Öfke Çiçekleri

Posted: 11 Aralık 2013 Çarşamba by bülent usta in
0


“Sarayon Ülkesi”ni izledim Beyoğlu Sineması’nda, dışarı çıktık hava soğuk, yetimhaneye bırakırken annesinin Saroyan’a “Artık koca adam oldun, ağlamak yok” demesindeki o hüzün içime aktıkça, içim de üşüyordu yürürken. Hadi dışını örtersin soğuğa da, içini ne örter insanın?

Nereye doğru yürüdüğümün farkında değildim. Filmde Saroyan, üç yaşındayken ayrıldığı topraklara dönüyor, ona anlatılanlarla gördükleri arasında ilişki kurmaya çalışıyordu, bense doğduğum topraklarda yolumu kaybetmiş gibiydim. Hepimiz, yaşadığımız bu topraklarda yolumuzu kaybetmiş gibiyiz aslında. Gezi’de, bizi birbirimizden ayıran şu lanet olası aşılması zor duvarlar bir ara görünmezleştiği için, nasıl da oraya gelen herkes, hiç olmadığı kadar kendisini ait hissetmişti bu topraklara, bir düşünsenize. Nereden bir yardım çığlığı gelse oraya koşuyorduk, ihtiyaç listeleri dolaşıyordu her yerde, barikatlara yiyecek su taşıyordu mahalle sakinleri, başka zamanlarda sıkı sıkıya kapanan kapılar, sonuna kadar açılmıştı yabancılara, çünkü herkes birbirini tanıyor hissediyordu, birbirimizin çığlığını duymamızı engelleyen duvarlar kalktığı için. İşte şimdi, o görünmez duvarlar yeniden belirmeye başladı, Gever’de yakılan ağıtları herkes duymuyor, Van’da konteynerlerin önünde üşüyen çocuklar görünmüyor, duvarların dibinden dibinden yürüyoruz yine…

O duvarların nasıl ve hangi amaçlarla oluşturulduğunun farkında olsak, her şey daha kolay olabilirdi belki. Gerald Raunig, Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Bin Makine” adlı kitabında bahsediyordu o duvarları yaratan ve aynı zamanda yıkacak olan makinelerden. Özellikle kitabın “Sonsöz”ünü yazan Maurizio Lazzarato’nun şu sözleri mühim: “Seçimler –tıpkı anketler, pazarlama, sendikal ve siyasi temsil gibi- insanın fikrinin önceden sorulmamış olduğu sorunlarla alakalı evvelden varılmış bir uzlaşmayı, önceden tesis edilmiş bir konsensüsü bir önkoşul olarak varsayar.” Aslında bireylerin kendi başlarına düşünüp karar verdikleri bir şey değildir o konsensüs. İletişim araçları gibi insanları şekillendiren makineleri ellerinde tutanların, sistemin belirlediği bir şeydir çoğunlukla. William Saroyan da, “Ödlekler Cesurdur” kitabında, “Seni bu kadar yalnız kılan şey neydi? Neden, birçoğumuz bir arada olduğumuz anlarda bile, bu kadar yalnızdık?” diye sorar ve bu sorunun yanıtı olarak da “ellerinde kâğıtları ve mühürleriyle, kuralların ve düzenin uygulayıcıları”nı, yani sistemi işaret eder ya...

Gezi, sistemin önceden belirlenmiş kodlar aracılığıyla bizi donattığı öznellikten sıyrılmamızı sağlamış, “kairos büyüsü”nün de etkisiyle birbirimizin ne söylediğini duyabilmiştik. Ama sonrasında, şartlandırıldığımız kimliklerimizi yeniden hatırlatacak uygulama ve politikalarla duvarlar yeniden görünürleştirilmek isteniyor. Mısır’da ölenler için gözyaşı dökenlerin Armutlu’da ya da Reyhanlı’da yaşanan acıları umursamaması, Reyhanlı için gözyaşı dökenlerin Gever’de yaşanan polis şiddetine duyarsız kalması gibi. Mustafa Balbay’ın serbest kalmasına sevinenlerin, aralarında milletvekili, belediye başkanı ve gazetecilerin de olduğu KCK tutukluları için üzülmemesi, daha doğrusu üzülememesi gibi… İşte bunlar hep duvar, birbirimizi görmemizi, dinlememizi, hissetmemizi engelleyen… O duvarlar yüzünden Saroyan doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştı, o duvarlar yüzünden ölmeye devam ediyoruz Roboski’de, Sivas’ta, Reyhanlı’da…

Şimdi seçimler yaklaştıkça daha da kalınlaşacak olan bu duvarların arasına sıkışmamızı istiyorlar, sanki Gezi hiç yaşanmamış gibi. Belki de bu yüzden Gever’de can alacak polis şiddeti uygulandı. Belki de bu yüzden kendi aralarında iktidar savaşına tutuştular, kutuplara ayırarak daha sağlam duvarlar örmek istiyorlar belki. İnsanın aklına neler geliyor, duvarlara muhtaç bu komplolar ve komplo teorileri ülkesinde. Her şey Gezi’ye göre belirleniyor, çünkü o duvarların yıkılmasından daha büyük bir tehlike yok iktidar ve güç odakları için.

Saroyan’ı ve öfkesini düşünüyordum yürürken, o öfkeyi güçlü kılan şeyin insan sevgisi olduğunu... O yüzden hayata düşman bir öfke değil onunkisi, yıkıcı ama sadece insanlar arasındaki duvarları yıkmak isteyen… Hani Gezi direnişi sırasında, karşısında duran polise çiçek uzatan o genç kızın öfkesi gibi; sevgiliye verir gibi uzatılmış değildi o çiçek, bir öfkeyi de taşıyordu içinde. Lusin Dink de “Saroyan Ülkesi”yle bize böyle bir çiçek uzattı, insanlar arasındaki görünmez duvarların balyozla değil, hayatı savunan öfke çiçekleriyle yıkılacağını bilerek… Aldım o çiçeği, taktım yakama, evime dönebilmek için…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 11 Aralık 2013)

Acının Dibinden

Posted: 5 Eylül 2013 Perşembe by bülent usta in
0



Artık kabul etmek gerek, her ne yapıyorsak yeterince iyi yapmıyoruz. Roman mı yazıyoruz, demek ki faydasız. Şiir mi yazıyoruz, yüzlerce, hatta binlerce şiir yazmış olsak da bulamamışız her şeyi değiştirecek o kayıp dizeyi. Film mi çekiyoruz, bir şeyler eksik kalıyor ki dokunamıyoruz yeterince hayata ve insana… Çünkü yağmur yağmıyor bir türlü, tüm gökyüzü bulutlarla kaplı olduğu halde.  

Her pazar saat 13.00’te, iş kazalarında yakınlarını kaybeden aileler “vicdan nöbeti” tutacaklar Taksim’de. Zaten her cumartesi, çocuklarını gözaltında kaybeden annelerin tuttuğu bir nöbet vardı, şimdi o nöbete bir başka nöbet daha eklendi. Orada, binlerce insanın gözü önünde “vicdan nöbeti” tutan bu işçi ailelerine uzaktan bakanları düşündüm bugün. Neden ve nasıl, o ailelerin önünden hiçbir şey olmuyormuş gibi geçilip gidilebildiğini?.. Geçip gidenlerin bir kısmı, kabullenmişti bu hayatın kendilerini umursamadığını. Onu umursamayan hayatı, o niye umursasın? Kimileri de, başka, çok başka bir dünyanın içinde yaşıyorlardı ve uzaylıymış, sanki bu dünyaya ait değillermiş, birer hayaletmiş gibi bakıyorlardı iş cinayetlerinde ölen işçilerin ailelerine. Roboski Katliamı’na da televizyonlardan öyle bakmışlardı muhtemelen. Ne oluyorsa, çok uzak bir ülkede olup bitiyordu. Caddeden geçenlerin bir kısmı da, “vicdan nöbeti” tutanlara hak veriyor gibiydiler ama, korkuyorlardı, çünkü kafaları karışıktı ve güvenmiyorlardı kendilerine bile. Herkes, gökyüzünü kaplayan kara bulutlar gibiydi o ailelerin önünden geçerken. Ne oluyorsa oluyordu ve yağmur bir türlü yağmıyordu, yağması, hem de bardaktan boşanırcasına yağması gerekirken. 

Belki de, Andre Breton gibi “büyülü söz”ün peşine düşmeliyiz. O, “Osiris karanlık bir Tanrı’dır” diye fısıldamıştı sevdiği kadının kulağına. Osiris, ölümsüz yaşam için diriliş tanrısıdır, yargılamanın ve yeniden doğuşun tanrısı... Alain Badiou, “Yüzyıl” adlı Metis’ten çıkan kitabında Breton’un bu sözünü, “mutlak bahtsızlığın ardından gelen isyanı” yansıttığını, “teselli olmayan, yani tevekküle davet etmeyen” bir söz olduğunu ve “yaşamın en korkunç kararmaları içinde sıkı durmak” anlamına geldiğini yazmıştı. “Böylece” diyordu Badiou, “dünyanın acısı sevince dönüşür”.  

Hiç olmadığı kadar “sıkı” durmamız gereken bir çağın içindeyiz ve bulutların yoğunluğuna bakacak olursak, bir süre sonra kendimiz dahil hiçbir şeyi göremeyeceğimiz kadar kararacak ortalık. Sıkı durmanın koşulu da, Breton’un “Arcade 17”de yazdığı gibi “yaşama zahmetine değen şeyi kendini sınırsızca bağışlayarak selamlayabilmek için, insani acının dibine kadar gitmiş olmak, oradaki tuhaf yetileri keşfetmek” gerekiyor. Ne yapıyorsak yeterince iyi yapamıyoruz, ve yağmuru bir türlü yağdıramıyoruz o “tuhaf yetiler”i keşfedemediğimiz için.  

Anlık tepkilerle yetinip olması gerektiği gibi yas tutamayışımız, acımızı tanımayışımızla ilişkili değil mi? Yas tutamayan nasıl öfkelenebilir, nasıl sevebilir ya da nasıl yaşadığını hissedebilir? Sahici olan ne varsa yitiriyoruz ve elimizde “sıkı” durmaktan başka bir şey kalmamış gibi gözüküyor. O işçi aileleriyle birlikte nöbet tutarak, Cumartesi Anneleri’nin yaşadığı acıya yakından bakıp vicdanımızı ve aklımızı umursamazlık zehirinden arındırarak “sıkı” durabiliriz ancak. Işte o zaman yazacağımız roman da, şiir de, çekeceğimiz film de bir şeye benzeyecek, acının dibinde tuhaf yetiler keşfederek… 

Badiou’nun dediği gibi “dünyanın acısı sevince dönüşür“ mü bilmiyorum ama gökyüzünü kaplayan bu kara bulutlar, insanların gölgelerini yutarak büyüyor ve eğer bir fırtına kopup yağmazsa yağmur, gölgesiz yığınların gazabından korkmamız gerektiğini tarihe bakarak görebiliriz. Henri Lefebvre’in Sel Yayıncılık’tan çıkan “Gündelik Hayatın Eleştirisi” adlı kitabının birinci cildinde yazdığı gibi “kendi içine kapanmış birey”, “bütün sanrıların, kendiliğinden ya da kışkırtılmış bütün ideolojik yanılsamaların” oyuncağına dönüşür ve “kendi kişisel kullanımı için küçük felsefesini yaratır.” Ve politik ya da ekonomik bir kriz anında da sürü halinde, o küçük felsefelerine uygun “en çılgın, en aşağı, en vahşi fikirlerle galeyana gelirler.” Bu kolektif zihinsel baş dönmesine Lefebvre, faşizm diyor. Yani “acının dibi”nden her zaman tuhaf yetilerle dönülmez, Osiris değil de Seth de çıkabilir o dipten, ölüm ve karmaşanın tanrısı…  

Bir damla düşüyor yüzüme gökyüzünden… Tek bir damla bile, yağmurun yağacağına inanmam için yeterli… 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Mayıs 2012)

Kopya Hayatlar

Posted: by bülent usta in
0

Yazarak sabahı etmiş, evim Kadıköy rıhtımına yakın olduğu için de, günün ilk ışıklarıyla birlikte dışarı çıkıp kahvaltı etmek istemiştim. Rıhtıma yakın bir pastanenin sokak kenarındaki masalarından birisine oturdum ben de. Aklımda gazeteye yazacağım yazı, önümde çay ve poğaça… Tek tük insanlar geçiyordu sokaktan, işe giden ya da işten dönen uykulu insanlar… Nereden çıktı, nasıl oldu hiç bilmiyorum, sokaktan geçen insanların arasından bir genç kızın dans ederek yürüdüğünü fark ettim. O kadar güzel dans ediyordu ki, gördüğüm şeyin bir rüya olduğunu, uykusuz olduğum için pastanede çayı beklerken uyuya kalmış olabileceğimi bile düşündüm. Dans ederken şarkı da söylüyordu genç kız, sabah sabah rıhtımda... İşin tuhaf tarafı, onu benim dışımda kimse görmüyordu. Sanki başka bir dünyada yaşıyorlarmış gibi, öylesine uzaktı herkes sokaktan ve hayattan… Genç kız, benim onu gördüğümü fark edip başıyla selam verdikten sonra, yine dans ederek sokakta uçar gibi kaybettirdi kendisini. Garsona ve pastanedeki diğer insanlara sordum gördüğüm şeyi. Kimse görmemişti.

Gazetemi alıp eve dönerken insanların umursamazlığını ve sanki başka dünyalardaymış gibi yaşayışlarının nedenlerini düşünmeye başladım. İnsanların yaşadığı ruhsal boşluk büyüdükçe, aralarındaki mesafe de artıyor olmalıydı. Birbirine dokunamayan insanların yaşadığı bu dünya, gerçekte tasarlanmış bir şeydi ve bu tasarımı herkes iç dünyasında durmaksızın yeniden üretiyordu.

Sorun şu ki, bir tasarım olarak yaşadığımız bu dünyada, rüya ile gerçeklik arasında sıkışıp kalmış, olan biteni, en önemlisi kendi hayatımızı rüyadaymış gibi yaşıyoruz, birileri gözaltına alınır, birileri ölür, birileri karın tokluğuna çalışır ve düşünce sessizliği bir sis gibi etrafımızı sararken…

Metis Yayınları’ndan çıkan Kojin Karatani’nin modern Japon edebiyatının kökenini araştırdığı “Derinliğin Keşfi” adlı kitabını okuyorum bugünlerde. Halkın bir manzara olarak “halk” olduğu gerçeğinin keşfini, halkbilimin doğuşuyla açıklıyor Karatani. Aynı şekilde Marksizm için de proleteryanın bir tür manzara olduğunu, yani bir imge olarak proleteryanın belirişinin de bir tür keşif olduğunu belirtmek gerek... Proleterya imgesi, proleterya değiştikçe değişmek zorunda değil ve solun tutuculuğu da bu noktada başlıyor zaten, değişen manzarayı değil de ezberlenmiş olanı resmetmeye çalışarak. Kitapta asıl dikkatimi çeken şey, Karatani’nin Nakamuro’nun “Meiji Edebiyat Tarihi” adlı kitabından yaptığı şu alıntı: “Faydacılık ve kariyerizmin egemen olduğu militarist devlete karşı, özgürlük ve toplumsal haklar hareketinin hayali, restorasyonun ruhunu benimseyen gençlerin hayatlarını feda etmeye hazır oldukları bir son idealdi; bunun kaybedilmesiyle birlikte, silinmesi güç bir şekilde arta kalan ruhsal boşluk, artık siyasi romandan tamamen farklı bir biçim olan ifade yolunu keşfetti.”

Türkiye için de 12 Eylül Darbesi’nin ardından, bu topraklarda yaşayan herkesin payına, “silinmesi güç bir şekilde” ruhsal boşluk düştüğünü söyleyebiliriz. Öylesine büyük bir boşluk oluştu ki, içine ister öldürülen çocukları ya da gazetecileri, ister gasp edilen işçi haklarını ya da işkenceleri, ne atarsanız atın, dolmayacak bir boşluk…  Yetişen faydacı ve kariyerist nesili de bu boşluğa borçluyuz, kolayca manipüle edilebilen kamuoyunu da… Bu ruhsal boşluğun içine Türkiye’ye özgü militarist öze sahip kapitalizm, tüm kurum ve kuruluşlarıyla öyle bir yerleşti ki, karşısında Kürt siyasal hareketi dışında direnen kitlesel bir güç kalmamış gibi gözüküyor. O direncin de çeşitli taktik açılımlar ve operasyonlarla zayıflatılmaya çalışıldığına tanık olduk, oluyoruz…

Bu boşluğun işgalini sona erdirmek için, Karatani’nin de uyardığı gibi sadece anayasa ve meclis gibi sistemleri değil, “sistem gibi görünmeyen sistemleri” de hesaba katarak düşünmek gerek. Bugünlerde Anayasa değişikliğinden bahsedilmesi, göstermelik de olsa 12 Eylül’ün yargılanıyor oluşu, sistemin değiştiği ya da değişeceği anlamına gelmiyor bu yüzden. Anayasa’dan evvel, “sistem gibi görünmeyen sistemleri” değiştirmek için “ruhsal boşluk”la mücadele etmenin yollarını bulmalı. Bir şeye inanırmış gibi yapan ama inanmayan, kendi hayatlarını başka hayatları kopyalayarak yaşayan insanlarla bunu başarmaksa mümkün değil. “Ruhsal boşluk”la mücadele etmek için, bir manzara olarak halkı doğru düzgün resmeden teorilere ve o teorilerden beslenen siyasete ihtiyaç var öncelikle. Hatta edebiyatın ve sanatın, neredeyse bağımlılık geliştirdiği “ruhsal boşluk”la ilişkisini yeniden gözden geçirilmesi gerek, tüketile tüketile şekilsiz ve içi boşaltılmış bireysellikten de, özneyi sakatlayan toplumculuktan da kendimizi kurtarabilmemiz için. Belki o zaman, sabahın köründe sokakta dans eden o genç kızı görüp alkışlar ve belki onunla birlikte dans ederek hayatın sandığımız hayat olmadığını anlarız. Kim bilir…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Mayıs 2012)

Yitik İnsan

Posted: by bülent usta in
0


Geçenlerde deniz kenarına inince aklıma Uykucu Metin geldi. Aramızdan ayrılalı epey olmuştu, ama zihnimde yarattığı imgesi capcanlı duruyor hâlâ. Uykucu Metin karada uyuyamayan, onlarca yıl sadece teknesinde uyumuş bir balıkçı. Yıllar içinde bir tür deniz canlısına dönüşmüştü anlayacağınız. Zaten “Deniz insanı değiştirir evlat,” diye söylediğini çok duymuşumdur. Uykucu Metin, denizin onu değiştirmesinden olsa gerek, kafası karada yaşayan insanlardan farklı çalışırdı. Derdi ki bana “Siz karada yaşayan insanlar için üzülüyorum, hiç ölmeyecekmişsiniz gibi yaşıyor, hayatın sizi içten içe nasıl çürüttüğünü göremiyorsunuz.” Hayattan onun kadar zevk alan pek az kişi gördüm bugüne kadar. Tekneyle balığa çıktığımız bir gün, genç edebiyatçı merakıyla ona “Nasıl bu kadar çok şey bilebilirsin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. “Denizi dinlerim, o her şeyi söyler,” demişti bana. Onun bu sözünü fazla şairane bulup önemsememiştim o zamanlar. Halbuki bugünlerde sık sık deniz kenarına koşup denizi dinlerken buluyorum kendimi, şehrin gürültüsünden uzaklaşıp. Aslında dinlediğim şeyin deniz değil de kendi iç sesim olduğunun idrakiyle, Uykucu Metin’in bana anlatmak istediği şeyin, George Bataille’ın çokça üzerinde durduğu “iç deneyim” olduğunu düşünür oldum bugünlerde.

Tanık olduğum olaylar, “insan”ı yitirdiğimize dair bende güçlü bir kanı oluşturmuş durumda. Ütopya düşüncesinin toplumların hayatından uzaklaşması, teknolojik zaferlerin varoluşların kaynama noktasını azaltması, kapitalizmin bir virüs gibi her insana bir şekilde bulaşması gibi onlarca neden öne sürülebilir “insan”ı yitirişimizin gerekçeleri olarak. Ama bence en önemlisi, insanların iç deneyimi artık umursamayışı.

Martin Jay’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Deneyim Şarkıları” adlı kitabında Nietzsche’nin şu sözlerine rastladım: “Hayatta başka ne var? Deneyim denen şeyler. Hangimiz bunları gerçekten istiyoruz? Veya hangimizin bunun için vakti var? Şimdiki deneyim bizi hep dalgın yakalıyor korkarım: Ona kalbimizi veremiyoruz, kulak bile veremiyoruz.” İşte denizi dinlerken kulak verdiğim şey tam da bu. Ama hangimiz bunu istiyor? Nietzsche’ye göre, bunu istemeyişimizin nedeni acıdan korkmamız. Çünkü tüm deneyimler aynı zamanda ahlaki deneyimlerdir ve acı verir… Günümüzde “aşk”a ne olduğunu sorup duruyoruz ya, acıdan korkan insanlar nasıl âşık olsunlar ki? Acıdan korkan insanlar, nasıl devrim yapsınlar? Şiir okuyan insan sayısındaki azlığı bile, insanların acıdan kaçışına, iç deneyime kulağını kapatışına bağlayabiliriz. Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmini izlediğimi söylediğim bazı insanların “Yeraltı”nı “bunalım film” diye etiketleyerek “eğlenceli filmler”i tercih ettiklerini söylemeleri de, acıdan fellik fellik kaçışımızın bir kanıtı aslında. Uzun süre yas tutamayışımızı, toplumsal belleğimizin zayıflığını acıdan kaçan korkak yapımıza borçluyuz. Ama bu kaçış, insanları “panik atak” vb. moda hastalıkların, prozac gibi mutluluk haplarının, kişisel gelişim pazarlarının ortasına bırakıyor. İç deneyimini yeterince yaşayamayan birisi, nasıl huzurlu ve dingin bir hayat sürebilir ki? Uykucu Metin’in kayığında bu kadar huzurlu uyumasının nedeni, belki de hayatın sadece dış gerçekliğiyle yetinmeyip, iç deneyimlerini de yaşayabilmesiyle ilgiliydi. Ve kendi iç deneyimlerini yaşayabilecek vakti de vardı Uykucu Metin’in. Gülten Akın’ın şiirinde yazdığı gibi “kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” İşten eve gelip bilgisayar oyunu, televizyon, internet vb. şeylerin karşısına geçip eğlenmek, kafa dağıtmak ya da kafasını boşaltmak isteyen insanların, neden bunu istediklerini anlayabiliriz elbette. Ama bir süre sonra bu kafayı boşaltma, gerçekten de kafanın boşalmasıyla sonuçlanabiliyor. Televizyona boşuna “aptal kutusu” denmemiş. Televizyon da, internet de, bilgisayar oyunları da, insanlardan sürekli kendilerine bağlı kalmalarını, yani “online” olmalarını talep ediyor ki, bu talebe kayıtsız kalmak günümüzde iyice zorlaştı. Online olmamak, ölmek gibi bir şey… Eşiyle, sevgilisiyle, çocukları ya da dostlarıyla yeterince ilgilenmeyen insanlar, kendileriyle de ilgilenemiyor ve “insan” dediğimiz varlık, bilakis kendi avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor. İnsanların kendi iç deneyimlerini yaşayamayışları, tektipleşmeyi de peşinden getiriyor ki, romanlarda bile eskiden olduğu gibi özgün karakterlere rastlamak mümkün olamıyor bir türlü.

İnsanın yitiş serüveni, uygarlığın kimlik kimlik çözülmesini ve başka bir insanın mümkün olup olamayacağı meselesini dayatıyor. Uykucu Metin’in dediği gibi, karada yaşayanların hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ediyor oluşu, aslında ölümden ne kadar korktuklarının bir ispatı... İçsel bir korku bu… İçinde yaşadığımız uygarlık çatırdadıkça, daha da artacak bu korku…

Punk müzik yapan Kadıköylü “Rashit” adlı grubun “Yitik İnsan” şarkısının sözlerindeki gibi “maalesef gerçekleşmemiş beklentilerin / sonuçsuz, çaresiz, perişan haldesin / rüyaların kâbusa dönüştüğü o an / her şeyini kaybeder yitik insan!” Ve şöyle bitiyor şarkı, mesajını vererek: “kaybedecek neyi kaldı ki şimdi? / her şeyi deneyebilir o zaman / yitik insan!” 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Mayıs 2012)

Tuhaf Sevgi

Posted: by bülent usta in
0

-->

Edebiyatta da, siyasette de çölümsü bir ortamda serap görüp kum tepelerini vaha zannede zannede hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayat sürerken, herhangi bir karşılık beklemeden insanların düşünceleri uğruna ya da hakikate ulaşma uğruna türlü zorlukları ve umutsuzlukları göğüsleyişindeki gizi düşünüyordum 1 Mayıs’tan önceki gece. İçimde tuhaf bir coşku, tarifi zor hüzne bulanmış bir neşe vardı gece gece. Neydi bu her şey kötüye giderken umutlu olma ruh hali?

Bu ruh halinin en önemli nedeni, bazı insanların nedendir bilinmez içlerinde taşıdıkları, bazen kurtulmak için çaba bile gösterdikleri o “tuhaf sevgi”ydi bana göre. “Tuhaf sevgi” dememin sebebi, diğer sevgi türlerine göre fazlaca talepkâr, acımasız ve huysuz bir sevgi olması. Kendi arzularını doyurma işine yarayan dünyevi sevgiden ya da oldukça karmaşık niteliklere sahip olsa da sonunda insanı bir ödülün beklediği Tanrı sevgisinden farklı bir sevgiydi bu. Öyle akılla, mantıkla filan anlaşılması zor bir şey. Mesela Hrant Dink, bu “tuhaf sevgi”ye yakalanmamış olsaydı, muhtemelen aramızda olacaktı. Ama sanki kontrolden çıkmış gibi, o “tuhaf sevgi”nin peşine takılıp, kendisini her taraftan kuşatılmış korkunç bir dünyanın içinde buldu. Başına gelecekleri bilmiyor olabilir miydi, hakikat söyleyicisi olarak ortaya çıkarken? Yazılarından gördüğümüz kadarıyla, her şeyin farkındaydı ve içindeki o “tuhaf sevgi”nin taleplerine boyun eğmeyi tercih etti her zaman.

O “tuhaf sevgi”, içine doğduğumuz dünyanın kötü bir yer olduğundan emin olduğu için olsa gerek, içine girdiği insanı dünyayı değiştirmeye kışkırtır her zaman. Bize saldıran, azar azar içimize çökmemizi sağlayarak bizi yok etmek isteyen dünyayı, hakikat arayışlarıyla değiştirmemizi ister o “tuhaf sevgi”.

İlham Dilman’ın YKY’den çıkan “Sevgi” adlı kitabında Kierkegaard, Hıristiyanlık’taki sevgi anlayışını yansıtan “Komşunu kendin gibi seveceksin” sözüne, “kendin gibi” ibaresi yüzünden karşı çıkar. “Gerçek sevgi fedakârlık sevgisidir,” Kierkegaard’a göre. Komşunu kendin gibi seveceksin emri, bir başkasını kendinden daha fazla sevmeni yasaklar ki, böyle bir sevginin “Tanrı sevgisi”ne dönüşmesi mümkün olamaz artık. Bahsettiğim o “tuhaf sevgi”nin “Tanrı sevgisi”yle bir alakası yok, ama benzer bir yanı var: İnsanın hakikati kendisinden ve diğer şeylerden daha çok sevmesini talep eder “tuhaf sevgi”. Çünkü diğer tüm sevgilerin huzur bulabileceği gerçek bir dünyanın yaratılması, ancak Kierkegaard’ın bahsettiği fedakâr sevgiyle mümkün olabilir. Yani “dünyayı kurtarmak” isteyen insanların sevgisiyle…

Geçenlerde birisi, bir olayı yorumlayışımdan yola çıkarak “dünyayı kurtaran adam” rolüne kendimi fazlasıyla kaptırdığım yönünde bir eleştiri getirmişti. Demek istediği şey, devrimcilerin egosu yüksek insanlar oldukları için, başka insanların sorumluluğunu üzerlerine alıp, acılarını kendi acıları belleyip dünyayı kurtarmaya çalışarak, büyük bir yanlışın içine düştükleri. Peki diyelim ki “dünyayı kurtaran adam” olmak yanlış. Öyleyse diğer seçenek ne? Her şeyin akışına bırakıldığı, kurtulacaksa bile, bunun o akışın içinde kendi kendine olacağı bir dünya mı? Hrant Dink, “Ermeni Sorunu”nun yüz yıldır kendi kendine çözülemediğini gördüğü için “dünyayı kurtarmaya” çalışmamış mıydı?

Thomas Bernhard’ın YKY’den çıkan “Düzelti” adlı romanındaki anlatıcı, içine doğduğumuz dünyanın, özene bezene üzerimize giydirilen her tarafı yırtılmış, bize iyice küçük ya da iyice büyük gelen pis bir giysiye benzediğini söylüyordu, anımsadığım kadarıyla. Bazıları o giysinin tam bedenlerine göre olduğunu düşünebilir, hatta o giysiden yayılan kan ve barut kokusuna burunları alışmış da olabilir. Ama dünya, insanlığın yaşadığı dehşet verici acıların izini taşıyan kanlı ve pis bir giysi olarak üzerimizde duruyor yine de. O giysiyi ilmik ilmik araştırıp tüm yırtıklarını, üzerindeki kan ve petrol lekelerini tespit ederek nasıl bir giysi tasarlamamız gerektiğini öğrenmemiz gerek öncelikle. Ancak ondan sonra, giysinin kolayca yırtılacak yerlerini daha sağlam dikmemiz mümkün olabilir. Kierkegaard’ın “sevgi inşa eder” dediği gibi, sevgi aynı zamanda dünyanın yırtıklarını dikmeye de yarar…

Birazdan sabah olacak. 1 Mayıs sabahı… Dünyanın ezilenleri, yani terzileri, içlerindeki o “tuhaf sevgi”yle birlikte, hatta o sevgiyi bir mezuraymış gibi kullanıp dünyanın meydanlarında ölçü alacaklar…

İyi sabahlar…   

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Mayıs 2012)

Aksi İstikamet

Posted: by bülent usta in
0


Sandığımız hayatı yaşamıyoruz çoğunlukla. Bir tür hayal dünyası içinde bize kabul ettirilmiş sahte kimliklerle yaşıyoruz. Bu sahte kimlikler, geçici olarak bizi rahatlatan, yaşama gayemizi inandırıcı kılan özelliklere sahip olsa da, bir taraftan da olduğumuz ya da dönüştüğümüz şeyi bizden gizleyerek sonumuzu hazırlıyor aslında.

İnsanların çoğu gerçekte kim olduğunu merak ettiği için, tarih ve psikolojiye ilgi de her geçen gün artıyor. Çünkü “kim” olduğumuz, sadece kişisel tarihimizle alakalı bir şey değil. Resmi tarih söylemiyle, bu topraklarda yıllardır sanki başka bir ülkede yaşıyormuş gibi yaşayan çok insan olduğu ortada. Her iktidar, kendi resmi tarihini yaratmak konusunda hiç zorlanmadı, çünkü insanların belleği öylesine güzel terbiye edilmişti ki, herkes o boş kâğıda istediğini yazabilirdi, yazıyor. Ama bir de olduğumuz, sürekli bir oluş halinde yaşadığımız bir gerçeklik var, bir tür bulanık bilinçle görebildiğimiz...

Walter Benjamin, henüz internet ve cep telefonu keşfedilmemiş, televizyon bu denli yaygınlaşmamışken, bellek dünyalarının kendini daha hızlı yenilediğinden, hızla yenilenen bu bellek dünyalarına karşı, çok daha hızlı bir biçimde farklı bir bellek dünyası kurulması gerektiğinden bahsediyordu. Düşünsenize, ortada daha internet ya da televizyon yok ve Benjamin insanlığın kaderini etkileyecek bir tehliken bizi haberdar etmeye çalışıyor. Yaşadığımız bu hızlı değişimi görseydi, neler düşünürdü kim bilir? Bellek ve kimlik arasındaki o güçlü bağ, bugün yaşadığımız kimlik sorunlarını, bellek sorunlarıyla birlikte düşünmemizi dayatıyor. 1 Mayıs’ın yaklaştığı bugünlerde solun gücünü ve güçsüzlüğünü düşünürken, solun siyaset yapma yeteneğinin zayıflamasını, kendisine yeni bir bellek yaratma konusundaki isteksizliğine ve güçsüzlüğüne bağlar oldum. Önceki kuşaklar deneyimlerini yeterince aktaramadığı için ve yaşadığımız travmalar ya da iktidar hastalıkları yüzünden dürüstçe kendimizle, dönüştüğümüz şeyle yüzleşemediğimiz için, yeni bir bellek ve kimlik yaratma konusunda olması gereken ivme yakalanamıyor bir türlü. Kendi başına bilgi ve deneyim de yeterli değil, o bilgiyi ve deneyimi işleyecek bir “bakış”a da ihtiyacımız var ki, yeni bir tarih yazımıyla birlikte, bellek ve kimlik sorununu çözebilelim.

Ben kendi adıma, sahip olduğum o bulanık bilinç içerisinde kendimi görmeyi, edebiyat sayesinde başarmaya çalıştım, çalışıyorum. Ama tek bir yöne doğru hızla yürüyen bir kalabalığın içinde, aksi istikamete doğru yürümenin hiç de kolay bir şey olmadığını da kendi deneyimlerimden biliyorum. Azgın deniz dalgalarına benzeyen kalabalığın, aksi istikamete yürüyenleri içine alıp yutması, bizleri el ele tutuşup birlikte yürümeye zorluyor ama herkes kendi trajedisine öyle gömülmüş, kendisinden ve hayal kurmaktan öylesine yorulmuş ki, o eller birbirini bulmakta zorlanıyor çoğu zaman. İşte 1 Mayıs geliyor. El ele tutuşup yürümek için güzel bir fırsat. İçine hapsolduğumuz ve korkularla kalınlaşan kabuğumuzun içinden çıkıp, bir hayal için bir hayalin içinde yürüyeceğimiz gün yaklaşıyor.

Gülay Beceren’in felç edildiği yılki 1 Mayıs’tı galiba, Taksim’e çıkabilmek için Beyoğlu’nda Çağ Otel’in en ucuz odalarından birisinde kalmıştım. O gece yanımda Oriana Fallaci’nin “Bir İnsan” adlı romanı vardı, bir Yunan anarşisti olan Alexandros Panagulis’i anlatan. Sabaha kadar o romanı okumuştum. Sadece tek bir yatak ve komodinin sığdığı küçücük bir odaydı ve çatı katında olduğu için pencereden Beyoğlu’nun o hüzünlü damları gözüküyordu. Alekos’la kafa kafaya verip Taksim’e nasıl çıkacağımı planlamıştım o çocuk halimle. Alekos’la öyle planlar yapmıştım ki, bırakın Taksim’e çıkmayı, neredeyse devrim yapacaktım bir romanla. Sabah olup o otelden adımımı atar atmaz, polisler sarmıştı etrafımı. Çocuktum daha ve okuduğum kitapların gerçekliğine, hayatın gerçekliğinden daha çok inanıyordum. Alekos’un verdiği akılla polisleri atlatıp Taksim’e çıkamasaydım eğer, o sabah okuduğum kitaplara ve kurduğum hayallere duyduğum inancı tamamen yitirecektim belki de... 

Şimdi her 1 Mayıs, Beyoğlu’nda ucuz bir otelde Alekos’la sohbet ettiğim o geceyi anımsarım. Çünkü, Alexandros (Alekos) Panagulis, şüpheli bir biçimde yine bir 1 Mayıs günü, 1 Mayıs 1976’da öldürülmüştü.  Fallaci’nin romanında şöyle dediğini anımsıyorum Panagulis’in: “Bağnaz düşünceler, üniformalar, doktirinler tarafından öğütülmeyin, size emredenlere, vaatlerde bulunanlara, size korku salanlara, bir efendiyi başka bir efendiyle değiştirmek isteyenlere kanmayın. Yalvarıyorum sürüleşmeyin, başkalarının suç şemsiyesi altında dolaşmayın, beyninizi düşünmek için kullanın, savaşım verin. Herkesin kendine özgü bir kişi olduğunu, her özgürlüğün çekirdeği olan ‘ben’ kavramını savunun. Özgürlüğe sahip çıkmak bir görevdir. Hak olmaktan çok bir görevdir!” 

 Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Nisan 2012)

Tamama Kederi

Posted: by bülent usta in
0


Pazartesi günü, BirGün’ün 9. yaşını kutladık gazetenin bahçesinde. Dostların arasında keyifli dakikalar yaşarken, yanıtını bildiğim soruyu kendi kendime sorup durdum: “Zeynep Kuray nerede?” Sonra da İbrahim Çeşmecioğlu’nu aradı gözlerim. Ve gazetenin eski çalışanlarını, yazarlarını... Keder, yine de gazetenin bahçesinden içeri girmedi, giremedi...  Çünkü bir doğum günü kutlanıyordu ve herkes gibi ben de kederimi bahçeden çıktıktan sonra almak üzere dışarıda bırakmıştım. Eğer bu topraklarda yaşıyorsanız, kederinizle yaşamayı da öğreniyorsunuz. Ama öyle kederler var ki, o kederlerle nasıl yaşanır hiç bilmiyorum.

Yakınlarda Belge Yayınları’ndan Ragıp Zarakolu çevirisiyle çıkan Yorgo Andreadis’in “Tamama –Pontus’un Yitik Kızı” adlı romanını okurken, kendimi Tamama’nın yerine koyup düşündüm. 1916’da daha sekiz yaşındayken asker zoruyla yaşadığım köyden ailemle birlikte sürülmüş, yollarda eşkıyalar, salgın hastalıklar, soğuk ve açlık yüzünden babamı, annemi ve kardeşimi kaybetmiş ve tesadüf eseri bu korkunç yolculuktan sağ kurtulup dilencilik yaparken yine tesadüf eseri bir ailenin yanına sığınıp ölene kadar o ailenin yanında başka bir milletten ve dinden biriymiş gibi yaşamak zorunda kalsaydım, içimde gizlemek zorunda kaldığım kederin ağırlığını nasıl taşıyabilirdim bilmiyorum.

1993 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü sahibi olsa da, Türkiye’ye girişi yasak olan Yorgo Andreadis’in “Tamama” adlı romanı, gerçek olaylara ve kişilere dayanıyor. Hatta kitabın sonunda Tamama’nın eski ve yeni yaşamıyla ilgili fotoğraflar da yer alıyor ki, o fotoğraflara bakarken Tamama’nın gözlerinde tanık olduğu olayların dehşetini ve içine kilitlediği o ağır kederi görebilirsiniz belki. Belki diyorum, çünkü herkes kendisiyle öyle meşgul ki, başkalarının kederini görüp anlayacak gönül gözünden yoksun olunabiliyor. Kitabın yazarı Andreadis’in doğduğu topraklara giremiyor oluşu, çevirmeni ve yayıncısı Ragıp Zarakolu’nun da daha yeni cezaevinden çıkmış olması, kendisi ölmüş olsa dahi Tamama’nın kederli hikâyesinin bu topraklarda devam ettiği anlamına gelmez mi? İşte bu yüzden Tamama’nın kederiyle nasıl yaşamaya devam ettiğimizi hiç bilemiyorum.

Yine yakınlarda İletişim Yayınları’ndan çıkan “Harput’taki Hayalet” adlı romanında Metin Aktaş, Tamama’da tanık olduğumuz kederi beyazlara bürünmüş güzel bir kadının hayaletine dönüştürmüş ve bir Ermeni kızı olan Sato’nun insanları deliliğe sürükleyen kederine yakından bakmamızı sağlamıştı. Resmi tarihin yok saydığı bu acılar, sanki bir çatlaktan sızıp sızdığı yeri genişleten suyu andırıyor. Sato’nun deliliğe sürükleyen hayaletinden ya da Tamama’nın kederinden kurtulmak istiyorsak, sıvası dökülmüş ve çatlaklarla dolu resmi tarihin ardına bakıp yaşadığımız ama farkında olmadığımız kederimizi tanımamız gerekiyor öncelikle.

Kübra Kelebekoğlu’nun çevirdiği ve Sel Yayıncılık’tan çıkan “Modernite Nasıl Unutturur” adlı kitabında Paul Connerton, “karakterimi ve gizilgüçlerimi değerlendirişim, yani kendime dair bilgim büyük ölçüde geçmişte yaptıklarıma bakış şeklim tarafından belirlenir” diye yazmış. Bugün yaşanan şey de, aslında bakış şeklimizi yeniden yapılandırma sancısı. Kendimize dair bilgiyi bu toprakların tarihinden başka bir yerde bulamadığımız içindir ki, resmi tarihin dışında bir şeyler söyleyen her ürüne yoğun ilgi gösteriliyor. Bu bazen abuk sabuk televizyon programları, ticari amaçla üretilmiş tarih kitapları ya da tarihi romanlar olsa da, içimize kuşku girmiş bir kere, kemirip duruyor yapay belleğimizi. Yaşadığımız toplumu belleksiz gibi gösteren de, geçmişe nasıl bakacağımızı henüz bilemiyor oluşumuzla ilişkili bir durum.

Gazetenin bahçesinde BirGün’ün doğum gününü kutladıktan sonra, kederimi bıraktığım yerden alıp yoluma devam ettim. Tamama’nın çocukluk fotoğrafı gözümün önünden gitmiyordu. Daha küçücük bir çocukken başına gelecekleri biliyormuş gibi bakıyordu gözlerimin içine. Babası erkek çocuk istediği halde, ailenin üçüncü kızı oluşu yüzünden “yeter” anlamına gelen Tamama adını almış bir çocuk, hayata başka nasıl bakabilirdi ki zaten? Ama şu da var: Tamama’nın kederini içimde taşıdığım sürece, sadece bu dünyanın en büyük laneti faşizmden nefret etmekle yetinmeyip, faşizmi yenecek olan şeyi, onun tüm o acılara ve kedere rağmen yaşama azmini yitirmeyişindeki gizde aramak olduğunu da unutmamış olacağım...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Nisan 2012)

Çığlıkta Boğulmak

Posted: 25 Ağustos 2013 Pazar by bülent usta in
0


Arada yağmur da yağsa, havalar bozsa da baharın gelişi şerefine, çay bahçelerinde dolaşıp duruyorum kolumun altında kitaplar... Bahardan mıdır nedir, üzerimde bir rehavet, hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi davransam da gözlerim gazete sayfalarında 12 Eylül’ün yargılandığı haberlerine takılıp duruyor. Yıllardır kişisel tarihimden de yola çıkarak verip veriştirdiğim, başımıza gelen tüm kötü şeylerin ardında karanlık yüzünü gördüğüm 12 Eylül’ün göstermelik de olsa yargılanması mühim bir olay. Mühim bir olay ama, 12 Eylül’ün olabilecek en kötü zamanda yargılanmaya çalışıldığı ve 12 Eylül’ün kurum ve kuruluşlarıyla, en önemlisi ruhuyla hayatımızı felç etmeye devam ettiği de bir gerçek...

Neden mi en kötü zamanda yargılanıyor 12 Eylül? Gittikçe derinleşen sessizliğin içinde, çığlıklarını yuta yuta sessiz bir çığlığa dönüştürülmüş, dönüştürülüyor çünkü insanlar... Ne kadar çığlık yuttuğumu ben biliyorum. Van’da deprem olduğunda, depremzedelere yardım malzemesi yerine taş yollayıp hakaretler edildiği, çocuk siyasi mahkûmlara tecavüz edilip tecavüz edilişlerine göz yumanların terfi ettirildiği, Newroz bayramının cenaze ve linç görüntüleriyle yas gününe çevrildiği zamanları yaşarken mi yargılanacak 12 Eylül? Sadece Metin Lokumcu’nun nasıl öldürüldüğünü düşünmek ve onun ölümünün ardından söylenenlere ve yaşanılanlara bakmak bile 12 Eylül ruhunun hâlâ dipdiri olduğunu ve bizi kendi çığlığımızda nasıl boğmaya devam ettiğini görmemiz için yeterliyken... Çok mu karamsar bir bakış bu bilmiyorum ama, 12 Eylül’ün bir proje olarak yarattığı yıkıma bakarak, bu karanlık projeyi uygulayanların yargılanmasına karşı gösterilen bu ilgisizliği, başka türlü açıklayamıyorum. 12 Eylül’ün generalleri mahkemeye çıkarılacak diye yüz binlerce insanın mahkeme önlerinde çadır kurup kutlamalar yapması gerekmez miydi mesela? Ama zaten onlarca yıl içerisinde 12 Eylül, tek tek mağdurları tarafından, sanatçı ve edebiyatçılar, düşünür ve siyasetçiler tarafından defalarca yargılandı ve mahkûm edilmişti. Mesele, birkaç yaratığın göstermelik cezalar almasından çok, 12 Eylül ruhunun içimizden nasıl sökülüp atılacağında gizli aslında. 12 Eylül devam ediyor çünkü, kılık ve siyaset değiştirerek devam ediyor... 

12 Eylül ruhunun devam etmesi, hiçbir şeyin yeterince umursanmadığı ve bu yüzden her şeyin göstermelik olarak yaşandığı bir zamanın içinde kaybolmamıza neden oluyor. 12 Eylül’ü anayasadaki maddeler değil, işte öldüremediğimiz bu karanlık ruhu koruyor gerçekte.

Bazen, berbat bir tiyatro oyununu izlememiz için zorla bir salona doldurulmuşuz gibi hissediyorum yaşanılanlara baktıkça. Sonraki sahneyi ya da repliği tahmin ettiğimiz halde, neden hâlâ şaşırıyor gibi yaptığımıza ise hiç anlam veremiyorum. Kimse gerçekte sahnede ne olup bittiğiyle ilgilenmiyor sanki, öylesine arada bir başını kaldırıp alkışlıyor ya da yuhalıyorlar... Sahnede oynanan bu saçma sapan oyuna tahammül edemeyip sesini çıkartanlar ise ya seyircilerin arasına yerleştirilmiş linç çeteleri ya da salon görevlileri tarafından yaka paça götürülüyorlar. Şimdi sahneye 12 Eylül’ün simgesi olmuş birkaç yaratık çıkarıldı. Salonda oturduğunuz yere göre onları birkaç ihtiyar gibi de, insanlıkla hiç ilgisi olmayan yaratıklar gibi de görebilirsiniz. Tiksinç oldukları kadar acıklı bir halleri var, fena halde de şaşkınlar. Hakikaten anlamış değiller olup biteni. 12 Eylül rejimi sürüyor diye biliyorlardı. Seyircilerin arasında da, sahnede de onların emrinde işkence yapmış, kariyer yapmış, zengin olmuş, ünlü olmuş başka 12 Eylül yaratıkları da var üstelik. Yetmezmiş gibi, bir kısmı oyundaki rollerini aynı sahtelik ve sahtekârlıkla sürdürüyorlar da, insan taklidi  yaparak... Bu yaratıkların serzenişlerine aldanmayın, rollerine sıkı sıkıya bağlı kaldıkları sürece başlarına bir şey gelmeyeceğinden eminler...

İçine hapsedildiğimiz salonda bize zorla izletilen oyunun kurgusu ve oyunculuğu o kadar kötü ki, herkes bu oyunun sonunu tahmin edebildiği için olsa gerek, umursamaz gözlerle bakıyorlar etraflarına. Sahneye yeni bir oyun koymak için, önce var olan oyunda yer almak mı gerekiyor, yoksa Tahrir’de ya da Seattle’da olduğu gibi seyircilerin tümünün sahneye çıkıp izlemekten bıktıkları bu oyuna son vermesi mi?.. Hiç ara vermeden devam eden bu oyunu başka türlü değiştirmek mümkün değil. Çünkü yetişkinler, karşılarında bir sahne olmadığı sürece kendilerini boşlukta hissederler. Kötü de olsa, yetersiz ve çarpık bir kurguya sahip olsa da oyun mutlaka sürmeli. Oyunsuz bir hayat düşünülemez, devletsiz bir hayatın düşünülemeyişi gibi...

Thomas Bernhard’la yapılmış bir söyleşi yayımlandı Bir+Bir dergisinde. Söyleşide Bernhard, “yetişkinler sadece hayal dünyalarında yaşarlar, çocukların hayatı ise gerçektir” diyordu. Dünyanın gerçekte nasıl bir yer olduğunu anlamak istiyorsanız, çocukların gözünden bakmamız gerektiğinden eminim. Hatta sanatçıları yetişkinlerden ayıran şey, çocukluklarını yitirmeyişlerinde aranmalı belki de... Ve sanatçıların eserleri, tıpkı duvardan atlayıp okuldan kaçan çocuklar gibi, içine hapsedildikleri bu tiyatro salonundan bir yolunu bulup kaçma hayali olarak da düşünülebilir... Ama bizim kaçmaktan ziyade, devasa bir sahneye dönüştürülmüş bu dünyada, kendi oyunumuzu oynamak için izleyici koltuklarından kalkıp sahneye adım atmamız gerekiyor. Bize ezberletilmiş replikleri unuttuğumuz zaman, sahnedeki yaratıkların maskeleri de düşmüş olacak... 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Nisan 2012)

Mutluluk Pili

Posted: 18 Ağustos 2013 Pazar by bülent usta in
0

-->

Bazı günler, gördüğüm her şeyde başımıza gelecek iyi ve kötü şeylerin işaretlerini gördüğüm olur. Her sabah simit aldığım vapur iskelesinin oradaki simitçinin yerinde bu sabah bir polis duruyor ve gelip geçene kimlik soruyordu. Bir anlamı olmalıydı simitçinin yerine polisin geçmesinin. Mesela bu olay ile Özgür Gündem’in kapatılması arasında bile bir bağlantı kurulabilir, kurabilirim...

Bu “her şeyde bir işaret görme” durumu, bana sanırım balıkçılık yaptığım günlerden kaldı. Balıkçılar kadar doğaüstü şeylere inanma eğilimi olan başka meslek yoktur herhalde. Çünkü öyle belirsizdir ki ne zaman ne kadar balık tutacakları. Onlar da, sürekli olarak işaretler ararlar denizde, bulutlarda, kedilerde, martılarda... Ben de onların yüzlerine bakarak işaretleri toparlar ve genel bir değerlendirme yapardım. Onların bulutlardan, dalgalardan topladığı o gizemli bilgileri çalardım bir bakıma. Sonra bu alışkanlığı gazete yazılarımı yazarken de kullanmaya başladım. Otobüslerde, vapurlarda insanları izleyip buldukları işaretleri toplayarak yazıyorum yazılarımı.

Gördüğüm işaretler arasında uzun zamandır en çok rastladığım tahammülsüzlükle ilgili olanlar... Kimsenin kimseye, hatta insanların kendilerine bile tahammülü kalmamış durumda. Çünkü insanların çoğu kendilerini yaşamın dışında kalmış, daha doğrusu dışarıda bırakılmış hissediyor. Dünyayı, dünyada yaşayan insan sayısına göre parçalarına ayıran bir sistemin içinde yaşıyorsanız, dünyayı, yaşamınızı bir bütün olarak göremiyorsanız, kendinizi dışarıda kalmış hissetmenizden daha doğal bir şey yok. Dışarıda kalan insan da yaşamak yerine seyretmeyi ve yaşadığını hissetmek için de seyredilmeyi arzular hale gelir. Sosyal medyadaki paylaşım sitelerinde bir hayal dünya yaratır kendisine. O yüzden TUİK’in yaptığı  “mutluluk araştırması”nda, Türkiye’de yaşayanların %62.1’inin mutlu olduğunu ilan etmesi şaşırtmadı beni hiç. Bizim de bir “gösteri toplumu”na dönüştüğümüzün kanıtı olarak değerlendirdim bu işareti. Mutsuz olmak, kaybeden olmak anlamına geldiği için, herkes mutsuz da olsa mutlu gözükmenin yollarını araştırıyor artık. Ama bu sahte mutluluk hali, insanları aynı zamanda tahammülsüzleştiriyor da. Bu durum, aç olup da gururu yüzünden tokmuş taklidi yapan insanın haline benziyor. Ne var ki, tokmuş gibi davransa da midesi onu inkâr edecek hep. İşte ben bağıra çağıra söylüyorum: Mutsuzum, hem de çok mutsuz... Newroz olaylarında yaşananlar, çocuk siyasi mahkûmların durumu, Özgür Gündem’in engelleniyor oluşu, beynime işlenen oto-sansürle mücadele etmeden düşünemez ve yazamaz olmak, sendikaların o derin ve acıklı sessizliği, gazetelerin üçüncü sayfalarından dolup taşan kadına yönelik şiddet haberleri ve o haberlerin veriliş şekli beni fena halde mutsuz birisine dönüştürmüş durumda. Mutsuz olduğumu kendime itiraf etmeden, mutsuzluğumun nedenlerini görüp çözümler üretemem. TUİK’in mutlu olarak tespit ettiği %62.1’lik kesim, yaşadıkları sahte mutluluğa razı olacak kadar umutsuzluğu çok derinden yaşıyor olmalı. Matrix filminde Neo gibi Cypher de sistemin uykusundan uyanmış olsa da, cehaleti özleyerek hafızasını sildirmeyi, sistemin ona vaat ettiği sahte mutluluğu yaşamak için arkadaşları olan direnişçilere ihanet etmişti hatırlarsanız. Bu tercihinin nedenin filmde şöyle dile getiriyordu Cypher: “Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Onu ağzıma koyduğumda Matrix'in beynime onun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. Dokuz yıl sonra neyin farkına vardım biliyor musun? Cehalet mutluluktur.”

Hakikate giden yoldaki mayınlar olan sahte mutlulukları tespit etmeye yaramaz mı edebiyat ve sanat? Bizdeki edebiyat ve sanat ahalisinin önemli bir kısmı ise, sistemin sahte mutluluklar geliştirmek için kurduğu Ar-Ge departmanı gibi çalışıyor sanki. Morpheus’un “hakikatin çölü”nden ziyade, Cypher’in sahte bifteği daha cazip geliyor onlara da… Kitabın çok satmış, ünlü olmuşsun, ödüller almışsın neye yarar? Devlet büyükleriyle ve medya patronlarıyla aynı sofraya oturmuş sahte bifteği mideye indirirken hatırlanacaksın nasıl olsa, 15 yaşındaki bir çocuk linç girişimine uğrar ve basınımızın gururu olan ve onca kayıptan yıllar sonra yeniden yayın hayatına başlayan Özgür Gündem kapatılır ve tüm bu olup bitene sesini çıkarmaz, çıkaramazken… 

Meselenin özü şu: Dünya artık bildiğimiz dünya değil. Aşklar bildiğimiz aşklar, edebiyat bildiğimiz edebiyat değil. Kürtler artık bildiğimiz Kürtler değil. Dokunmatik bir ekrana dönüşen hayatın içimizdeki pili bitmek üzere. Daha fazla sahte mutluluk üretilemediği içindir ki egemen güçler hırçınlaşıyor… Tahakkümü saygın kılan her tür sahte eleştiri, sahte gazetecilik uygulamaları ve yalancı zorbalık faaliyetleri üzerimize boca edilse de, sahte mutlulukların da bir kullanım süresi olduğunu unutuyorlar… Geçti o süre… Tahakküme tahammülsüz bir nesil yetişiyor… 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Mart 2012)

Newroz’un Hawar Hâli

Posted: by bülent usta in
0

-->

Karanlığın içinde neler olup bittiğini görebildiniz mi? Hacı Zengin’in, Newroz’u kutlamak istediği için öldürüldüğü zaman, bir anda baharın müjdecisi güneşli bir günü yaşayan sokakların nasıl karanlığa gömüldüğünü... Yakılan Newroz ateşleri olmasa kapkara olacaktı ortalık, kapkara ve sessiz... Sonra Fırat Aytış adlı 15 yaşındaki bir çocuğun, Newroz kutlamalarını engellemek isteyen polisin hışmına uğrayışını, kendisine güvenli bir yer ararken, bu defa da medyanın “hassas vatandaşlar” ya da “bir grup genç” olarak lanse edip kolladığı linç çetelerinden birinin eline nasıl düştüğünü ve linç girişiminden mucizevi bir biçimde sağ kurtulup ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını da mı görmediniz?

Karanlık, yaşanan her acıyla birlikte koyulaşırken, yakılan Newroz ateşlerinin alevleri daha da yükseliyordu gökyüzüne doğru. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde, linç girişiminden yaralı olarak kurtulan Fırat Aytış’ın öldüğü haberi yayıldı karanlığın içinde. Bir çocuğun ölüm acısı, o ölümün neden ve nasıl olduğu bilgisiyle katlanılmaz bir hal almıştı ki, ölüm haberinin doğru olmadığı ortaya çıkınca azıcık nefes alıp, bize, biz karanlıkta yaşamaya alışmış, alıştırılmış olanlara döndüm yüzümü ve düşünmeye başladım. Hacı Zengin’in sedyede çekilen fotoğrafı, bir yara gibi içimde büyürken, başkalarının acılarına olan duyarlılığımızdaki azalmanın, yaklaşan felaketin en önemli kanıtı olduğu fikri, o yaranın içinden dışarıya aktı kana bulanmış bir halde...

Sessizdi ortalık... Sadece Newroz ateşinin başına toplananlar birbirlerinin yüzünü görebiliyordu. Karanlığın içinden gelen siren ve uluma sesleri, ateşin etrafına toplananları kuşatsa da, korkutmuyordu artık onları. Güçlerini göğe yükselen ateşten mi, yoksa kederlerinden mi alıyorlardı bilmiyorum ama yüzlerinde gördüğüm ışık, sadece alevlerin yaydığı ışıktan ibaret olamazdı.

Bir çocuk, sırf Kürt olduğu için ya da başka bir gerçekliğe inandığı için öldürülebilirdi linç çeteleri tarafından. Çocuklar daha önce de defalarca öldürülmüştü, bombalar ve mermilerle de... 14 yaşındaki Ceylan’ı havan mermesiyle öldürmüşlerdi mesela koyun otlatırken. Savcı bile olay yerine gitmemiş, gidememişti...

“Fırat yaşıyor”, böyle söylediler ölüm haberi yayılınca. Sanki o an Ceylan da, Canan da, Uğur da ve öldürülen diğer yüzlerce çocuk da bir an canlanıp Newroz ateşinin başına üşüşeceklermiş gibi hissettim, “Fırat yaşıyor” çığlığının yaşattığı sevinçle... Yaşıyordu Fırat, ama karanlığın içinde yaşadığı bilgisi bedenine kazınmıştı bir kere... Hacı Zengin’in bedeninde yazılacak acı kalmamış ve zılgıtlarla sonsuzluğa uğurlanmıştı. Hacı Zengin’in ardından tutulan yas, gelen yeni saldırı haberleriyle daha bir derinleşiyor, yaşanan acı ve çaresizlik insanları birbirine daha çok yaklaştırıyordu. Kaybedecek şeyleri yoktu, çaresizliklerinden başka. Evrim Alataş, bir yazısında bu durumu şöyle tanımlar: “Kürdün bir son hali vardır. ‘Hawar’ hali. İsyan ve imdat, ikisinin karışımıdır bu aslında. Elinde hiçbir şeyi kalmadığı zaman, sakallarını yolmaya başlayan bir yaşlı adam ya da yüzünü tırnaklayan bir yaşlı kadın hali... Bu noktaya gelince ne Tanrı'dan umudu kalır, ne kuldan.”

Karanlığın içinde politikacıların nutukları, siren sesleri, linç çığlıklarıyla çoğalan o korkutucu homurtular, ateşin başında bekleyen yöresel giysiler içindeki Newroz insanlarının halaya durmasıyla kesildi bir an. Dans edenlerin bedenleri, alevlerin içinde bir görünüp bir kayboluyor, gökyüzüne uzanan alevlerin ışığı yıldızlara değiyordu neredeyse. Bu ‘Hawar’ hali, herkesi alevden giysiler giymiş gibi göstermekle kalmayıp, güneşin önünü kapatan kara bulutları teker teker çekip Newroz ateşinin içine atıyordu.

Karanlığın içinde yaşamaya alışmış, alıştırılmış olanlar, bir halkın neden türlü yasaklamalara, baskılara, dökülen kana ve gözyaşına rağmen inatla Newroz ateşine doğru koştuğunu anlayamazlar. Bir çocuk linç mi edilmeye çalışılmış, umursamazlar. Onun da kendileri gibi karanlığa alışmasını isterler, alışmıyorsa karanlığın içinde pusuya yatmış linç çetelerinin eline ya da asit kuyularına düşsün diye beklerler... Karanlığın içinde birbirlerinin yüzlerini göremedikleri için, kilitli sandığa benzeyen kalplerinin içinde unutulup kalmıştır vicdanları...

Acı olansa, Newroz ateşine en çok ihtiyaç duyan, karanlığın içinde yaşamaya alışmış, alıştırılmış olanlardır gerçekte. Onları karanlıktan kurtarıp vicdanlarını özgürleştirecek olan hakikati Newroz ateşinin aydınlığı olmaksızın bulamayacaklarını, hakikatin iktidar ve iktidar mekanizmaları tarafından üretildiğini bilmezler ya da bilmezden gelirler. Yaşadığımız topraklar, eskimiş nükleer santralleri andıran iktidar mekanizmalarının tehtidi altında radyasyon çölüne dönüşmüş, vicdanları buharlaştırarak üzerinde bulunduğumuz siyasi zemini azar azar yok ederken, hakikat mühendisleri, yeni santraller tasarlıyorlar şimdi, açılımlarla, operasyonlarla... Halbuki herkesin kendi yakacağı Newroz ateşinden üreteceği hakikate ihtiyacı var. Gerçek ve somut olduğu kadar, düşsel ve soyut olan alevleriyle Newroz ateşine... Şiirsel hakikate...

21 Mart 1960’da, Güney Afrika’nın Sharpeville kentinde apartheid paso yasalarını protesto etmek isteyen göstericilere polis tarafından ateş açılmış ve 69 kişi hayatını kaybetmişti. O günün anısına her 21 Mart’ta Uluslararası Irk Ayrımı ile Mücadele Günü kutlanıyor, Newroz Bayramı ve Dünya Şiir Günü’yle birlikte... 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Mart 2012)

Var Olmayan Kuyular

Posted: by bülent usta in
0


Yıllar evvel “Kitap-lık” dergisinde “Hepimizi Öldürecekler” adında bir öyküm yayımlanmıştı. Bugün de “Hepimizi Tutuklayacaklar” adlı bir roman yazasım var. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tahliyesi, her ne kadar sevindirici bir gelişme olsa da, düşünceleri yüzünden tutuklananlarla cezaevleri öyle bir doluluk oranına ulaştı ki, vaziyet askeri darbe günlerini aratmıyor neredeyse.

Artık Ahmet Şık dışarı çıktığına göre, biz şimdi kendi tutuklanma sürecimizi konuşabiliriz rahatlıkla. Çünkü hepimizin tutuklanması an meselesi, hatta tutuklanmadan bile tutuklanmış olma ihtimalimiz yüksek. Nasıl mı?

Öncelikle, ister devleti tutkulu bir biçimde savunun, ister onu kıyasıya eleştirin, devletin sizi umursamayacağını anlamanız gerek. Vatandaşlar, devlete hizmet ederlerse ruhlarıyla, isyan ederlerse canlarıyla vatandaş olmanın bedelini fazlasıyla öderler. Hatta hizmet edenler, savaşlarda ya da çalışma hayatında olduğu gibi, bazen ruhlarıyla birlikte canlarını da feda ederler ama yine de devletin onları umursadığını görmeyiz. Uludere Katliamı’nda olduğu gibi en fazla tazminat vermeye çalışırlar ya da çocuğunuz savaşta ölünce, bir maaş bağlanır ve unutulur gider. Gazi olayları ya da Sivas Katliamı’yla ilgili davaların zaman aşımına uğratılması, devletin vatandaşlarını ne kadar umursadığının en canlı kanıtları aslında.

Geçen Pazar, Esenyurt’ta 12 inşaat işçisi, kaldıkları çadırlarda yanarak can verdiler. Gazeteler, televizyonlar onların yangın yüzünden öldüğünü söyledi, ama işçilerin can güvenliğini sağlamanın maaliyeti, canlarından daha değerli olduğu için, gerçekte kâr etmek isteyen şirketler yüzünden öldürülmüşlerdi. Tersanelerde ya da madenlerde de yüzlerce işçi, göz göre göre benzer cinayetlere kurban edildi bugüne kadar? Devlete ya da çalıştıkları şirketlere hizmet eden bu işçilerin ölümü, siyasi değil adli bir mesele olarak kayda alınarak umursamazlığa terk edildiği sürece, işçi ölümlerinin de arkası kesilmeyecek...

Beni düşündüren, devletin umursamadığı halkın ne zaman ve nasıl kendi kendisini umursayacak noktaya geleceği? Yargı Derneği eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’in "Express" dergisindeki yazısında itham ettiği gibi, bu umursamazlığın nedeni olarak, entelijansiyamızın politik hakikat arayışından vazgeçip özgüvenden yoksun bir ruh hali içinde egemen siyasetin oyuncağı haline gelmesinin de bir payı var mıdır? Bu sorunun çeşitli şekillerde sorulduğuna tanık oluyoruz bugünlerde. 

Eskiden entelektüellerin halkı daha çok umursadığını, ürettikleri çalışmalardan ve toplumsal hareketler içindeki konumlanışlarından biliyoruz. Ama sanırım, halk onları yeterince umursamadığı için, 80 darbesinden sonra artan bir ivmeyle entelektüellerin bir kısmı köşesine çekildi, bir kısmı da, halktan çok devleti umursayan bir ruh haline bürünerek kendi kendine ihanet etme pahasına devletin ya da şirketlerin akıl hocalığına soyundu. Elbette Büşra Hoca gibi entelektüeller, bu sürece dahil olmadılar ama, onlar da akademilerden ve medyadan teker teker temizleniyorlar.

Halktan ve kendilerinden umudunu kesen entelektüellerin karşısında iki seçenek vardı: Ya askeri, ya da sivil darbe. Ordunun karşısında hükümeti destekleyen entelektüellerin yaşadığı zafer sarhoşluğu, egemen siyasete dahil olmalarını kolaylaştırdı ve entelijansiyamızın yaşadığı kriz de iyice derinleşmiş oldu. Hükümet üyelerinden bile daha hararetli bir biçimde uygulanan politikaları savunacak kadar ya da muhalif entelektüellere karşı medyada linç ayinleri gerçekleştirecek kadar, entelijansiyanın bu denli zıvanadan çıktığına tanık olunmamıştır herhalde. Zaten asıl şaşkınlık yaratan da bu hınç... Onların hıncını besleyen şey de, kendi kendilerine ihanet ederek iktidarların tutsağı haline getiren kendilik nefreti aslında. Arno Gruen, “Normalliğin Deliliği” kitabında, kendilik nefretinin insanı nasıl artan bir iktidar hırsıyla deliliğe doğru yönelttiğini tahlil etmişti.

Roberto Bolano’nun Pegasus Yayınları’ndan çıkan “2666” adlı romanını okuyorum bu aralar. Bolano, romanın bir yerinde Meksika’daki gölgesini kaybeden entelektüellerden bahsediyor. Devletin onları umursamaz görünüp sessizce gözetlediğinden ve işe yaramaz bu yazarlar ordusunu nasıl kullandığından bahsederken şöyle yazmış: “Onları şeytan çıkarmakta kullanır, ulusun havasını değiştirir veya en azından değiştirmeye çalışır. Kimsenin var olup olmadığına kesin olarak emin olamadığı kuyuya taş atar.”

Etrafımız, var olup olmadığından emin olamadığımız kuyularla çevrilmiş durumda. Taş atacak çok kuyu ve taş atmaya hevesli çok fazla kişi var. Gündem yoğunluğu ve hızını bu kuyulara atılan taşlara borçluyuz bir bakıma. “Var olmayan kuyular”ın, içine taş atanların gölgelerini boğup yutma özelliği yüzünden, entelektüellerimizin gölgeleri de hızla kayboluyor. Tutuklu olmak için cezaevine girmenize gerek yok. Üstelik Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi, bir gün cezaevinden çıkma durumunuz da olabilir. Ama gölgelerin toplanıp atıldığı iktidar kuyularından bir daha çıkılabildiği görülmemiştir.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Mart 2012)

Cadıların Dönüşü

Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0


Cadıları yakmakla başladı asıl kötülük ve onları yakanlar, içlerine şeytan girmiş kötülüğü yaktıklarına inanıyorlardı. Eskiden cadı avı, her tür gizli ayaklanma enerjisini dağıtmak için kullanılmıştı. Gizli ayaklanma enerjisi deyip geçmemek lazım, hemen hemen hepimizin içinde o enerjiden bolca var. Çünkü arzular, sömürülse de ölmezler...

Yazıyor olmamın tek sebebi, belki de bu “gizli ayaklanma enerjisi”nden başka bir şey değildir. Âşık olduğum zaman da kesinlikle gizli bir ayaklanma içindeyimdir ve zihnim her tür tehlikeli fikre ev sahipliği yapar. Ve şöyle düşünürüm her 8 Mart: Kadın olsaydım, kesinlikle “erkek düşmanı” bir kadın olur -her ne kadar “toplama kampı” fikrinden  nefret etsem de- kadınlara şiddet uygulayan erkekler için toplama kampı inşa eder ve o kampta erkeklere, içine sokulup kabul ettirilen erkeklik şablonundan utanmalarını sağlayacak işler yaptırırdım.

Şiddet gören kadınlarla ilgili, yıllar evvel antropolojik çalışma yapmıştım bir sığınma evinde. Çalışma boyunca geceleri uyuyamaz olduğumu, dinlediğim hikâyeler yüzünden depresyona girdiğimi hatırlıyorum. Ama kadınların direnci ve yaşama bağlılığını gördükçe, içimde bir umut da doğmuştu. Eğer ki isteseler, neler yapmazlardı ki... Ama hemcinsleri dahil büyük bir çoğunluk, içlerine yerleştirilmiş kültürel kodlar yüzünden görmüyordu yaşanan bu sessiz kıyımı... Gizlenmiş ayaklanma enerjisi ortaya çıktıkça, tacizler, tecavüzler, infazlar da artıyordu sürekli. Bu yüzden 8 Mart’lar önemli, o “gizli ayaklanma enerjisi”nin önündeki engelleri görmek ve çareler üretmek için. Mesela 8 Mart 2008’de sanatçı arkadaşı Silvia Moro ile “dünya barışı” için yürüyüş başlatan “barış gelini” Pippa Bacca’yı gelinliğini giymiş yürürken görürüm sokaklarda her 8 Mart.

Otonom Yayınları’ndan çıkan “Caliban ve Cadı” adlı kitapta Silvia Federici’nin, sanata karşı uygulanan sansür ve yasakların bile “kadınların cinsellikle ilişkilerini tanımlayan şeyler” yüzünden yaşandığını dile getiriyor oluşu oldukça mühim. Cadı avı, yüzyıllardır ara vermeden sürüyor ve “cadı avı”nın felsefesi de, devletlerin ve iktidarların resmi felsefesi olarak derinleşerek hayatımıza şekil vermeye devam ediyor. Nasıl ki engizisyon üyeleri, cadıları yakmadan evvel cinsel maceralarını anlatmaya zorlamış ve bu maceraları dinlemekten haz almışlarsa, gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan tecavüz haberlerinin dilinde de benzer bir haz arayışının varlığını görebiliriz. İçinde yaşadığımız ikiyüzlü ahlak normları, kadına yönelik şiddetin de kültürel kodlarını oluşturuyor. Sadece kadına yönelik şiddet de değil mesele. Mesela eşcinselliği bir hastalık olarak gören anlayış da, bu ikiyüzlü ahlak normlarının neticesi ve nedeni olan “cadı avı” kültürüyle alakalı olarak değerlendirilebilir. Çünkü “cadı avı” sırasında katledilenler arasında sadece kadınlar değil, eşcinseller de var ve eşcinseller kadınların yakıldığı kazıklarda neredeyse bir çıra vazifesi görüyordu. İngilizcede “faggot” sözcüğüne, hem homoseksüel, hem de çalı çırpı, ince odun demeti anlamları yerleşmemiş boşuna. Eşcinseller gibi fahişeler de bu “cadı avı”nın kurbanlarıdır. Bir kadın gençse fahişedir, yaşlıysa cadı... Ruhunu şeytana satmakla, bedenini erkeklere satmak arasında bir fark yoktur bu anlayışa göre. Sonradan fahişelerin bedenlerini sömürecek mekanizmalar geliştirip kontrol edilebilir oldukları ölçüde yaşamalarına izin verilmeleri, kolayca gözden çıkarılmalarına da engel olmadı hiçbir zaman.

Cadıların dirilip yeni büyüler yaparak engizisyon çukuruna dönen bu hayattan bizi kurtaracağı günler çok uzak gelmiyor bana. İçimizdeki “gizli ayaklanma enerjisi” sayesinde her şeye rağmen varlığını sürdüren sanat ve aşk, cadıların nasıl ve nereden geleceğinin de ipuçlarını da veriyor aslında.

Her zamankinden yoğun bir çalışma temposu içinde, yorgunluktan çalışma masasının üzerine yığılıp kaldığım zaman gördüğüm tuhaf bir rüyayı anımsıyorum: Rüyamda da çalışma masasında uyurken görmüştüm kendimi. Uyuduğum yer ile rüyasını gördüğüm yer ve durum aynıydı. Odamın kapısının aralandığını ve içeriye birisinin girdiğini işitip, içeriye giren şeyin nedense korkutucu olduğuna inanarak yerimden dehşet içinde fırlamıştım. Gelen kişiye doğru döndüğüm zaman, karşımda ürkütücü ellerini bana doğru uzatarak “korkma, korkma” diye fısıldayan bir yaratıkla karşılaşmıştım. Korkutucu olan bir şeyin, “korkma” diyerek yaklaşması, korkumu azaltmamıştı ama beni hareketsiz kılmıştı. Yanıma iyice yaklaştığı zaman, onun bir yaratık değil, tıpkı filmlerde gördüğüm, kitaplarda okuduğum türden bir cadı olduğunu anlamıştım. Rüyamda bana şöyle seslenmişti o Cadı: “Tarihi düzünden okuma!”

Uyandığım zaman, uyandığım yerin rüya gördüğüm yerle aynı olması, yaşadığım şeyin bir rüya olup olmadığı kuşkusunu her zaman yaşatmıştır bana. Ve Cadı’nın söylediği o sözün Ece Ayhan’ın şiirindeki bir dizeyi çağrıştırması da tesadüf olamaz. 8 Mart, tarih düzünden okunmadığı içindir ki, emekçi kadınların günü olarak kutlanıyor 1857’den beri. 8 Mart 1857’de, daha iyi çalışma koşulları istemiyle ayaklanan tekstil işçilerinden çoğu kadın olmak üzere 129’u, kapatıldıkları fabrikada çıkan yangında ölmüştü. Hepsi, üzerine binip uçtukları süpürgelerle, her 8 Mart geri geliyorlar...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Mart 2012)

Bozulamayan Asabımız

Posted: by bülent usta in
0

-->

Yine kar kıyamet olacakmış ortalık, yazılı ve görsel medya başladı her zamanki gibi panik atak hava durumu haberleri yapmaya. Hava durumuna gösterdikleri duyarlılığı, toplumsal olaylara gösteremeyişleri, acıklı bir durum olsa da, daha ne kadar havadan sudan bahsedeceklerini de merak ediyor insan.

Aslında havalardan çok insanın asabı daha fena bozuluyor bu topraklarda. Hem de öyle fena bozuluyor ki, değil kar fırtına, en azılısından bir kasırga bile daha etkili olamazdı yaşadığımız travmalara bakınca. Ama şu da bir gerçek ki, yeterince asabımız bozuluyor olsaydı, Pozantı’daki siyasi çocuk mahkûmların yaşadığı olaylar yüzünden ortalığın toz duman olması gerekirdi.  Ya da Pazar günü Taksim’de, acı bir olay olan Hocalı Katliamı’nı anmanın ırkçı bir gösteriye dönüşmesi de asabımızı yeterince bozmadı, bozamadı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı Uludere Katliamı’ndan sonra da, her şey eskisi gibi devam etti mesela. Peki ama neden? Birkaç “vicdan ağrısı alan” kalem dışında ana akım medyadan muhaliflerin temizliği mi etkili oldu, bu suskunluğun yerleşmesinde? O “vicdan ağrısı alan” kalemlerin de, vicdan sömürüsü yapmayı bırakıp fikir üretmeleri de pek mümkün gözükmüyor artık.

Foucault, kendisiyle yapılan bir söyleşide sanatın günümüzde bireylerle ya da yaşamla değil, nesnelerle ilintili bir şey haline gelmesini eleştiriyordu. Sanatın geldiği bu durum, neden yeterince korkmadığımızı ya da asabımızın bozulmadığını da açıklıyor aslında. “Homosapiens”in artık düşünmeye daha az ihtiyaç duyduğu ve bazı antropologların dediği gibi homosapiens’in ölüp siberantropos’un yavaş yavaş ortaya çıktığını düşünürsek, bu duruma şaşırmamamız gerekiyor. Dikkatimiz dağınık, bilgimiz çeşitli olduğu kadar yüzeysel ve duygularımız yaşadığımız toplumsal ve bireysel travmalar yüzünden sakatlanmışken, yapılacak tek şey nesnelerle oynamaya ve onlardan daha fazla teselli aramaktan öteye gitmiyormuş gibi gözüküyor. Yazın deniz kenarında olmalarına rağmen playstation oynamak için internet kafeleri dolduran kalabalıkları görünce, bir manzarayı çıplak gözle değil de üç boyutlu olarak ekranlardan izlemenin verdiği heyecanı anlamakta zorlanmıştım biraz. Bu koşullarda çoğumuzun asabı hiçbir zaman tam anlamıyla bozulamayacak galiba.

Aslında bütün mesele, insanın hakikati çıplak gözlerle apaçık görebilme yetisine nasıl kavuşacağıyla ilgili. Meditasyonla mı, çilekeşlikle mi, sanat ya da felsefeyle mi, yoksa siyasetle mi? İnsanın gözlerini açacak şey, kendi kendisiyle olan ilişkisi, daha doğrusu varoluşunu sorgulamasıyla, kendi yaşamını bir sanat yapıtı gibi kurmaya çalışmasıyla, yani birey olmak için çabalamasıyla mümkün olabilecek bir şey. Toplumun muhafazakârlaşması, zaten çarpık olan modernleşme sürecini aksatarak bireyleşmeyi engelli, pahalı ve zorlu bir sürece dönüştürmüş durumda. Yunan felsefesi, insanın kendisini hakikate hazır hale getireceği bir eğitimi şart koşuyordu. Hakikate hazır hale gelmek, tasavvufta çile çekmekle mümkün olabilecek bir uğraştı mesela. Günümüzde ise hakikat, acıdan kaçar gibi kaçtığımız, tesadüfen karşılaştığımız zaman da çabucak unutmaya çalıştığımız bir şeye dönüşmüş gibi gözüküyor.

Hayata bakışımız, tanık olduğu savaşta insanların ölümünü fotoğraflayan savaş muhabirinin bakışına benziyor biraz. İzlediği şeye katılmayan, donuk bir bakış... Çünkü o savaş muhabiri, tanık olduğu vahşete değil de çekeceği fotoğrafa yoğunlaşıyor, bizim kendi gündelik hayatımıza yoğunlaştığımız gibi. Ama tam da aynısı değil elbette. Bu durumu, José Ortega Y Gasset,  “Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler” kitabında şöyle tarif ediyor:  “Ortada olup bitene duygularıyla katılmaz, ruhsal bakımdan olayın dışında ve uzağındadır; yaşamaz onu, yalnızca seyreder.” Gasset, çok daha acı bir gerçekten, “üzülmeye özenmek”ten bahseder bu “insansızlaştırma” sürecini anlatırken. Horatius’un ünlü sözünü alıntılar yazısında: “Ağladığımı görürsen ilkin kendine acımalısın.”

İnsanlar, savaş muhabirlerine dönüşmüş, sadece başkalarının hayatını değil, başkasının hayatıymış gibi kendi hayatlarını izler ve kendi hayatlarına bakıp çektikleri fotoğraflarla sosyal medyada bolca “like” almak ister gibi yaşamaya devam ettiği sürece, kolay kolay asabı bozulmaz kimsenin. Bozulsa bozulsa havalar bozulur.  Çocuklar tecavüze mi uğramış, katliamseverler meydanları mı işgal etmiş, savaş çığırtkanlığı mı yapılıyormuş, kimin umurunda. Meditasyon yapıp, kişisel gelişim kitapları okuyup, alışverişe çıkıp, televizyon izleyip kafanızdaki olumsuz düşüncelerden kurtulmaya bakın. Öyle ya, olumlu şeyler düşünmeli ki, güzel şeyler gelsin başınıza. Ama “hakikat” dediğimiz şey, gizlenebilen bir şey olsa da, kaçabildiğimiz bir şey olmadı hiç.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Şubat 2012)

Kırmızı Hap

Posted: by bülent usta in
0


Bugün güneş var dışarıda ama soğuk bir güneş, kış güneşi... Sadece insanın içini ısıtan, dışını ise soğuktan titreten bir güneş... Yine de yürüyüş yapmak için ideal. Karanlık, sefil ayların sona ereceğinin bir işareti olan bu güneşin altında yürümek bile insanın kendini iyi hissetmesi için yeterli.

Ara sokaklardan sahile doğru inerken, aklımda yaşadığımız bu akıldışı sürecin başka anlamlara gelip gelemeyeceği geçiyordu. İnsanın içini karartacak bu manzaraya bakıp aslında görmemiz gereken bir ayrıntıyı kaçırıyor olabilir miyiz diye içimde doğan kuşkuyu tartarken, karşıma uzun zamandır görmediğim şair bir dostum çıktı. Her zamanki gibi siyahlara bürünmüş ve dalgın bir halde yürüyordu. Yazdığı şiirleri yayımlamaz, karşılaşmadığı sürece kimseyi arayıp konuşmaz, kendi halinde yaşamayı tercih eden esrarengiz bir kadın... Beni yakınlardaki evine davet etti. Gidip gitmemek konusunda hiç tereddüt etmedim, çünkü evinde sihirli kurabiyeleri olurdu her zaman.

Çayla birlikte sihirli kurabiyelerden yiyip balkondan neredeyse devrilecekmiş gibi duran ahşap evi izlerken, konuştuğumuz karamsar konuların tam tersi bir ferahlık sarar genellikle içimizi. Ben yine hükümetin uygulamalarını konuşmaya heves etmiştim ki, susturdu beni: “Bırak artık şu hükümeti tartışmayı. 90’ların iç savaş atmosferi, 80’lerin darbe atmosferinin devamıydı. 2000’lerdeyse travmalarıyla yüzleşmenin kolay yolunu tercih eden toplum, bu hükümeti getirdi başa. Travma üzerine yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, toplumsal hafızadaki bu zayıflık, yaşanılan travmanın şiddetiyle orantılı. Şu an ki iktidar, bu travmayı kontrol altına almak için, yeni bir tarih yazımına girişerek zayıf olan toplumsal hafızayı yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Önemli olan toplumun bu akıl dışı sürece daha ne kadar tahammül edip, hafızasını iktidarların tahakkümünden nasıl kurtarabileceği? Düşünsene, kardeşinin cenazesini toplu mezardan çıkarmak için açlık grevi yapan Hüsnü Yıldız diye birisi var bu ülkede. Geçen gün, nihayet Çemişkezek’teki toplu mezardan kardeşinin cenazesine ulaşıldı. Hüsnü Yıldız, kardeşinin cenazesine kavuştuğu için ‘buruk bir sevinç’ yaşadığını söylüyor. Travmanın büyüklüğünü düşünebiliyor musun? Kardeşine olmasa bile cenazesine kavuştuğu için sevinen ve bunun için 66 gün açlık grevi yapmış bir insan. 17 yaşındayken devletin işkence ederek öldürdüğü Ayten Öztürk’le ilgili yirmi yıl sonra daha yeni fezleke hazırlanmış mesela. Ayten Öztürk’ün babası, Tunceli Alay Komutanı tarafından çağrılarak kızlarından birisi dağa çıkacak, getir de konuşalım diyor ve baba da üç kızını alıp getiriyor komutana. Kızlarından birisi olan Ayten Öztürk, daha sonra kaçırılıp işkenceyle öldürülüyor. Bu hikâyelerdeki gibi, yüzlerce, binlerce hikâyeden bahsedilebilir bu topraklarda. Böylesi darbeler ve katliamlar tarihine sahip toplumların travmalarıyla yüzleşme cesareti göstermesinin kolay olması beklenemez elbette. İktidar partisi, bu travmaların ürünü olan bir parti. Daha doğrusu bu travmalarla beslenerek bu kadar büyüdü. Ama böylesine sağlıksız beslenerek büyüyen bir şeyin, uzun ömürlü olacağı da düşünülemez.”

Bir kâhine sorar gibi, “Uzun ömürlü olamayacaksa, sonrasında ne olacak sence” dedim, biraz tedirgin. Tahmin ettiğim gibi o umut kırıntısını da hemen bir kâbusa dönüştürdü: “Dünyaya kafa tutan lider imajı, özgüvenini yitirmiş yığınları bir yanılsama içine sokar. Bu açıdan Putin de, özgüvenini yitirmiş Rusya için aynı anlama geliyor. Türkiye’de de tüm bu iç savaş atmosferi, travmalarla dolu geçmiş ve ekonomik belirsizlikler Putin benzeri bir liderin doğuşuna zemin hazırladı. Rusya’da ne olduysa ya da olacaksa Türkiye’de de benzer şeyler olacakmış gibi gözüküyor. Ama Rusya’nın Çeçen sorunuyla, Türkiye’nin Kürt sorunu aynı şey değil. Hükümet geçici çözümlerle yetiniyor. İç siyasette yaşadığı sıkışmışlık duygusunu, dış siyasette yaptığı hamlelerle dengelemeye çalışıyor ki, bu hamleler onu tehlikeli maceralara da sürükleyebilir.”

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya benziyor öyleyse bu durum dedim ona. Travmalarıyla yüzleşmekten kaçınan toplum, daha büyük travmalarla karşı karşıya kalabilir böyle giderse. Kurabiyeler yüzünden biraz başım dönüyordu. “Belki de doluya tutulmadan, yani dibi görmeden çare bulmak da mümkün değildir” dediğini duydum sanki.

Kehanetlerde bulunan şair dostumun evinden çıkarken, son kurabiyeyi de ağzıma atmıştım ki, içimde tuhaf bir iyimserlik peydahladı yeniden. Sahile inmek için daha kararlı adımlar atıyordum artık. Yaşadığımız bu toplumun, travma sonrası kendisine yabancılaşmış bir toplum olduğunu anımsamış olmam, çözüm olasılıklarının neler olabileceğini de gösteriyordu aslında. Edebiyatın bu yüzleşmede oynayacağı rolü görmek için, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatından çıkartılacak çok ders var, olumlu ya da olumsuz. Ama yüzleşmeye öncelikle kendimizden başlamamız gerekiyor. “Matrix” filmindeki Neo’nun mavi hapı değil de kırmızı hapı yutması gibi bir şey...

Bülent Usta (22 Şubat 2012)