Çığlıkta Boğulmak

Posted: 25 Ağustos 2013 Pazar by bülent usta in
0


Arada yağmur da yağsa, havalar bozsa da baharın gelişi şerefine, çay bahçelerinde dolaşıp duruyorum kolumun altında kitaplar... Bahardan mıdır nedir, üzerimde bir rehavet, hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi davransam da gözlerim gazete sayfalarında 12 Eylül’ün yargılandığı haberlerine takılıp duruyor. Yıllardır kişisel tarihimden de yola çıkarak verip veriştirdiğim, başımıza gelen tüm kötü şeylerin ardında karanlık yüzünü gördüğüm 12 Eylül’ün göstermelik de olsa yargılanması mühim bir olay. Mühim bir olay ama, 12 Eylül’ün olabilecek en kötü zamanda yargılanmaya çalışıldığı ve 12 Eylül’ün kurum ve kuruluşlarıyla, en önemlisi ruhuyla hayatımızı felç etmeye devam ettiği de bir gerçek...

Neden mi en kötü zamanda yargılanıyor 12 Eylül? Gittikçe derinleşen sessizliğin içinde, çığlıklarını yuta yuta sessiz bir çığlığa dönüştürülmüş, dönüştürülüyor çünkü insanlar... Ne kadar çığlık yuttuğumu ben biliyorum. Van’da deprem olduğunda, depremzedelere yardım malzemesi yerine taş yollayıp hakaretler edildiği, çocuk siyasi mahkûmlara tecavüz edilip tecavüz edilişlerine göz yumanların terfi ettirildiği, Newroz bayramının cenaze ve linç görüntüleriyle yas gününe çevrildiği zamanları yaşarken mi yargılanacak 12 Eylül? Sadece Metin Lokumcu’nun nasıl öldürüldüğünü düşünmek ve onun ölümünün ardından söylenenlere ve yaşanılanlara bakmak bile 12 Eylül ruhunun hâlâ dipdiri olduğunu ve bizi kendi çığlığımızda nasıl boğmaya devam ettiğini görmemiz için yeterliyken... Çok mu karamsar bir bakış bu bilmiyorum ama, 12 Eylül’ün bir proje olarak yarattığı yıkıma bakarak, bu karanlık projeyi uygulayanların yargılanmasına karşı gösterilen bu ilgisizliği, başka türlü açıklayamıyorum. 12 Eylül’ün generalleri mahkemeye çıkarılacak diye yüz binlerce insanın mahkeme önlerinde çadır kurup kutlamalar yapması gerekmez miydi mesela? Ama zaten onlarca yıl içerisinde 12 Eylül, tek tek mağdurları tarafından, sanatçı ve edebiyatçılar, düşünür ve siyasetçiler tarafından defalarca yargılandı ve mahkûm edilmişti. Mesele, birkaç yaratığın göstermelik cezalar almasından çok, 12 Eylül ruhunun içimizden nasıl sökülüp atılacağında gizli aslında. 12 Eylül devam ediyor çünkü, kılık ve siyaset değiştirerek devam ediyor... 

12 Eylül ruhunun devam etmesi, hiçbir şeyin yeterince umursanmadığı ve bu yüzden her şeyin göstermelik olarak yaşandığı bir zamanın içinde kaybolmamıza neden oluyor. 12 Eylül’ü anayasadaki maddeler değil, işte öldüremediğimiz bu karanlık ruhu koruyor gerçekte.

Bazen, berbat bir tiyatro oyununu izlememiz için zorla bir salona doldurulmuşuz gibi hissediyorum yaşanılanlara baktıkça. Sonraki sahneyi ya da repliği tahmin ettiğimiz halde, neden hâlâ şaşırıyor gibi yaptığımıza ise hiç anlam veremiyorum. Kimse gerçekte sahnede ne olup bittiğiyle ilgilenmiyor sanki, öylesine arada bir başını kaldırıp alkışlıyor ya da yuhalıyorlar... Sahnede oynanan bu saçma sapan oyuna tahammül edemeyip sesini çıkartanlar ise ya seyircilerin arasına yerleştirilmiş linç çeteleri ya da salon görevlileri tarafından yaka paça götürülüyorlar. Şimdi sahneye 12 Eylül’ün simgesi olmuş birkaç yaratık çıkarıldı. Salonda oturduğunuz yere göre onları birkaç ihtiyar gibi de, insanlıkla hiç ilgisi olmayan yaratıklar gibi de görebilirsiniz. Tiksinç oldukları kadar acıklı bir halleri var, fena halde de şaşkınlar. Hakikaten anlamış değiller olup biteni. 12 Eylül rejimi sürüyor diye biliyorlardı. Seyircilerin arasında da, sahnede de onların emrinde işkence yapmış, kariyer yapmış, zengin olmuş, ünlü olmuş başka 12 Eylül yaratıkları da var üstelik. Yetmezmiş gibi, bir kısmı oyundaki rollerini aynı sahtelik ve sahtekârlıkla sürdürüyorlar da, insan taklidi  yaparak... Bu yaratıkların serzenişlerine aldanmayın, rollerine sıkı sıkıya bağlı kaldıkları sürece başlarına bir şey gelmeyeceğinden eminler...

İçine hapsedildiğimiz salonda bize zorla izletilen oyunun kurgusu ve oyunculuğu o kadar kötü ki, herkes bu oyunun sonunu tahmin edebildiği için olsa gerek, umursamaz gözlerle bakıyorlar etraflarına. Sahneye yeni bir oyun koymak için, önce var olan oyunda yer almak mı gerekiyor, yoksa Tahrir’de ya da Seattle’da olduğu gibi seyircilerin tümünün sahneye çıkıp izlemekten bıktıkları bu oyuna son vermesi mi?.. Hiç ara vermeden devam eden bu oyunu başka türlü değiştirmek mümkün değil. Çünkü yetişkinler, karşılarında bir sahne olmadığı sürece kendilerini boşlukta hissederler. Kötü de olsa, yetersiz ve çarpık bir kurguya sahip olsa da oyun mutlaka sürmeli. Oyunsuz bir hayat düşünülemez, devletsiz bir hayatın düşünülemeyişi gibi...

Thomas Bernhard’la yapılmış bir söyleşi yayımlandı Bir+Bir dergisinde. Söyleşide Bernhard, “yetişkinler sadece hayal dünyalarında yaşarlar, çocukların hayatı ise gerçektir” diyordu. Dünyanın gerçekte nasıl bir yer olduğunu anlamak istiyorsanız, çocukların gözünden bakmamız gerektiğinden eminim. Hatta sanatçıları yetişkinlerden ayıran şey, çocukluklarını yitirmeyişlerinde aranmalı belki de... Ve sanatçıların eserleri, tıpkı duvardan atlayıp okuldan kaçan çocuklar gibi, içine hapsedildikleri bu tiyatro salonundan bir yolunu bulup kaçma hayali olarak da düşünülebilir... Ama bizim kaçmaktan ziyade, devasa bir sahneye dönüştürülmüş bu dünyada, kendi oyunumuzu oynamak için izleyici koltuklarından kalkıp sahneye adım atmamız gerekiyor. Bize ezberletilmiş replikleri unuttuğumuz zaman, sahnedeki yaratıkların maskeleri de düşmüş olacak... 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Nisan 2012)

Mutluluk Pili

Posted: 18 Ağustos 2013 Pazar by bülent usta in
0

-->

Bazı günler, gördüğüm her şeyde başımıza gelecek iyi ve kötü şeylerin işaretlerini gördüğüm olur. Her sabah simit aldığım vapur iskelesinin oradaki simitçinin yerinde bu sabah bir polis duruyor ve gelip geçene kimlik soruyordu. Bir anlamı olmalıydı simitçinin yerine polisin geçmesinin. Mesela bu olay ile Özgür Gündem’in kapatılması arasında bile bir bağlantı kurulabilir, kurabilirim...

Bu “her şeyde bir işaret görme” durumu, bana sanırım balıkçılık yaptığım günlerden kaldı. Balıkçılar kadar doğaüstü şeylere inanma eğilimi olan başka meslek yoktur herhalde. Çünkü öyle belirsizdir ki ne zaman ne kadar balık tutacakları. Onlar da, sürekli olarak işaretler ararlar denizde, bulutlarda, kedilerde, martılarda... Ben de onların yüzlerine bakarak işaretleri toparlar ve genel bir değerlendirme yapardım. Onların bulutlardan, dalgalardan topladığı o gizemli bilgileri çalardım bir bakıma. Sonra bu alışkanlığı gazete yazılarımı yazarken de kullanmaya başladım. Otobüslerde, vapurlarda insanları izleyip buldukları işaretleri toplayarak yazıyorum yazılarımı.

Gördüğüm işaretler arasında uzun zamandır en çok rastladığım tahammülsüzlükle ilgili olanlar... Kimsenin kimseye, hatta insanların kendilerine bile tahammülü kalmamış durumda. Çünkü insanların çoğu kendilerini yaşamın dışında kalmış, daha doğrusu dışarıda bırakılmış hissediyor. Dünyayı, dünyada yaşayan insan sayısına göre parçalarına ayıran bir sistemin içinde yaşıyorsanız, dünyayı, yaşamınızı bir bütün olarak göremiyorsanız, kendinizi dışarıda kalmış hissetmenizden daha doğal bir şey yok. Dışarıda kalan insan da yaşamak yerine seyretmeyi ve yaşadığını hissetmek için de seyredilmeyi arzular hale gelir. Sosyal medyadaki paylaşım sitelerinde bir hayal dünya yaratır kendisine. O yüzden TUİK’in yaptığı  “mutluluk araştırması”nda, Türkiye’de yaşayanların %62.1’inin mutlu olduğunu ilan etmesi şaşırtmadı beni hiç. Bizim de bir “gösteri toplumu”na dönüştüğümüzün kanıtı olarak değerlendirdim bu işareti. Mutsuz olmak, kaybeden olmak anlamına geldiği için, herkes mutsuz da olsa mutlu gözükmenin yollarını araştırıyor artık. Ama bu sahte mutluluk hali, insanları aynı zamanda tahammülsüzleştiriyor da. Bu durum, aç olup da gururu yüzünden tokmuş taklidi yapan insanın haline benziyor. Ne var ki, tokmuş gibi davransa da midesi onu inkâr edecek hep. İşte ben bağıra çağıra söylüyorum: Mutsuzum, hem de çok mutsuz... Newroz olaylarında yaşananlar, çocuk siyasi mahkûmların durumu, Özgür Gündem’in engelleniyor oluşu, beynime işlenen oto-sansürle mücadele etmeden düşünemez ve yazamaz olmak, sendikaların o derin ve acıklı sessizliği, gazetelerin üçüncü sayfalarından dolup taşan kadına yönelik şiddet haberleri ve o haberlerin veriliş şekli beni fena halde mutsuz birisine dönüştürmüş durumda. Mutsuz olduğumu kendime itiraf etmeden, mutsuzluğumun nedenlerini görüp çözümler üretemem. TUİK’in mutlu olarak tespit ettiği %62.1’lik kesim, yaşadıkları sahte mutluluğa razı olacak kadar umutsuzluğu çok derinden yaşıyor olmalı. Matrix filminde Neo gibi Cypher de sistemin uykusundan uyanmış olsa da, cehaleti özleyerek hafızasını sildirmeyi, sistemin ona vaat ettiği sahte mutluluğu yaşamak için arkadaşları olan direnişçilere ihanet etmişti hatırlarsanız. Bu tercihinin nedenin filmde şöyle dile getiriyordu Cypher: “Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Onu ağzıma koyduğumda Matrix'in beynime onun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. Dokuz yıl sonra neyin farkına vardım biliyor musun? Cehalet mutluluktur.”

Hakikate giden yoldaki mayınlar olan sahte mutlulukları tespit etmeye yaramaz mı edebiyat ve sanat? Bizdeki edebiyat ve sanat ahalisinin önemli bir kısmı ise, sistemin sahte mutluluklar geliştirmek için kurduğu Ar-Ge departmanı gibi çalışıyor sanki. Morpheus’un “hakikatin çölü”nden ziyade, Cypher’in sahte bifteği daha cazip geliyor onlara da… Kitabın çok satmış, ünlü olmuşsun, ödüller almışsın neye yarar? Devlet büyükleriyle ve medya patronlarıyla aynı sofraya oturmuş sahte bifteği mideye indirirken hatırlanacaksın nasıl olsa, 15 yaşındaki bir çocuk linç girişimine uğrar ve basınımızın gururu olan ve onca kayıptan yıllar sonra yeniden yayın hayatına başlayan Özgür Gündem kapatılır ve tüm bu olup bitene sesini çıkarmaz, çıkaramazken… 

Meselenin özü şu: Dünya artık bildiğimiz dünya değil. Aşklar bildiğimiz aşklar, edebiyat bildiğimiz edebiyat değil. Kürtler artık bildiğimiz Kürtler değil. Dokunmatik bir ekrana dönüşen hayatın içimizdeki pili bitmek üzere. Daha fazla sahte mutluluk üretilemediği içindir ki egemen güçler hırçınlaşıyor… Tahakkümü saygın kılan her tür sahte eleştiri, sahte gazetecilik uygulamaları ve yalancı zorbalık faaliyetleri üzerimize boca edilse de, sahte mutlulukların da bir kullanım süresi olduğunu unutuyorlar… Geçti o süre… Tahakküme tahammülsüz bir nesil yetişiyor… 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Mart 2012)

Newroz’un Hawar Hâli

Posted: by bülent usta in
0

-->

Karanlığın içinde neler olup bittiğini görebildiniz mi? Hacı Zengin’in, Newroz’u kutlamak istediği için öldürüldüğü zaman, bir anda baharın müjdecisi güneşli bir günü yaşayan sokakların nasıl karanlığa gömüldüğünü... Yakılan Newroz ateşleri olmasa kapkara olacaktı ortalık, kapkara ve sessiz... Sonra Fırat Aytış adlı 15 yaşındaki bir çocuğun, Newroz kutlamalarını engellemek isteyen polisin hışmına uğrayışını, kendisine güvenli bir yer ararken, bu defa da medyanın “hassas vatandaşlar” ya da “bir grup genç” olarak lanse edip kolladığı linç çetelerinden birinin eline nasıl düştüğünü ve linç girişiminden mucizevi bir biçimde sağ kurtulup ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını da mı görmediniz?

Karanlık, yaşanan her acıyla birlikte koyulaşırken, yakılan Newroz ateşlerinin alevleri daha da yükseliyordu gökyüzüne doğru. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde, linç girişiminden yaralı olarak kurtulan Fırat Aytış’ın öldüğü haberi yayıldı karanlığın içinde. Bir çocuğun ölüm acısı, o ölümün neden ve nasıl olduğu bilgisiyle katlanılmaz bir hal almıştı ki, ölüm haberinin doğru olmadığı ortaya çıkınca azıcık nefes alıp, bize, biz karanlıkta yaşamaya alışmış, alıştırılmış olanlara döndüm yüzümü ve düşünmeye başladım. Hacı Zengin’in sedyede çekilen fotoğrafı, bir yara gibi içimde büyürken, başkalarının acılarına olan duyarlılığımızdaki azalmanın, yaklaşan felaketin en önemli kanıtı olduğu fikri, o yaranın içinden dışarıya aktı kana bulanmış bir halde...

Sessizdi ortalık... Sadece Newroz ateşinin başına toplananlar birbirlerinin yüzünü görebiliyordu. Karanlığın içinden gelen siren ve uluma sesleri, ateşin etrafına toplananları kuşatsa da, korkutmuyordu artık onları. Güçlerini göğe yükselen ateşten mi, yoksa kederlerinden mi alıyorlardı bilmiyorum ama yüzlerinde gördüğüm ışık, sadece alevlerin yaydığı ışıktan ibaret olamazdı.

Bir çocuk, sırf Kürt olduğu için ya da başka bir gerçekliğe inandığı için öldürülebilirdi linç çeteleri tarafından. Çocuklar daha önce de defalarca öldürülmüştü, bombalar ve mermilerle de... 14 yaşındaki Ceylan’ı havan mermesiyle öldürmüşlerdi mesela koyun otlatırken. Savcı bile olay yerine gitmemiş, gidememişti...

“Fırat yaşıyor”, böyle söylediler ölüm haberi yayılınca. Sanki o an Ceylan da, Canan da, Uğur da ve öldürülen diğer yüzlerce çocuk da bir an canlanıp Newroz ateşinin başına üşüşeceklermiş gibi hissettim, “Fırat yaşıyor” çığlığının yaşattığı sevinçle... Yaşıyordu Fırat, ama karanlığın içinde yaşadığı bilgisi bedenine kazınmıştı bir kere... Hacı Zengin’in bedeninde yazılacak acı kalmamış ve zılgıtlarla sonsuzluğa uğurlanmıştı. Hacı Zengin’in ardından tutulan yas, gelen yeni saldırı haberleriyle daha bir derinleşiyor, yaşanan acı ve çaresizlik insanları birbirine daha çok yaklaştırıyordu. Kaybedecek şeyleri yoktu, çaresizliklerinden başka. Evrim Alataş, bir yazısında bu durumu şöyle tanımlar: “Kürdün bir son hali vardır. ‘Hawar’ hali. İsyan ve imdat, ikisinin karışımıdır bu aslında. Elinde hiçbir şeyi kalmadığı zaman, sakallarını yolmaya başlayan bir yaşlı adam ya da yüzünü tırnaklayan bir yaşlı kadın hali... Bu noktaya gelince ne Tanrı'dan umudu kalır, ne kuldan.”

Karanlığın içinde politikacıların nutukları, siren sesleri, linç çığlıklarıyla çoğalan o korkutucu homurtular, ateşin başında bekleyen yöresel giysiler içindeki Newroz insanlarının halaya durmasıyla kesildi bir an. Dans edenlerin bedenleri, alevlerin içinde bir görünüp bir kayboluyor, gökyüzüne uzanan alevlerin ışığı yıldızlara değiyordu neredeyse. Bu ‘Hawar’ hali, herkesi alevden giysiler giymiş gibi göstermekle kalmayıp, güneşin önünü kapatan kara bulutları teker teker çekip Newroz ateşinin içine atıyordu.

Karanlığın içinde yaşamaya alışmış, alıştırılmış olanlar, bir halkın neden türlü yasaklamalara, baskılara, dökülen kana ve gözyaşına rağmen inatla Newroz ateşine doğru koştuğunu anlayamazlar. Bir çocuk linç mi edilmeye çalışılmış, umursamazlar. Onun da kendileri gibi karanlığa alışmasını isterler, alışmıyorsa karanlığın içinde pusuya yatmış linç çetelerinin eline ya da asit kuyularına düşsün diye beklerler... Karanlığın içinde birbirlerinin yüzlerini göremedikleri için, kilitli sandığa benzeyen kalplerinin içinde unutulup kalmıştır vicdanları...

Acı olansa, Newroz ateşine en çok ihtiyaç duyan, karanlığın içinde yaşamaya alışmış, alıştırılmış olanlardır gerçekte. Onları karanlıktan kurtarıp vicdanlarını özgürleştirecek olan hakikati Newroz ateşinin aydınlığı olmaksızın bulamayacaklarını, hakikatin iktidar ve iktidar mekanizmaları tarafından üretildiğini bilmezler ya da bilmezden gelirler. Yaşadığımız topraklar, eskimiş nükleer santralleri andıran iktidar mekanizmalarının tehtidi altında radyasyon çölüne dönüşmüş, vicdanları buharlaştırarak üzerinde bulunduğumuz siyasi zemini azar azar yok ederken, hakikat mühendisleri, yeni santraller tasarlıyorlar şimdi, açılımlarla, operasyonlarla... Halbuki herkesin kendi yakacağı Newroz ateşinden üreteceği hakikate ihtiyacı var. Gerçek ve somut olduğu kadar, düşsel ve soyut olan alevleriyle Newroz ateşine... Şiirsel hakikate...

21 Mart 1960’da, Güney Afrika’nın Sharpeville kentinde apartheid paso yasalarını protesto etmek isteyen göstericilere polis tarafından ateş açılmış ve 69 kişi hayatını kaybetmişti. O günün anısına her 21 Mart’ta Uluslararası Irk Ayrımı ile Mücadele Günü kutlanıyor, Newroz Bayramı ve Dünya Şiir Günü’yle birlikte... 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Mart 2012)

Var Olmayan Kuyular

Posted: by bülent usta in
0


Yıllar evvel “Kitap-lık” dergisinde “Hepimizi Öldürecekler” adında bir öyküm yayımlanmıştı. Bugün de “Hepimizi Tutuklayacaklar” adlı bir roman yazasım var. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tahliyesi, her ne kadar sevindirici bir gelişme olsa da, düşünceleri yüzünden tutuklananlarla cezaevleri öyle bir doluluk oranına ulaştı ki, vaziyet askeri darbe günlerini aratmıyor neredeyse.

Artık Ahmet Şık dışarı çıktığına göre, biz şimdi kendi tutuklanma sürecimizi konuşabiliriz rahatlıkla. Çünkü hepimizin tutuklanması an meselesi, hatta tutuklanmadan bile tutuklanmış olma ihtimalimiz yüksek. Nasıl mı?

Öncelikle, ister devleti tutkulu bir biçimde savunun, ister onu kıyasıya eleştirin, devletin sizi umursamayacağını anlamanız gerek. Vatandaşlar, devlete hizmet ederlerse ruhlarıyla, isyan ederlerse canlarıyla vatandaş olmanın bedelini fazlasıyla öderler. Hatta hizmet edenler, savaşlarda ya da çalışma hayatında olduğu gibi, bazen ruhlarıyla birlikte canlarını da feda ederler ama yine de devletin onları umursadığını görmeyiz. Uludere Katliamı’nda olduğu gibi en fazla tazminat vermeye çalışırlar ya da çocuğunuz savaşta ölünce, bir maaş bağlanır ve unutulur gider. Gazi olayları ya da Sivas Katliamı’yla ilgili davaların zaman aşımına uğratılması, devletin vatandaşlarını ne kadar umursadığının en canlı kanıtları aslında.

Geçen Pazar, Esenyurt’ta 12 inşaat işçisi, kaldıkları çadırlarda yanarak can verdiler. Gazeteler, televizyonlar onların yangın yüzünden öldüğünü söyledi, ama işçilerin can güvenliğini sağlamanın maaliyeti, canlarından daha değerli olduğu için, gerçekte kâr etmek isteyen şirketler yüzünden öldürülmüşlerdi. Tersanelerde ya da madenlerde de yüzlerce işçi, göz göre göre benzer cinayetlere kurban edildi bugüne kadar? Devlete ya da çalıştıkları şirketlere hizmet eden bu işçilerin ölümü, siyasi değil adli bir mesele olarak kayda alınarak umursamazlığa terk edildiği sürece, işçi ölümlerinin de arkası kesilmeyecek...

Beni düşündüren, devletin umursamadığı halkın ne zaman ve nasıl kendi kendisini umursayacak noktaya geleceği? Yargı Derneği eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’in "Express" dergisindeki yazısında itham ettiği gibi, bu umursamazlığın nedeni olarak, entelijansiyamızın politik hakikat arayışından vazgeçip özgüvenden yoksun bir ruh hali içinde egemen siyasetin oyuncağı haline gelmesinin de bir payı var mıdır? Bu sorunun çeşitli şekillerde sorulduğuna tanık oluyoruz bugünlerde. 

Eskiden entelektüellerin halkı daha çok umursadığını, ürettikleri çalışmalardan ve toplumsal hareketler içindeki konumlanışlarından biliyoruz. Ama sanırım, halk onları yeterince umursamadığı için, 80 darbesinden sonra artan bir ivmeyle entelektüellerin bir kısmı köşesine çekildi, bir kısmı da, halktan çok devleti umursayan bir ruh haline bürünerek kendi kendine ihanet etme pahasına devletin ya da şirketlerin akıl hocalığına soyundu. Elbette Büşra Hoca gibi entelektüeller, bu sürece dahil olmadılar ama, onlar da akademilerden ve medyadan teker teker temizleniyorlar.

Halktan ve kendilerinden umudunu kesen entelektüellerin karşısında iki seçenek vardı: Ya askeri, ya da sivil darbe. Ordunun karşısında hükümeti destekleyen entelektüellerin yaşadığı zafer sarhoşluğu, egemen siyasete dahil olmalarını kolaylaştırdı ve entelijansiyamızın yaşadığı kriz de iyice derinleşmiş oldu. Hükümet üyelerinden bile daha hararetli bir biçimde uygulanan politikaları savunacak kadar ya da muhalif entelektüellere karşı medyada linç ayinleri gerçekleştirecek kadar, entelijansiyanın bu denli zıvanadan çıktığına tanık olunmamıştır herhalde. Zaten asıl şaşkınlık yaratan da bu hınç... Onların hıncını besleyen şey de, kendi kendilerine ihanet ederek iktidarların tutsağı haline getiren kendilik nefreti aslında. Arno Gruen, “Normalliğin Deliliği” kitabında, kendilik nefretinin insanı nasıl artan bir iktidar hırsıyla deliliğe doğru yönelttiğini tahlil etmişti.

Roberto Bolano’nun Pegasus Yayınları’ndan çıkan “2666” adlı romanını okuyorum bu aralar. Bolano, romanın bir yerinde Meksika’daki gölgesini kaybeden entelektüellerden bahsediyor. Devletin onları umursamaz görünüp sessizce gözetlediğinden ve işe yaramaz bu yazarlar ordusunu nasıl kullandığından bahsederken şöyle yazmış: “Onları şeytan çıkarmakta kullanır, ulusun havasını değiştirir veya en azından değiştirmeye çalışır. Kimsenin var olup olmadığına kesin olarak emin olamadığı kuyuya taş atar.”

Etrafımız, var olup olmadığından emin olamadığımız kuyularla çevrilmiş durumda. Taş atacak çok kuyu ve taş atmaya hevesli çok fazla kişi var. Gündem yoğunluğu ve hızını bu kuyulara atılan taşlara borçluyuz bir bakıma. “Var olmayan kuyular”ın, içine taş atanların gölgelerini boğup yutma özelliği yüzünden, entelektüellerimizin gölgeleri de hızla kayboluyor. Tutuklu olmak için cezaevine girmenize gerek yok. Üstelik Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi, bir gün cezaevinden çıkma durumunuz da olabilir. Ama gölgelerin toplanıp atıldığı iktidar kuyularından bir daha çıkılabildiği görülmemiştir.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Mart 2012)

Cadıların Dönüşü

Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0


Cadıları yakmakla başladı asıl kötülük ve onları yakanlar, içlerine şeytan girmiş kötülüğü yaktıklarına inanıyorlardı. Eskiden cadı avı, her tür gizli ayaklanma enerjisini dağıtmak için kullanılmıştı. Gizli ayaklanma enerjisi deyip geçmemek lazım, hemen hemen hepimizin içinde o enerjiden bolca var. Çünkü arzular, sömürülse de ölmezler...

Yazıyor olmamın tek sebebi, belki de bu “gizli ayaklanma enerjisi”nden başka bir şey değildir. Âşık olduğum zaman da kesinlikle gizli bir ayaklanma içindeyimdir ve zihnim her tür tehlikeli fikre ev sahipliği yapar. Ve şöyle düşünürüm her 8 Mart: Kadın olsaydım, kesinlikle “erkek düşmanı” bir kadın olur -her ne kadar “toplama kampı” fikrinden  nefret etsem de- kadınlara şiddet uygulayan erkekler için toplama kampı inşa eder ve o kampta erkeklere, içine sokulup kabul ettirilen erkeklik şablonundan utanmalarını sağlayacak işler yaptırırdım.

Şiddet gören kadınlarla ilgili, yıllar evvel antropolojik çalışma yapmıştım bir sığınma evinde. Çalışma boyunca geceleri uyuyamaz olduğumu, dinlediğim hikâyeler yüzünden depresyona girdiğimi hatırlıyorum. Ama kadınların direnci ve yaşama bağlılığını gördükçe, içimde bir umut da doğmuştu. Eğer ki isteseler, neler yapmazlardı ki... Ama hemcinsleri dahil büyük bir çoğunluk, içlerine yerleştirilmiş kültürel kodlar yüzünden görmüyordu yaşanan bu sessiz kıyımı... Gizlenmiş ayaklanma enerjisi ortaya çıktıkça, tacizler, tecavüzler, infazlar da artıyordu sürekli. Bu yüzden 8 Mart’lar önemli, o “gizli ayaklanma enerjisi”nin önündeki engelleri görmek ve çareler üretmek için. Mesela 8 Mart 2008’de sanatçı arkadaşı Silvia Moro ile “dünya barışı” için yürüyüş başlatan “barış gelini” Pippa Bacca’yı gelinliğini giymiş yürürken görürüm sokaklarda her 8 Mart.

Otonom Yayınları’ndan çıkan “Caliban ve Cadı” adlı kitapta Silvia Federici’nin, sanata karşı uygulanan sansür ve yasakların bile “kadınların cinsellikle ilişkilerini tanımlayan şeyler” yüzünden yaşandığını dile getiriyor oluşu oldukça mühim. Cadı avı, yüzyıllardır ara vermeden sürüyor ve “cadı avı”nın felsefesi de, devletlerin ve iktidarların resmi felsefesi olarak derinleşerek hayatımıza şekil vermeye devam ediyor. Nasıl ki engizisyon üyeleri, cadıları yakmadan evvel cinsel maceralarını anlatmaya zorlamış ve bu maceraları dinlemekten haz almışlarsa, gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan tecavüz haberlerinin dilinde de benzer bir haz arayışının varlığını görebiliriz. İçinde yaşadığımız ikiyüzlü ahlak normları, kadına yönelik şiddetin de kültürel kodlarını oluşturuyor. Sadece kadına yönelik şiddet de değil mesele. Mesela eşcinselliği bir hastalık olarak gören anlayış da, bu ikiyüzlü ahlak normlarının neticesi ve nedeni olan “cadı avı” kültürüyle alakalı olarak değerlendirilebilir. Çünkü “cadı avı” sırasında katledilenler arasında sadece kadınlar değil, eşcinseller de var ve eşcinseller kadınların yakıldığı kazıklarda neredeyse bir çıra vazifesi görüyordu. İngilizcede “faggot” sözcüğüne, hem homoseksüel, hem de çalı çırpı, ince odun demeti anlamları yerleşmemiş boşuna. Eşcinseller gibi fahişeler de bu “cadı avı”nın kurbanlarıdır. Bir kadın gençse fahişedir, yaşlıysa cadı... Ruhunu şeytana satmakla, bedenini erkeklere satmak arasında bir fark yoktur bu anlayışa göre. Sonradan fahişelerin bedenlerini sömürecek mekanizmalar geliştirip kontrol edilebilir oldukları ölçüde yaşamalarına izin verilmeleri, kolayca gözden çıkarılmalarına da engel olmadı hiçbir zaman.

Cadıların dirilip yeni büyüler yaparak engizisyon çukuruna dönen bu hayattan bizi kurtaracağı günler çok uzak gelmiyor bana. İçimizdeki “gizli ayaklanma enerjisi” sayesinde her şeye rağmen varlığını sürdüren sanat ve aşk, cadıların nasıl ve nereden geleceğinin de ipuçlarını da veriyor aslında.

Her zamankinden yoğun bir çalışma temposu içinde, yorgunluktan çalışma masasının üzerine yığılıp kaldığım zaman gördüğüm tuhaf bir rüyayı anımsıyorum: Rüyamda da çalışma masasında uyurken görmüştüm kendimi. Uyuduğum yer ile rüyasını gördüğüm yer ve durum aynıydı. Odamın kapısının aralandığını ve içeriye birisinin girdiğini işitip, içeriye giren şeyin nedense korkutucu olduğuna inanarak yerimden dehşet içinde fırlamıştım. Gelen kişiye doğru döndüğüm zaman, karşımda ürkütücü ellerini bana doğru uzatarak “korkma, korkma” diye fısıldayan bir yaratıkla karşılaşmıştım. Korkutucu olan bir şeyin, “korkma” diyerek yaklaşması, korkumu azaltmamıştı ama beni hareketsiz kılmıştı. Yanıma iyice yaklaştığı zaman, onun bir yaratık değil, tıpkı filmlerde gördüğüm, kitaplarda okuduğum türden bir cadı olduğunu anlamıştım. Rüyamda bana şöyle seslenmişti o Cadı: “Tarihi düzünden okuma!”

Uyandığım zaman, uyandığım yerin rüya gördüğüm yerle aynı olması, yaşadığım şeyin bir rüya olup olmadığı kuşkusunu her zaman yaşatmıştır bana. Ve Cadı’nın söylediği o sözün Ece Ayhan’ın şiirindeki bir dizeyi çağrıştırması da tesadüf olamaz. 8 Mart, tarih düzünden okunmadığı içindir ki, emekçi kadınların günü olarak kutlanıyor 1857’den beri. 8 Mart 1857’de, daha iyi çalışma koşulları istemiyle ayaklanan tekstil işçilerinden çoğu kadın olmak üzere 129’u, kapatıldıkları fabrikada çıkan yangında ölmüştü. Hepsi, üzerine binip uçtukları süpürgelerle, her 8 Mart geri geliyorlar...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Mart 2012)

Bozulamayan Asabımız

Posted: by bülent usta in
0

-->

Yine kar kıyamet olacakmış ortalık, yazılı ve görsel medya başladı her zamanki gibi panik atak hava durumu haberleri yapmaya. Hava durumuna gösterdikleri duyarlılığı, toplumsal olaylara gösteremeyişleri, acıklı bir durum olsa da, daha ne kadar havadan sudan bahsedeceklerini de merak ediyor insan.

Aslında havalardan çok insanın asabı daha fena bozuluyor bu topraklarda. Hem de öyle fena bozuluyor ki, değil kar fırtına, en azılısından bir kasırga bile daha etkili olamazdı yaşadığımız travmalara bakınca. Ama şu da bir gerçek ki, yeterince asabımız bozuluyor olsaydı, Pozantı’daki siyasi çocuk mahkûmların yaşadığı olaylar yüzünden ortalığın toz duman olması gerekirdi.  Ya da Pazar günü Taksim’de, acı bir olay olan Hocalı Katliamı’nı anmanın ırkçı bir gösteriye dönüşmesi de asabımızı yeterince bozmadı, bozamadı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı Uludere Katliamı’ndan sonra da, her şey eskisi gibi devam etti mesela. Peki ama neden? Birkaç “vicdan ağrısı alan” kalem dışında ana akım medyadan muhaliflerin temizliği mi etkili oldu, bu suskunluğun yerleşmesinde? O “vicdan ağrısı alan” kalemlerin de, vicdan sömürüsü yapmayı bırakıp fikir üretmeleri de pek mümkün gözükmüyor artık.

Foucault, kendisiyle yapılan bir söyleşide sanatın günümüzde bireylerle ya da yaşamla değil, nesnelerle ilintili bir şey haline gelmesini eleştiriyordu. Sanatın geldiği bu durum, neden yeterince korkmadığımızı ya da asabımızın bozulmadığını da açıklıyor aslında. “Homosapiens”in artık düşünmeye daha az ihtiyaç duyduğu ve bazı antropologların dediği gibi homosapiens’in ölüp siberantropos’un yavaş yavaş ortaya çıktığını düşünürsek, bu duruma şaşırmamamız gerekiyor. Dikkatimiz dağınık, bilgimiz çeşitli olduğu kadar yüzeysel ve duygularımız yaşadığımız toplumsal ve bireysel travmalar yüzünden sakatlanmışken, yapılacak tek şey nesnelerle oynamaya ve onlardan daha fazla teselli aramaktan öteye gitmiyormuş gibi gözüküyor. Yazın deniz kenarında olmalarına rağmen playstation oynamak için internet kafeleri dolduran kalabalıkları görünce, bir manzarayı çıplak gözle değil de üç boyutlu olarak ekranlardan izlemenin verdiği heyecanı anlamakta zorlanmıştım biraz. Bu koşullarda çoğumuzun asabı hiçbir zaman tam anlamıyla bozulamayacak galiba.

Aslında bütün mesele, insanın hakikati çıplak gözlerle apaçık görebilme yetisine nasıl kavuşacağıyla ilgili. Meditasyonla mı, çilekeşlikle mi, sanat ya da felsefeyle mi, yoksa siyasetle mi? İnsanın gözlerini açacak şey, kendi kendisiyle olan ilişkisi, daha doğrusu varoluşunu sorgulamasıyla, kendi yaşamını bir sanat yapıtı gibi kurmaya çalışmasıyla, yani birey olmak için çabalamasıyla mümkün olabilecek bir şey. Toplumun muhafazakârlaşması, zaten çarpık olan modernleşme sürecini aksatarak bireyleşmeyi engelli, pahalı ve zorlu bir sürece dönüştürmüş durumda. Yunan felsefesi, insanın kendisini hakikate hazır hale getireceği bir eğitimi şart koşuyordu. Hakikate hazır hale gelmek, tasavvufta çile çekmekle mümkün olabilecek bir uğraştı mesela. Günümüzde ise hakikat, acıdan kaçar gibi kaçtığımız, tesadüfen karşılaştığımız zaman da çabucak unutmaya çalıştığımız bir şeye dönüşmüş gibi gözüküyor.

Hayata bakışımız, tanık olduğu savaşta insanların ölümünü fotoğraflayan savaş muhabirinin bakışına benziyor biraz. İzlediği şeye katılmayan, donuk bir bakış... Çünkü o savaş muhabiri, tanık olduğu vahşete değil de çekeceği fotoğrafa yoğunlaşıyor, bizim kendi gündelik hayatımıza yoğunlaştığımız gibi. Ama tam da aynısı değil elbette. Bu durumu, José Ortega Y Gasset,  “Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler” kitabında şöyle tarif ediyor:  “Ortada olup bitene duygularıyla katılmaz, ruhsal bakımdan olayın dışında ve uzağındadır; yaşamaz onu, yalnızca seyreder.” Gasset, çok daha acı bir gerçekten, “üzülmeye özenmek”ten bahseder bu “insansızlaştırma” sürecini anlatırken. Horatius’un ünlü sözünü alıntılar yazısında: “Ağladığımı görürsen ilkin kendine acımalısın.”

İnsanlar, savaş muhabirlerine dönüşmüş, sadece başkalarının hayatını değil, başkasının hayatıymış gibi kendi hayatlarını izler ve kendi hayatlarına bakıp çektikleri fotoğraflarla sosyal medyada bolca “like” almak ister gibi yaşamaya devam ettiği sürece, kolay kolay asabı bozulmaz kimsenin. Bozulsa bozulsa havalar bozulur.  Çocuklar tecavüze mi uğramış, katliamseverler meydanları mı işgal etmiş, savaş çığırtkanlığı mı yapılıyormuş, kimin umurunda. Meditasyon yapıp, kişisel gelişim kitapları okuyup, alışverişe çıkıp, televizyon izleyip kafanızdaki olumsuz düşüncelerden kurtulmaya bakın. Öyle ya, olumlu şeyler düşünmeli ki, güzel şeyler gelsin başınıza. Ama “hakikat” dediğimiz şey, gizlenebilen bir şey olsa da, kaçabildiğimiz bir şey olmadı hiç.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Şubat 2012)

Kırmızı Hap

Posted: by bülent usta in
0


Bugün güneş var dışarıda ama soğuk bir güneş, kış güneşi... Sadece insanın içini ısıtan, dışını ise soğuktan titreten bir güneş... Yine de yürüyüş yapmak için ideal. Karanlık, sefil ayların sona ereceğinin bir işareti olan bu güneşin altında yürümek bile insanın kendini iyi hissetmesi için yeterli.

Ara sokaklardan sahile doğru inerken, aklımda yaşadığımız bu akıldışı sürecin başka anlamlara gelip gelemeyeceği geçiyordu. İnsanın içini karartacak bu manzaraya bakıp aslında görmemiz gereken bir ayrıntıyı kaçırıyor olabilir miyiz diye içimde doğan kuşkuyu tartarken, karşıma uzun zamandır görmediğim şair bir dostum çıktı. Her zamanki gibi siyahlara bürünmüş ve dalgın bir halde yürüyordu. Yazdığı şiirleri yayımlamaz, karşılaşmadığı sürece kimseyi arayıp konuşmaz, kendi halinde yaşamayı tercih eden esrarengiz bir kadın... Beni yakınlardaki evine davet etti. Gidip gitmemek konusunda hiç tereddüt etmedim, çünkü evinde sihirli kurabiyeleri olurdu her zaman.

Çayla birlikte sihirli kurabiyelerden yiyip balkondan neredeyse devrilecekmiş gibi duran ahşap evi izlerken, konuştuğumuz karamsar konuların tam tersi bir ferahlık sarar genellikle içimizi. Ben yine hükümetin uygulamalarını konuşmaya heves etmiştim ki, susturdu beni: “Bırak artık şu hükümeti tartışmayı. 90’ların iç savaş atmosferi, 80’lerin darbe atmosferinin devamıydı. 2000’lerdeyse travmalarıyla yüzleşmenin kolay yolunu tercih eden toplum, bu hükümeti getirdi başa. Travma üzerine yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, toplumsal hafızadaki bu zayıflık, yaşanılan travmanın şiddetiyle orantılı. Şu an ki iktidar, bu travmayı kontrol altına almak için, yeni bir tarih yazımına girişerek zayıf olan toplumsal hafızayı yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Önemli olan toplumun bu akıl dışı sürece daha ne kadar tahammül edip, hafızasını iktidarların tahakkümünden nasıl kurtarabileceği? Düşünsene, kardeşinin cenazesini toplu mezardan çıkarmak için açlık grevi yapan Hüsnü Yıldız diye birisi var bu ülkede. Geçen gün, nihayet Çemişkezek’teki toplu mezardan kardeşinin cenazesine ulaşıldı. Hüsnü Yıldız, kardeşinin cenazesine kavuştuğu için ‘buruk bir sevinç’ yaşadığını söylüyor. Travmanın büyüklüğünü düşünebiliyor musun? Kardeşine olmasa bile cenazesine kavuştuğu için sevinen ve bunun için 66 gün açlık grevi yapmış bir insan. 17 yaşındayken devletin işkence ederek öldürdüğü Ayten Öztürk’le ilgili yirmi yıl sonra daha yeni fezleke hazırlanmış mesela. Ayten Öztürk’ün babası, Tunceli Alay Komutanı tarafından çağrılarak kızlarından birisi dağa çıkacak, getir de konuşalım diyor ve baba da üç kızını alıp getiriyor komutana. Kızlarından birisi olan Ayten Öztürk, daha sonra kaçırılıp işkenceyle öldürülüyor. Bu hikâyelerdeki gibi, yüzlerce, binlerce hikâyeden bahsedilebilir bu topraklarda. Böylesi darbeler ve katliamlar tarihine sahip toplumların travmalarıyla yüzleşme cesareti göstermesinin kolay olması beklenemez elbette. İktidar partisi, bu travmaların ürünü olan bir parti. Daha doğrusu bu travmalarla beslenerek bu kadar büyüdü. Ama böylesine sağlıksız beslenerek büyüyen bir şeyin, uzun ömürlü olacağı da düşünülemez.”

Bir kâhine sorar gibi, “Uzun ömürlü olamayacaksa, sonrasında ne olacak sence” dedim, biraz tedirgin. Tahmin ettiğim gibi o umut kırıntısını da hemen bir kâbusa dönüştürdü: “Dünyaya kafa tutan lider imajı, özgüvenini yitirmiş yığınları bir yanılsama içine sokar. Bu açıdan Putin de, özgüvenini yitirmiş Rusya için aynı anlama geliyor. Türkiye’de de tüm bu iç savaş atmosferi, travmalarla dolu geçmiş ve ekonomik belirsizlikler Putin benzeri bir liderin doğuşuna zemin hazırladı. Rusya’da ne olduysa ya da olacaksa Türkiye’de de benzer şeyler olacakmış gibi gözüküyor. Ama Rusya’nın Çeçen sorunuyla, Türkiye’nin Kürt sorunu aynı şey değil. Hükümet geçici çözümlerle yetiniyor. İç siyasette yaşadığı sıkışmışlık duygusunu, dış siyasette yaptığı hamlelerle dengelemeye çalışıyor ki, bu hamleler onu tehlikeli maceralara da sürükleyebilir.”

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya benziyor öyleyse bu durum dedim ona. Travmalarıyla yüzleşmekten kaçınan toplum, daha büyük travmalarla karşı karşıya kalabilir böyle giderse. Kurabiyeler yüzünden biraz başım dönüyordu. “Belki de doluya tutulmadan, yani dibi görmeden çare bulmak da mümkün değildir” dediğini duydum sanki.

Kehanetlerde bulunan şair dostumun evinden çıkarken, son kurabiyeyi de ağzıma atmıştım ki, içimde tuhaf bir iyimserlik peydahladı yeniden. Sahile inmek için daha kararlı adımlar atıyordum artık. Yaşadığımız bu toplumun, travma sonrası kendisine yabancılaşmış bir toplum olduğunu anımsamış olmam, çözüm olasılıklarının neler olabileceğini de gösteriyordu aslında. Edebiyatın bu yüzleşmede oynayacağı rolü görmek için, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatından çıkartılacak çok ders var, olumlu ya da olumsuz. Ama yüzleşmeye öncelikle kendimizden başlamamız gerekiyor. “Matrix” filmindeki Neo’nun mavi hapı değil de kırmızı hapı yutması gibi bir şey...

Bülent Usta (22 Şubat 2012)

Kaçıp Gitmek

Posted: by bülent usta in
0

-->

İnsanların konuşmalarına kulak misafiri oluyorum, sokaklarda, kahvelerde, kaçıp gitmekten bahsediyorlar sürekli. Kışın o puslu havası, gündemin iç karartıcı umutsuz havasıyla birleşince, belli ki iyice bunaltmış herkesi. Ama gelin görün ki, çoğu kişinin kaçacağı yer bir dost meclisinden ya da kendisi için özel bir mekândan öteye gidemiyor. Aslında bu “kaçıp gitme” ruh hali, bana da bulaşmış olmalı ki, işten çıkar çıkmaz, yıllardır müdavimi olduğum Balıkçılar Kahvesi'nde buluyorum kendimi.  Pencerelere vuran, yağmur mu, yoksa denizden yükselen dalgaların damlaları mı kestiremiyor insan burada. Balıkçılar da kendi iç sıkıntılarından yorgun düşmüş olmalılar ki, alışık olunmadık bir sessizlik hâkim kahveye. Arada bir duyulan öksürük sesi ya da heyecansız oynanan bir tavla oyunundan gelen zar ve taş sesleri olmasa, içeride oturanlar balıkçılar değil de, onların hayaletleri diye düşünebilirsiniz. Ama yine de insan burada az da olsa bir huzur bulabiliyor. Öyle aman aman huzur meraklısı birisi olmasam da, kendimi dinleyerek kafamı toparlama ihtiyacı duyuyorum ben de...

Biraz bayatlamış olsa da, çayımdan sıcak bir yudum alıp pencereden denizi izlerken, son zamanlarda adı sıklıkla Başbakan’la anılır olan Paul Auster’in Can Yayınları’ndan çıkan “Kış Günlüğü” adlı kitabındaki şu sözlerini düşünüyorum: “Hiç kuşkusuz çağdaş Amerikan yaşamının kötülüklerinden ve aptallıklarından yakınıyorsun; sağın giderek tırmanışına, ekonomideki adaletsizliklere, çevrenin ihmal edilişine, altyapının çöküşüne, anlamsız savaşlara, meşrulaştırılmış işkence barbarlığına, Buffalo, Detroit gibi yoksullaştırılmış şehirlerdeki olağandışı uygulamalara, parçalanıp dağılmaya, işçi hareketinin yıpranmasına, aşırı pahalı okullara gitmeleri için çocuklarımızın sırtına yüklediğimiz borca, zenginle yoksulu ayıran uçurumun giderek büyümesine, tabii bu arada çevirdiğimiz boktan filmlere, yediğimiz boktan yiyeceklere, düşündüğümüz boktan fikirlere verip veriştirmediğin bir gün bile yok. Bunlar insanda devrimi başlatmak ya da Maine ormanlarında ağaç kökleriyle, meyvelerle beslenerek inzivaya çekilmek isteğini uyandırmaya yeter.”

Böyle yazmış Paul Auster. Hani, düşünceleri yüzünden insanlar hapsediliyor diye Türkiye’ye gelmeyi reddeden yazar. Başbakan ya da Cumhurbaşkanı davet etse de gitsek diye kıvranan yazarlarımız, Auster’in bu davranışını kaba ve yakışıksız bulmuşlardır muhtemelen. Türkiye’de yaşasaydı yerinin, Ragıp Zarakolu ya da Ahmet Şık’ın yanı olacağını tahmin etmek de pek güç değil. “Kış Günlüğü”ne yazdıklarına bakınca, “devrim başlatmak”tan bahsediyor ki, bu sözleri İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in yakınlarda yaptığı terör tanımına fazlasıyla uyuyor. Büşra Ersanlı’nın halka isyan eğitimi vermekle suçlanması gibi, devrim başlatmayı çare olarak düşünen Paul Auster’in de romancı-terörist olduğuna dair bir kuşku ortamı yaratmakta zorlanılmazdı muhtemelen...

Paul Auster, bu sözleriyle iki tercih koyuyor önümüze: Ya devrim başlatın, ya da inzivaya çekilin. Alevden giysisini sırtından çıkarmayan Yunan halkıyla karşılaştırınca, Türkiye’de insanların çoğu ikinci yolu seçmiş gibi gözüküyor şimdilik. Ormanlarda ağaç kökleriyle beslenilmese de, inzivaya çekilen çekilene... Devrim yapmaktan daha kolay bir yol çünkü inzivaya çekilmek. Bir tür ölü taklidi yaparak yaklaşandan korunabiliyor insan. KESK’e operasyon mu yapılmış, yüzlerce kişi gözaltına mı alınmış, farkında bile olamıyor insan o inziva içinde. Çünkü dış dünyanın rahatsız edici gerçekliğinden uzak durarak kendi varlığına yoğunlaşmış oluyor. Bugün edebiyatçılarımızın önemli bir kısmı da böylesi bir inziva içinde yaşıyor. Ama emin olun içten içe rahatsızlar. Belki yeterince o rahatsızlığı idrak edebilmiş değiller, ama rahatsızlar. Yazdıkları öykülerde, romanlarda, şiirlerde bunu görmek mümkün. Yazdıkları şeyi ya da o şeyi yazan olarak kendilerini önemseyemedikleri içindir belki, sürekli olarak övgü ve alkış ihtiyacı duyuyorlar. Eğer birileri alkışlamıyorsa, kendi kendilerini alkışladıklarına da tanık olabiliyoruz gazete ve dergilerdeki yazılarında, söyleşilerinde. Ya da birisi çıkıp yazdığı ürüne azıcık bir eleştiri getirecek olsa, fena halde sarsılabiliyorlar. Bu denli incinebilir olmaları, onları ister istemez cesaretsiz ve samimiyetsiz ürünler vermeye zorluyor ki, ölü taklidi yaparak kendilerini koruyacaklarını düşünürken azar azar öldüklerinden haberleri bile olmuyor çoğu zaman. Hem inzivaya çekilip, hem de halkın onları umursamayışlarından hayıflanmaları, sağlıklı bir inziva yaşayamadıklarını da gösteriyor aslında. Paul Auster, kendisini değil, edebiyatı ciddiye aldığı için o unutulmaz romanları yazdı, demeyeceğim. Roland Barthes’ın Mehmet Rifat ve Sema Rifat’ın Türkçeye kazandırdığı “Romanın Hazırlanışı” adlı yapıtında yazdığı gibi,  yazar kendisini kendisi için tasarlayan kişidir aynı zamanda. “Kendi karşıma” der Barthes, “rolün bütün yoğunluğu, bütün kutsallığı içinde yazar olarak çıkıyorum, yazar olmama yardım etmek amacıyla.” Barthes’ın Flaubert’ten alıntıladığı gibi “insan kendi kendisinin karşısına güçlü bir insan olarak çıkmalıdır; güçlü olmanın yolu da budur.” Yunanistan’da halk, kendi gözünde kendisini güçlü görüyor olduğu içindir ki, isyanın alevden giysisini giymekten korkmuyor hiç.

Yağmur şiddetini iyice arttırdı. Balıkçılar Kahvesi’nin camına vuran yağmurun sesi, kahvehanenin sessizliğini bastırıyor git gide... Kahvehanenin içindeki herkes, yağmur tarafından rehin alınmış olsa da, açık unutulmuş bir pencereden içeri giren soğuk ve ıslak bir ürpertiyle, sanki daldıkları uykudan uyanmışlar gibi birbirlerini fark ediyorlar bir anda. Yeniden konuşmaya, birbirleriyle şakalaşmaya başlayan balıkçıların gürültüsü yağmurun sesine karışıyor. Kaçıp gitmek arzusu, yalnızlıktan başka bir şey değil aslında...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Şubat 2012)

Bir Ölü Konuşması

Posted: by bülent usta in
0

-->

Yağmurlu gecelerde ölülerle daha rahat iletişim kurulur. Bunun nedeni, belki de atmosferdeki elektrik yükünün artmasıdır, kim bilir... Nasıl canlılar birbirleriyle konuşabiliyorsa, ölüler de birbirleriyle konuşur. Ve ölüler konuşmalarına hiç ara vermezler yağmurlu gecelerde.

Soğuğa rağmen evimin balkonuna oturmuş, yağan yağmuru izleyerek Javier Marias’ın “Yarınki Yüzün” adlı Metis Yayınları’ndan çıkan romanının ikinci cildini okuyorum. Proust’un o uzun soluklu yapıtı “Kayıp Zamanın İzinde”nin çevirmeni Roza Hakmen çevirmiş bu romanı da...

Javier Marias, romanın anlatıcısıyla Wheeler adlı karakterin arasında geçen konuşmadan bahsediyor romanın bir yerinde: “Konuşma ve dil herkesin paylaştığı şeydir, kurbanlarla cellatların, efendilerle kölelerin, insanlarla tanrıların bile. Onu tek paylaşamayanlar, canlılarla ölülerdir Jacobo.” Anlatıcı, Wheeler’ın bu sözlerine Marlowe’dan yaptığı şu alıntıyla karşılık verir:  “(...) bana öyle geliyor ki, canlılarla ölülerin birbirleriyle konuşabilecekleri, iletişim kurabilecekleri, hepsine ortak olan tek boyut zamandır.”

Marlowe, bu sözleriyle aslında yaşamın herkes tarafından bilinen ama görmezden gelinen bir gizini veriyordu: Hepimiz günün birinde öleceğiz ve hepimizi ölüm eşitleyecek aynı sessizliğin içinde. Hrant Dink’i öldüren katil de, o katile yardım ve yataklık edenler de günün birinde ölecek, herkes nasıl ölecekse... Bunu biliyor muydu Hrant Dink’in katili? Öleceğini biliyordur elbette ama bu gerçeği görmezden geldi muhtemelen. Yoksa canlı bomba olan radikal İslamcılar gibi, öldükten sonra ödüllendirileceğini mi düşündü? Hiç sanmıyorum. Ağca, Çatlı gibi abilerine özenip kahraman olarak öleceğine inanmak istedi. Birilerinin gözünde kahraman da oldu, hatta daha cinayeti işledikten hemen sonra polisler, jandarmalar onunla hatıra fotoğrafı bile çektirmişti. Tüm o çekilen fotoğraflar, katile gösterilen ilgi, dava sürecinde yaşanılanlar, bu cinayetin zaten eninde sonunda gerçekleşeceğinin bir ispatıydı aslında. Ogün Samast olmasa da, bir başkası muhakkak işleyecekti bu cinayeti. Hunharca işlenen bu cinayet de, başka cinayetlerin habercisiydi aslında. Hrant Dink’i öldüren kimi öldürmezdi ki artık. Bu dava, aslında bu korkunç gerçeğin aydınlatılmasının davasıydı. Tüm ülkeyi karanlığa boğan, iç savaşı ve katliamları yapan ya da körükleyen, gözaltında kayıpları, faili meçhul cinayetleri teşvik eden bu kötücül yapıyla hesaplaşmanın davasıydı.

Etyen Mahçupyan, neredeyse Hrant Dink davasının başarısızlığının faturasını sosyalist olarak nitelendirdiği “Hrant’ın Arkadaşları”na çıkardığı “Zaman” gazetesindeki ibretlik yazısında “nasıl Susurluk vakasında devletin kirliliğine karşı çıkış bir anda İslami kesim karşıtı bir laiklik gösterisine dönüştüyse, aynı şekilde Hrant'ın sahiplenilmesi de hükümet karşıtı marazi laikliğin 'sol' kisvesi altında yeniden üretilmesine vesile oldu” diye yazabildi.

Bu davanın başarısızlığını, yağmur çamur demeden mahkeme önlerinde bekleyenlere çıkaran Mahçupyan, devletin ve hükümetin dava sürecine dolaylı ya da doğrudan etkisini bilmiyor olabilir mi? Yazısının bir yerinde solu “kavruk” olarak nitelendirerek solun “kurumaya yüz tutmuş” olduğunun altını çiziyor ki, bu tam da devletin arzuladığı ve yıllardır eze eze başarmak istediği bir başka gerçek. Devletin ağzından ancak devletin diliyle konuşulabilir, ve bugün kendilerine liberal diyen pek çok entelektüel devletin dilini epey benimsemiş, hatta bu dili kullanmak konusunda epey bir maharet geliştirmiş gibi gözüküyorlar.

Gecenin karanlığında yağmur yağıyor ve evimin balkonundan ölülerin konuşmalarını dinliyorum, tüm bunları düşünür ve Javier Maris’ın romanını okurken. Ölüler gerçekten konuşuyorlar, belki de biz canlıların yeterince konuşmadığını düşünüp seslerini yükselterek... İnanmazsanız, yağmur yağarken çıkın evinizin balkonuna, sokağa ya da ıssız bir yolda yürüyün bakalım tek başınıza. Kulağınızın dibinden ölülerin fısıltıları eksik olmayacak hiç. Savaş çığırtkanlığı yapan bir politikacıysanız, ölüler kulağınıza şöyle fısıldayacak muhtemelen: “Ben senin yüzünden, senin fütursuzca söylediğin sözler yüzünden öldüm.”

Okuduğum romanı kapatmış, balkondan içeri giriyordum ki, adımı seslenen bir fısıltı duydum. Ölülerin benimle konuşmasına alışkın olduğum için korkmadım hiç. Dönüp tekrar yerime oturdum ve pür dikkat bana neler söyleyeceğine kulak kesildim. Aslında kurulmuş bir cümle yoktu fısıltıların içinde. Onların dilini, canlıların diline çevirmem gerekiyordu anlamam için. Aşağı yukarı şöyle şeyler söyledi bana: “Korkuya alışmalısın. Korku dünyanın en büyük kuvvetidir. Korkuyu yenmek için mücadele etmek ya da ona teslim olmak yerine, o korkunun içine yerleşip ona kendini alıştırmalısın. Kuşatıldığın korkudan yararlanmayı öğrenmelisin.”

Bu kadardı sözleri, gecenin içinden fısıldayan ölünün. İçeri girip balkonun kapısını kapattıktan sonra, duyduğum bu sözlerin anlamını düşündüm uzun uzun. Yeterince korkmadığımız sonucunu çıkarttım. Yeterince korkmuyorduk devletlerden, devlet ağzıyla konuşan entelektüellerden, katillerden, ordulardan, politikacılardan, bankalardan, holdinglerden, çevre kirliliğinden, cinsiyetçilikten, ırkçılıktan ve daha pek çok şeyden. Yeterince korkmadığımız, o korkularla yaşamayı öğrenemediğimiz için yapmamız gerekenleri yeterince yapmıyorduk, düşünmüyorduk korkularımız üzerine, o korkuları yönetemediğimiz için de korkular yönetiyordu hepimizi... Mesela yaşadığımız o korkunç depremler bile, şehir planlamacılığı konusunda bizi harekete geçmemizi sağlayacak korkutabilmiş değil. Daha ne olması gerekiyor acaba, tüm korkularımızı yenecek o büyük korkuyu yaşamamız için?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Şubat 2012)

Türkiye'ye Gidememek

Posted: by bülent usta in
0

-->

Paul Auster, “Türkiye gibi ülkelere gitmiyorum” dedi ya, ben de Türkiye’ye gitmek istese de gidemeyen kendim gibilerin ruh halini düşündüm uzun uzun... Sansürle, baskıyla, yoksulluk ve adaletsizliklerle Türkiye’ye gidemeyenlerin ruh halini…

Türkiye’ye gidebilmemiz için öncelikle yollara ihtiyacımız var. Ama karşımıza çıkan ya da çıkartılan yolların hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğu konusunda fena halde kafamız karışmış durumda. Mesela dört farklı yöne giden dört ayrı SOL tabelası karşımıza çıkabiliyor. Halbuki SAĞ tabelası sadece bir yönü gösteriyor. SAĞ’dan gitmek istemeyenler dört ayrı yöne doğru dağılıyorlar, ve işin ilginç tarafı, dört ayrı yöne giden yollar, SAĞ tabelanın gösterdiği yolla belli aralıklarla kesişiyor. Sonra bir bakmışız ki, geldiğimiz yere geri dönmüş, Türkiye’ye gidememişiz. Bir süre sonra, artık gitmek konusunda herkeste bir isteksizlik ortaya çıkıyor ki, vahim olan da zaten Türkiye’ye gidemeyişi bir kader gibi kabullenmek… Ama gerçekte o tabelaların tümü, ya eskiye ait  unutulmuş ya da hedef yanıltmak için yeni dikilmiş tabelalardan ibaret…

Judith Butler’ın, yakınlarda yeni sayısı çıkan “Cogito” dergisinde, “Müttefik Bedenler ve Sokağın Siyaseti” adlı bir yazısı var. Arap Baharı ya da Wall Street İşgalcileri gibi yaygınlaşan sokak gösterilerini, Hannah Arendt ya da Agamben gibi düşünürlerin ortaya attığı kavramlar ve düşünceler üzerinden tartışan bu yazıda, Türkiye’de yaşanan bir eylemi de örnek olarak vermiş. Judith Butler, “Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Buluşma” için Türkiye’ye davet edilmiş. Ankara’da gerçekleşen bu konferanstan sonra, konferansa katılanlar hep birlikte bir de yürüyüş gerçekleştirmişler ve “Kimsenin Askeri Olmayacağız, Kimseyi Öldürmeyeceğiz” diye slogan atarak,  sadece trans cinayetlerini değil, militarizmi de protesto etmişler. Çeşitli kesimlerden ve görüşlerden insanların bu şekilde ortak bir tavır alması, Butler’ın önemsediği bir nokta. Trans cinayetlerinin militarizmden, milliyetçilikten, Kürt ya da Ermeni meselesinden ayrı düşünülemeyeceği ortada, çünkü tüm bu meseleler aynı kaynaktan ortaya çıkarak birbirini yaratıyor ve bu yüzden hepsiyle aynı zeminde mücadele edilmeli ki, Türkiye’ye giden yollara doğru tabelaları yerleştirebilelim. Sevag Balıkçı’yı askerlik yaparken öldüren kişinin tutuksuz yargılanması ile, Diyarbakır’da JİTEM’in işlediği cinayetlerin kanıtı olarak bulunan kafatasları arasındaki bağlantıyı göremiyor ve dört erkek tarafından kılıçlı saldırıya uğrayan bir trans kadının acısını, sokak ortasında infaz edilen diğer kadınların yaşadığı acı gibi yüreğimizde hissedemiyor ve aynı tepkiyi gösteremiyorsak, zaten gittiğimiz yolun Türkiye’ye varma olasılığı hiç yok. Böyle giderse, sadece yol değil, belki de Türkiye de kalmayacak ortada.

Sanmayın ki, bu yanlış yönleri gösteren tabelalar meselesi, sadece Türkiye’de yaşanıyor. Butler, yazısında ünlü bir Fransız feministi örnek veriyor mesela. Kendisini materyalist ve bir radikal olarak tanımlayan bu feminist, transseksüelliği psikotik olarak nitelendiren bir kitap yazabilmiş. Kendisini feminist olarak tanımlayan birisinin böyle bir kitap yazması, bizdeki bakanların eşcinselliği hastalık olarak tanımlamasından daha dehşet verici bir durum olsa gerek, çünkü bunu muhafazakâr bir bakan değil, kendisini devrimci olarak gören bir feminist yapıyor.

Türkiye’de solda nelere tanık olmuyoruz ki, Fransa’daki bu duruma şaşıralım. Militarizmle arasına mesafe koyamamış, homofobik, ırkçı ya da kapitalist öyle çok sapma var ki… Meselenin çözümü belki de, yön gösteren ne kadar tabela varsa söküp çıkarmakta gizlidir. Bir tür tabela sökücülüğü yapılmalı ki, bu da ancak Butler’ın da yazısında bahsettiği gibi beden politikalarıyla mümkün olabilecek bir şey: “Yapmamız gereken, yalnızca bedenin maddi aciliyetlerini meydana taşımak değil, bu ihtiyaçları siyasi taleplerin merkezine yerleştirmek.” Butler, özellikle Kahire’deki diktatör deviren eylemlilik süreci üzerinde durarak, göstericilerin kendilerini ihtiyaçları, arzuları, gereksinimleri olan direnen bedenler olarak” muhafaza ederek kamusal alanı nasıl kendileri için talep ettiklerini anlatıyor ve kaldırımda uyuyarak sadece hükümetin meşruiyetine itiraz etmediklerini, açıkça bedeni ısrarcılığı, inatçılığı ve incinebilirliğiyle riske atarak devrim sürecinde kamusal ve özel alan arasındaki ayrımı aştıklarını söylüyor. Tüm baskı ve tehditlere rağmen kimse evine gitmedi ve evinde kalmadı. Karınlarını meydanlarda doyurdular, kaldırımlarda uyudular, hastalandıkları ya da yaralandıkları zaman meydanlarda kurulan çadırlarda tedavi oldular ve tüm bunları televizyonlar canlı olarak yayınladı ve milyonlarca başka insanın sanal da olsa o meydanda toplanmasını sağladılar. Butler’ın yazısı şu cümleyle bitiyor: “Devrim, herkes kaldırımlara yapıştığı ve birlik içinde davranarak eve dönmeyi reddettiği için gerçekleşti.”

İstanbul’da kayıp sokaklar olduğunu düşünürüm hep. Nasıl insanlar kaybolur, sokaklar da öyle kaybolur işte. O sokağa giren, labirentte kaybolmuş gibi dönemez artık geriye. Çıkmaz sokaklarla dolu bu şehrin kayıp sokaklar haritasını bulabilirsek bir gün, o sokakların Wall Street’ten Tahrir Meydanı’na, Paris’ten Bağdat’a kadar dünyanın tüm meydanlarını birbirine bağladığını göreceğimizden eminim... Kendimi yazarken bir tür kayıp sokak bulucusu gibi hissediyorum bu yüzden. O kayıp sokaklar bulunursa eğer, Sevag Balıkçı’yla, Hrant Dink’le, Uludere, Dersim ya da Sivas katliamlarında ölenlerle, gözaltında kaybedilen ve faili meçhul cinayetlere kurban edilenlerle birlikte Türkiye’ye gidebiliriz belki... 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Şubat 2012)

Yangın Kuşkusu

Posted: by bülent usta in
0


Pazartesi günü Fatih’te üç katlı bir binada yangın çıktı ve 15 ile 23 yaşları arasında beş genç hayatını kaybetti. Ölenlerin Diyarbakır’dan İstanbul’a çalışmak için geldikleri yer aldı gazetelerde. Ekmek parası uğruna gencecik insanların hayatlarını kaybetmiş olması, Fatih’teki bu yangınla Uludere Katliamı arasında bir bağ kurmama neden oldu. Ama şu bir gerçek ki, ezilenleri ölüm her yerde kolayca bulabiliyor. Hatta onlarınki tam olarak ölümden bile sayılmıyor. O beş gencin ölümünden kim sorumlu tutulur sizce? Yangın merdiveni koymayan bina sahibi mi, belediye mi, itfaiye mi, kim? Onları ta Diyarbakır’dan İstanbul’a getiren yoksulluk ya da o yoksulluğu yaratan politikaları uygulayanlar mı sorumlu? 

Fransa Senatosu’nun “Ermeni Soykırımı”yla ilgili yasayı oylaması gündemde boşluk bırakmayarak bu beş gencin ölümüne dair haberlerin önüne geçti hemen… Artık bayraklarla, posterlerle Fransa elçiliklerinin, konsolosluklarının önünde protesto gösterileri yapılır bolca. Yapılsın yapılmasına ama, daha yeni Ermeni kökenli bir gazeteci ve aydın olan Hrant Dink’e, mahkemenin yaptığı haksızlık konuşulmuyor muydu? Şimdi o protestoları yapanlar, Fransa elçiliklerinin önünde yaptıkları protestoları Türkiye’deki mahkemelerin önünde yapabilirler mi acaba? Hrant Dink de, bu türden yasa tasarılarına karşı çıkmıştı, ama karşı olma nedeni ulusal gururumuzu korumak ya da tehciri inkâr etmekten çok, bu yasanın insan haklarının ihlaline neden olacağını düşündüğü içindi. Kendisinin, Türkiye’de düşünceleri yüzünden hedef gösterilmiş, Türkiye’deki mahkemelerce yargılanmış, suçlu bulunmuş, sokak ortasında öldürülmüş bir entelektüel olduğunu düşünürsek, neye, niçin karşı olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz herhalde. Şimdi Türkiye Devleti, Fransa Senatosu’nu insan haklarını ihlal etmekle suçlama hakkına sahip olabilir mi? Bu yasa tasarısına karşı çıkan, üstelik Ermeni kökenli bir yurttaşı ve aydını olan Hrant Dink’e akıldışı bir yargılamayı layık görmüş ve onun can güvenliğini bu denli hiçe saymışken? Hrant Dink yaşasaydı, eminim Ermeni Diyasporası, bu yasanın parlamentodan geçmesini bu kadar kolay sağlayamazdı.

Fransa Senatosu’nun böyle bir yasa çıkarmasına karşı, Türkiye de, Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçlarına dair bir yasa çıkarabilir isterse, ama neye yarar ki? Bizim kendi “Russell Mahkemeleri”mizi kurmaya ihtiyacımız var daha çok. 1966’da genellikle Russell Mahkemesi olarak anılan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, filozof Bertrand Russell’ın önderliğinde, Vietnam’da ABD tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak ve dünyaya duyurmak için kurulmuştu. Tüm dünyadan şairlerin, yazarların, filozofların yer aldığı dev bir mahkeme… Mahkeme üyeleri arasında Türkiye’den de Mehmet Ali Aybar vardı. Fransa Devleti, bu mahkemenin Paris’te toplanmasına izin vermemişti örneğin. Mahkeme ancak Stockholm’de toplanabilmiş ve ABD’li, Vietnamlı askerlerin tanıklıklarını dinleyerek ABD’yi Vietnam’da soykırım yapmaktan suçlu bulmuştu. Devletlerin tümü, bu mahkemenin varlığından rahatsız olmuştu, çünkü aydınlar yargılama yetkisini devletlerin elinden alıp devletlere karşı kullanmıştı. Aslında Russell Mahkemesi, özellikle 19. yy’da varlığını gösteren bir aydın geleneğinin sonucuydu. Çünkü entelektüeller, devletin gücünü kötüye kullanmasına karşı olmakla her zaman yükümlü hissetmişlerdi kendilerini. Sema Rifat tarafından hazırlanan ve YKY’den çıkan Selahattin Hilav’ın yazılarından oluşan “Entelektüeller ve Eylem” adlı kitapta Hilav, iki grup entelektüelden bahseder. İlk grupta yer alan entelektüelleri “suya sabuna dokunmadığını düşünen, ama aslında, resmi ideolojilerin ve görüşlerin eylemlerine, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek katılma durumuna düşen entelektüeller” olarak tanımlar. İkinci gruptakileri ise, “içinde yaşadıkları kurulu düzenlerin siyasal yapısını, iktidarını, ideolojisini, dayattığı kuralları ve manevi değerlerini, baskısını ve haksızlıklarını kabul etmeyen, eleştiren ve ‘mevcut olan’dan değil, ‘olması gereken’den kaynaklanan görüşlerini, manevi değerlerini ve bunlara bağlı ideallerini savunanlar ve bu doğrultuda eyleme girişenler” olarak tanımlar. Selahattin Hilav’ın bu iki entelektüel tanımını özellikle akılda tutmakta fayda var. Çünkü günümüzde, iktidar ilişkilerinin gittikçe karmaşıklaşan yapısı ve sistemli bir biçimde uygulanan baskı ve yıldırma politikaları, ikinci grupta yer alan entelektüelleri epeyce bir güçsüz ve etkisiz bıraktı. Ama ikinci grup entelektüellerin yaşadığı bu güç kaybı, entelektüel olmanın itibarını düşüreceği için diğer gruptaki entelektüellerin de gücünü yitirmesini sağlıyor. Eskiden “Bay Jöle” gibiler bu kadar kıymetli olmazdı örneğin. Şimdi onlardan geçilmiyor ortalık…

Bizim entelektüellerimizin yaşadığı en büyük zorluk, devletten çok, karşısındaki devletin kendisini yarattığı kültürel zemin aslında. Selahattin Hilav’ın aynı kitaptaki bir başka yazısında Gérard Nerval’in Doğu seyahatinden bahsederek Nerval’in şu gözlemini paylaşır: “Zaman zaman küstah davranan ya da hemen boyun eğen, her zaman kuvvetli ve geçici izlenimlerin etkisinde kalan ve de despotizmin Doğu’nun normal siyasal yönetiminde ne kadar ağır bastığını anlamak için mutlaka tanımanız gereken bu insanları… Bunlar bir sopa vursanız, aslında böyle bir hakkınız olup olmadığını düşünmez ve bilmez… Durumunuz ona bayağı görünür önce, ama böbürlenirseniz ve yüksekten atarsanız karşınızdaki basitliği etkileyen önemli bir şahsiyet olursunuz hemen. Doğu, herhangi bir şeyden hiçbir zaman kuşkulanmaz; orada her şey mümkündür.”

Bu alıntının özellikle son cümlesindeki “orada her şey mümkündür” ifadesi, yaşadığımız akıldışı süreci tarif etmiyor mu? Bu ülkede her zaman, her şey mümkün oldu, olmaya devam ediyor. Nerval gibi tanık olduğumuz her şeye şaşırmaktan vazgeçip, her şeyden kuşkulanmamız gerek. Kuşkucu olan sadece devlet ve devletin görevlendirdiği kişiler oldu. Devlet, kendi kuşkularını mahkemelerinde araştırıyorsa, halkın ve entelektüellerin kuşkularını kim araştıracak? Bu ülkede acilen bir Russell Mahkemesi’ne ihtiyaç var. Fatih’teki yangında ölen o beş yoksul genci öldüren şeyin gerçekte yangın olmadığı, belki o mahkeme sayesinde ortaya çıkar…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi,  25 Ocak 2012)