Acının Dibinden

Posted: 5 Eylül 2013 Perşembe by bülent usta in
0



Artık kabul etmek gerek, her ne yapıyorsak yeterince iyi yapmıyoruz. Roman mı yazıyoruz, demek ki faydasız. Şiir mi yazıyoruz, yüzlerce, hatta binlerce şiir yazmış olsak da bulamamışız her şeyi değiştirecek o kayıp dizeyi. Film mi çekiyoruz, bir şeyler eksik kalıyor ki dokunamıyoruz yeterince hayata ve insana… Çünkü yağmur yağmıyor bir türlü, tüm gökyüzü bulutlarla kaplı olduğu halde.  

Her pazar saat 13.00’te, iş kazalarında yakınlarını kaybeden aileler “vicdan nöbeti” tutacaklar Taksim’de. Zaten her cumartesi, çocuklarını gözaltında kaybeden annelerin tuttuğu bir nöbet vardı, şimdi o nöbete bir başka nöbet daha eklendi. Orada, binlerce insanın gözü önünde “vicdan nöbeti” tutan bu işçi ailelerine uzaktan bakanları düşündüm bugün. Neden ve nasıl, o ailelerin önünden hiçbir şey olmuyormuş gibi geçilip gidilebildiğini?.. Geçip gidenlerin bir kısmı, kabullenmişti bu hayatın kendilerini umursamadığını. Onu umursamayan hayatı, o niye umursasın? Kimileri de, başka, çok başka bir dünyanın içinde yaşıyorlardı ve uzaylıymış, sanki bu dünyaya ait değillermiş, birer hayaletmiş gibi bakıyorlardı iş cinayetlerinde ölen işçilerin ailelerine. Roboski Katliamı’na da televizyonlardan öyle bakmışlardı muhtemelen. Ne oluyorsa, çok uzak bir ülkede olup bitiyordu. Caddeden geçenlerin bir kısmı da, “vicdan nöbeti” tutanlara hak veriyor gibiydiler ama, korkuyorlardı, çünkü kafaları karışıktı ve güvenmiyorlardı kendilerine bile. Herkes, gökyüzünü kaplayan kara bulutlar gibiydi o ailelerin önünden geçerken. Ne oluyorsa oluyordu ve yağmur bir türlü yağmıyordu, yağması, hem de bardaktan boşanırcasına yağması gerekirken. 

Belki de, Andre Breton gibi “büyülü söz”ün peşine düşmeliyiz. O, “Osiris karanlık bir Tanrı’dır” diye fısıldamıştı sevdiği kadının kulağına. Osiris, ölümsüz yaşam için diriliş tanrısıdır, yargılamanın ve yeniden doğuşun tanrısı... Alain Badiou, “Yüzyıl” adlı Metis’ten çıkan kitabında Breton’un bu sözünü, “mutlak bahtsızlığın ardından gelen isyanı” yansıttığını, “teselli olmayan, yani tevekküle davet etmeyen” bir söz olduğunu ve “yaşamın en korkunç kararmaları içinde sıkı durmak” anlamına geldiğini yazmıştı. “Böylece” diyordu Badiou, “dünyanın acısı sevince dönüşür”.  

Hiç olmadığı kadar “sıkı” durmamız gereken bir çağın içindeyiz ve bulutların yoğunluğuna bakacak olursak, bir süre sonra kendimiz dahil hiçbir şeyi göremeyeceğimiz kadar kararacak ortalık. Sıkı durmanın koşulu da, Breton’un “Arcade 17”de yazdığı gibi “yaşama zahmetine değen şeyi kendini sınırsızca bağışlayarak selamlayabilmek için, insani acının dibine kadar gitmiş olmak, oradaki tuhaf yetileri keşfetmek” gerekiyor. Ne yapıyorsak yeterince iyi yapamıyoruz, ve yağmuru bir türlü yağdıramıyoruz o “tuhaf yetiler”i keşfedemediğimiz için.  

Anlık tepkilerle yetinip olması gerektiği gibi yas tutamayışımız, acımızı tanımayışımızla ilişkili değil mi? Yas tutamayan nasıl öfkelenebilir, nasıl sevebilir ya da nasıl yaşadığını hissedebilir? Sahici olan ne varsa yitiriyoruz ve elimizde “sıkı” durmaktan başka bir şey kalmamış gibi gözüküyor. O işçi aileleriyle birlikte nöbet tutarak, Cumartesi Anneleri’nin yaşadığı acıya yakından bakıp vicdanımızı ve aklımızı umursamazlık zehirinden arındırarak “sıkı” durabiliriz ancak. Işte o zaman yazacağımız roman da, şiir de, çekeceğimiz film de bir şeye benzeyecek, acının dibinde tuhaf yetiler keşfederek… 

Badiou’nun dediği gibi “dünyanın acısı sevince dönüşür“ mü bilmiyorum ama gökyüzünü kaplayan bu kara bulutlar, insanların gölgelerini yutarak büyüyor ve eğer bir fırtına kopup yağmazsa yağmur, gölgesiz yığınların gazabından korkmamız gerektiğini tarihe bakarak görebiliriz. Henri Lefebvre’in Sel Yayıncılık’tan çıkan “Gündelik Hayatın Eleştirisi” adlı kitabının birinci cildinde yazdığı gibi “kendi içine kapanmış birey”, “bütün sanrıların, kendiliğinden ya da kışkırtılmış bütün ideolojik yanılsamaların” oyuncağına dönüşür ve “kendi kişisel kullanımı için küçük felsefesini yaratır.” Ve politik ya da ekonomik bir kriz anında da sürü halinde, o küçük felsefelerine uygun “en çılgın, en aşağı, en vahşi fikirlerle galeyana gelirler.” Bu kolektif zihinsel baş dönmesine Lefebvre, faşizm diyor. Yani “acının dibi”nden her zaman tuhaf yetilerle dönülmez, Osiris değil de Seth de çıkabilir o dipten, ölüm ve karmaşanın tanrısı…  

Bir damla düşüyor yüzüme gökyüzünden… Tek bir damla bile, yağmurun yağacağına inanmam için yeterli… 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Mayıs 2012)

Kopya Hayatlar

Posted: by bülent usta in
0

Yazarak sabahı etmiş, evim Kadıköy rıhtımına yakın olduğu için de, günün ilk ışıklarıyla birlikte dışarı çıkıp kahvaltı etmek istemiştim. Rıhtıma yakın bir pastanenin sokak kenarındaki masalarından birisine oturdum ben de. Aklımda gazeteye yazacağım yazı, önümde çay ve poğaça… Tek tük insanlar geçiyordu sokaktan, işe giden ya da işten dönen uykulu insanlar… Nereden çıktı, nasıl oldu hiç bilmiyorum, sokaktan geçen insanların arasından bir genç kızın dans ederek yürüdüğünü fark ettim. O kadar güzel dans ediyordu ki, gördüğüm şeyin bir rüya olduğunu, uykusuz olduğum için pastanede çayı beklerken uyuya kalmış olabileceğimi bile düşündüm. Dans ederken şarkı da söylüyordu genç kız, sabah sabah rıhtımda... İşin tuhaf tarafı, onu benim dışımda kimse görmüyordu. Sanki başka bir dünyada yaşıyorlarmış gibi, öylesine uzaktı herkes sokaktan ve hayattan… Genç kız, benim onu gördüğümü fark edip başıyla selam verdikten sonra, yine dans ederek sokakta uçar gibi kaybettirdi kendisini. Garsona ve pastanedeki diğer insanlara sordum gördüğüm şeyi. Kimse görmemişti.

Gazetemi alıp eve dönerken insanların umursamazlığını ve sanki başka dünyalardaymış gibi yaşayışlarının nedenlerini düşünmeye başladım. İnsanların yaşadığı ruhsal boşluk büyüdükçe, aralarındaki mesafe de artıyor olmalıydı. Birbirine dokunamayan insanların yaşadığı bu dünya, gerçekte tasarlanmış bir şeydi ve bu tasarımı herkes iç dünyasında durmaksızın yeniden üretiyordu.

Sorun şu ki, bir tasarım olarak yaşadığımız bu dünyada, rüya ile gerçeklik arasında sıkışıp kalmış, olan biteni, en önemlisi kendi hayatımızı rüyadaymış gibi yaşıyoruz, birileri gözaltına alınır, birileri ölür, birileri karın tokluğuna çalışır ve düşünce sessizliği bir sis gibi etrafımızı sararken…

Metis Yayınları’ndan çıkan Kojin Karatani’nin modern Japon edebiyatının kökenini araştırdığı “Derinliğin Keşfi” adlı kitabını okuyorum bugünlerde. Halkın bir manzara olarak “halk” olduğu gerçeğinin keşfini, halkbilimin doğuşuyla açıklıyor Karatani. Aynı şekilde Marksizm için de proleteryanın bir tür manzara olduğunu, yani bir imge olarak proleteryanın belirişinin de bir tür keşif olduğunu belirtmek gerek... Proleterya imgesi, proleterya değiştikçe değişmek zorunda değil ve solun tutuculuğu da bu noktada başlıyor zaten, değişen manzarayı değil de ezberlenmiş olanı resmetmeye çalışarak. Kitapta asıl dikkatimi çeken şey, Karatani’nin Nakamuro’nun “Meiji Edebiyat Tarihi” adlı kitabından yaptığı şu alıntı: “Faydacılık ve kariyerizmin egemen olduğu militarist devlete karşı, özgürlük ve toplumsal haklar hareketinin hayali, restorasyonun ruhunu benimseyen gençlerin hayatlarını feda etmeye hazır oldukları bir son idealdi; bunun kaybedilmesiyle birlikte, silinmesi güç bir şekilde arta kalan ruhsal boşluk, artık siyasi romandan tamamen farklı bir biçim olan ifade yolunu keşfetti.”

Türkiye için de 12 Eylül Darbesi’nin ardından, bu topraklarda yaşayan herkesin payına, “silinmesi güç bir şekilde” ruhsal boşluk düştüğünü söyleyebiliriz. Öylesine büyük bir boşluk oluştu ki, içine ister öldürülen çocukları ya da gazetecileri, ister gasp edilen işçi haklarını ya da işkenceleri, ne atarsanız atın, dolmayacak bir boşluk…  Yetişen faydacı ve kariyerist nesili de bu boşluğa borçluyuz, kolayca manipüle edilebilen kamuoyunu da… Bu ruhsal boşluğun içine Türkiye’ye özgü militarist öze sahip kapitalizm, tüm kurum ve kuruluşlarıyla öyle bir yerleşti ki, karşısında Kürt siyasal hareketi dışında direnen kitlesel bir güç kalmamış gibi gözüküyor. O direncin de çeşitli taktik açılımlar ve operasyonlarla zayıflatılmaya çalışıldığına tanık olduk, oluyoruz…

Bu boşluğun işgalini sona erdirmek için, Karatani’nin de uyardığı gibi sadece anayasa ve meclis gibi sistemleri değil, “sistem gibi görünmeyen sistemleri” de hesaba katarak düşünmek gerek. Bugünlerde Anayasa değişikliğinden bahsedilmesi, göstermelik de olsa 12 Eylül’ün yargılanıyor oluşu, sistemin değiştiği ya da değişeceği anlamına gelmiyor bu yüzden. Anayasa’dan evvel, “sistem gibi görünmeyen sistemleri” değiştirmek için “ruhsal boşluk”la mücadele etmenin yollarını bulmalı. Bir şeye inanırmış gibi yapan ama inanmayan, kendi hayatlarını başka hayatları kopyalayarak yaşayan insanlarla bunu başarmaksa mümkün değil. “Ruhsal boşluk”la mücadele etmek için, bir manzara olarak halkı doğru düzgün resmeden teorilere ve o teorilerden beslenen siyasete ihtiyaç var öncelikle. Hatta edebiyatın ve sanatın, neredeyse bağımlılık geliştirdiği “ruhsal boşluk”la ilişkisini yeniden gözden geçirilmesi gerek, tüketile tüketile şekilsiz ve içi boşaltılmış bireysellikten de, özneyi sakatlayan toplumculuktan da kendimizi kurtarabilmemiz için. Belki o zaman, sabahın köründe sokakta dans eden o genç kızı görüp alkışlar ve belki onunla birlikte dans ederek hayatın sandığımız hayat olmadığını anlarız. Kim bilir…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Mayıs 2012)

Yitik İnsan

Posted: by bülent usta in
0


Geçenlerde deniz kenarına inince aklıma Uykucu Metin geldi. Aramızdan ayrılalı epey olmuştu, ama zihnimde yarattığı imgesi capcanlı duruyor hâlâ. Uykucu Metin karada uyuyamayan, onlarca yıl sadece teknesinde uyumuş bir balıkçı. Yıllar içinde bir tür deniz canlısına dönüşmüştü anlayacağınız. Zaten “Deniz insanı değiştirir evlat,” diye söylediğini çok duymuşumdur. Uykucu Metin, denizin onu değiştirmesinden olsa gerek, kafası karada yaşayan insanlardan farklı çalışırdı. Derdi ki bana “Siz karada yaşayan insanlar için üzülüyorum, hiç ölmeyecekmişsiniz gibi yaşıyor, hayatın sizi içten içe nasıl çürüttüğünü göremiyorsunuz.” Hayattan onun kadar zevk alan pek az kişi gördüm bugüne kadar. Tekneyle balığa çıktığımız bir gün, genç edebiyatçı merakıyla ona “Nasıl bu kadar çok şey bilebilirsin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. “Denizi dinlerim, o her şeyi söyler,” demişti bana. Onun bu sözünü fazla şairane bulup önemsememiştim o zamanlar. Halbuki bugünlerde sık sık deniz kenarına koşup denizi dinlerken buluyorum kendimi, şehrin gürültüsünden uzaklaşıp. Aslında dinlediğim şeyin deniz değil de kendi iç sesim olduğunun idrakiyle, Uykucu Metin’in bana anlatmak istediği şeyin, George Bataille’ın çokça üzerinde durduğu “iç deneyim” olduğunu düşünür oldum bugünlerde.

Tanık olduğum olaylar, “insan”ı yitirdiğimize dair bende güçlü bir kanı oluşturmuş durumda. Ütopya düşüncesinin toplumların hayatından uzaklaşması, teknolojik zaferlerin varoluşların kaynama noktasını azaltması, kapitalizmin bir virüs gibi her insana bir şekilde bulaşması gibi onlarca neden öne sürülebilir “insan”ı yitirişimizin gerekçeleri olarak. Ama bence en önemlisi, insanların iç deneyimi artık umursamayışı.

Martin Jay’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Deneyim Şarkıları” adlı kitabında Nietzsche’nin şu sözlerine rastladım: “Hayatta başka ne var? Deneyim denen şeyler. Hangimiz bunları gerçekten istiyoruz? Veya hangimizin bunun için vakti var? Şimdiki deneyim bizi hep dalgın yakalıyor korkarım: Ona kalbimizi veremiyoruz, kulak bile veremiyoruz.” İşte denizi dinlerken kulak verdiğim şey tam da bu. Ama hangimiz bunu istiyor? Nietzsche’ye göre, bunu istemeyişimizin nedeni acıdan korkmamız. Çünkü tüm deneyimler aynı zamanda ahlaki deneyimlerdir ve acı verir… Günümüzde “aşk”a ne olduğunu sorup duruyoruz ya, acıdan korkan insanlar nasıl âşık olsunlar ki? Acıdan korkan insanlar, nasıl devrim yapsınlar? Şiir okuyan insan sayısındaki azlığı bile, insanların acıdan kaçışına, iç deneyime kulağını kapatışına bağlayabiliriz. Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmini izlediğimi söylediğim bazı insanların “Yeraltı”nı “bunalım film” diye etiketleyerek “eğlenceli filmler”i tercih ettiklerini söylemeleri de, acıdan fellik fellik kaçışımızın bir kanıtı aslında. Uzun süre yas tutamayışımızı, toplumsal belleğimizin zayıflığını acıdan kaçan korkak yapımıza borçluyuz. Ama bu kaçış, insanları “panik atak” vb. moda hastalıkların, prozac gibi mutluluk haplarının, kişisel gelişim pazarlarının ortasına bırakıyor. İç deneyimini yeterince yaşayamayan birisi, nasıl huzurlu ve dingin bir hayat sürebilir ki? Uykucu Metin’in kayığında bu kadar huzurlu uyumasının nedeni, belki de hayatın sadece dış gerçekliğiyle yetinmeyip, iç deneyimlerini de yaşayabilmesiyle ilgiliydi. Ve kendi iç deneyimlerini yaşayabilecek vakti de vardı Uykucu Metin’in. Gülten Akın’ın şiirinde yazdığı gibi “kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” İşten eve gelip bilgisayar oyunu, televizyon, internet vb. şeylerin karşısına geçip eğlenmek, kafa dağıtmak ya da kafasını boşaltmak isteyen insanların, neden bunu istediklerini anlayabiliriz elbette. Ama bir süre sonra bu kafayı boşaltma, gerçekten de kafanın boşalmasıyla sonuçlanabiliyor. Televizyona boşuna “aptal kutusu” denmemiş. Televizyon da, internet de, bilgisayar oyunları da, insanlardan sürekli kendilerine bağlı kalmalarını, yani “online” olmalarını talep ediyor ki, bu talebe kayıtsız kalmak günümüzde iyice zorlaştı. Online olmamak, ölmek gibi bir şey… Eşiyle, sevgilisiyle, çocukları ya da dostlarıyla yeterince ilgilenmeyen insanlar, kendileriyle de ilgilenemiyor ve “insan” dediğimiz varlık, bilakis kendi avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor. İnsanların kendi iç deneyimlerini yaşayamayışları, tektipleşmeyi de peşinden getiriyor ki, romanlarda bile eskiden olduğu gibi özgün karakterlere rastlamak mümkün olamıyor bir türlü.

İnsanın yitiş serüveni, uygarlığın kimlik kimlik çözülmesini ve başka bir insanın mümkün olup olamayacağı meselesini dayatıyor. Uykucu Metin’in dediği gibi, karada yaşayanların hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ediyor oluşu, aslında ölümden ne kadar korktuklarının bir ispatı... İçsel bir korku bu… İçinde yaşadığımız uygarlık çatırdadıkça, daha da artacak bu korku…

Punk müzik yapan Kadıköylü “Rashit” adlı grubun “Yitik İnsan” şarkısının sözlerindeki gibi “maalesef gerçekleşmemiş beklentilerin / sonuçsuz, çaresiz, perişan haldesin / rüyaların kâbusa dönüştüğü o an / her şeyini kaybeder yitik insan!” Ve şöyle bitiyor şarkı, mesajını vererek: “kaybedecek neyi kaldı ki şimdi? / her şeyi deneyebilir o zaman / yitik insan!” 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Mayıs 2012)

Tuhaf Sevgi

Posted: by bülent usta in
0

-->

Edebiyatta da, siyasette de çölümsü bir ortamda serap görüp kum tepelerini vaha zannede zannede hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayat sürerken, herhangi bir karşılık beklemeden insanların düşünceleri uğruna ya da hakikate ulaşma uğruna türlü zorlukları ve umutsuzlukları göğüsleyişindeki gizi düşünüyordum 1 Mayıs’tan önceki gece. İçimde tuhaf bir coşku, tarifi zor hüzne bulanmış bir neşe vardı gece gece. Neydi bu her şey kötüye giderken umutlu olma ruh hali?

Bu ruh halinin en önemli nedeni, bazı insanların nedendir bilinmez içlerinde taşıdıkları, bazen kurtulmak için çaba bile gösterdikleri o “tuhaf sevgi”ydi bana göre. “Tuhaf sevgi” dememin sebebi, diğer sevgi türlerine göre fazlaca talepkâr, acımasız ve huysuz bir sevgi olması. Kendi arzularını doyurma işine yarayan dünyevi sevgiden ya da oldukça karmaşık niteliklere sahip olsa da sonunda insanı bir ödülün beklediği Tanrı sevgisinden farklı bir sevgiydi bu. Öyle akılla, mantıkla filan anlaşılması zor bir şey. Mesela Hrant Dink, bu “tuhaf sevgi”ye yakalanmamış olsaydı, muhtemelen aramızda olacaktı. Ama sanki kontrolden çıkmış gibi, o “tuhaf sevgi”nin peşine takılıp, kendisini her taraftan kuşatılmış korkunç bir dünyanın içinde buldu. Başına gelecekleri bilmiyor olabilir miydi, hakikat söyleyicisi olarak ortaya çıkarken? Yazılarından gördüğümüz kadarıyla, her şeyin farkındaydı ve içindeki o “tuhaf sevgi”nin taleplerine boyun eğmeyi tercih etti her zaman.

O “tuhaf sevgi”, içine doğduğumuz dünyanın kötü bir yer olduğundan emin olduğu için olsa gerek, içine girdiği insanı dünyayı değiştirmeye kışkırtır her zaman. Bize saldıran, azar azar içimize çökmemizi sağlayarak bizi yok etmek isteyen dünyayı, hakikat arayışlarıyla değiştirmemizi ister o “tuhaf sevgi”.

İlham Dilman’ın YKY’den çıkan “Sevgi” adlı kitabında Kierkegaard, Hıristiyanlık’taki sevgi anlayışını yansıtan “Komşunu kendin gibi seveceksin” sözüne, “kendin gibi” ibaresi yüzünden karşı çıkar. “Gerçek sevgi fedakârlık sevgisidir,” Kierkegaard’a göre. Komşunu kendin gibi seveceksin emri, bir başkasını kendinden daha fazla sevmeni yasaklar ki, böyle bir sevginin “Tanrı sevgisi”ne dönüşmesi mümkün olamaz artık. Bahsettiğim o “tuhaf sevgi”nin “Tanrı sevgisi”yle bir alakası yok, ama benzer bir yanı var: İnsanın hakikati kendisinden ve diğer şeylerden daha çok sevmesini talep eder “tuhaf sevgi”. Çünkü diğer tüm sevgilerin huzur bulabileceği gerçek bir dünyanın yaratılması, ancak Kierkegaard’ın bahsettiği fedakâr sevgiyle mümkün olabilir. Yani “dünyayı kurtarmak” isteyen insanların sevgisiyle…

Geçenlerde birisi, bir olayı yorumlayışımdan yola çıkarak “dünyayı kurtaran adam” rolüne kendimi fazlasıyla kaptırdığım yönünde bir eleştiri getirmişti. Demek istediği şey, devrimcilerin egosu yüksek insanlar oldukları için, başka insanların sorumluluğunu üzerlerine alıp, acılarını kendi acıları belleyip dünyayı kurtarmaya çalışarak, büyük bir yanlışın içine düştükleri. Peki diyelim ki “dünyayı kurtaran adam” olmak yanlış. Öyleyse diğer seçenek ne? Her şeyin akışına bırakıldığı, kurtulacaksa bile, bunun o akışın içinde kendi kendine olacağı bir dünya mı? Hrant Dink, “Ermeni Sorunu”nun yüz yıldır kendi kendine çözülemediğini gördüğü için “dünyayı kurtarmaya” çalışmamış mıydı?

Thomas Bernhard’ın YKY’den çıkan “Düzelti” adlı romanındaki anlatıcı, içine doğduğumuz dünyanın, özene bezene üzerimize giydirilen her tarafı yırtılmış, bize iyice küçük ya da iyice büyük gelen pis bir giysiye benzediğini söylüyordu, anımsadığım kadarıyla. Bazıları o giysinin tam bedenlerine göre olduğunu düşünebilir, hatta o giysiden yayılan kan ve barut kokusuna burunları alışmış da olabilir. Ama dünya, insanlığın yaşadığı dehşet verici acıların izini taşıyan kanlı ve pis bir giysi olarak üzerimizde duruyor yine de. O giysiyi ilmik ilmik araştırıp tüm yırtıklarını, üzerindeki kan ve petrol lekelerini tespit ederek nasıl bir giysi tasarlamamız gerektiğini öğrenmemiz gerek öncelikle. Ancak ondan sonra, giysinin kolayca yırtılacak yerlerini daha sağlam dikmemiz mümkün olabilir. Kierkegaard’ın “sevgi inşa eder” dediği gibi, sevgi aynı zamanda dünyanın yırtıklarını dikmeye de yarar…

Birazdan sabah olacak. 1 Mayıs sabahı… Dünyanın ezilenleri, yani terzileri, içlerindeki o “tuhaf sevgi”yle birlikte, hatta o sevgiyi bir mezuraymış gibi kullanıp dünyanın meydanlarında ölçü alacaklar…

İyi sabahlar…   

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Mayıs 2012)

Aksi İstikamet

Posted: by bülent usta in
0


Sandığımız hayatı yaşamıyoruz çoğunlukla. Bir tür hayal dünyası içinde bize kabul ettirilmiş sahte kimliklerle yaşıyoruz. Bu sahte kimlikler, geçici olarak bizi rahatlatan, yaşama gayemizi inandırıcı kılan özelliklere sahip olsa da, bir taraftan da olduğumuz ya da dönüştüğümüz şeyi bizden gizleyerek sonumuzu hazırlıyor aslında.

İnsanların çoğu gerçekte kim olduğunu merak ettiği için, tarih ve psikolojiye ilgi de her geçen gün artıyor. Çünkü “kim” olduğumuz, sadece kişisel tarihimizle alakalı bir şey değil. Resmi tarih söylemiyle, bu topraklarda yıllardır sanki başka bir ülkede yaşıyormuş gibi yaşayan çok insan olduğu ortada. Her iktidar, kendi resmi tarihini yaratmak konusunda hiç zorlanmadı, çünkü insanların belleği öylesine güzel terbiye edilmişti ki, herkes o boş kâğıda istediğini yazabilirdi, yazıyor. Ama bir de olduğumuz, sürekli bir oluş halinde yaşadığımız bir gerçeklik var, bir tür bulanık bilinçle görebildiğimiz...

Walter Benjamin, henüz internet ve cep telefonu keşfedilmemiş, televizyon bu denli yaygınlaşmamışken, bellek dünyalarının kendini daha hızlı yenilediğinden, hızla yenilenen bu bellek dünyalarına karşı, çok daha hızlı bir biçimde farklı bir bellek dünyası kurulması gerektiğinden bahsediyordu. Düşünsenize, ortada daha internet ya da televizyon yok ve Benjamin insanlığın kaderini etkileyecek bir tehliken bizi haberdar etmeye çalışıyor. Yaşadığımız bu hızlı değişimi görseydi, neler düşünürdü kim bilir? Bellek ve kimlik arasındaki o güçlü bağ, bugün yaşadığımız kimlik sorunlarını, bellek sorunlarıyla birlikte düşünmemizi dayatıyor. 1 Mayıs’ın yaklaştığı bugünlerde solun gücünü ve güçsüzlüğünü düşünürken, solun siyaset yapma yeteneğinin zayıflamasını, kendisine yeni bir bellek yaratma konusundaki isteksizliğine ve güçsüzlüğüne bağlar oldum. Önceki kuşaklar deneyimlerini yeterince aktaramadığı için ve yaşadığımız travmalar ya da iktidar hastalıkları yüzünden dürüstçe kendimizle, dönüştüğümüz şeyle yüzleşemediğimiz için, yeni bir bellek ve kimlik yaratma konusunda olması gereken ivme yakalanamıyor bir türlü. Kendi başına bilgi ve deneyim de yeterli değil, o bilgiyi ve deneyimi işleyecek bir “bakış”a da ihtiyacımız var ki, yeni bir tarih yazımıyla birlikte, bellek ve kimlik sorununu çözebilelim.

Ben kendi adıma, sahip olduğum o bulanık bilinç içerisinde kendimi görmeyi, edebiyat sayesinde başarmaya çalıştım, çalışıyorum. Ama tek bir yöne doğru hızla yürüyen bir kalabalığın içinde, aksi istikamete doğru yürümenin hiç de kolay bir şey olmadığını da kendi deneyimlerimden biliyorum. Azgın deniz dalgalarına benzeyen kalabalığın, aksi istikamete yürüyenleri içine alıp yutması, bizleri el ele tutuşup birlikte yürümeye zorluyor ama herkes kendi trajedisine öyle gömülmüş, kendisinden ve hayal kurmaktan öylesine yorulmuş ki, o eller birbirini bulmakta zorlanıyor çoğu zaman. İşte 1 Mayıs geliyor. El ele tutuşup yürümek için güzel bir fırsat. İçine hapsolduğumuz ve korkularla kalınlaşan kabuğumuzun içinden çıkıp, bir hayal için bir hayalin içinde yürüyeceğimiz gün yaklaşıyor.

Gülay Beceren’in felç edildiği yılki 1 Mayıs’tı galiba, Taksim’e çıkabilmek için Beyoğlu’nda Çağ Otel’in en ucuz odalarından birisinde kalmıştım. O gece yanımda Oriana Fallaci’nin “Bir İnsan” adlı romanı vardı, bir Yunan anarşisti olan Alexandros Panagulis’i anlatan. Sabaha kadar o romanı okumuştum. Sadece tek bir yatak ve komodinin sığdığı küçücük bir odaydı ve çatı katında olduğu için pencereden Beyoğlu’nun o hüzünlü damları gözüküyordu. Alekos’la kafa kafaya verip Taksim’e nasıl çıkacağımı planlamıştım o çocuk halimle. Alekos’la öyle planlar yapmıştım ki, bırakın Taksim’e çıkmayı, neredeyse devrim yapacaktım bir romanla. Sabah olup o otelden adımımı atar atmaz, polisler sarmıştı etrafımı. Çocuktum daha ve okuduğum kitapların gerçekliğine, hayatın gerçekliğinden daha çok inanıyordum. Alekos’un verdiği akılla polisleri atlatıp Taksim’e çıkamasaydım eğer, o sabah okuduğum kitaplara ve kurduğum hayallere duyduğum inancı tamamen yitirecektim belki de... 

Şimdi her 1 Mayıs, Beyoğlu’nda ucuz bir otelde Alekos’la sohbet ettiğim o geceyi anımsarım. Çünkü, Alexandros (Alekos) Panagulis, şüpheli bir biçimde yine bir 1 Mayıs günü, 1 Mayıs 1976’da öldürülmüştü.  Fallaci’nin romanında şöyle dediğini anımsıyorum Panagulis’in: “Bağnaz düşünceler, üniformalar, doktirinler tarafından öğütülmeyin, size emredenlere, vaatlerde bulunanlara, size korku salanlara, bir efendiyi başka bir efendiyle değiştirmek isteyenlere kanmayın. Yalvarıyorum sürüleşmeyin, başkalarının suç şemsiyesi altında dolaşmayın, beyninizi düşünmek için kullanın, savaşım verin. Herkesin kendine özgü bir kişi olduğunu, her özgürlüğün çekirdeği olan ‘ben’ kavramını savunun. Özgürlüğe sahip çıkmak bir görevdir. Hak olmaktan çok bir görevdir!” 

 Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Nisan 2012)

Tamama Kederi

Posted: by bülent usta in
0


Pazartesi günü, BirGün’ün 9. yaşını kutladık gazetenin bahçesinde. Dostların arasında keyifli dakikalar yaşarken, yanıtını bildiğim soruyu kendi kendime sorup durdum: “Zeynep Kuray nerede?” Sonra da İbrahim Çeşmecioğlu’nu aradı gözlerim. Ve gazetenin eski çalışanlarını, yazarlarını... Keder, yine de gazetenin bahçesinden içeri girmedi, giremedi...  Çünkü bir doğum günü kutlanıyordu ve herkes gibi ben de kederimi bahçeden çıktıktan sonra almak üzere dışarıda bırakmıştım. Eğer bu topraklarda yaşıyorsanız, kederinizle yaşamayı da öğreniyorsunuz. Ama öyle kederler var ki, o kederlerle nasıl yaşanır hiç bilmiyorum.

Yakınlarda Belge Yayınları’ndan Ragıp Zarakolu çevirisiyle çıkan Yorgo Andreadis’in “Tamama –Pontus’un Yitik Kızı” adlı romanını okurken, kendimi Tamama’nın yerine koyup düşündüm. 1916’da daha sekiz yaşındayken asker zoruyla yaşadığım köyden ailemle birlikte sürülmüş, yollarda eşkıyalar, salgın hastalıklar, soğuk ve açlık yüzünden babamı, annemi ve kardeşimi kaybetmiş ve tesadüf eseri bu korkunç yolculuktan sağ kurtulup dilencilik yaparken yine tesadüf eseri bir ailenin yanına sığınıp ölene kadar o ailenin yanında başka bir milletten ve dinden biriymiş gibi yaşamak zorunda kalsaydım, içimde gizlemek zorunda kaldığım kederin ağırlığını nasıl taşıyabilirdim bilmiyorum.

1993 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü sahibi olsa da, Türkiye’ye girişi yasak olan Yorgo Andreadis’in “Tamama” adlı romanı, gerçek olaylara ve kişilere dayanıyor. Hatta kitabın sonunda Tamama’nın eski ve yeni yaşamıyla ilgili fotoğraflar da yer alıyor ki, o fotoğraflara bakarken Tamama’nın gözlerinde tanık olduğu olayların dehşetini ve içine kilitlediği o ağır kederi görebilirsiniz belki. Belki diyorum, çünkü herkes kendisiyle öyle meşgul ki, başkalarının kederini görüp anlayacak gönül gözünden yoksun olunabiliyor. Kitabın yazarı Andreadis’in doğduğu topraklara giremiyor oluşu, çevirmeni ve yayıncısı Ragıp Zarakolu’nun da daha yeni cezaevinden çıkmış olması, kendisi ölmüş olsa dahi Tamama’nın kederli hikâyesinin bu topraklarda devam ettiği anlamına gelmez mi? İşte bu yüzden Tamama’nın kederiyle nasıl yaşamaya devam ettiğimizi hiç bilemiyorum.

Yine yakınlarda İletişim Yayınları’ndan çıkan “Harput’taki Hayalet” adlı romanında Metin Aktaş, Tamama’da tanık olduğumuz kederi beyazlara bürünmüş güzel bir kadının hayaletine dönüştürmüş ve bir Ermeni kızı olan Sato’nun insanları deliliğe sürükleyen kederine yakından bakmamızı sağlamıştı. Resmi tarihin yok saydığı bu acılar, sanki bir çatlaktan sızıp sızdığı yeri genişleten suyu andırıyor. Sato’nun deliliğe sürükleyen hayaletinden ya da Tamama’nın kederinden kurtulmak istiyorsak, sıvası dökülmüş ve çatlaklarla dolu resmi tarihin ardına bakıp yaşadığımız ama farkında olmadığımız kederimizi tanımamız gerekiyor öncelikle.

Kübra Kelebekoğlu’nun çevirdiği ve Sel Yayıncılık’tan çıkan “Modernite Nasıl Unutturur” adlı kitabında Paul Connerton, “karakterimi ve gizilgüçlerimi değerlendirişim, yani kendime dair bilgim büyük ölçüde geçmişte yaptıklarıma bakış şeklim tarafından belirlenir” diye yazmış. Bugün yaşanan şey de, aslında bakış şeklimizi yeniden yapılandırma sancısı. Kendimize dair bilgiyi bu toprakların tarihinden başka bir yerde bulamadığımız içindir ki, resmi tarihin dışında bir şeyler söyleyen her ürüne yoğun ilgi gösteriliyor. Bu bazen abuk sabuk televizyon programları, ticari amaçla üretilmiş tarih kitapları ya da tarihi romanlar olsa da, içimize kuşku girmiş bir kere, kemirip duruyor yapay belleğimizi. Yaşadığımız toplumu belleksiz gibi gösteren de, geçmişe nasıl bakacağımızı henüz bilemiyor oluşumuzla ilişkili bir durum.

Gazetenin bahçesinde BirGün’ün doğum gününü kutladıktan sonra, kederimi bıraktığım yerden alıp yoluma devam ettim. Tamama’nın çocukluk fotoğrafı gözümün önünden gitmiyordu. Daha küçücük bir çocukken başına gelecekleri biliyormuş gibi bakıyordu gözlerimin içine. Babası erkek çocuk istediği halde, ailenin üçüncü kızı oluşu yüzünden “yeter” anlamına gelen Tamama adını almış bir çocuk, hayata başka nasıl bakabilirdi ki zaten? Ama şu da var: Tamama’nın kederini içimde taşıdığım sürece, sadece bu dünyanın en büyük laneti faşizmden nefret etmekle yetinmeyip, faşizmi yenecek olan şeyi, onun tüm o acılara ve kedere rağmen yaşama azmini yitirmeyişindeki gizde aramak olduğunu da unutmamış olacağım...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Nisan 2012)