ancak her şeye başka bir gözle bakarak anlamlandırabiliriz.

Aslında bu “Mars’ta Bir Antropolog” espirisini, bugünlerde çıkmış bir kitabın adından ödünç aldım. Oliver Sacks’ın Osman Yener çevirisiyle YKY’den çıkan kitabının adı “Mars’ta Bir Antropolog”. Sacks, bir nöro-antropolog olarak, kaza geçirdiği için ya da doğuştan gelen bazı özellikler yüzünden beyni farklı çalışan yedi kişinin yaşam öyküsünden yola çıkarak normal ile patoloji arasındaki ayrımı araştırıyor kitabında. Otistik bir dahi olan Temple, kendisini Mars’ta bir antropolog gibi hissettiğini söylüyor. Çünkü yaşadığı toplumdaki insanları incelemeden normalin ne olduğunu, o insanlara nasıl davranması gerektiğini bilemiyor. Ama Temple’ın otistik olmasından kaynaklı güçlü bir aygıtı var: Bellek. Yaptığı tüm gözlemleri, bir deneyim arşivi olarak belleğinde saklayabiliyor. Tek sorun, bireylerarası karmaşık ilişkilerin ona fazlasıyla anlaşılmaz gelmesi. Çünkü Temple, her otistik gibi hile, aldatma, kin gibi davranış ve duygulara yabancı. Kendisini korumak için bu yüzden başka bir mantık geliştiriyor. Mesela, tasarımını yaptığı işletmelerden birisinde belli aralıklarla bir makinenin sürekli olarak bozulduğunu öğreniyor. O makinenin bozulmasının mantıklı açıklamasını bulamıyor kimse. Temple, makinenin bozulduğu günlerle bozulmadığı günleri karşılaştırarak, çalışanlardan birisinin özellikle o makineyi bozduğunu tespit ediyor. Yaptığı tek şey, belleğinden faydalanıp basit bir biçimde akıl yürütmek.

Sanat ya da siyaset dünyamızdaki arızaların çözümü için Temple’dan yardım istesek, bize sağlam bir arıza listesi verip hepimizi şaşkına çevirebilir. Ve o listenin başına, “yarım kalmış bir projeyi sürdürmek, yeni bir projeye başlamaktan daha zordur” gibi bir özlü söz de ekleyebilir.En azından benim tahminim bu yönde.

Normal olanın hızla değiştiği, bize akıldışı gelen pek çok şeyle yaşamaya alıştırıldığımız bir zamanda, belleğe ve o belleği kullanacak çokboyutlu akıla duyduğumuz ihtiyaç da artmış durumda.

Hızlandırılmış bir filmi seyrederken, seyredilen şeye yabancılaşmaktan ve edilgenleşmekten kurtulmak mümkün değil. En azından filmin konusundan bahseden yorumlardan haberdar olup, filmi zihnimizde yavaşlatacak çareler arayabiliriz. Her filmin bir senaryosu olduğuna göre, bu senaryonun bize göstererek anlattığı şeylerden yola çıkarak göstermeden anlattığı şeyleri de bulabiliriz belki. İzlediğimiz bu filmin yapımcısına, yönetmenine ve oyuncularına bakarak, filmin bir 12 Eylül projesi olduğu tespitini yapanlara rastlamak mümkün olsa da, teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanarak görsel efektlerle zenginleştirilmiş bu 12 Eylül filmini, yeni bir filimmiş gibi izleyenler çoğunluktaymış gibi gözüküyor. Çünkü bizim Temple gibi belleğini kullanarak akıl yürüten insanımız pek fazla yok.

Geçen yazımda “ezberi gerçekliğimiz”den bahsetmiştim. Ezbere bir gerçeklik içinde, aslında yalan bir dünya içinde yaşadığımızdan… Emin olun, o çok kızdığınız politikacılar, köşe yazarları, sanatçılar, kendilerine ezberletilen bir gerçekliğin mahkûmu oldukları için, akla ve vicdana sığmayacak şeyleri benimsemek konusunda tereddüt yaşamıyorlar. Gücü devraldıkları kişiler gibi, onlar da kendi gerçekliklerini ezberletmek için çabalamakla yükümlü hissediyorlar kendilerini. Çünkü birer hayaletten başka bir şey değiller ve ancak o “ezbere gerçeklik” içinde varolabilirler. Aslında tüm mücadele de, bize ezberletilen gerçeklikle yaşadığımız gerçekliğin mücadelesi olarak karşımıza çıkıyor. Tüm kültürlerin ve uygarlıkların tarihine, bir de bu gözle bakmak gerek. İktidarların bize zorla ya da özendirerek taktığı o gözlükleri çıkartıp, hayata çıplak gözlerle bakmanın acı dolu deneyimini yaşamaksızın, yapılan sanatın da, siyasetin de, sadece birer ezber faaliyeti olarak kalacağı kesin.

Hava sıcak… Deniz kenarında oturmuş karamsar şeyler yazıyor olmaktan hoşnut değilim. Bir taraftan, olup bitene bakıp içimde ümitler de yeşertiyorum çünkü. Doğayla baş başa olmak, gerçekliğin ezberini bozan hayatın mucizelerini fısıldar durur insanın kulağına… Belki de o yüzden….

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 3 Ağustos 2011)

YAS GECELERİ

Posted: by bülent usta in
0


Yaz değil, yas geceleriyle geçirdik Temmuz’u… Norveçli bir faşistin yaptığı katliam da yas gecelerini daha bir kararttı. En son Didem Madak’ı uğurladık bu dünyadan. 20 Haziran 2007’de, Didem Madak’ın kitabı için bu sayfada yazdığım yazıyı, onun değerli anısı için yeniden paylaşmak istiyorum sizinle:

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”
“Şurada bir yerde olacaktı. Şu arka taraftaki raflarda... Biliyorsunuz, şiir kitapları artık kitapçıların en arkadaki raflarına konulur oldu. Yok hayır, şiir kitabı az basıldığı için değil. Şiir, hâlâ yürümekte... Ama bugünlerde şiir kitaplarına talep azaldı. Neden azaldı bilmiyorum. Halbuki şiir olmazsa edebiyat olmaz derler. Hele ki Türkçede, şiir amiralidir edebiyatın derler. Amiral battı diyenlere inat, birbiri ardına şiir kitapları yayınlıyor birileri. Sanki hiç satmasa yine de basacaklar o kitapları. İnanmışlar bir kere şiire. Düşün, iki yüz tane şiir dergisi varmış. Ama iki yüz tane satan şiir kitabı bulmak bile zorlaştı bugünlerde. Şiir basanlar değil, almayanlar utansın. Tamam, işte oradaki rafta. Didem Madak'ın kitabı. Metis'ten çıkmış...”

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”
“Hani şu devamlı darbuka çalan mahalle mi? Deli onlar deli... İlacını içmeyi unutmuş delilerin mahallesi orası. Kaç zamandır karantinada, mahallenin talih kuşları, kuş gribine yakalanmış. Uzak durmalısınız oradan, uzak...”

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”
“Bilmez miyim? Ben o mahalleye yerleşmeden evvel orası bu kadar eskimemişti. Pulbiber Mahallesi'nin vakanüvisiyim ben. 'Hayaletler için masumiyet karineleri icat etmektir işim.' Aslında sadece vak'a... Neydi ya, hah vakanüvisi de değilim üstelik. Bana öyle tuhafmışım, çocukmuşum gibi bakmayın lütfen. Vakanüvisleri vardır her mahallenin. Sadece kolay kolay ortaya çıkmazlar. Ama vardırlar ve hepsi de tıpkı benim gibi 'büyü'müş çocuklardır. Zengin evlerindeki Harry Poter gibidir bu çocuklar. Peki sen Tomtom Mahallesi'ni bilir misin? Bilirmiş gibisin... Hatta sen Tomtom Kaptan Sokak'tan da geçmiş gibisin. Bir filmde vardı o sokak, 'Hayallerim, Aşkım ve Sen' filmiydi galiba. İşte sen o filmdeki senarist çocuk gibisin.

'Birçok şarkının ortasında yürürken İstiklal Caddesi / Tomtom Mahallesi'ne taşıyor beni / Ben yürümüyorum Füsun cadde yürüyor / Bir cadı olduğumu buradan anlıyorum'. Cadı mı dedim. Biraz cadıyım da üstelik. Bizim mahalleye gelsen Füsun'u bilirsin, Zeyna'yı, Keltoş'u, Burcu'yu, Leman'ı, Raif Bey'i, şiirin ortasında striptiz yapan kadını, Efendimiz'i, Yürüklerin İbram'ı, mahallemizin Hz. İsa'sını, Miss Marpple'ı ve daha kimleri, kimleri...
Ama belki de bilmezsin. Bu sana kalmış.

Kim kendi mahallesini yeterince biliyor ki, mahallelerin vaka neydi, vakanüvisleri hariç. Ama 'bana artık büyü diyorlar / Bütün renkleri mezun etmişler hayatlarından / Karanlığa emekli öğretmenler gibi sanki insanlar.' 'Artık büyüyüm, bilmiyorlar. / Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum'. Bilir misin, bizim mahallede hiç acı yok, ama 'Mahalleli pulbiber ekiyor suyumuza / Nilüferler gibi açılıyor taneleri.'

Sen Pulbiber Mahallesi'ne gittin mi hiç? Mahallemizin sprey boya kusan duvarlarını gördün mü? Biliyor musun ben aynı zamanda 'Kelimelerin mezarlığında gece bekçisiydim. / Dirilecekleri günü bekledim.' 'Rahmin kadar konuş diyorlardı bana / Hamile kalıyordum oysa durmadan roman kahramanlarından'. Sonra bir gün, 'Ben kırmızı tırtıl dili gördüm, bize geldi, siren sesleri arasında.' 'Tutuklamalar vardı. Çünkü o zaman kırmızı tırtıl dilini kim / kaybetmişti ki ben bulayım. / Yakup da bulmamıştı, beni tutuklamalar vardı, beni nereye / koyacaklarını bilmiyordum, bilmiyordu, bilmiyorlardı, içimde dönüp duran gezegenleri seyrederken, gezmeyegen olmuştum.'
Ya işte öyle... Seni sevdim. Hiç konuşmuyor, ne söylesem anlıyormuşsun gibi bakıyorsun. Ben, bir şair miyim? Sana söyledim ne olduğumu, 'bir şair değil şiir ithafkârı'yım” ben.

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”

“İçinden çocuk romanları geçen mahalleyi mi söylüyorsun. Hiç okudun mu çocuk romanları? 'Pal Sokağı Çocukları'nı mesela. 'Küçük Karabalık'ı... Bence yeniden okumalıyız çocukluğumuzun romanlarını, çocuk romanlarını. Şimdi sen o mahalleyi soruyorsun ya, benim için o mahalle bir roman taslağıdır her zaman. Adı Pulbiber olmayabilir, Tomtom da olabilir, hiç önemli değil. O mahallenin mora boyanmış bir kütüphanesi olmalı mutlaka derim. İçinde sadece çocuk romanları olan bir kütüphane... Ben de o kütüphanenin memuru olayım mesela. Bütün gün çocuk romanları okuyup çocuklaşayım isterim.

Şimdi sen bana o mahalleyi sordun ya, sakın Pulbiber Mahallesi'nin mısralardan yapılmış işaret tabelalarına güvenmeyesin. Yoksa o mahallenin içine düşer, bir daha da çıkamazsın çok istesen de. Sonra yalvarırsın 'Beni çöz Miss Marple / İçimden çıkmak istiyorum artık.” diye. Sen, çocuk romanlarında ve masallarında sadece iyi şeyler olduğunu mu zannediyorsun? O canavarlara, kırmızı başlıklı kızları yemeye kalkışan kurtlara ne demeli? O yüzden küçümseme içinden çocuk romanları geçen bu mahalleyi. Acıyı oyunlaştırmamıza aldırma. İçten içe büyüyen bir sıkıntı kemirir içimizi. Depresyona girmeye vakti olmayanların, aslında depresyonu ertelediklerini ve ilk fırsatta içine balıklama dalacaklarını da unutma derim. Önemli olan depresyona girmek ya da girmemek değil, nasıl ve niçin girdiğinizdir. Siyasal ve sosyal meselelerden de olabilir, aşk gibi siyasal ve sosyal meselelerin özelleştirilmiş hallerinden de. Şimdi sen bu mahalleyi bana sorarak, başka bir şey sorduğunun farkındasındır herhalde. Ben de sana bu mahalleyi anlatayım derken, başka şeyleri anlatıyorum başından beri. İki ucu açık mahalle dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

“Siz Pulbiber Mahallesi'ni bilir misiniz?”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 21 Temmuz 2011)

VAMPİR UYARI TABELASI

Posted: by bülent usta in
0

Hissettiğim şey şu: Kimsenin birbirini sevmediği insanlarla dolu bir otobüste, bir bilinmeyen doğru yol alıyoruz. Öyle belalı bir yolculuk ki bu, yanınızda oturan kişi, her an bir vampire dönüşüp size saldırabilir. Otobüsün şoförü de, yolcuların yarısının desteğini aldığı için, daha önce defalarca girilmiş çıkışı olmayan yolları yeniden denemek konusunda bir tereddüt yaşamıyor. Bizi okyanusa götüreceğini zannederken, meğerse çöle gidiyormuşuz. Bundan sonra süreç farklı olacak derken, kast ettiği şey, çöle de gitmeyeceğimiz olabilir mi? İstediği kaseti takıp zorla kendi sevdiği şarkıları dinletiyor yolculara. Seveceksiniz diyor, çünkü otobüsün yarısı seviyor bu şarkıları.

Başımı otobüsün camına dayayıp uzaklardaki dağlara, denizlere bakarak yolcuları ve otobüsün rotasını anlamaya çalışıyorum. Aklıma takılan sorular arasında gerçekten barış isteyip istemediğimiz de var. Birey oranı azaltılmış kamuoyunun, dünyayla nasıl baştan savma ilgilendiğini görmek, şaşırtıcı olmasa da üzüntü verici. İnsanların kendi mutsuzluklarını ve çaresizliklerini yansıtan linç ayinlerinin travmatik sonuçları da öyle. Kendi memleketlerinden kalkıp bu sıcakta, ekmek parası için inşaatlarda çalışan işçileri linç etmeye çalışan güruhu, önemsememek hata olur. Bu türden kışkırtmaların, aniden parlayıp büyük bir yangına dönüşme ihtimali her zaman mevcutken... Ama asıl mesele, kamuoyunun gerçekten barışı arzulayıp arzulamadığı. Benim bugün için yanıtım: Hayır, barış istemiyor. Hayır, çözüme yakın değiliz. Uzaklaşıyoruz otobüsle… Şoför, bizi uzaklaştırarak unutturacağını sanıyor.

Otobüs nasıl bir geçidin içinde ilerliyorsa, Türkiye de bir geçiş sürecinin sonuna doğru yaklaşıyor. Ortadoğu’yu saran Arap Baharı rüzgârının, öyle tesadüfi bir durum olmadığını, içinde bulunduğumuz otobüste de görmek mümkün. Bu yolculuk çok şey biriktirdi. Biriken sadece acılar, yoksunluklar, ölümler de olmadı. Arzular da birikti ve taşma noktasına geldi artık. Bir Beyaz Türk’ün ya da Beyaz Türk ruhu taşıyan birisinin “Kürtler cazdan ne anlar ki” dediğini anımsıyorum. Aynur Doğan’ı Caz Festivali’nde yuhalayanlar, yas bahanesiyle bu yeni duruma tepki gösteriyorlardı aslında. Eğer gerçekte yas tutuyorlarsa, ne işleri vardı festivalde? Kürt kökenli sanatçının, üstelik Kürt kimliğiyle uluslararası bir üne sahip oluşuna içerliyor olmaları, protestonun en önemli motivasyonuydu kanımca. Bunu açık açık söylemiyorlar, söyleyemiyorlar ama, durum bu. Üstelik giyimi, davranışları, konuşmasıyla modern bir kadın Aynur Doğan. Modern bir Kürt kadını… Onun böyle olması, daha bir öfke uyandırıyor Beyaz Türklerde.

Benzer bir tavra, Köy Enstitüleri’nin kapatılma sürecinde de rastlamıştık. Köy çocuklarının iyi bir eğitim alması, aralarından ressamların, müzisyenlerin, bilim insanlarının çıkıyor olması elit kesimi fena halde tedirgin etmişti o yıllarda. Kendi çocuklarını ayrıcalıklı kılan eğitim farkının ortadan kalkıyor olması, bu aydınlanmacı modernist projeden ürkmelerine neden olmuştu. Doktorun çocuğu doktor, paşanın çocuğu paşa olurken, köylünün çocuğu da köylü kalmalıydı ki, devran sürsün. Zaten cumhuriyetin yarım kalmış bir proje olarak kaybettiği yer de burası oldu. Aşiretlerle, ağalarla uzlaşarak, askeri darbelerin koruyucu kalkanı arkasına sığınıp Anadolu’yu tümden terk ederek, muhafazakârlığın önündeki tüm engelleri kaldırdılar. Her şey, mutlu olması gereken bir azınlığın çıkarına göre düzenlendi. Aynı durumu Tunus’ta da, Mısır’da da görmek mümkün. Necip Mahfuz’un romanlarını bir de bu gözle okursanız, ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Sorun, zaten sorunlu bir proje olan modernleşmeden çok, o modernleşmeyi uygulayanların samimiyetinden kaynaklanıyordu. Eğer o modernleşme, elit bir kesimin çıkarına göre değil de, asıl amacına uygun olarak samimi bir biçimde gerçekleştirilebilseydi, emin olun bugün yaşadığımız “kimlik” sorunları, bu denli karmaşık bir hale gelmezdi. Yarım bırakılan modernleşme sürecini, şimdi modern Kürt siyaseti kendi kendine gerçekleştiriyor. Onları milliyetçi bulan, dini söyleme geniş yer verdikleri gerekçesiyle eleştirenler, önce kendilerine bakmalılar. Kendi cephelerinde milliyetçilik, muhafazakârlık, dini söylem ne durumda? Solun bir kısmı iktidar partisinin kuyruğuna takılıp muhafazakârlaşırken, bir kısmı da tam tersi yönde ulusalcı cephe içerisinde milliyetçi bir söyleme yönelmiş durumda. Özgürlükçü sol, bu yüzden Kürt siyasal hareketine dolaylı ya da doğrudan destek vermek, destek almak zorunda. Ama bu destek, o hareketin içerisinde erimekle sonuçlanırsa, ne kendilerine, ne de onlara bir faydası olmayacağı da açık.

Basın açıklamalarında, sürekli olarak Caz Festivali gibi bir etkinliğe katılanların gelir ve eğitim durumuna atıfta bulunularak, beklenmedik bir olay olduğundan bahsedildi. Beni en çok şaşırtan da bu şaşkınlık oldu açıkçası. Medyada ve sosyal medyada, böyle bir kesimin varlığı aşikârdı halbuki. Kendilerini köşeye sıkışmış hissettikleri için saldırganlaşmalarından daha doğal bir şey yok. Yeter ki, onların şiddetini meşrulaştıracak bir fırsat çıksın, hiç vakit kaybetmeksizin harekete geçmeye hazırlar. Bu, ister Caz Festivali olsun, ister bir cenaze töreni, hiç fark etmez.

Bu kesimi, sokakta linç ayinleri düzenleyen güruhtan ayıran şeyse, aklın ya da vicdanın kabul edemeyeceği fikirleri, birtakım meşru kabul edilen fikirlerle karıştırıp doğruymuş gibi gösterebilme yeteneklerinde gizli. Mesela anti-emperyalist bir söylemin ardına gizlenip, kendi milliyetçiliklerini meşrulaştırmak konusunda epey maharetliler. Ama bu maharetleri, savundukları doğru şeylere de ciddi zararlar verdiği için, bir maharetten çok lanete benziyor.

Beni bu süreç içerisinde endişelendiren tek şey, birey yoğunluğu düşük olduğu için, kolayca yönlendirilebilir bir kamuoyu içinde yaşıyor oluşumuz. Bu yüzden, tüm özgürlükçü aydın ve sanatçıların, kamuoyunu kendi kendini imhaya sürükleyecek kışkırtmalara karşı bilgilendirerek, bu basınca karşı ortak hareket edebilme refleksini gösterebilmesi. Ölüme karşı hayatı savunma işini, sadece bir grup aktivist aydın ve sanatçının üzerine yıkıp uzaktan seyretmemesi. Çünkü otobüste yanınızda oturan kişinin ne zaman vampire dönüşüp size saldıracağını bilemezsiniz...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 20 Temmuz 2011)